Webmaster Posted September 25, 2013 Share Posted September 25, 2013 Mehmet Ali Bulut ile özel sohbet http://i1.wp.com/www.ayasofya-zeitschrift.de/wp-content/uploads/Mehmet-Ali-Bulut-r%C3%B6portaj-2.jpg?resize=225%2C300 Mehmet hocam, el falı veya çizgileri yorumlamak arzusu neden kaynaklanıyor? Geleceği bilme arzusu, bütün insanların müşterek tutkusudur. Sebep ne olursa olsun sonuç aynıdır, insanlar geleceğini bilmek istiyor. Geleceği bilmede pek yarar var sayılmaz. Hatta zarar var denebilir. Biz geleceği değil, karakterlerin belirtilerini sergilemeye çalışıyoruz. Diyelim ki bir kamyonun arkasında üç dingil var. Siz de buna göre bu kamyon 30 ton yük çeker diyorsunuz. Bakıyorlar ki gerçekten kamyon 30 ton yük çekiyor. O zaman bu kamyon ne zaman devrilecek diyorlar. Bunlar aynı şey değil. Bu bir ilimdir. Biz görünene, bilinene göre tahmin yapıyoruz. Eldeki veya yüzdeki çizgiler her zaman doğru ipuçları mıdır? Bazı tahminlerde bulunabiliriz; ancak kesin çizgiler bile insanı sonuca ulaştıramayabilir. Bu bilgiler zaman içerisinde tecrübelerle ortaya çıkarılmış tahminlerdir, %100 doğru değildir. Burnumuz veya kulağımız şu veya bu şekilde, avucumuzdaki çizgiler şunun veya bunun habercisi olduğu halde bu şekiller için yazılmış özellikler sizde bulunmayabilir.Bunu sebebi aldığınız eğitimden,ahlakınızdan ve Allah korkusundan kaynaklanan otokontrolünüzdür..İman ve ahlak ile birleşen akıl ve iradenin alt edemeyeceği şey yoktur. Kısaca bize el ve yüz çizgilerini yorumlar mısınız? Eller, insan yüzü gibi orijinal ve kişiye özgüdür. Sima bir kimliktir, hele başparmak değiştirilmesi asla mümkün olmayan bir kimliktir. İyi bir el incelemesi için elin dış görünümü ile birlikte avuç içindeki çizgileri de dikkate almak gerekir. Sol el, Allah’ın insana bahşettiği bütün imkân ve yeteneklerin deposudur. Sağ el ise bu hazineden ne kadarını kullanabildiğimizi ve kullanabileceğimizi gösterir. Önce elin biçimi ve parmaklar dikkatlice incelenir. Yüz ile el arasındaki ilişkiler gözden geçirilir. Çünkü bazen yüzdeki arızalar, eldeki işaretleri değiştirir. Sonra elin içindeki tepelere dikkatle bakılır. Parmakların altındaki bombelerin yükseklikleri gözden geçirilir. İşaret parmağının altındaki tepe diğerlerinden daha şişkin ise bu şahsın iyi bir idareci olduğu göz önünde tutulur. Başka husus ise başparmak ile işaret parmağının bağlantı noktasıdır. Bu bağlantılı perdeleri ve dar açılı ise karşımızdaki insan etkin değil edilgen bir tiptir. Yönetilmek için yaratılmıştır. Orta parmağın kalın ve altındaki tepenin şişkin olması mala mülke düşkün bir tipi ele verir. Yüzük parmağı altındaki tepenin şişkinliği diğerlerine göre daha bariz duruyorsa mutlak manada bir sanatçı, hem de velut bir sanatçı ile karşı karşıyayız demektir. Serçe parmağı da çok önemlidir. Çünkü serçe parmağının altındaki tepe belirgin ise bu insan ticarette ve insanları ikna etme sanatlarında güçlüdür demektir. Uçları etli ve küt parmaklar, pratik sanatlarda, uçları ince ve sivri parmaklar ilhama dayalı işlerde başarılı olurlar. Parmaklar avuç kısmından daha uzunsa tefekkür ve ilham, avuç parmaklardan daha uzunsa pratik ve üretmeye yönelik işlerde mahareti sergiler. Tam orantılı bir el sahibinin bütün işlerde akıl ve muhakeme ile hareket ettiğini gösterir. Bunlar zeki, anlayışlı, ileriyi