Webmaster Posted April 12, 2014 Share Posted April 12, 2014 Her veli, evliya mıdır? Mehmet Ali Bulut 11 Nisan 2014 / Haber 7 Biraz sabırlı olun, başlık sizi germesin. Her veli hakikaten evliya olsaydı, şu kadar sapık ekol, yol ve yoldaş olmayacaktı! Ama var... Çünkü bütün o sapık fırkalar ve onların imam ve salikleri, kendilerini hak, mürşitlerini de veli! Bir kısmında hakikaten fevkalade haller de görülmüştür. Her insan bir sıfatında ‘veli' -(Hatta kafirde bile veli sıfatların var olduğu kabul edilmiştir)- olabilir. Yani bir tarafıyla hak ve hakikat olabilir. Ama biz ekser sıfatlarında veli olan insana evliya demişiz. Bazen bir insan bir sıfatıyla müthiş bir maneviyat yakalar ve onunla halkı teshir eder. Mesleği rağbet bulur ama Hak değildir. Fakat halk zahire bakar. Rağbette olanı hak da zanneder. Oysa "hak" olmak başkadır, rağbet görmek başkadır. Hele bu deccal döneminde çoğu kere, rağbette olan şeyler hak olmuyor! Şeytani usul ve haller daha etkili oluyor. Milyonları meydanlara toplayan ve onlara toplu ayin yaptıran şarkıcıları düşünün… Bugün siyaset bilimi, daha doğrusu kitlelerin bir maksat etrafında bir araya getirme sanatı çok büyük mesafeler almış. Bir süreliğine de olsa kitleleri, -(özellikle insanları demedim)- batıl etrafında bir araya getirebiliyorlar. Bugün biz bunu rahatlıkla sezebiliyoruz ama geçmişte bunu bilmek o kadar kolay değildi… **** İnsanlarda -peygamberler hariç- iki tür fevkaladelik görülür. Biri keramet, bir istidrac! İstidrac da keramet gibidir. Amma ki istidrac, insanın istidatlarını terbiye etmesiyle hâsıl olan bir neticedir. İstidrac sahibi her istediğinde o hali gösterebilir. Mesela bir şeyh çıkar ve müridine şiş batırır. O, o anda bir acı duymaz. Sonra da onun izlerini elini dokundurarak kapatır. Bunu da keramet zanneder. Oysa o istidracdır. Vücudunu şişleyen meczupların hali de öyle… Bir insan bir fevkaladeliği, istediği zaman gerçekleştirebiliyorsa o istidracdır. Hikmetten, payı yoktur. O da bir hakikattir ama hikmetten haber vermez… Tıpkı bugünlerde çokça gördürülen rüyalar gibi… (Şu mevzuyu da hususi yazmak lazım. Zira insanlara istedikleri rüyaları gördürmek, artık bir bilgisayara uzaktan bir spam atmak kadar basittir. Arada vasıta olmadan, alçak yörüngeli ve insan beyninin sinyallerine benzer sinyaller veren uydular vasıtasıyla insanlara kitlesel rüyalar gördürülebilir, halüsinasyonlar yaşatılabilir -ama onlar halüsinasyon olduğunu bilmezler.) Amma keramet bir ikramdır. Keramet sahibi ne zaman keramet göstereceğini bilmez. Hatta bazen keramet gösterdiğini dahi bilmez. Allah onu hale mutabık kılar. O da keramet olur! Çünkü biri nefsini, nefsin hesabına disipline etmiştir ve istidrac sahibi olmuştur. Ötekisi ise nefsini Allah için tezkiye etmiştir ve ondan Rabbin nuru ve kudreti zuhur etmiştir. Meyvesi de keramettir… İslam'ın tarikat tarihi -özellikle tasavvuf demedim- bu tür harikalıklarla doludur. Bir tarafta ulu'l-azm evliya gelmiş, bir tarafta insanları uzun süre peşlerinden sürüklemiş hayret-mucip müstedricler. Kadıyani Ahmet onlardan biridir. Dikkat edin, şatahattan söz etmiyorum. Çünkü bazı velilerde şatahat mazur görülmüş. Bana göre o da mazur olmamalı amma mazur görülmüş. Çünkü bugün de dün de başımıza iş açan ‘şeriatın zahiri ile çelişen' tüm inanışlar ve