Jump to content
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Recommended Posts

21 Kasım 2014 Cuma 09:04

 

Mustafa İslamoğlu'ndan Said Nursi ve Mevlana'ya iftira

 

İslamoğlu, Bediüzzaman Said Nursi ve Mevlana Hazretlerine iftira attı.

 

 

Ahmet Bilgi'nin haberi:

 

*

 

RİSALEHABER-Yazar*Mustafa İslamoğlu, Bediüzzaman Said Nursi ve Mevlana Hazretleri için iftira attı.

 

*

 

Çay Tv'de konuşan ve*soy ismi "İslamoğlu" olan yazar,*Bediüzzaman ve Mevlana isminin Allah'ın isimleri olduğunu ve insanlara verilemeyeceğini ileri sürdü.

 

*

 

İslamoğlu'nun en büyük hakareti de Nurculuğun 100 sene içinde İslamdan kopacağı ifadeleri oldu.

 

*

 

Mustafa İslamoğlu’nun sözleri şöyle:

 

*

 

"Said Nursi konusunda benim üç tane hutbem var, üç Üstad diye.*Allah'ın bir ismi de 'Bedi’dir. Kur'an'da geçer. Bedi olan Allah'ın ismi bir insana verilemez. Verilmemeli. Mevla da Allah'ın ismidir. Ayet okuyacaksın gideceksin Allah'ın yarattığı bir kula Mevlana diyeceksin.*Yani edep yahu demek lazım. Bu ne tevazu derler adama. Bir de bu ismi kendine koyana dönmek lazım. Bu ne tevazu, hani tevazu? Hani mahviyet ayakları falan nereye gitti?

 

*

 

Kur'an açısından ben Risaleleri ele alıp da baştan sona Kur'an'a vurmamıştım. Bunu son eserimi yazarken yaptım ve korkunç şeyler gördüm. Orda da aynı şeyleri söyledim.*"Tüm Nurcu kardeşlerime sesleniyorum"*dedim kitabımda yazım. Yeni kitabımda cifir'e ciddi yer verdim.*Nurcu kardeşlerime diyorum. Eğer bu gidişle giderse, bu ekol yüz seneye kalmadan İslamdan kopmuş bir din halini almaya hazır görünüyor dedim. Örneklerini verdim. Bahailik, yezidilik bir örneği.

 

*

 

Hepsinin ortak yönleri var. Kur'an'ın yanında bir de efendilerinin, üstadlarının, şeyhlerinin kitapları var. Said Nursi Kur'anın indiği arştan indirildi diyor. Yazdırıldı tevil edilebilir de bu tevil edilemez.*Mevlana'nın Mesnevisi daha fecaat.*

Link to comment
Share on other sites

İslam alimi olmayan ve kaderi inkar edecek kadar haddini aşan Mustafa İslamoğlu'nunBediüzzaman*hakkındaki iftiralarına cevap.

*

 

Evvela şunu ifade edelim ki, Mustafa İslamoğlu bir İslam alimi değildir. Kur’an Meali ile hüküm çıkaracak kadar perişan eserleri vardır. En büyük özelliği selef-i salihin dediğimiz eski büyük müçtehitlere ve alimlere (Kadı Iyaz ve İmam Süyuti gibi) dil uzatmak ve imanın altı rüknünden biri olan kaderi inkar edecek şekilde fütursuz açıklamalar yapmaktır. Son zamanlarda cehlini gösterir derecede*Bediüzzaman’a ve onun eserlerine çatmaya başlamış ve baltayı taşa vurmuştur. Biz bazı iddialarına cevap vereceğiz.

*

 

1.*BEDİÜZZAMAN*ÜNVANI

*

 

Evvela İslamoğlu Allah’ın hangi isimlerinin sadece Allah için (Allah ve Rahman gibi) ve hangi isimlerinin hem kullar ve hem de Allah için ama farklı manalarda kullşanıldığını bilmemektedir. Zira ehl-i sünnetin kelam derslerini okumadığını tahmin ediyoruz. Yahut okuyup da ona itibar etmediğini zannediyoruz.*Bediüzzaman*kelimesinin ma’nası şudur; 1. Zamanın harikası. 2. Asrın mükemmel insanı.

 

Yani insanlar için kullanıldığında, lugat ma’nası itibariyle, kendi zamanının eşsiz şahsiyeti, benzeri görülmemiş garibi, emsali olmayan harikası ve saire demektir.*Terim olarak ise,*Bediüzzamanünvanı, insanlar arasında emsali bulunmaz derecede zeki ve kuvve i hafızası şaşılacak derecede yüksek olan kimselere verilmiştir.*Bediüzzaman*i Hemedani,*Bediüzzaman-ı Cezeri de tarihde bu ünvanı alanlardandır.

 

Tarihde bir kaç*Bediüzzaman*gelmiş geçmiş. Fakat hem zeka ve hıfzda, hem idrak ve kavrayışta, hem hal ve davranışta, hem kıyafet ve harekette, hem tarz ı beyan ve üslub cihetlerinde hiç birisiBediüzzaman*Sa’id i Nursi’ye benzememektedir. Yani Sa’id i Nursi gerçekten ve vakı’a olarak herşeyi ile zamanın Bedi’idir. Hatta meslek ve meşrebi de, davası ve mücahadesi de bambaşkadır, garibtir, bedi’dir.