ve doğruyu gören kimselerdir. Orta el her işte dengeli bir tutumu sergiler. Uzun el hilekâr, kuruntulu, egoist ve cimri bir kişiliğin belirtisidir. Geniş el iyimser, dinamik ve enerjik bir yapıdan haber verir. Dar el maddi, manevi güçsüzlük, güvensizlik ve bencillik belirtisidir. Büyük el cömertlik ve iyilikseverlerin nişanıdır. Şişman el genellikle kaba bir mizaca işaret eder. Tombul el keyfine düşkün, maddeci bir mizaç. Kısa el maharet ve incelik alametidir. İnce el hayalciliğin göstergesidir. Sert el beceri, iş yapma gücü ve spor ve zeka belirtisidir. Tüylü el kişilik ve yiğitlik belirtisidir. Alicenap, adaletsizliğe başkaldırırlar. Tv’deki programlarınızda parmaklardaki boğumların da anlamları olduğunu açıklamıştınız. Bunlarda da biraz bahseder misiniz? Her parmağın üç boğumu vardır. Tırnağın bulunduğu kısım 1. boğum, ikinci kısma 2. boğum (kemik) ve avuca bitişik kısma da 3. boğum diyoruz. Genel olarak 1. boğum kabiliyetleri, zeka ve beyin gücünü sergiler. 2. boğum zeka kabiliyetlerinin derecesini sergiler. Bu boğumun iyice incelmesiyle göğüs kafesimizdeki organların sağlık durumunu, akıl gücünün derecesini ve kısaca beş duyumuz ve ruhumuzla duyduğumuz zevklerin, acıların mahiyetini anlarız. 3. boğum tabii zevkleri temsil eder. Omurilik ve karın bölgesindeki organların sağlık durumu anlaşılır. “Ruhun Deşifresi” adlı kitabınız da çok ilgi gördü. Biz de okuduk ve çok beğendik. Bu kitabınızda aşılması gereken zorlukların yanlış bir kader anlayışıyla aşılmadığı, insanın potansiyelini kullanmadığı üzerinde duruyorsunuz. İnsan hedefine yürürken bazı sıkıntılarla karşılaşıyor. Bu sıkıntılar hedefin, isteklerin doğru olmadığını mı gösterir? Karşılaştığımız zorlukları nasıl anlamalıyız? İnsan mutlu olmak istiyor. Mutlu olmak bu dünyada insan için iyi midir bilmiyor. Bunu bir örnekle açıklayalım. Diyelim siz doğduğunuzda avucunuza dünyada kimsede olmayan üç tane çekirdek verilmiş. Bu çekirdekler dikilirse ağaç olacak, dikilmezse o çekirdekler çürüyecek. Siz o çekirdekleri ne yaparsınız, elinizde mi gezdirirsiniz? Hâlbuki onları dikmeniz lazım. İnsanların % 90‘ı o çekirdekleri elinde tutup, çürütüp gider. Cenab-ı Hak yetenek vermiş, bu yeteneklerin açığa çıkmasını istiyor. Bunlar çile ile açığa çıkacaksa çile verir, mutlulukla açığa çıkacaksa mutluluk verir. Şimşekli geçen kışların ardından gelen yazlar meyvelerin daha çok yeşerip serpilmesine sebep oluyormuş. Yeter ki insan o yeteneklerin açığa çıkması talebinde bulunsun ve gayret göstersin. Bu kitaptan çıkardığım ilk sonuç, acaba insanoğlu, tembel mi? Ya da doğmayı mı seviyor? Ya da sorumu şöyle desteklemek istiyorum insanoğlu çalışmayı, araştırmayı değil fast food bilgileri mi seviyor? Evet, ama insanı bu hale getiren, çağımızın değer yargılarıdır. Önce kavramlar değişir sonra insanlar onların peşinden gider. Evet, insanların artık uzun soluklu ilişkilere de dostluklara da bilgilere de tahammülü kalmamış. Bu çağ, hızlı tüketim çağıdır. Hayatımız hızlı tüketim üzerine kurgulanmış. Ya hep taze bilgi vereceksiniz, ya da her seferinde size farklı açılımlar sunan eserler yazacaksınız. Hiç kimse bir şeye ikinci kere dönüp bakmıyor. Evet, insan hep yeniden doğmayı seviyor ama bunun bir de ölümü olduğunu hatırlamak istemiyor. Daha az okuduğumuz da ortaya çıkıyor, bunun sebebi nedir sizce? 