yönelmeler, bu mazur görmelerden besleniyor! Ve yazıktır ki bütün bu saçma sapan, absürt, Kur'an ve sünnetin özü ile çelişen fikirler, düşünceler, istidraclı haller, mürcieler, mutezileler, cebriyeler, istibdadı meşru görmeler, ‘hikmetinden sual olunmaz'cı yaklaşımlar, hep fitneler çağının bize armağanıdır. Siyasi ve sosyal linçler, fitnenin kol gezdiği dönemlerde kendisine meşru(!) zemin bulabiliyor. Bu gün de maalesef toplum hızla o yöne doğru evirilmek isteniyor. Bir kısım insanlar Sayın Başbakanımızın ismini duymak istemiyorlar. Bir kısım insan da ‘Hoca' isminden nefret edecek hale geldiler. Bu hiç ama hiç sağlıklı bir hal ve gidişat değil. Doğru da değil. İnşallah bu milletin geçmişte bu dine yaptığı hizmet, Rabbin katında makbul bir şefaatçi olur da bizi sürüklemek istedikleri şu akıbetten kurtarır… Biz hala eski yaraları tedavi edememişken maalesef böğrümüze yeni hançerler sokuldu. Yeni şuculuklar buculuklar oluştu. Malum,Cemel vakaası ile başlayan ve Muaviye'nin ölümüyle bir kere daha depreşen fitne ortamında münafıkların, fırsatçıların, kalbi hastaların uydurdukları takiyyecilik, mürciecilik, mehdicilik, mutezilecilik, cebriyecilik, kaderiyecilk, İslamın belini kırmıştır ve bugün de halkın büyük bir kısmının kafasının karışık olmasına sebep olmaktadır… ***** Evet, velayet vardır. VaV harfi, velayetin varlığının remzidir. Nübüvvet dahi velayet çekirdeği üzerinde tahakkuk eden bir müessesesidir. Evet, insan velayetiz olmaz ve hem de velisiz bir çağı olmamıştır beşeriyetin. Amma bu mesele de diğer her mesele gibi zıddını kendi içinde barındırmıştır. Hem velinin tüm sıfat ve halleriyle veli olması gerekmez. Bir insan bir sıfatında velayet mertebesinde olabilir ama diğer birçok sıfatı, insanı batıla götürebilir. Bir sıfatı kemalde oldu diye tüm sıfatları masum olmaz bir insanın. Bizim evliya dediklerimiz, ekser sıfatlarında tezkiyeye ulaşanlardır. Bu iş çok su götürür. Bir iki güzel hali görülen bir zatın tüm hallerini masum sayıp ona göre hareket etmek sonunda insanları hakikaten batıla ve şirke kadar götürebilmiştir. Bunun çoook örnekleri var tarih içinde. Bugün de bu tür şaz hallerin taraftar bulması nedeniyle bir türlü kardeşliğimizi tesis edemiyoruz! Evet, İslam tarihi boyunca, İslam âleminde, Kur'an'ın hakikatine, hüvesi hüvesine uyarak istikametini korumuş geniş bir kitle olmuştur. Ehli Sünnet ve Cemaat dediğimiz bu hak ve istikamet ehli, dinin hakikatini, sünnet-i seniyeye uyarak muhafaza etmişlerdir. Hak ve hakikat erleri olan velilerin kısm-ı azamı da bu gruptan çıkmıştır. Diğer bir kısım velayet ehli de var ki ehlisünnet prensipleri dışında kalmışlar ve onun usullerine muhalif caddede görünmüşlerdir. Bu kısım evliyaya bakış iki türlüdür. İslam âlimlerinin büyük bir kısmı, hal ve hareketlerini, meslek ve meşreplerini Kur'an'a ve sünnete aykırı buldukları bu zatları, şiddetle tenkit etmişler ve hatta büyük bir kısmını tekfir etmişlerdir… Fakat buna rağmen onlar dahi kendilerince bir miktar taraftar bulabilmişler ve salikleri tarafından sena edilmişlerdir. Şeriata aykırı hallerini de ‘hikmetinden sual olunmaz' hüsnü zannıyla taçlandırmışlardır. Neden? Çünkü siyasi ajandalarımız ve tedavi edilmemiş saklı yaralarımız, insanları ‘yeter ki muhalefet olsun' herzesine sürükleyebiliyor. Tek bu iktidar