*

 

Bediüzzaman*Hazretleri, kendisine zamanın din Alimlerinin büyükleri, hatta ehl i siyaset ve mekteb muallimleri bile “Bediüzzaman” ünvanını verdikten sonra, kendisi de bazen te’lifatında bu ünvanı imza yerinde kullanmasına bazı itirazlar geldiği zaman, şöyle izah edip cevab vermiştir:

*

 

Sual: Sen imzanı bazen*Bediüzzaman*yazıyorsun. Lakab medhi ima eder?

*

 

Cevab: Medih için değildir. Kusurlarımın sened i özürünü bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi’, garib demektir:

*

 

Benim ahlakım suretim gibi, üslub u beyanım elbisem gibi garibtir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhakemat ve esalibi, üslub ve muhakematıma mikyas ve mihenk i itibar yapmamayı bu ünvanın lisan ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım Bedi’, acib demektir.

*

 

الَىَّ لَعَمْرِى قَصْدُ كُلِّ عَجِيبَةٍ * كَاَنِّى عَجِيبٌ فِى عُيُونِ الْعَجَائِبِ (Acayip varlıkların nazarında ben bir garip varlığım. Ömrüme yemin ederim ki, benim de tek gayem garip şeylerdir) beytine masadak oldum. Bir misali budur: Bir senedir İstanbul'a geldim, yüz senenin inkılabatını gördüm.

*

 

Yine bu ma’na için başka bir eserinde şöyle demiştir:

*

 

Şimdi anlıyorum ki: Eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde bana verilen*Bediüzzaman*lakabı benim değildir. Belki Risale i Nur’un manevi bir ismi idi. Zahir bir tercümanına ariyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakiki sahibine iade edilmiş.

*

 

2. MEVLANA ÜNVANI

*

 

İslamoğlu sadece kelam ilmini değil İslam tarihini de bilmemektedir. Zira Mevlana ünvanı başta Mevlana Celaleddin olmak üzere büyük alim ve kutuplar için hep kullanılagelmiştir. Kaldı ki,Bediüzzaman*bu ünvanı pek kullanmamıştır. Kullar için kullanılan Mevlana tabiri ile Allah için kullanılan Mevlana tabiri mana itibariyle farklıdır. Bu iftirasıyla, hem eski alimler, kutuplara ve hem de İslam tarihine hakaret etmekte ve kendi cehaletini ispat eylemektedir.

*

 

Mevlana ünvanı, efendimiz anlamına gelen ve bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifadesidir. Daha çok, Halid-i Bağdadi, Celaleddin-i Rumi, Abdürrahman-ı Cami gibi bazı alimler için kullanılmaktadır.

*

 

3. CİFİR İLMİ VE İŞARİ TEFSİR MESELESİ

*

 

Bu konuda İslamoğlu’nun tamamen cahil olduğu ve iddiasının aksine Nurları anlayarak okuyamadığı, ithamlarından hemen anlaşılmaktadır. Bu iddiayı evvela Albdülhakim Arvasi diline dolamış ve ehl-i ilimden cevabını almıştır. Biz konuyu, Bilinmeyen Bir Dahi*Bediüzzaman*Said Nursi adlı eserimiz ile*Bediüzzaman*ile alakalı kitabımızın III. Ciltte de ayrıntılarıyla açıkladık. Ayrıntıları bu iki kitaba bırakarak neticeyi aktarıyoruz:

*

 

Bediüzzaman, cifri kullandığı yerlerde hiç bir zaman “Ayetin açık manası budur.” dememiştir. Söylediği şudur: “Ayetin sarih manasının altında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da, İşari ve remzi manadır. İşari mana da bir küllidir; her asırda cüz’iyatları bulunur.” Ve devam ediyor:*“İşte madem bu tevafuk-u cifri ve ebcedi, bir kanun-u ilmi ve bir düstur-u riyazi ve bir namus-u fıtri ve bir usul-ü edebi ve bir anahtar-ı gaybi oluyor.*Elbette menba-ı ulum ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı ayat-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu'cize-i kübrası ve lisan-ül-gayb olan Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan, o kanun-u tevafukiyi, işaratında istihdam, istimal etmesi i'cazının muktezasıdır.”

*

 

Tekrar da olsa şu üç hakikatı buraya almak istiyoruz:

*

 

Evvela;*Resulullah'ın da beyanına göre, Kur'an ayetle¬rinin zahiri, batıni, İşari, sarih ve remzi çok manaları ve her asra hitab eden hakikatları vardır. "Her ayetin dalı var, budağı var; her dalın da başı var, sonu var, çetikleri var" şeklindeki hadis, bu manaya işaret etmektedir. Zira Kur'an'¬ın muhatabı bütün insanlardır. Kur'an, kainat kitabının ter¬cümesidir. Kainatın rengini değiştiren her meseleyi vuzuha kavuşturmuştur.

 

Hadiselerin satırları altında gizlenen hakikat¬ları ortaya çıkaracak olan da yine Kur'an'dır. Dolayısıyla İslam ittihadını yakından ilgilendiren Risale-i Nur’a da, İstanbul’un fethine de ve Mısır fethine de herhalde işaret edecektir. Ancak sarahat demiyoruz, işaret diyoruz. Bu ifadeye dikkat etmek gerekir.