1500 karakteri aşan bir metin, günümüz insanı için ucsuz bucaksız uzunlukta geliyor. Tabii böyle olunca, insanlar derinleşmek yerine basit espiri ve zeka kırıntıları içeren şeyleri tercih ediyorlar. Bazen basit bir skeç, bir cümle veya karikatür muhteşem bir eserden daha kıymetli olabiliyor. Maalesef diyeceğim ama durum böyle. Biz de insanlara bu halleriyle neler kaçırdıklarını hatırlatmaya çalışıyoruz. Kitabınızın bir bölümünde karpuzla ilgili bir bölüm var. Efendimiz s.a.v karpuz yemedi diye bir zatın karpuzu çürütmesi… Sizce bu tür sevginin insan hayatındaki yeri nedir? Yani ezbere bilgi bizi engelliyor mu? Ezbere bilgi bizi engellemiyor, mahvediyor. İnsan beyni blok bilgi kullanmaya alışkındır ve bu çoğu kere iyidir. Ön bilgiler ve blok bilgiler hayata süratli intikal etmemizi sağlar. Ama bu blok ve ön bilgiler zaman içinde detayları fark etmemizi engelliyor. Beş duyumuz, tabiatla aramızda bilgi iletişim kanalları oldukları halde, biz onların eşiklerini ve o eşiklerin kapasitelerini esas aldığımızda, o eşiklerin altında ve üstünde kalan dünyaları ıskalamış oluruz. Her zannı doğru diye kabul ediyoruz, ondan da kaynaklanabilir mi? Bildiğimiz, daha doğrusu bildiğimizi sandığımız şeyler bizi yanıltır. Çünkü insan bilmediğini test eder. Ama zanna dayanan daha doğrusu tam olarak test etmediği halde doğru zannettiği bilgi, kavram ve usuller yüzünden hayatını cehenneme dönüştürebilir. Ben bu hale ‘ülfet’ (bir tür alışkanlık) diyorum. Alıştığımız ve hep gözümüzün önünde olduğu için aslını göremediğimiz şeyler bizi ciddi hatalara sevk eder. O yüzden insan önce doğrularını testten geçirmeli ki, onların gerçekten doğru olduğunu bilsin ve ona göre hayatını kurgulasın. Ruhun farkı olmadığı konusunu biraz daha açabilir miyiz? Tabii ruh hadisesini bu kadar basite indirgememiz mümkün değil. Ben o misali, ruhun bizi canlı kılan özeliği için verdim. Yani çocuğun ruhu ile ihtiyarın ruhu arasında bir fark yoktur. Fark, birisinin, vücut aparatlarını kullanmaktaki acemiliği başarısını etkiliyor, diğerinde ise, kullanıla kullanıla aşınmış aparatların tam arzu ettiğiniz sonucu vermemesinden dolayı başarısız olabilir diyoruz. Yani motor gücü aynıdır ama motor aksamının aşınmış olması veya henüz yeterince açılmamış olması söz konusu. Evet, ruhun canlı tutan özelliği böyledir. Fakat onun tecrübelerden kendisine bir bilinç oluşturması gerçeği de vardır. Çünkü ruh sadece bizi canlı tutan şey değil, aynı zamanda bizim hatıralarımızı ve birikimlerimizi muhafaza eden ve onlardan yen bir bilinç ve kişilik edinmemizi sağlayan özelliği de vardır. Kitapta Allahın işine karışalım diyorsunuz, bunu açıklayabilir misiniz? Tabii evrenin ilahi bir yapı olduğu gerçeğinin bize getirdiği başka bir açmaz vardır. Bu alemi ilahi bir sanat gören insanlar, ona dokunmayı, ona ilişmeyi haram veya tabu gibi algılıyorlar. Bizim coğrafyamızda bir bilim adamının en çok karşılaştığı itiraz, “Allahın işine karışma!”dır. Halbuki Allah, bu alemi biz tiftikleyelim, karıştıralım, anlayalım ve ondan kendimizi gerçekleştirmemiz için bir yol ve yöntem bulalım diye yaratmıştır. Yani insanın işe tam da ‘Allah’ın işine karışmaktır’. Bence bu alem, Cenab-ı Hak tarafından insanın önüne konulmuş bir oyun hamurudur. Eğer eşya üzerinde bir tasarrufu