Jump to content
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Recommended Posts

Ahmet Altan iki Nurcu'yla karşılarsa...

 

Odundan meyve

 

Önce Fırıncı Abi geldi.

 

Sonra Çantacı Abi.

 

Yetmiş yaşını aşmış iki iyi insan, iki iyi dindar.

 

“Nurcular” diye tanınan cemaatin “öğrenci” kalmayı tercih eden bilgeleri onlar, bilgilerini tevazuun değirmeninde öğütmüş, hoşgörünün fırınında pişirmişler.

 

Benim gibi “ham ervahların” yüzüne gerçeği vurmuyorlar.

 

“İnançsızlığım” onları kızdırmıyor, şefkat ve üzüntü uyandırıyor yalnızca.

 

Kendilerine açılmış ışıklı pencereden bakamamanın büyük bir eksiklik olduğunu düşünseler de bunu söylemiyor, yalnızca dostluklarıyla sezdiriyorlar.

 

Büyük bir “gani gönüllülükle” benimle din konuşmaya razı oluyorlar.

 

Bilgileriyle ezmiyorlar beni.

 

Dindarlıklarını, inançlarını öyle gösterişli bir madalya gibi boyunlarına takmıyorlar, benim eksikliğimden kendilerine bir paye çıkartmıyorlar.

 

İyi dindarları seviyorum, onlarla konuşmayı seviyorum.

 

İyi bir dindar, dürüst ve güvenilir bir insan demek benim için.

 

Allah’ın cezalandırmasından değil, Allah’ı gocundurmaktan, kendilerini “yaratanı” yaptıklarıyla üzmekten korkuyorlar.

 

“İbadetlerini” yerine getiriyorlar elbet ama asıl ibadetin hayatın her ânını, kulun her “amelini” kapsadığını, her sözün, her davranışın, her ilişkinin ibadetin bir parçası olduğunu biliyorlar.

 

Dürüstlüğün, cesaretin, hoşgörünün, tevazuun, hakperestliğin dindarın vazgeçilmez özellikleri olduğunun farkındalar.

 

Allah’ı ve dini anlatışlarında bir neşe ve sevinç var.

 

Çantacı Abi diyor ki, “Allah odunla besliyor bizi.”

 

Yüzüne anlamadan şöyle bir bakıyorum.

 

Şaşıracağımı, anlamayacağımı bildiği için benim tepkimi muzip bir gülücükle karşılıyor.

 

“Allah” diyor, “odundan elma yapıyor, odundan üzüm yapıyor, odundan meyve yapıyor, bakıyorsun dallı budaklı bir odun duruyor toprağın üstünde, bir bakıyorsun o odunun ucunda kırmızı elmalar var.”

 

Ben her meyvenin bir mucize olduğunu biliyorum ama bunu “odundan meyve” diye tarif edince mucize gözümde daha iyi canlanıyor.

 

Allah’ın yarattığı her derdin “devasını” tabiatın bir köşesine sakladığından, kullarının bunu bulmasını beklediğinden konuşuyoruz.

 

Yaşamak, bulmak demek.

 

İnsanoğlu ağır ağır buluyor.

 

Hazır verilmiyor hiçbir şey.

 

Bunun bir amacı, bir nedeni var elbet.

 

Bir “dert” veriliyor, bir “derman” bulunması isteniyor.

 

Bilmiyorum ama sanırım tanrının en büyük emri tek kelime: “Ara.”

 

Aramamızı, bulmamızı istiyor.

 

Çünkü “tekâmül” etmek, gelişmek, olgunlaşmak, ilerlemek ancak aramakla mümkün, aradıkça yürüyoruz.

 

Bütün hayvanları mükemmel yaratan Allah, bir tek insanı bu mükemmellikten uzak tutuyor.

 

Verebileceklerinin hepsini vermiyor.