düşsün, Yahudi gelsin, tek bu iktidar düşsün, memleket talan edilsin diyecek kadar kini kabarmış insanlarımız var… Ama hepsi de güya hak ve hakikatten yanalar. "Hak, yalnız ehli sünnet ve cemaatin mesleğine münhasır değildir." diyorlar. Böylece siyasi tarafgirliklerine hakikat sureti veriyorlar. Mamafih ehlisünnet içinden çıkıp şeriat dışı birtakım usul ve davranışları, mesleklerinin içine sokmuş ve sayısız sapık yolların doğmasına hizmet etmiş kimseler de yok değil! Şimdi birileri de çıkmış Tahşiyecilik adı altında Risale-i Nur gibi, meseleleri, tamamen aklın ışığında anlatmaya çalışan bir ekolü, bir tür Hurufiliğe indirgemek istiyorlar. Biz zahiri manalarla mükellefiz.( Ben de zaman zaman harflerinden ve diziliminden yararlanarak ayetlerden bir takım farklı manalar çıkarmaya çalışıyorum ama daima hak olanın o ayetin sarih manası olduğunu vurgulayarak! Hurufilik ve batınilik ise zahiri yok sayıyor ve kendilerince uydurdukları manaları esas biliyorlar… ) Sıradan insanlar da bilmiyorlar ki "her hâdi zat, mühdi olamaz". Evet, bazı şeyhler, belki şeriatın zahirine muhalif gibi görünen hallerinden mazur olabilirler, çünkü meczupturlar. Amma aklını kullanmakla mükellef mensupları, meczup değildir ve onları taklit ettiğinde mesuldür; mazur olamaz! Tasavvuf ehlinin hallerine vakıf olan ehli insaf, onların velayetini inkâr etmezler amma "hilaf-ı usul" olan sözlerine de itibar etmezler. Hak etmemiş olmakla birlikte Muhyiddin İbnü'l-Arabi hazretleri de o menzilede görülmüştür. O tür zevat için "ya hâle (şartlara) mağlup olup hata ettiler veyahut (söyledikleri) manası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır."dediler. Mamafih tüm İslam tarihi boyunca -bugün de dâhil- bazı mürşit ve cemaat önderleri, tarikat liderleri, eleştirilen bazı hallerini, idare-i maslahat veya iki şerden ehven olanını tercih gibi izahlarla, yaptıklarını, meşru göstermişlerdir. Ve tam da bu sebeple bir kısım âlimler de ‘ehli sünneti muhafaza' niyetiyle tasavvufa ve tarikata ciddi tenkitler yöneltmişler. Hatta o tür sahte müteşeyyihleri hedef alalım derken tasavvufu dahi reddetmeye kadar işi vardırmışlardır. Ve birçok evliyayı da ‘halkı idlal eden/ saptıran zatlar' olarak nitelemişlerdir. Mamafih, hakikaten de onlara taraftar olan o tür şeyh veya din adamlarına çok fazla hüsnü zan besleyen bir kısım insanlar, hak mesleğini bırakıp bid'ate hatta dalalete girdikleri olmuştur; bu zevatı tendik eden âlimleri haklı çıkarmışlardır. **** Bediuzzaman, Mektubat adlı eserinde "Mühim ve mahrem bir mes'ele ve bir sırr-ı velayet" başlığıyla yazdığı bir mektubunda (mealen) şöyle diyor: "İşte şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir halet vardı: Bir zaman ben, bir kısım sapık düşünceli zatlara mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Karşı çıkan müthiş bir manevi kuvvet bedduamın reddine sebep oluyordu. Hem duamı geri veriyordu, hem beni men' etti. Sonra gördüm ki: O kısım ehl-i dalalet (insanları hak diye batıla sürükleyen o zatlar), hak ve hakikate aykırı işlerinde, yakaladıkları bir manevi güç (ispritizma veya istidrac) sayesinde, arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor. Muvaffak oluyor. Yalnız cebr ile değil, belki velayet kuvvetinden gelen bir arzu ile imtizaç ettiği için, iman ehlinin bir kısmı