*

 

İkincisi:*Bütün ilim tarihçilerinin -özellikle müslüman alimlerin- ilimlerin tasnifinde kendisinden bahsettikleri "cifir ve camia ilmi" diye bir ilim vardır. Bu ilim, bazı cahiller tara-fından suiistimal edilmiş olsa bile, tamamen inkarı da müm¬kün değildir. Cifir, kaza levhası; camia ise kader levhası de¬mektir. Kısaca Allah'ın kader ve kaza levhlerinde olmuş ya¬hut olacak bazı şeyleri, yine Allah'ın koyduğu işaret ve gös¬terdiği yollarla ortaya çıkarma ilmine cifir ilmi denir. Bu il¬min nüshacılık ve üfürükçülükle ilgisi yoktur.

 

Çünkü İmam-ı Gazali ve İbn-i Kemal gibi bu ilmi hakkıyla bilen zatlar tara¬fından da kullanılmıştır. Hz. Ali'nin, bu ilmi*Resulullah'dan öğrendiği nakledilmektedir. Son asırda bu ilmi hakkıyla kul¬lananlardan biri de,*Bediüzzaman'dır. Kur'an, "Beldetün Tayyibetün"*ifadesiyle İstanbul'un fethine işaret ettiği gibi, Mu'avvizeteyn suresiyle de 1971 hadiselerine işaret etmiş¬tir. Birinciyi ilim, ikinciyi ilmin dışında kabul etmek, bir başka cahilliktir. Konuyu fazla uzatmak istemiyoruz .

*

 

Üçüncüsü:*İbn-i Kemal bu ilmin ehemmiyetini "Er-Risalet'ül-Münire" adlı eserinde şöyle belirtmektedir: “Büyük evliyaların kerametleri de böyledir. Müşkil ve zor meselelerin istihracı gibi. Yani evliyalar, Kur'an ayetlerinden, hatta her kelimesinden ve harfinden ve hatta Resulullah'ın hadislerinden bazı mühim ve müşkil hakikatları istihraç etmişler¬dir. Bu onlara ilham nuruyla müyesser olur (sh.8)”.

 

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Link to comment
Share on other sites

Mustafa İslamoğlu'nun açıklamaları hakkında…

 

1. Birkaç gündür Mustafa İslamoğlu'nun Said Nursi ve nur talebeleri hakkında söylediklerine dair bir açıklama yapmam bekleniyor. İlkesel olarak, böyle bir sorumluluğum yok; Mustafa İslamoğlu'nun söylediklerinin hesabı Mustafa İslamoğlu'na sorulur. Lâkin, kendisiyle teşrik-mesaisi olan, düşünce ve duygu dünyasına bir ölçüde yakın biri olarak şahitliğimi arz etmem de gerekir.

 

2. Mustafa İslamoğlu ile televizyon programı yapmış olmak, İslamoğlu'nun toplantılarına katkıda bulunmuş ve katılmış olmak bana İslamoğlu sözcüsü rolü vermediği gibi, beni İslamoğlu'nun söylediklerinin kefili de yapmamalı-Meraklıları için söyleyeyim, el'an ortak bir programımız olmadığı gibi, düzenli görüştüğümüz bir toplantımız yok. Ne ben İslamoğlu'nun müridiyim ne de İslamoğlu bana şeyh olmaya niyetlidir. Hilal TV'de program yapan herkes, HilalTV'de program yapan herkesin fikrine kefil değildir. Ben TRT'de program yaparken de böyleydi; TRT'de program yapan herkesin fikrini paylaşmıyordum.

 

3. Bu çağda, örneğini pek nadir görmüş olduğumuzdan olsa gerek, birbirlerini seven ve sayan müminler ihtilaf edebilirler, farklı görüşlere sahip müminler de birbirlerini sevmeye ve saymaya devam edebilirler. Rabbimiz bize "ihtilaf etmeyin!" demiyor; "nizalaşmayın!" diyor. İhtilafta rahmet vardır; çeşitliliğin ve özgür fikrin teminatıdır ama farklı düşünüyor diye bir insanı tümüyle harcamak nizalaşmaktır. Kavgadır, israftır, insafsızlıktır. Herhalde, bunu benden beklemezsiniz. Ben de sizden bunu benden beklemenizi beklemem.

 

4. Ne benim Mustafa İslamoğlu'nun yüzde yüz benimle aynı düşünmesini beklemeye hakkım var ne de Mustafa İslamoğlu'nun aynen onun gibi düşünmemi isteme hakkı var. Emir komuta zinciri üzerine kurulmuş hiyerarşik örgütlenmelerde sıkça gördüğümüz tek tip adam düşüncesinden uzağım.

 

5. Mustafa İslamoğlu'nun yakın zamanda ÇayTV'de Said Nursi ve nur talebeleri hakkında söylediklerini yanında durmak mümkün değil. Risale mektebinden yetişmiş biri olarak, beni de kapsayan bu sözleri reddediyorum. Nur cemaatini Bahailerle, Yezidilerle, Sihlerle aynı sepete koyan ya da böyle bir izlenim veren, bu sapık topluluklarla aynı akıbete mahkum eden ifadeler insaftan ve hakikatten uzaktır. Kardeşlik hukukuyla bağdaşmaz. Said Nursi'nin talebesi sıfatımla değil sadece, ümmetin bir ferdi olarak herhangi bir cemaatin böylesi mizansız bir genellemenin konusu olmasına itiraz ederim.