 

Onun yerine, insanın “arayabileceği” geniş bir arazi bağışlıyor ona, istiyor ki bu arazide tek başına yürüsün, arasın, bulsun, ilerlesin ve “yaratıcısını” bu ilerleme yeteneğiyle sevindirsin.

 

Bilmiyorum bunu söylemek günah mı, haddini aşmak mı ama bana tanrı hep büyük bir sanatçı gibi gelir, yarattığının “mükemmel” olmasıyla yetinmeyecek kadar büyük bir yaratıcı, yarattığının mükemmelliği kendi başına bulabilecek kadar mükemmel olmasını isteyen, kendi görkeminin, yarattığının bu mükemmelliği bulabilecek yeteneğinde billurlaşmasını arzulayan bir sanatçı.

 

Onun için insanın her arayışını, her buluşunu, Allah’ın aslında kendisine gösterilen bir saygı, yaratıcılığının rakipsizliğine bir alkış olarak değerlendirdiğini hayal ediyorum.

 

Körü körüne bir inancın, sığ bir cehennem korkusunun, bencil bir cennet talebinin, şekilci bir ibadetin onun gibi eşsiz bir yaratıcıya yetmeyeceğine, her büyük sanatçı gibi sadece kendisine değil, “yarattığına” da saygı ve hayranlık beklediğini düşünüyorum.

 

Bu saygıyı gösterenler, kendilerini sadece bir “kul” olarak değil aynı zamanda bir “eser” olarak da görüp, bu eseri hayatlarının her ânında mükemmelleştirmeye çalışanlar benim için iyi dindarlar.

 

Onun için seviyorum onları.

 

Onun için onlara güveniyorum.

 

Eksik olduğumu biliyorum, bu eksikliği tamamlamaya gücümün yetmeyeceğini de...

 

Ama iyi dindarlarla konuştuğumda, onlar, “mükemmele” yürüyen bir bütünün parçası olduğumu bana hatırlatan armağanlar oluyorlar.

 

 

Ahmet Altan, Taraf, 18.12.2011

Link to comment
Share on other sites

Ahmet Altan, Said Nursi’yi görmüş adeta

20 Aralık 2011 / 23:57

Mehmet Fırıncı ve Çantacı Necmi olarak bilinen Necmi İlgen’e Ahmet Altan’la yaptıkları sohbeti sorduk

 

Röportaj: Ömer Özcan-RisaleHaber

Bediüzzaman Said Nursi’nin talebesi Mehmet Fırıncı ve Çantacı Necmi olarak bilinen Necmi İlgen’e Ahmet Altan’la yaptıkları sohbeti sorduk.

MEHMET FIRINCI: ALTAN’IN TEFEKKÜRİ YAZILARINI BAZEN DERSLERDE OKUYORUM

Taraf Gazetesinden Ahmet Altan, 18 Aralık 2011 Pazar günü yazdığı makalesinde sizinle ve Çantacı Necmi İlgen ağabeyle yaptığı görüşmelerden bahsediyor. Bu yazı basında, internet sitelerinde geniş yankı buldu. Cemaat içinde de müspet bir dalgalanmaya sebep oldu. Bu görüşme hakkında bilgi verir misiniz?

Ahmet Bey çok nazik, çok kibar, nüktedan, manevî bahislerde de duygulu bir insan. Ahmet Altan Bey, bazen, arada bir tefekkürî yazılar yazıyor. Kalemi de çok kuvvetli maşallah. Ben bu yazıları bazen derslerde okuyorum. Derslerde okuduğumu avukat Ömer Faruk Bey ona söylemiş. “Üstad Bediüzzaman’ın yakın talebelerinden Mehmet Fırıncı ağabey var, senin yazılarını derslerde okuyor” demiş. Bu şekilde gıyabî bir tanışmamız oldu kendisiyle.

Görüşmeniz nasıl başladı?

