Webmaster Posted February 11, 2013 Share Posted February 11, 2013 Psikolojik terapide Risale-i Nur Psikolojik terapide karşınızdakine yardımcı olabilmek için onun kendi kültüründen, kendi inancından, kendisine yakın hissettiği konulardan faydalanmaya çalışırsınız. Eğer psikolog sizin kültürünüzü, inancınızı, değerlerinizi benimsemiyorsa veya tanımıyorsa etkili olma ihtimali de düşer, çünkü sizi anlamaz ve sizde sizi anlamadığını düşünürsünüz. Bu nedenle psikolog olarak sadece bilinen psikolojik metotlardan değil, başka yöntemlerden ve bilgilerden de faydalanmanız gerekir. Özellikle psikolojik tedavide kalıpların hiç bir anlamı yoktur. Diş doktoruna gittiğiniz zaman herkesin tedavisi aynıdır. Fakat psikolojik sorunlar böyle değildir. Çünkü her insan farklıdır. Her insanın yapısı değişiktir. Bazen sorunlar birbirine benzese de her tedavi bambaşkadır. Bu nedenle sadece başka kültürlerin ve değerlerin geliştirdiği metotları kullanmak yerine, kendi değerlerimiz ile bağdaşan kaynaklardan da faydalanmak gerekir. Faydalanabileceğiniz eserlerden bir tanesi de Bediüzzaman´ın Kur´an tefsiri Risale-i Nur. Hemen belirtelim, Risale-i Nur bir psikoloji kitabi değil. Psikolojik metotlar içermez. Fakat başka kitaplarda da olabileceği gibi – mesele Mevlana´nın Mesnevi´sindeki hikayeler - Risale-i Nur´da da insan psikolojisine dair önemli tespitler var. Bu tespitlerden psikolojik terapide faydalanmak mümkündür, ki biz faydalanıyoruz ve tedaviye gelenler çokta faydasını görüyor. Örneğin 2. Lem´a´daki sabır bahsinden, kimlik gelişimi için 30. Söz´den, insanın bilinç altını – daha doğrusu nefsin bilinç altını - deşifre eden 21. Söz´den, 17. Mektup olan Çocuk Taziyenamesinden, 26. Lem´a´daki tesellilerden, Kader Risalesinden, vesvese bahislerinden veya başlı başına Hastalar Risalesinden faydalanmak mümkündür. Yazımızın sınırlarını aşmamak kaydıyla tedavilerde en çok faydalandığım bölümlerden örnek verelim. “Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde; o tutar mühim bir kuvvetini sağ cenaha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, "Ateş et!" emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder; tar ü mar eder. Evet buna benzersin. Çünki geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş; elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete iltihak ve meşakkati, sevaba inkılab etmiş. Öyle ise ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzımgelir. Gelecek günler ise madem gelmemişler. Şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek; aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir.“ (21. Söz). Bu bölümde Nursi sabırsızlığın insana ne gibi zararlar verdiğini, daha gelmemiş günler için şimdiden üzülmenin hiç bir faydası olmadığını tespit ediyor. Daha gelmemiş günler için şimdiden sıkıntı çekmek psikolojik terapide sıkca rastladığımız bir olgu. Dolayısıyla bu misaller konuyu çözmekte çok yardımcı ve etkili oluyor. “Cenab-ı Hakk'ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp hâl-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar. Âdeta (hâşâ) Cenab-ı Hakk'ı insanlara şekva eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık gösterir. Çünki geçmiş herbir gün, musibet ise zahmeti gitmiş rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevalindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekva değil, belki mütelezzizane şükretmek lâzım gelir. Onlara küsmek değil, bilakis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mes'ud bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı vehim ile düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak, divaneliktir. Amma gelecek günler ise madem daha gelmemişler; içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekva etmek, ahmaklıktır. "Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım" diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belahettir ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatını selbediyor.” (2. Lem´a). Yukarıda verdiğimiz örneğin bir başka şeklini burada da görüyoruz. Sabır bir çok psikolojik tedavide en önemli faktörlerden birisi. Bediüzzaman bu konuda geçmis-halihazır-gelecek kavramlarını ele alıyor ve insandaki sabir gücünün halihazır için yeterli olduğunu gösteriyor. Ki Cenab-ı Allah Kur´an-ı Kerim´de defalarca kimseye kaldıramayacağı yükü vermediğini belirtiyor. Onun için daha olmamış, gelmemiş bir olay için şimdiden sabırını tüketmek sadece sıkıntıyı çoğaltıyor. „Zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i elem dahi lezzettir. Evet, herkes geçmiş lezzetli, safalı günlerini düşünse, teessüf ve tahassür elem-i mânevîsini hissedip “Eyvah” der. Ve geçmiş musibetli, elemli günlerini tahattur etse, zevâlinden bir mânevî lezzet hisseder ki, “Elhamdülillâh, şükür, o