 

6. Mustafa İslamoğlu'nun görüşlerine dayanak kabul ettiği ve Said Nursi'nin*Sikke-i Tasdik-i Gaybi*adlı eserine havale ettiği cifr ve ebced hesapları, nur talebelerinin ana gündemi değildir. Söylenenlerden sanki nurcuların gece gündüz ebced ve cifr hesaplamalarıyla uğraştığı sanılmaktadır -ki tümüyle gerçek dışı! Üstad, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'nin muhtevasını herkesin okumasını istemez. Bu tür hesaplar, Risale-i Nur okuyan ve yazan herkesin kesin idamla yargılandığı zor günlerde, uzun hapis dönemlerinde ve işkenceli sürgün hallerinde kuvve-yi maneviye olması niyetiyle yazılmış olmalıdır. Kur'ân'da Risale'nin varlığını haber veren işaretlerin tesbitini, Said Nursi, Risale'yi ve/ya kendisini övmek için değil Kur'ân'ın ihtişamını ve ihatasını göstermek için, Rahman'ın, kullarının Kur'ân'a hizmetinin en ince detaylarını da ciddiye *alacak denli merhametli olduğunu kaydetmek için ortaya koyar. Risale'nin her cümlesinde olduğu gibi Said Nursi, övgü ve tahmidi her daim Allah'a çıkarır. "Elhamdulillah" diyenin başka niyeti mi olur ki?

 

7. Mustafa İslamoğlu'nun elbette ki Said Nursi'nin bu tercihini yerinde bulmama hakkı vardır. Bu durum, Said Nursi'nin itibarını eksiltmeyeceği gibi, Mustafa İslamoğlu'na bir şey kazandırmaz. İslamoğlu görüşünde haksızsa, Mustafa İslamoğlu'nun hepten kötü görmemizi de gerektirmez. Said Nursi'nin esma-i hüsnadan olan Bedi'yi de "Bediuzzaman" unvanıyla anılması, kendi icadı değildir. Başkalarının ona yakıştırdığı, onun da "sıra dışı" eserleriyle ispatladığı bir unvandır. Kendisi bunu esmanın anlamı ekseninde değil; "Garibuzzaman"/"Çağın garibi/Zamanın tuhafı" anlamında üzerine alınır. Bedi' ismindeki anlam üzerinden Said Nursi'ye "ilahî"lik yakıştırılmadığını insaf sahibi herkes görür. Lâkin, bu konuda herkesin hemfikir olması da gerekmez. Muhabbetin ifratı ile bu tür sıfatları üstadına/şeyhine atfedenlerin kişisel sorunudur bu. Dileyen kullanmaz!

 

8. Said Nursi'nin "bana yazdırıldı…" "kalbe ihtar edildi…" gibi ifadeleri, İslamoğlu'nun da çok iyi bildiğini bildiğim gibi, -haşa-Peygamberlik iddiası diye yorumlanamaz. Bunu söyleyenin ya aklı başında değil ya niyeti iyi değildir. Bu tür kayıtlar, kulluk nezaketidir, Rabbin kalbe yakınlığının incelikli ifadesidir. Belli ki sloganlara düşkün, ezberini tekrarlamayı düşünmek sanan, şablon etiketlemeleri* marifet sanan kimileri Said Nursi'yi anlamak için değil, "paketlemek" için bunu kullanıyor. "Bana yazdırıldı"ya takılanlar acaba "sizi ve fiillerinizi yaratan O'dur" ayeti (Saffat, 96) ve "Sen atmadın sen attığında, velakin Allah attı…" *(enfal, 17) ayetini hatırlamaz mı? "Yoksa size yazdırılmadı mı?" diyerek sormalı:* Kur'ân'daki bu iman dersinin hassasiyetiyle söylenen bir söz ne zamandan beri bir mü'minin ayıbı ve itham sebebi oldu?

 

9. Mustafa İslamoğlu'nun "Kur'ân'a vurdum" dediği Risale-i Nur, cifr ve ebced hesaplarından ibaret değil. Doğrusu, vahyin mesajına aşina, Kur'ân'ın kalbine dokunmak için olağanüstü emek döktüğüne eserleriyle şahit olduğum Mustafa İslamoğlu'nun Risalelerden söz ederken, "korkunç şeyler gördüm!" demeden önce söyleyeceği korkunç güzellikte şeylerin çok ama çok olacağı umundaydım. Risalelerin tümünü Kur'ân'a vurmuş birinin, "korkunç şeyler gördüm" derken, en azından*İşaratü'l İ'caz'ın ve*Yirmibeşinci Söz'ün hatırını kırmaktan çekinmesi gerekirdi.

 

10. Bu konuda Mustafa İslamoğlu'na-kendisine yazılı ve sözel olarak bizzat ifade ettiğim üzere-muhalifim. Onun gibi düşünmüyorum. Lâkin, bu Mustafa İslamoğlu'nun Risale-i Nur'un* asıl gündemi olan Kur'ân'ın diri mesajının anlaşılması için verdiği emeği, kişisel olarak Kur'ân'a nüfuz etmeme yaptığı katkıyı yok saymamı gerektirmiyor. Bundan sonra da, Mustafa İslamoğlu ile görüşmeye devam ederim, kitaplarını da okurum. Farklı* düşünsek de, birbirimize sevgi ve saygı duyabiliriz. Dostluk ve kardeşlik, insanın hatasından döneceğine dair umudunu korumayı gerektirir.