Herhâlde bundan altı ay kadar evvel olacak, umreye gidecektim. Ömer Faruk Bey de aynı gün Ahmet beyden randevu almış. Safa Mürsel ve Ömer Faruk Uysal bey ile beraber gittik. Diğer yazar arkadaşlarla da tanıştırdı bizi. Bilhassa Yasemin Çongar hanımı merak ediyordum. Eskiden BBC’de onu çok dinlerdik. Onunla da tanışmış olduk orada.

http://www.risalehaber.com/images/other/mehmet_firinci1.jpgAhmet beyin son yazısından sanki yeni görüşmüşsünüz gibi anlaşılıyor?

Son zamanlarda, Allah razı olsun, Çantacı Necmi kardeş görüşmeye başlamış.

Necmi ağabeye de soracağım inşallah. Demek ki siz bu son görüşmede bulunamadınız?

Ben İran’daydım, bulunamadım.

Ahmet beyin bu yazısındaki ifadelerini nasıl buldunuz?

Ahmet Altan Bey, Galata Kulesi mesabesinde bir yazar. Bana yazıyı ilk defa Said Yüce Bey telefonla bildirdi, yazıyı okudu. Ben dedim ki; Ahmet Altan beni ve Necmi ağabeyi değil, Üstad’ı görmüş, âdeta 23. Söz’ü tahlil etmiş. Böyle dedim telefonda Said Yüce’ye.

TARAF ÇALIŞANLARININ ALNINDA BEDİÜZZAMAN’IN SÖZLERİNİ GÖRÜYORUM

Görüşmenizde neler konuştunuz?

İman konusunda kendisi bir şeyler söylemek istedi. Ben de, “Yok! Siz bu kadar tefekküri, imani meseleleri anlatan birisi olarak, iman cihetiyle size böyle bir şey denilemez, ama bu yazılar senede bir-iki defa değil de ayda bir-iki defa olmalı, gençliğimiz buna çok muhtaç, sizi de herkes takip ediyor, bu daha sıkça olsun” diye ricada bulundum kendisinden.

Sabahları ilk okunan yazarlardan biri de Ahmet Altan...

Bu doğrudur. Ben Taraf gazetesine baktığım, neşriyatlarını okuduğum zaman, Üstad Hazretlerinin “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” sözünü sanki o ekibin alnında yazılmış görüyorum, bu yazıyı okuyorum alınlarında. Bu uğurda her şeyi göze alabilen, hiç çekingenliği olmayan zevat yani bunlar. Bu hususta şayan-ı tebrikler…

***

ÇANTACI NECMİ İLGEN: AHMET BEY KARDEŞİM TEBRİK EDERİM

Size de Fırıncı ağabeye sorduğum ilk soruyla başlamak istiyorum. Ahmet Altan ile nasıl bir araya geldiniz, nerede görüştünüz?

O, Mustafa Kemal ve Atatürkçülükle ilgili güzel bir yazı yazmıştı. Kemalizm üç yalan üzerine; İrtica, Kürtçülük, Komünizm üzerine kurulu demişti... Ben kardeşi Prof. Mehmet Altan Bey ile sıkça görüşüyorum. Mehmet beyle bir uçak seyahatinde tanışmıştım.

Kardeşi Mehmet Altan mı vesile oldu görüşmenize?

Evet. Mehmet beyi telefonla aradım, “biraderini bu yazı için tebrik etmek istiyorum, fakat bende telefonu yok, bulamaz mıyız telefonunu” dedim. “Şu anda yanımda” dedi. Ben zannettim ki telefon numarası yanında. Meğerse Ahmet Altan yanındaymış. Hemen telefonu Ahmet beye verdi, “görüş” dedi.

“Ahmet Bey kardeşim gözlerinden öperim, tebrik ederim, çok güzel bir budama yapmışsın, seni tebrik etmek için ziyaret etmek istiyorum” dedim. “Beklerim, gazetedeyim ben” dedi. Geçen hafta Cuma günü ziyaret ettim. Cuma namazından sonra Nurettin Yaşar’la beraber Kadıköy’de, Taraf Gazetesine gittik. Risale-i Nur’dan Tarihçe-i Hayat, Hutbe-i Şâmiye, Asâ-yı Musa gibi kitaplardan da götürdüm. Çok güzel karşıladı bizi.