belâ sevabını bıraktı, gitti” der, ferahla teneffüs eder. Demek bir saat muvakkat elem, ruhta bir mânevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilâkis, elem bırakır. Madem hakikat budur. Ve madem geçmiş musibet saatleri, elemleriyle beraber mâdum ve yok olmuş; ve gelecek belâ günleri, şimdi mâdum ve yoktur. Ve yoktan elem yok ve mâdumdan elem gelmez. Meselâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün o niyetle mütemadiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divaneliktir. Aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri—ki hiç ve mâdum ve yok olmuşlar— şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp Allah’tan şekvâ etmek gibi “Of, of” etmek divaneliktir. Eğer sağa sola, yani geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi gelir; sıkıntı ondan bire iner. Hattâ, şekvâ olmasın, ben bu üçüncü medrese-i Yusufiyede, birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve mânevî sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nurun hizmetinden mahrumiyetimden gelen meyusiyet ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inâyet-i İlâhiye bu mezkûr hakikati gösterdi. Ben de sıkıntılı hastalığımdan ve hapsimden razı oldum. “Çünkü benim gibi kabir kapısında bir bîçareye, gafletle geçebilir bir saatini on adet ibadet saatleri yapmak büyük kârdır” diye şükreyledim.“ (13. Söz). İnsan geçmişini düşünerek yorulur, geleceğini düşünerek endişe çekerse yine kendisine verilen sabır kuvvetini boşa harcamış olur. Geçmiş bitmiştir. Gelecek henüz gelmemiştir. Nursi, yine örneklerle dikkat çekerek olayın sabır ve musibet boyutunu analiz ediyor. „Gayet zengin, gayet mahir bir san'atkâr; güzel san'atını, kıymetdar servetini göstermek için, miskin bir adama modellik vazifesini gördürmek maksadıyla, bir ücrete mukabil, bir saatçik zamanda, murassa ve gayet san'atlı diktiği bir gömleği, bir hulleyi o fakire giydirir. Onun üstünde işler ve vaziyetler verir. Hârika enva'-ı san'atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese: "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaziyetten bana sıkıntı veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun" demeye hak kazanabilir mi? Merhametsizlik, insafsızlık ettin diyebilir mi? İşte aynen bu misal gibi, Sâni'-i Zülcelal sana ey hasta! Göz, kulak, akıl, kalb gibi nuranî duygularla murassa olarak giydirdiği cisim gömleğini, esma-i hüsnasının nakışlarını göstermek için, çok hâlât içinde seni çevirir ve çok vaziyetlerde seni değiştirir. Sen açlıkla onun Rezzak ismini tanıdığın gibi, Şâfî ismini de hastalığınla bil. Elemler, musibetler bir kısım esmasının ahkâmını gösterdikleri için, onlarda hikmetten lem'alar ve rahmetten şualar ve o şuaat içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında, sevimli güzel manaları bulursun.“ (25. Lem´a). Hayatı ve vücudu kim verdiye, hakiki malik (sahip) kim ise, aynı şekilde hastalığı ve musibeti de veriyor. Sıhhat imtihan olduğu gibi, hastalık da bir imtihandır. Derdi kim verdiyse dermanı da veriyor. Ve bu nedenle her musibet, bela ve hastalık geçici oluyor. Bediüzzaman yukarıda verdiği terzi misaliyle hayatımızda karşılaştığımız bir çok musibete merhem sürüyor. “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.“ (Hakikat Çekirdekleri) ve benzeri “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır.“ (Münazarat). Burada Said Nursi dünyaya ve olaylara bakış açısını ele alıyor. Bu kadar kısa ve veciz kelimelerle dünyaya bakış açımızın hayatımızı nasıl etkilediğine vurgu yapıyor. Ne kadar müsbet (pozitif) bakar isek, hayatımız da o kadar müsbet olur. Neticede stres dediğimiz olay dahi sadece bizim kafamızda oluşan bir olgu. “Bir zaman -Allah rahmet etsin- mühim bir zât kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akşam vakti, İstanbul'dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyyüb'e gitmeğe mecburuz. Israr ettim. Dedi: "Korkuyorum, belki batacağız!" Ona dedim: "Bu Haliç'te tahminen kaç kayık var?" Dedi: "Belki bin var." Dedim: "Senede kaç kayık garkolur." Dedi: "Bir-iki tane, bazı sene de hiç batmaz." Dedim: "Sene kaç gündür?" Dedi: "Üçyüzaltmış gündür." Dedim: "Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üçyüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan değil, hayvan da olamaz!" Hem ona dedim: "Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?" Dedi: "Ben ihtiyarım, belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır." Dedim: "Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var; öyle ise üçbin altıyüz günde hergün vefatın muhtemel. İşte kayık gibi üçyüzbinden bir ihtimal değil, belki üçbinden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve ağla, vasiyet et!" dedim. Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim: "Cenâb-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrib için değil! Ve hayatı ağır ve müşkil ve elîm ve azab yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa.. hattâ beş-altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârane bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir." (29. Mektub). Bediüzzaman burada bir çok insanda bulunan gereksiz korku ve vesveseyi ele alıyor. Önce bunun ne kadar yanlış bir düşünce olduğunu tespit ediyor, ardından korkunun mahiyetini açıklıyor. Mahiyeti bilindiği vakit korku da azalır. Aslında psikolojide metot olarak kullandığımız davranış terapisinde aynen bunu uyguluyoruz. „Halk-ı şer, şer değil, belki kesb-i şer şerdir. Çünki halk ve icad, bütün netaice bakar; kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, hususî netaice bakar. Meselâ: Yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzeldir. Sû'-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse, "Yağmurun icadı rahmet değildir" diyemez; "Yağmurun halkı şerdir" diye hükmedemez. Belki sû'-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faideler var; bütünü de hayırdır. Fakat bazıları sû'-i kesbiyle, sû'-i istimaliyle ateşten zarar görse, "Ateşin halkı şerdir" diyemez. Çünki ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi sû'-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti. Elhasıl: Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur. Meselâ: Cihada asker sevketmekte elbette bazı cüz'î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesîr var ki, İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terkedilse, o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem meselâ: Gangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; halbuki zâhiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerr-i kesîr olur. İşte kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve îcadları, şer ve çirkin değildir; çünki çok netaic-i mühimme için halkolunmuşlardır.“ (12. Mektub). Bu bölümde de yine psikolojik terapilerde sıkca kullandığımiz bir metodu görüyoruz. Bir şeyin varlığı kötü anlamına gelmez. Siz o varlığı nasıl algılar veye „kullanırsanız“ size o şekilde yansır. Güzele yönlendirirseniz güzel olur. Bazen kötü zannetiğiniz şeyler hayır, hayır zannetikleriniz şer olabiliyor. „Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, üçüncüsü, nef' ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lakin, insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Mesela, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helale ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helaline şehveti var, harama yoktur. İhtar: Kuvve-i şeheviyenin yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur. Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddi ve ne manevi hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz. İhtar: Bu kuvve-i gadabiyenin füruatında da şu üç mertebenin yeri vardır. Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinap eder.“ (İşarat-ül İ´caz). Bediüzzaman Fatiha Suresindeki „Sırat-ı müstakim”i tefsir ederken insandaki farklı kuvvetlerden bahsediyor. Bu kuvvetler veya duygular insanı kötülüğe sevk edebileceği gibi iyiliğe de sevk edebilir. Kötülük veya iyilik yapmakta insan hürdür. Hür olduğu için ve seçeneklerini kendisi yaptığı için ahirette mesul olacaktır. İnsandaki bu „sistemin“ farkında olduğumuz zaman doğru hareket etmek de daha kolay olsa gerekir. „Evvelâ: Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünki nimetin mukaddemesi de nimettir. Nitekim vâcibin mukaddemesi, vâcib; haramın mukaddemesi, haramdır. Sâniyen: Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh ruh, cesed kafesinden çıkarsa necat bulur. Sâlisen: Ölüm olmasaydı, küre-i Arz nev'-i beşeri istiab edemezdi ve nev'-i beşer müdhiş perişaniyetlere maruz kalırdı. Râbian: İhtiyarlık yüzünden öyle bir dereceye gelenler var ki, tekâlif-i hayatiyeye kadir olamaz, daima ölümünü isterler. İşte bunun için, ölüm nimettir.“ (İşarat-ül İ´caz). Nimet dediğimiz zaman çoğumuzun aklına gıda, yiyecek ve içecek gelir. Halbuki Bediüzzaman eserlerinin bir çok yerinde ölümün kötü birşey olmadığını, tam aksine bir nimet olduğunu açıklıyor. Yukarıda verdiğimiz bölümde bunun neden böyle olduğunu net bir şekilde gözler önüne seriyor. Burada verdiğimiz örnekleri çogaltmak mümkündür. İnsan psikolojisine dair terapilerde kullanılabilecek daha başka bölümler de vardır. Başlı başlına bir eser konusu olabilecek bu konuyu sadece giriş mahiyeti olarak kısaca sunmaya çalıştık. Cemil Sahinöz, Moral Haber, 08.02.2013 http://www.moralhaber.net/makale/psikolojik-terapide-risale-i-nur/ Link to comment Share on other sites More sharing options...
Recommended Posts