 

11. Mustafa İslamoğlu'na bu konuda katılmamam, ona katılmayanlarla aynı yerde durduğum anlamına gelmez. Mustafa İslamoğlu'nun sözcüsü olmadığımı belirtiştim. Nurcuların da sözcüsü değilim. Nurcular adına "iftiralara cevap" başlığı altında, öncelikle Ahmet Akgündüz'ün başlattığı, tahkikten yoksun, genel geçer ezberlere dayanan görüşlerin ve türevlerinin yanında değilim. (Sırası gelmişken belirteyim ki, Mustafa İslamoğlu kadere hece hece iman ediyor. "Kaderi inkâr eden" ezberiyle başlığının altındaki hiçbir cümle haklı olamaz. Bir de kendini yukarı bir yere koyup "M. İslamoğlu ehl-i sünnet değildir" "M. İslamoğlu İslam âlimi değildir" gibi mutlak tanımlayıcı ifadeler ciddiye alınmaya değmez. İz'anın icabıdır ki, M. İslamoğlu, doğruluğu şüphe götüren, tekrarı ayıp ve kusur aramanın ta kendisi olan babası ile arasındaki ilişki üzerinden çürütülemez. Bu muhakeme, insanın ve müminin rikkatine yakışmaz; olsa olsa, Üstad'ın de çok çektiği "zahir uleması"na yakışır. ) Nur talebesi olmak, Risale propagandisti olmak demek olmadığı gibi nur cemaatine mensubiyeti politik bir taraftarlığa dökmeyi gerektirmiyor. Ben "nur talebesi"yim "nurcucu" değilim. Said Nursi bile "Said Nursici" değilken benim de "Said Nursici" olmamı beklemez. *Mustafa İslamoğlu'nun en azından bu konuda karşısında olmam, onu düşünceleri üzerinden değil de, icat edilmiş dedikodular üzerinden mahkum etmeye çalışan cübbeli bazı safdillerin, zahircilerin tarafında olduğuma da yorulmamalı. İnsaf ve mizandan yoksun bir söze, yine insaf ve mizandan yoksun bir tepkiyle cevap yetiştiren boş gürültülerin, reytingi yüksek tantanaların içinde yerim/iz olmamalı.

 

12. Mustafa İslamoğlu, Said Nursi'nin mesajını anlamada nurcu diye bilinen kimi ilahiyatçılardan önde olduğuna şahidim. Bu bağlamda onu "Kur'ân İslamı sapıklığı" gibi talihsiz bir başlık altında mahkum eden nurculuk imitasyonu "otorite"ye destek vermiyorum. Vahiy, hakikat pergelinin sabit ucudur; sabit olmayan, kaynağı ve muhtevası tartışma konusu "hadis metinleri"ni sabite yapmamak Risale'den aldığım hadis dersinin de gereğidir. (Bu ayrı ve uzun bir bahistir!) Risale-i Nur, şu dönemde, bizi vahyin ırmağına yaklaştıran, Kur'ân mesajının diriliğini ve duruluğunu çağa taşıran eşsiz bir eserdir. İslamoğlu'nun meal-tefsir çalışmaları, esma-i hüsna açılımı, siyere dair kaygıları-kendisi fark etmese de- Risale-i Nur'un davası ile aynı yönde akar. Bu süreçte kendisine öncelikli tavsiyem Said Nursi'nin "müsbet hareket" düsturu olmuştur. Başkalarının hatalarını dile getirmek yerine, öncelikli olarak doğru olanı ortaya koymak, ancak erbabının anlayabileceği, sükunetle tartışabileceği konuları TV gibi dedikoduya ve yaftalamaya yatkın zeminlerde dile getirmemesi İslamoğlu'ndan beklediğimiz duruştur. Bu hem ona yakışacak hem *ümmeti ve kendisini boş yere yorulmaktan kurtaracaktır ümidindeyim.

 

*13. Aslı da üslubu da savunulamayacak bu suçlamayı geri alacak açıklama yapıp yapmama tercihi Mustafa İslamoğlu'na aittir. Hür iradesi olan, vicdan sahibi biri olarak kendisi bilir. Benim ve çok sayıda müminin İslamoğlu'nun Kur'ân'a verdiği emeğe saygısı vardır.* Bu emeği küçümseyecek ve yok sayacak olanlar, önce beni ve insaflı nur talebelerini karşılarında bulur.* Said Nursi'nin ve talebelerinin Kur'ân'a bir asrı aşkın süredir verdiği ciddi emeğe İslamoğlu'nun da saygılı olması beklenir. Risale-i Nur'un hak etmediği "paralel din" kaynağı suçlamasını, nur talebelerinin asla hak etmediği Risale'ye "Allah'tan indirilmiş kitap" muamelesi yapması suçlamasını geri alması, Mustafa İslamoğlu'na bir şey kaybettirmeyecektir. Aksinin olması, İslamoğlu'nun hata olduğu açık bu tavırdan dönmemesi de benim haneme kayıp olarak yazılmamalı. Haksız mıyım?