ALLAH’A İNANIP DA KORKAN İNSANLARA HAYRET EDİYORUM

Neler konuştunuz?

http://www.risalehaber.com/images/other/omer_ozcan_cantaci_necmi.jpg“Ahmet Bey ben sizi çoktan beri görmek istiyordum” dedim. “Sağolun, hoşgeldiniz” dedi. “Kardeşim sen çok cesurane yazılar yazıyorsun” dedim. “Ben gariban bir insanım, zengin değiliz, kimseden bir şey beklemiyoruz, kimseye de bir sözüm yok, onun için ben rahat yazarım, rahat konuşurum” dedi. Sonra “Bizim Gazetenin sahibi genç, delikanlı birisi. O da bize istediğiniz gibi yazın, istediğiniz gibi konuşun demiştir. Bize gazetede şöyle yazın böyle yazın diye bir şey dememiştir, böyle bir korkumuz da yoktur. Ben Allah’a inanıp da korkan insanlara hayret ediyorum. Bir insan Allah’a inanacak, bir de korkacak, olur mu ya böyle şey. Ben Allah’a inansam dünyanın altını üstüne getiririm, Allah var yanımda yahu” dedi.

Ben de “Bak Bediüzzaman Hazretleri: ‘İman hem nurdur, hem kuvvetttir. Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir’ diyor” dedim.

“İnsanlar inanır, inanmayacak bir şey yok ama korkuyla, Cehennemle yanaşınca adam ürküyor, kaçıyor. İslâmiyet tam lâyıkıyla anlatılmıyor herhâlde” dedi. Önünde Hutbe-i Şâmiye vardı. “Bak burayı okuyun” dedim. Hemen kendisi okudu. “Eğer Bir ahlâk-ı İslamiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalatını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle islamiyete girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslamiyete dehalet edecekler.” “Kardeşim işte budur, İslâmiyet böyle olması, böyle anlatılması lâzım” dedi.

“Allah diğer hayvanları mükemmel yaratmış, insanı ise burada mükemmelleşmesi için bırakmış. İnsan arasın-bulsun kendisi mükemmel olsun, yaratıcı kendi sanatının da birşeyler göstermesini istiyor, bundan da zevkleniyor” dedi. Hani Üstad “Lezzet-i Mukaddese” diyor ya, tabi onları bilmediğinden öyle demek istedi.

Sanki 23. Söz’deki, insanın bu dünyaya taallümle tekemmül etmesi için gönderilmesi meselesini özetlemiş?

Evet, hayvanlar buraya vazife yapmaya, insanlar ise öğrenmeye geliyor. Onlar kalifiye eleman olarak geliyor, biz ise vasıfsız işçi olarak geliyoruz. Burada vasıflanacağız, namuslu-namussuz, şerefli-şerefsiz gibi burada vasıflanacağız dedim. “Kusura bakmayın ben bu dini konularda sizin yanınızda…” deyince, “Yok, estağfurullah kardeşim” dedim.

AHMET ALTAN: BEDİÜZZAMAN ÇOK ZULÜM GÖRMÜŞ

Üstad Bediüzzaman hakkında bir şey konuştunuz mu?

“Çok zulüm görmüş” dedi. Ben de, “Ahmet Bey siz böyle zulüm görenleri müdafaa ediyor, onların hakkını arıyorsunuz. Bu zat da çok zulüm görmüş, zalimlere karşı büyük bir kavgalar vermiş. Bunu da gündeminize getirin, sütunlarınızda bu zattan da bahsedin, nur cemaati de memnun olur” dedim.

