Webmaster Posted December 13, 2011 Share Posted December 13, 2011 Mehmet Paksu ile söyleşi http://www.ayasofya-zeitschrift.de/wp-content/uploads/Interview-Mehmet-Paksu-3-300x225.jpg [/url]Hocam, birçok defa Almanya´da bulundunuz? Konferanslar verdiniz? Genelde Almanya´da yaptığınız konuşmaların konuları ne oluyor? 1993’ten bu yana Almanya’ya gidiyorum. Konferanslarımın konusu Almanya’ya davet eden cemaatlerin, derneklerin ve kuruluşların istekleri doğrultusunda belirleniyor. Başlıca konular şöyle: Aile eğitimi ihtiyacı. Okuma alışkanlıkları nasıl kazanılır? Türkler Almanya’da karşılaştıkları psikolojik ve dini sorunları nasıl giderebilirler? Çocukların dini eğitimi konusunda nasıl hareket edilmeli? Evliliklerde görülen problemler nasıl aşılabilir? Türkler Alman komşularıyla ve toplumla diyaloglarını sağlıklı biçimde nasıl kurabilirler? Bir Müslüman olarak dinimizi yaşadığımız topluma nasıl anlatabiliriz? Almanların İslam hakkındaki sorularına nasıl cevap verebiliriz? Gençlerimizi uyuşturucu ve benzeri kötü alışkanlıklar dan nasıl koruyabiliriz? İslam-Hıristiyan diyaloğunu gerçekleştirmede neler yapabiliriz? Kilise-cami birlikteliğini nasıl kurabiliriz? http://www.ayasofya-zeitschrift.de/wp-content/uploads/Interview-Mehmet-Paksu-1-300x225.jpg Peki hocam, Almanya’daki gurbetçilerin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkler artık Almanya’yı kendilerine yurt edinmişler. Büyük bir kısmı vatandaşlığa geçmiş. Kendini bu ülkede “Alman Müslüman” olarak görüyor ve böyle tanınmasını istiyor. Almanya’yı kendi ülkesinden farklı görmüyor. Her ne kadar gönlü Türkiye’de olsa da, Almanya’da yaşamanın bir ayrıcalık olduğunu görüyor. Emekli olup Türkiye’ye dönenler de Almanya ile irtibatlarını kesmiyorlar. Özellikle ikinci ve üçüncü nesil Almanya’ya büyük oranda adapte olmuş durumdalar. Eğitimlerini Almanya’da aldıkları için Almancayı kendi dillerinden daha rahat konuştukları gibi, okurken Almanca kitapları tercih ediyorlar. Fakat özellikle Doğu Almanya ile birleşmeden ve Avro’ya geçişten sonra ekonomik sıkıntıların arttığından, işsizlik oranının yükselişinden, sağlık hizmetlerinin pahalılaşmasından dert yanıyorlar. Benim gördüğüm kadarıyla aileler çocuklarına İslami eğitim verme konusunda zorluk yaşıyorlar. Özellikle okullarda İslam derslerinin verilmesi zaruretini dile getiriyorlar. Birçok Türk de vatandaşlığa geçtikleri, Alman vatandaşı oldukları halde bazı Almanların kendilerini yabancı gözüyle baktıklarını ve bir ayırım yapıldığından şikâyet ediyorlar. Namaz kılan Türkler ise işyerlerinde, fabrikalarda rahatlıkla namaz kılma imkânı bulamadıklarını, bazı yerlerde izin alamadıklarını dile getiriyorlar. Almanya’da üniversite okudukları halde başörtüsünden dolayı kamu kurumlarında çalışma izni verilmediğini, işe alınmadıklarını, başlarını açmadan çalışamadıklarını, dolayısıyla büyük bir hak kaybı yaşadıkları şeklinde sıkıntılarını seslendiriyorlar. Almanya´da birçok cemaat var. Sizce bu kadar farklı cemaatlerin olması iyi mi, kötü mü? Dini