 

14. Mustafa İslamoğlu, Said Nursi'den aldığımız uhuvvet dersine göre, Kâbe hürmetindeki imanı, Uhud dağı azametindeki İslamından ötürü hürmete layıktır. Muhterem bir mümindir. Hayırda ittifakımız devam eder; kesilmez. Rabb-i Rahim, Halık-ı Rahman, şaheseri olarak ortaya koyduğu bir insana gıyabında kendisinin anılmaktan hoşlanmayacağı doğruyla bile dokunulmasına izin vermez. Çağın tanıklığı ile Bediüzzaman ünvanını hak eden üstadım Said Nursi de fikirleri üzerinden eleştiriyi hak eder, bunu hararetle tavsiye eder. Lakin itibar kıyımı, haysiyet cinayeti söz konusu olunca Said Nursi dokunulmazdır. Kur'ân'a dair çalışmalarından istifade ettiğim, meal geleneğinin çok vahim ezberlerini sorgulamaya açarak düşünce dünyamıza ciddi kapılar açan muhterem Mustafa İslamoğlu da eleştiriyi hak eder, yanlışının düzeltilmesini umar. Fikirleri ve düşünceleri dokunulmaz ve sorgulanmaz değildir. Lakin kişilik hakları, haysiyet ve itibarının muhafazası konusunda dokunulmazdır. Belli ki, birbirimizin görüşlerini açıkça tartışan ve tartan seviyeli müzakerelerden yoksun olduğumuz için arkadan vuran, baştan etiketleyen karalamalar revaç buluyor. Uzun kaçan bu açıklamamı da karalamalar arasında bir vicdan borcu, insaf görevi olarak görmenizi arzu ederim. Ben de eleştiriyi hak ediyorum. Ama gıybetimi yapanlar, kişiliğime dokunanlar, itibarıma kast edenler, karşılarında, beni özene bezene yaratan Sahib'im, hakkımda söylenen her şeyi ve herkesi duyan Vekil'im Allah'ı bulurlar:))*

 

*

 

Senai Demirci

Link to comment
Share on other sites

22 Kasım 2014 Cumartesi 11:50

 

Risale-i Nur ve Mesnevi'deki güzellikler Kur’an'a aittir

 

Yıldız, İslamoğlu'nun Bediüzzaman ve Mevlana Hazretlerine yönelik tepki çeken açıklamalarına cevap verdi

 

 

Siyaset Bilimci Doç. Dr. Ahmet Yıldız, Mustafa İslamoğlu'nun Bediüzzaman ve Mevlana Hazretlerine yönelik tepki çeken açıklamalarına twitter hesabından isim vermeden cevap verdi.*

 

*

 

Yıldız'ın açıklamaları şöyle:

 

*

 

"Risale-i Nurlar tecdit ederken tamiratta bulunur; pasları giderirken safları sahih bir zeminden üzerinden birleştirerek en geniş paydayı bulur.

 

*

 

"Şiilikte mutaassıp, Vehhabilikte müfrit, felsefe-bilimde materyalist olanlar ile enaniyette şişkin hocaları da hitap dairesinde gözetir.

 

*

 

Risale-i Nur, İsa Hıristiyanlığının müntesiplerini de yürüyüşünde dışlamaz. Misyonerler bile "davet kitlesinin" içindedir.

 

*

 

Mevlana üzerinden*İslam’a yumuşayan kalplerin hatırını bile hiçe sayan hoyratlık ise, Müslümanlığı dar kapların kalıplarına mahkum ediyor.

 

*

 

Kur’anın insanla buluşması tarihsel bir zeminde gelişir.*Risale-i Nur Kur’an'a isal eder; onu ikame etmez.*Bu konuda son derece şeffaftır, perdelemez.

 

*

 

Risale-i Nur ya da Mesnevi'ye nisbet edilebilecek tüm güzellikler Kur’an'a aittir, kendilerine değil. Risale-i Nur, Kur’an ışığının bir şulesidir, kendisi değil.

 

*

 

Risale-i Nur Kur’an'ı anlatır, onu sevdirir, kendisini değil. Diğer tüm "şeffaf" Şeriat kitapları gibi.

 

*

 

Risale-i Nur'a bakan, Kur'an'ı anlamak için bakar.*Risale-i Nur'a nazar eden oradan Kur'an'a intikal edemiyorsa ilişki perdelenmiş, şeffaflığını yitirmiştir.

 

*

 

Risale metinleri Kur'an'la ilişkisi serapa şeffaf metinlerdir; Kur'an'ın ışığını kendi rengine bürümez; kendisini "renksizleştirerek" onu gösterir.

 

*

 

Nasıl okyanus testiye sığmazsa, Kur'an da hiç bir kaba sığmaz. Her meşrep o sudan kabını doldurablir ama hiçbiri okyanus olduğunu iddia edemez.

Link to comment
Share on other sites

22 Kasım 2014 Cumartesi 13:45

 

Bediüzzaman ile Mevlana’dan özür ve helallik dilemeli

 

Karabaşoğlu, Bediüzzaman ve Mevlana Hazretlerine hakaret eden Mustafa İslamoğlu için, “ilmin namusu çiğnenmiştir" ifadesini kullandı

 

 

 

Risale Haber-Haber Merkezi

 

*

 

Yazar Metin Karabaşoğlu, Bediüzzaman ve Mevlana Hazretlerine hakaret eden*Mustafa İslamoğlu*için, “ilmin namusu çiğnenmiştir. Bediüzzaman, Mevlana ve Nur Talebelerinden özür ve helallik dilemelidir” ifadelerini kullandı.