olmayacaksa insan nasıl halife olabiliyor ki? Öyle değil mi? Ruhun yaşlanmadığından bahsediyorsunuz kitabınızda. Buradan yola çıkarak aslında ruhu yorulmadığından da söz edebilir miyiz ve ya başka bir deyişle ruh yorulmaz da sadece yeni enerji ihtiyacı mı hâsıl olur? Ruh için yorulma yoktur. Esasında beden için de yorulma yoktur. Yorulma bir zihinsel yanılgıdır. Ruh basit bir cevher olduğu için yorulma ona arız olmaz. Vücut da aslında öyledir. Mesela kalbimizin yorulduğunu söyleyebilir miyiz? Midemizin, beynimizin hiç durum dinlendiği olur mu? Hayır! Esasında biz, atık maddelerle, insan fıtratına uygun olmayan yakıtlarla bedenimizi yormasak beden de yorulmaz. Uyuma ihtiyacına gelince, bence uyku sadece da beynin gelecekle ilgili projeksiyonlarının zihnimize sunması için bir fırsat verme girişimidir. Uyku rüyalarımızın kuluçkasıdır. Rüyalarımız da beynimizin tasarımlarını gözden geçirmesi veya zihnimize sunması ameliyesidir. Uyku da bunun için vardır. Çünkü insanoğlu, uyku olmadan rüya göremediğini sanıyor. Halbu ki insan uyanıkken de rüya görebilir. İnsanın zihnini boşaltan rüyadır. İyi bir rüya bazen üç saat deliksiz bir uyku kadar insanı dinlendirir. Dinlenmek dediğimiz, şey de beynimizin zihnimize sunmak üzere ön belleğimize çıkardığı ve ard arda sergilediği projeksiyonlar ve demonstrasyonlardır. Yoksa ciddi manada yorulmak diye bir şey yoktur. Uyku bir adettir. Tıpkı günde iki kere veya üç kere mutlaka yemek yemek yeme gereksinimi gibi. Halbu ki insan vücudu üç günde yumruğu kadar doğal bir gıda alabilse bütün enerjisini çıkarmış olur. Müzik ruhun gıdasıdır… Slogan haline gelmiş bu sözü nasıl değerlendiriyorsunuz. Ruhun deşifresinde müziğin ama her tür müziğin enerji anlamında nasıl etkileşimi vardır. Müzik ruhun gıdası değildir. Ahenk müziğin gıdasıdır. Bedenimiz ruhumuzun evidir diyoruz. Ruhumuz, eşyayı ve evreni onun imkânları ile kavrar. Bedenimiz üç değişik gıda ile yani veri ile ruha yardımcı olmaya çalışır. Kabataslak söyleyecek olursak bedenimizin üç ‘mide’si vardır. Bunların biri eşyadan beslenir. Biri eşyalar arası ilişkiden beslenir. Biri de eşyada geçerli kanunların; yani esma-ı ilahiyenin eşyadaki hikmetlerinden, güzellikten beslenir. Eşyadan beslenen midemizdir. Eşyalyar arasındaki ilişkiden beslenen aklımızdır. Hikmetten ve güzellikten beslenen kalbimizdir. Akıl bir yaratıcının varlığını bilmekle görevlidir. Nefsimiz de o yaratıcının Allah olduğunu bilmek ve onu tanımakla mükelleftir. Kalpse onu sever. Ancak nefis gerçek anlamda rabbi tanımazsa kalbin sevmesi samimi olmaz. Münafıklık da böyle hallerde ortaya çıkar. Dolayısıyla ruh, bu üç merkezin (midenin) verileriyle yeterli bir şekilde beslenmedikçe gıdasını tam almış olmaz. Böylece de ruh ya yanlış beslenir, ya eksik beslenir. Ya da abur cubur beslendiği için mide fesadına uğrayacağından aklı karışır. Dolayısıyla eğer müzik ruhun gıdasıdır diyecek isek, bu ancak insanın fıtratına uygun olan ahenkli sestir. ‘Ve rattilil kurane tartila’ ayeti bunu gösterir. Hevi metal ve benzeri, insanın doğal ritimlerine aykırı müzikler ruhu beslemediği gibi yorar… Hocam kıymetli vaktinizi bizlere ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Publiziert in der Ayasofya 43, 2013 Link to comment Share on other sites More sharing options...
Recommended Posts