o arzuya kapılıp onu hoş görüyorlar, çok fena telakki etmiyorlar. İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım, Fesübhanallah dedim. "Hak yoldan başka velayet bulunabilir mi? Sapkın bir akıma, anlayışa hakikat ehli taraftar çıkar mı?" dedim. Sonra bir mübarek arefe gününde Müslümanların güzel bir âdeti gereği, İhlas suresini defa okumuştum. Onun bereketiyle, "Mühim Bir Suale Cevab" namında yazılan bir mes'ele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlahiye ile acizane kalbime gelmişti: Sultan Mehmed Fatih'in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar "Cibali Baba kıssası" nev'inden olarak bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl (aklı yerinde) görünürken, meczupturlar. Ve bir kısmı dahi; bazan sahvede (ayık) ve akıl dairesinde görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hâle girer. Şu kısımdan bir sınıfı, ehl-i iltibastır, (hak ile batılı birbirine karıştırıyor) birbirinden ayırt edemiyor. Sekir (kendini kaybetmişlik) halinde gördüğü bir meseleyi, halet-i sahvede (uyanıkken) tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczupların bir kısmı ise indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller, bidat ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hatta kâfirler içinde de o tür velilerin bulunacağına ihtimal verilmiş. Bunlar muvakkat veya daimî meczup olduklarından, manen "mübarek mecnun" hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef de değiller. Ve mükellef olmadıkları için de muaheze olunmuyorlar. Kendi meczup velayetleri baki olmakla beraber halkı saptırmayı da sürdürüyorlar. Hem de bilerek bilmeyerek (tıpkı "Gavurcuklarımı koru ya rabbi" diyen Cibali Ali gibi,) dalalet ve bidat ehline taraftar oluyorlar. Mesleklerine bir derece revaç verip bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı da kendi meşum mesleklerine girmeye sebep oluyorlar." (26. Mektup, 4. Mebhas) ***** Şimdi de görüyorum ki bazı istenmeyen hallerden ve tarafgirliklerden dolayı, Müslümanlar ciddi bir imani ve itikadi sarsıntı geçiriyorlar… İlla bir yana taraf olmak zorunda olduklarını sanıyorlar. Oysa böyle bir şey yok. Hatırlayın bir zaman da bizi illa Ülkücü veya Komünist olmaya zorlamışlardı. Olmayanlara ‘ot' deniliyordu. Zaman gösterdi ki asıl kullanılanlar onlarmış! O zamanda, senaristin ve yönetmenin maksadı, ülkeyi askeri darbeye hazırlamaktı. Sivil hükümetlere yaptıramadıkları birçok mühim işleri, darbe hükümetlerine yaptırmak daha kolaydı çünkü. Öyle de yaptılar. Mesela Yunanistan'ın yeniden NATO bünyesine dönmesine izin verdirdiler. Keza MOSSAD ve CIA'nin MİT ile sınırsız teşrik-i mesaisini sağladılar ve MİT, MOSSAD'ın bir şubesi haline getirildi. Onun da meyvesi 28 Şubat oldu. Şimdi de İslami hassasiyeti olanları çatıştırıyorlar. Memleketin umudu olmuş bir iktidar ile kırk yıldır milletin imanını ve itibarını tahkim etme iddiasındaki bir gurubu birbirine vurduruyorlar. Bakalım iş nereye varacak. Şu meseleler geçip gittikten sonra, hepimiz, nasıl aldatıldığınızı göreceğiz ama yüreklerimize soktuğumuz yeni yaraların tedavisiyle uğraşıp duracağız. Mehmet Ali Bulut - Haber 7 Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
Recommended Posts
Join the conversation
You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.