Kendisinin inanç durumuyla ilgili de cümleleri var. Bu konuda çok dua alıyor

Odundan meyve konusunu anlatınca diyor ya “Ben meyvenin mucize olduğunu biliyordum. Çantacı ağabey Allah bizi odunlarla besliyor deyince -hemen muzip bir cevap veriyor- benim o bakışım değişti odunlara karşı” diyor. “Müslümanları seviyorum, sizin gibi Müslümanları seviyorum, sizin gibi Müslümanlar itimat edilen insanlardır” diyor. Kendisi “İnanıyorum-inanmıyorum” diyor ama bak bu kadar insanın duasını aldı işte.

SANKİ RİSALE-İ NUR’U ANLATIYOR AHMET ALTAN

Çok cesur yazıları var

“Sen Halid Bin Veled gibi bir adamsın” dedim. Halid Bin Velid Peygamber Efendimizin (A.S.V.) yanına gidince “Halid! Sen hem cesur, hem akıllı bir adamsın. Senin gibi akıllı bir insanın küfür cephesinde olmasına ben hiç razı gelmiyordum” diyor. “Biz de senin karşı tarafta yok ateist, yok dinsiz tarafında kalmana razı değiliz. Onun için senin yanına geldik. Senden bir şey beklediğimiz yok, bir şey de satmıyoruz. Sırf sizin bu delikanlılığınız, mertliğiniz için bu hakikatlerden sen de nasibini alasın diye geldik” dedim.

“Şeytan olmasa bu âlemin tadı da olmaz” dedi. “Başka Allah yok ki… Şeytan’ı gönderiyor, alın başınıza belâyı diyor. Şeytan’ı Allah yarattığına göre vazifelidir mutlaka” dedi. Sanki Risale-i Nur’u anlatıyor Ahmet Altan. Risale-i Nur fıtrîdir diyor ya Üstadımız, onu anlatmak istiyor. İnşallah Alllah nasip eder de okursa, hemen anlar onları. Bizden daha iyi anlar.

Yazısında talebelik sıfatıyla geldiler diyor. Bu da önemli bir tespit herhâlde?

Evet öyle. “Talebelik sıfatıyla geldiler, benim inançsızlığımdan rahatsız olmadılar, sadece acıdılar bana” diyor yazısında.

www.RisaleHaber.com

Link to comment
Share on other sites

Kapıyı çalan kimdir?

21 Aralık 2011 Çarşamba 07:19

Fırıncı Ağabey” ile “Çantacı Ağabey”, Ahmet Altan Bey’i ziyarete “gitmişler”... İlgili yazıyı bana da iletince genç arkadaşlar, merakla okudum. Her konuda aynı fikri taşımıyoruz Altan’la, onun asıl takip ettiğim yönü de zaten gazeteciliğinden çok edebiyatçılığı. Bir edebiyatçı olarak Ahmet Altan dediğinizde, söz masası renk kazanır. “Odundan Meyve” yazısını da böyle okudum. Lakin, bugünkü yazım kendisiyle, sanatıyla ilgili değil...

Ahmet Bey’i ziyarete giden “amca”lar zaten çok seviliyor. Pek çoğumuzun gözünde zaten birer ahir zaman evliyası gibiler. Toplumdaki genel hitapları “ağabey” olduğu halde, onlara niçin “amca” dediğime gelince, bir kere abilik için hakikaten yaşça çok büyükler, ikincisiyse daha özel... Gencecik yaşta kaybettiğimiz Gerçek Hayat Dergisi Yazı İşleri Müdürü rahmetli Ömer Faruk Yücel’le sevgili Hande Yücel’in nikahında görmüştüm ilk kez Fırıncı Ağabey’i, çok heyecanlanarak yanına “gittiğimde”yse şaşırıp heyecanlanarak, “Fırıncı Amca” diye hitap etmiştim de herkes gülmüştü. Bu böyle kaldı sonra bende...