cemaatlerin bulunması hayati bir zarurettir. Türklerin dini, sosyal ve ailevi ihtiyaçlarını dini cemaatler üstlenmiş durumdalar. Dini cemaatlerin bir kısmı hizmetlerini cami bünyesinde verdikleri gibi, bir kısmı da dernek çatısı altında veriyor. Bu mekânlar onların sadece din ve ibadet ihtiyaçlarını karşılamakla kalmıyor, gerçekleştirdikleri sosyal aktiviteler ile eğitimlerine destek veriyorlar, aile bütünlüğünün korunmasına hizmet ediyorlar, boş zamanlarını değerlendirebilecek imkânlar buluyorlar, örgütleşerek hak ve hukuklarını arıyorlar, çocuklarını ve gençlerini bu ortamlara getirerek onların ahlaklı birer insan olarak yetişmelerine yardımcı oluyorlar. Özellikle Ramazan’da ve Bayramlarda toplu halde bir arada bulunarak dayanışma içinde yaşamaya çalışıyorlar, kendi milli ve kültürel özelliklerini koruyarak ülke mozayiğinde olumlu işlevler görüyorlar. Bu mekanlar aynı zamanda Alman toplumu ile Türklerin bir uyum içinde yaşamalarına da katkıda bulunuyor. Hatta Almanya’nın kalkınmasında, ilerlemesinde ve problemlerini halletmede dini cemaatlerin fonksiyonu inkâr edilemeyecek kadar önem taşıyor. Mesela Risale-i Nur cemaati Alman üniversitelerinde İslam âlimi Bediüzzaman hakkında sempozyumlar düzenleyerek kültürel hizmetler yapması, iki ülke arasında dostluğun gelişmesine küçümsenemeyecek derecede katkılarda bulunuyorlar. Geçtiğimiz yıllarda Bonn şehrinde Alman düşünürü Bonhoeffer ile Bediüzzaman’ı konu alan sempozyumda iki ülke değerleri arasında yakınlaşmanın, ortak değerlerin tanınması konusunda bilimsel çalışmalar yapıldı. 2010 Kasım ayında yapılan Osnabrück Said Nursi Sempozyumda ise önemli çalışmalar yapıldı. Bu sempozyuma 30a yakın ilim adamı katıldı ve Bediüzzaman´ın “Din ilimleri ve fen ilimleri ilişkisi”, “İnsan hakları ve felsefe”, “Din Eğitimi”, “Hürriyet Anlayışı“, “Dinler Arası Diyalog“ ve “Adalet ve Vahiy“ konularındaki düşünceler ele alındı. Diğer cemaatlerin bir kısmı okul ve eğitim merkezleri açarak, bir kısmı din eğitimine ağırlık vererek, bir kısmı da fuar, sergi, konferans ve açık oturumlar yaparak Alman halkıyla Türklerin kardeşçe yaşamalarına hizmet ediyorlar. Bu cemaatlerin hizmet temelleri Türkiye’de olduğundan Türkiye’den gelen ilim, din ve kültür adamları Almanya’da yaptıkları etkinliklerde Türklerin Alman toplumuyla barış içinde yaşamaları konusunda ciddi çalışmalar yapıyorlar. Avrupa´da cemaatler nasıl ittifak edip, beraber çalışabilirler? Temelde ve esasta ittifak etmek her zaman mümkün ve gereklidir. Çünkü hepsi de İslami hizmet yapıyorlar. Bazı ortak meselelerde iş/hizmet birliği kurabilirler. Büyük organizelerde bir araya gelip daha geniş kitlelere ulaşabilirler. Böylece her cemaat kendi üyelerini bu ortak organizede buluşturarak cemaatler arasında görülen görüş ayrılıklarının/aykırılıklarının azaltılmasında, giderilmesinde çalışabilirler. Bunun örnekleri son yıllarda yapılan “Kutlu Doğum Haftası” vesilesiyle başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde gerçekleştirildi. Yine İslam Hıristiyan