 

*

 

Moral FM’de Fethi Çağıl’ın hazırlayıp sunduğu özel yayına katılan Karabaşoğlu, İslamoğlu’nun sözlerinin ‘İftira ve hakaret’ olduğunu ifade ederek şunları söyledi:

 

*

 

En başta şunu ifade etmeliyim ki İslamoğlu’nun açıklamaları akıl ile izah edilecek bir boyutta değil.*

 

1- Bediüzzaman ve Nur Talebeleri hakkında söylenen söyler akıl alır gibi değil.

 

2- Gerekçelendirme biçimi akıl alır gibi değil.

 

*

 

Bu açıklamaları hem İslami çerçevede hem mantık ölçüleri içerisinde bir yere koymak mümkün değil.*Bir insan ancak kendisine bu kadar zarar verebilir.*İslamoğlu, burada Bediüzzaman’a mı, Mevlana’ya mı, Nur Talebelerine mi zarar veriyor? Yoksa kendisine mi zarar veriyor? Bu açıklamalar, İslami çerçevede izahının mümkün olması, hem akla ve mantığa uygun olmaması, kullanılan üslup ve seviye olarak vasat olması…*

 

*

 

Bediüzzaman ve Mevlana için bu üslupta bir konuşmayı herhangi bir insan bir mahalle kahvesinde yapmaz!*

 

*

 

Bediüzzaman, lakabıyla haşa Allah’ın Bedi ismine kendine ortak ettiği, Mevlana ismiyle haşa kendini Mevla ismine ortak ettiği anlamı çıkıyor. Şimdi mecaz denilen bir şey var. Anlam mertebeleri denilen bir şey var. Bu isimlerden böyle bir şey çıkarmak şöyle ifade edeyim:*Mecazdan anlamayan, anlam mertebelerinden anlamayan, ilimden nasibi olmayan kaba bir bedevi bile*Allah’ın dinine hizmetle, tevhid noktasında hassasiyetle temayüz etmiş isimler hakkında bu yorumları yapmaz!

 

*

 

Mustafa İslamoğlu bu ifadelerle kendine kötülük etmiştir.*Risale-i Nur kendisine dokunulmaz, eleştirilmez bir noktada değil.*Bediüzzzaman ‘Kendisini hatasız zannetmek hatadır’ diyen bir şahsiyet. *Bediüzzaman eserlerinde ve mektuplarında ifade ettiği gibi kendisini beğenmeyen ve övülmesini istemeyen bir şahsiyet.*

 

*

 

Hatta*Münazarat*eserinde,*“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz”*diyor.*

 

*

 

Burada*sorgusuz sualsiz alın ve eleştirmeyin noktasında değiliz.*Böyle bir bakış açısı varsa doğru bulmadığımı ifade edeyim.

 

*

 

Lakin Mustafa İslamoğlu Çay TV’deki konuşmalarıyla eleştirel konuşmuş değildir.*Bediüzzaman ve Nur Talebelerine iftara ve hakaret etmiştir. Burada ilmin namusu çiğnenmiştir ve Bediüzzaman, Mevlana ve Nur Talebelerinden özür ve helallik dilemelidir.

 

*

 

Metin Karabaşoğlu’nun katıldığı programın tekrarı bu akşam (22.11.2014) saat 21.30’da Moral FM’de yayınlanacak.

 

*

Link to comment
Share on other sites

Ahmet AY

 

***

 

'Bir asır sonra dinden çıkacaksınız'dan 'Bir tek ben Müslümanım'a doğru

 

22 Kasım 2014 Cumartesi 06:29

 

yenirenkler@hotmail.com

 

'Bir asır sonra dinden çıkacaksınız'dan 'Bir tek ben müslümanım'a doğru giderken...

 

Mustafa İslamoğlu dinlemediğim bir isim değil. Kendisinin Hilal TV'deki tefsir derslerini de, esma derslerini de takip edenlerden birisiyim. Her yorumuna, analizine, fikrine katılmasam da pekçok tesbitinden (en azından) bir bakış açısı zenginliği aldığımı samimiyetle söyleyebilirim. Bugüne kadar yazılarımda da ondan alıntılara pekçok kereler yer verdim. (Bunlar için Nurcu kardeşlerimden 'Hişt! Ne yapıyorsun?' uyarısı aldığım da oldu. Uyaranlar hatırlar.) Hatta müstakil bir yazım da var: "Nur talebeleri Mustafa İslamoğlu'ndan neler öğrenebilir?" diye. Ve evet, Kur'an üzerine mesai sarfında, klasik metinlere vukufiyetinde ve tedrisine hazırlanışında ondan öğrenilecek şeyler olduğunu düşünüyorum. Bunu hâlâ düşünüyorum. Çünkü, yorumları hoşumuza gider veya gitmez, hakikaten Kur'an'a mesai ayıran ve yüzü Kur'an'a dönük birisi İslamoğlu. Bu yazıda kendisini eleştirecek olsam bile 'insaflı kalmayı' ve 'muhatabımın hakkını vermeyi' Cenab-ı Hak'tan niyaz ederim.