***

“Gitme” ve “Gelme” konusu, bence sarsıcıdır, med-cezir gibi, Varlık ve varoluş gibi, kadın ve erkek gibi zorlu yamaçlara sürer zihnimi. Çünkü inişli çıkışlı bu iki kelimeyi birbirinden ayırıp yararak konuştuğunda, ciddi bir hiyerarşik söz düzlemi inşa eder insan. Bitiştirdiğindeyse fevkalade başka bir şey çıkar, mesela “gelgit” olur, insan ezberini allak bullak edecek bir hiyerarşisizliktir bu sefer de ortaya çıkan... Arif olanlar tevhidi, daha ortodoks düşünenler anarşiyi, sınıf bilincinden gidenlerse benim gibi mertebe takıntısını konuşurlar, gelmek/gitmek üzerinden...

Ariflerden olmadığım için, Fırıncı ve Çantacı Ağabey’lerin, “gelmesi” meselesini, onlara “gidilmesi” meselesinden ayırıyorum maalesef. İslami kanaat önderlerinin, birilerine “gitmesi”, tarihin her zaman önemsediği bir olgudur. Onlara kimin “gittiği” ise daha çok siyasetin... İslam tarihinin genel örfü; alimin, birilerine “gitmesi”ni, velev ki gidilen padişah, paşa dahi olsun, doğal/rutin bulmaz. Çünkü alimin hakkaniyete dair izzeti ve hakkı olduğu kadar halkı da temsil etme gücü, bu tip “gitme”lerle, içeriği iyi niyetli olsa bile gölgelenebilir... Ama zaten hem Fırıncı hem de Çantacı Ağabeyler, bizler alimlerden görsek de, kendilerini alim olarak takdim eden kişiler değiller. Halen Kur’anın talebesi, Risale-i Nur’un hizmetkarı olarak vazife süren, evliya tıynıyetli kimseler... Ayrıca, alçakgönüllülükleri, alicenaplıklarıyla da muhakkak ilgilidir, Ahmet Altan Bey’e “gitmiş” olmaları...

Peki bunca sızlanmalarım niyedir diyecek olursanız... İrfan ve tecrübe denizi olan büyüklerimizin, sohbet ve nasihatlerinden niçin dindarlar da istifade edemiyor derim. Öyle ya “ağabeylerimiz” gibi “iyi dindarlar”ın yanısıra, “kötü dindarlar”ımız da var... Ahmet Bey’in çizdiği iyilik/kötülük ekseninden cesaretle, mesela şöyle bir cümle kursam; “iyi dinsizleri seviyorum, onlarla konuşmayı seviyorum” desem kıyamet kopar. Dinsizler aa bize dinsiz dedi, ayrımcılık yaptı deyip darılırlar, dindarlarsa, allah akıl fikir versin kızım derler... .

Tebliğ konusunda evrensel bir başarıya sahip Nur Cemaati... Hepimiz üzerinde imani hakikatler ve güzel ahlak mevzularında hakkı ödenmeyecek hizmetleri var... Hariçten gazel okuyan biri olarak, cemaatteki dostlarıma bunu defaatle rica ettiğim için burada yazmakta da sakınca görmüyorum. Tamam, herkesle alaka kuruyoruz, selamı yaygınlaştırıyoruz da, kendi kendimizle ne zaman alakadar olacağız? Müslümanların kendi aralarındaki diyalog ne zaman gerçekleşecek?

Gelmelerle gitmeler, namaz kılanların arasında ne zaman başlayacak? Sevginin, nasihatin, hal hatır kadar uyarının, hasbihalin, musahabenin, ihtiyacını hepimiz duyuyoruz... Mesela Adnan Oktar Bey’le de görüşmeye, hal hatır sormaya gitse bazı büyükler... Ben cidden üzülüyorum hallerimize baktığımda. Ahmet Ünlü Bey ile de görüşülseydi, belki sürekli zemmedici, itham edici lisandan vazgeçerdi, bugün yaşadığı yalnızlık vuku bulmazdı... Altan’ın yazısını okuyunca, biz birbirimizle hiç konuşmuyoruz dedim...

 

 

Sibel ERASLAN, Star, 21.12.2012

Link to comment
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Create New...