diyaloğu çalışmalarında bazı cemaatler bir araya gelerek kiliseyle ortak toplantılar yaptılar. Bu buluşma ve görüşmede hem Müslüman cemaatler, hem de kilise mensupları, her iki taraf da çok memnun oldular. Bu organizelerin değişik platformlarda arttırılması ve zenginleştirilmesi gerekiyor. Bu tür ortak hareketlerin dışında cemaatlerin birleşmesi, tek çatı altında toplanıp hizmet etmeleri beklenemediği gibi, gerçekleşme imkânı da söz konusu olamaz. Çünkü her cemaatin kendine göre bir hizmet anlayışı, bir hizmet metodu, zevk aldığı bir hizmet tarzı vardır. Hocam, İslamı Avrupa’da nasıl temsil etmek gerekiyor? İslâmı Avrupa’da temsil etmenin tek yolu, İslamı bilmekle birlikte bireysel olarak hayata geçirmektir. İnandıklarını, bildiklerini, öğrendiklerini ve savunduklarını öncelikle kendilerinin yaşaması ve hayatında göstermesidir. Çünkü din sadece anlatmakla, konuşmakla tanıtılamaz ve sevdirilemez. İslam Peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m.) İslamın bütün esaslarını, imanın bütün gereklerini, ahlakın bütün prensiplerini en mükemmel ve en ideal anlamda eksiksiz biçimde kendi şahsında yaşamış, dinin nasıl uygulanacağını fiilen göstermiş, Müslümanların dinlerini yaşamalarını, dinin gereklerini uygulamalarını istemiştir. Diğer din ve inanç mensuplarına Kur’ân diliyle çağrıda bulunarak Allah’ın varlık birliğinde buluşmayı, insanlığın kurtuluşuna birlikte hizmet etmeyi teklif etmiştir. Eğer bugün İslam diğer insanlara tanıtılacaksa bunun anlatmaktan ziyade uygulama ile gösterilmesi başta geliyor, temsil etmesi gerekiyor, insanların merak etmelerine imkan hazırlayacak çalışmaların yapılması gerekiyor. Eğer bugün İslam tam olarak Avrupa’da tanınmamışsa bundan Müslümanların dinlerini tam olarak temsil edememelerinden kaynaklanıyor. Temsil etmeye çalışanların da, istenen anlamda İslama ayna olmadıkları, dilleriyle yaşantıları arasında aykırılıklar ve zıtlıklar görüldüğü içindir. Bediüzzaman’ın dediği gibi, biz İslam ahlakının ve iman hakikatlerinin güzelliklerini fiillerimizle yaşayarak gösterecek, temsil edecek olsak diğer dinlerin mensupları topluluklar halinde İslama girecekler, bazı kıtalar İslama katılacaklardır. Temsildeki başarısızlığın asıl sebebi İslamın iman boyutunun tam olarak bilinememesi, Allah ile kainat arasında bir bakış açısının gerçekleştirilememesi, her varlıkta, her bilim dalında Allah’a giden, Allah’a ulaştıran yolların bulunamamasında yatıyor. Çünkü kainat makro alemse, insan mikro alemdir. İnsan bu kâinat kitabını Allah adına okumak için, her şeyi, her varlığı, her insanı Allah adına sevmek için dünyaya gönderilmiştir. Bu hakikat anlaşılmadığı, bilinmediği ve yaşanmadığı için gerçek anlamda temsil de olmuyor. Her şey sözde ve yazıda kalıyor. Çok güzel yemekler yapılıyor, ama oturup da yemek pek çok insanın aklına gelmiyor. Çok güzel elbiseler dikilmiş, ama giyenler çok az sayıda. İslam da kalbi, ruhu ve aklı doyuran birer manevi gıdadır, ruhtaki güzellikleri gösteren değerli birer elbisedir. Bunun için değişik yollarını bulup Müslümanların İslamı bir ilim olarak öğrenip hayata geçirmelerini, yaşayarak göstermelerini, ancak bu şekilde temsil edebileceklerini ortaya koymak gerekiyor. Yoksa cahilce temsil hem kendilerine, hem de ortak insanî bir değer olan İslamın kötü gösterilmesine sebep oluyorlar. Dinler arası diyaloğa nasıl bakıyorsunuz? Dinler arası diyalogu Kur’ân istiyor ve emrediyor. “De ki: Ey Kitap Ehli! Aramızda ortak olan bir söze gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, hiçbir şeyi Ona ortak koşmayalım, birbirimizi Allah’ın yanı sıra rab edinmeyelim“ (3:64). Kur’ân İncil’den, Tevrat’tan, Zebur’dan söz ediyor. Yahudilikten, Hıristiyanlıktan bahsediyor. Hz. İsa’dan, Hz. Meryem’den, Hz. Musa’dan, Hz. Süleyman’dan, Hz. Yahya’dan ve diğer İsrailoğlu peygamberlerinin hayatından örnekler veriyor, kıssalar anlatıyor. Kur’ân’la birlikte Tevrat’a ve İncil’e, Hz. Muhammed ile birlikte Hz. Musa ve Hz. İsa’ya ve bütün peygamberlere inanmayı emrediyor ve imanın şartlarından sayıyor. Bir Müslüman İncil’e ve Hz. İsa’ya inanmazsa mü’min sayılmıyor. Diyalogdan maksat, başta Hıristiyan olmak üzere diğer din ve inanç mensuplarıyla bir araya gelmek, konuşmak, inkâr-ı uluhiyet, ateizm gibi dinsizliğe karşı ortak tavır belirlemek, maddeyi ilahlaştırmaya, ahlaksızlığa götüren yolları durdurmak, bütün dinlerde kutsal bir kurum olan aile gibi değerlerin korunmasına, anarşizme, terörizme karşı müşterek eylem birliği yapmak, birlikte mücadele etme yollarını aramaktır. Bu diyaloglar aynı zamanda İslamın anlatılmasında, İslamın çağın problemlerine getirdiği çözümlerin konuşulmasında, fundamentalizm gibi İslamı kötü ve yanlış göstermeye çalışanlara karşı doğru İslamı anlatmaya bir vesile teşkil ediyor. Bu diyalogun mimarı Bediüzzaman Said Nursî’dir. Bediüzzaman, İslam-Hıristiyan diyaloğu ile ilgili olarak şu tespitte bulunuyor: “Hatta hadis-i sahihle âhirzamanda İsevilerin hakiki dindarları ehl-i Kur’ân’la ittifak edip müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi, şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakiki dindar ruhanileri medar-ı ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.” http://www.ayasofya-zeitschrift.de/wp-content/uploads/Interview-Mehmet-Paksu-2-300x225.jpgSaid Nursî, Hıristiyanlarla uzlaşma yönünde kendi kişisel gayretlerini de ortaya koymuştur. 1950’de Papa XII. Pius’a Risale-i Nur Külliyatını göndermiş ve cevaben 22 Şubat 1951’de şahsî bir teşekkür mektubu almıştır. 1953’te de Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında saldırgan dinsizliğe karşı işbirliği temini için İstanbul’da Patrik Athenagoras’ı ziyaret etmiştir. Günümüz dünyası artık bir köy haline gelmiştir. Dolayısıyla Hıristiyan, Yahudi, Budist ve ateist demeden her kesimden insanla münasebet kurmak ve onlarla bir diyalog ve anlaşma zemini aramak kaçınılmaz görünüyor. Vaktinizi ayırdığınız için çok sağolun hocam. Publiziert in der Ayasofya 36, 2011 Link to comment Share on other sites More sharing options...
Recommended Posts