 

Öncelikle, kendisinin de bir dersinde takdirle kullandığı,*Bediüzzaman'ın bir ifadesini alıntılayacağım en başa:Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikate inkılâp eder, hurâfâta kapı açar." Geçtiğimiz günlerde Ömer Faruk Uysal abi, Alternatif Bakış programında, bu söz bağlamında, biraz da Harici kafasının psikolojik ve sosyolojik altyapısını irdeleyen tesbitlerde bulunmuştu. Demişti ki: Bir toplumun medeniyet seviyesinin değişmesiyle mecaza yatkınlığı değişir. Medeniyet geliştikçe dil, dil geliştikçe mecaz kullanımı artar. Daha nim-bedevî topluluklarda, mesela Necid sekenesinde, medeniyet gelişmediği için dil de mecaza yatkın değildir. Bu nedenle o topluluklarda Kur'an'daki mecaz kullanımları da reddeden ekoller ortaya çıkmıştır...

 

Kur'an'da pekçok mecaz kullanımı var.*Mesela biyedihi'l-hayr, mesela ahsenu'l-halıkîn vs. Eğer bunları mecaz saymazsanız, birincisinde Allah'ın insan gibi bir eli olduğunu (haşa) düşünebilir, ikincisinde ise Allah'la beraber başka yaratıcılar olduğunu (haşa) hayal edebilirsiniz. Yani buralarda aslında Allah bir benzetme yapmıştır. Peki, ne için? İnsanların daha kolay anlayabilmesi için. Çünkü*Kur'an bir tenezzülat-ı İlahîdir.*İnsanların fehmine göre konuşmasıdır. Eğer Hak Teala kendi azametinin şanı ile bizimle konuşsaydı; biz o tarz bir kelamı değil anlamak, işitmeye bile dayanamazdık.

 

Kur'an'da böyle, peki bu bizde nasıl? Esma açısından meseleyi ele alırsak, evet,*biz de Cenab-ı Hakkı bir çeşit mecazla biliyoruz.*Örneğin: Kendimizdeki ilimden ve bildiğimizle yaptığımızdan anlıyoruz ki; kainatta da bir bilen ve yapan var. Elbette O’nun ne bilmesi ne yapması bizim bilmemiz ve yapmamız cinsinden değil. Ve hakikatte bütün bilişlerin ve yapışların hakikati O’nda. Bizdekiler tecelli. Bizdeki bir ölçü, bir anlama kapısı; ama O’nun esmasını da ancak bizdeki bu gölgelerle anlayabiliyoruz. Mesela; 'şuradan şurası bizim' diyoruz, 'buraları biz idare ediyoruz; öyleyse bu kainatın da bir sahibi var ve o da kendi mülkünü idare ediyor' kanaat getiriyoruz. Benim malikiyetim son minvalde bir gölge malikiyet, gerçek değil, bir mecaz. Ama O’nunki hakiki.*Bu yüzden Bediüzzaman'ın Risale metinlerinde en sık kullandığı isimlerden birisi Allah için: Malik-i Hakiki.*Biz de intikam alıyoruz, ama hakiki Müntakim olan Allah. Yine biz de adaletli olmaya çalışıyoruz, ama hakiki Âdil olan Allah. Yine biz de sabırlı olmaya gayret ediyoruz, ama es-Sabûr olan Allah. Yani şu dünyada 'bilmenin' kapısını açan mecazi kullanımlar var. Ki Allah Resulü bile yemin ederken diyor: "Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim." Allah Resulü, herhalde Allah'ın gerçek bir eli olduğunu (haşa) düşünmüyor.

 

İşte şimdi İslamoğlu Hoca, bizim*bilmemizin kapısı olan böylesi mecazlar yokmuş gibi,*bunlar hiç kullanılmıyormuş gibi diyor ki: "Bedi ismi Kur'an'da Allah için kullanılıyor. Bediüzzaman'a o ismi vermek tehlikelidir."*İyi de hocam, Tevbe 128'de Cenab-ı Hak buyurmuyor mu kendi Resulü için: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir." Bu ayet-i kerime içinde Rauf ve Rahim isimlerini kullanmıyor mu? Haydi, sen bunu da icma-ı ümmetin hilafına başka bir şekilde tevil edersin. "Orada kastedilen Allah'tır, siz yanlış anlatıyorsunuz!" dersin. Çünkü genelde bu ekolün sanatı zorlu tevillerdir. Peki, Allah Resulü, Mekke'nin fethinden sonra müşrik önderlerine kendisini sorduğunda onlardan şöyle bir tarif almıyor mu?*"Sen kerîmsin ve kerîm bir kardeşin oğlusun."*O zaman onlara "Susun, pis kafirler!" mi diyor? Yoksa kerîm olmanın müminin bir hasleti olmasını kabul mu ediyor? Yoksa biz onu da mı yanlış biliyoruz?*Kerîm de Allah'ın isimlerinden birisi değil mi? Belki sana göre değildir.

 

Bütün bunları geçtim, bir de Bediüzzaman'a Bediüzzaman denmesini kibir alameti gibi imalarla tefsir ediyorsun. Bence*onun tevazuuna bütün hayatı şahittir.*Senin bir parçayı kaldırıp, cerbeze ile “Bütün bundan ibarettir!" demenle hiçbir şey değişmez. Ancak yine de sormak istiyorum: Allah Resulünün de ismi Muhammed (a.s.m.).*Benim Arapçam yok ama Muhammed'in 'övülmüş' veya 'övülen' anlamlarına geldiğini biliyorum; acaba sana göre Allah Resulü de mi bu ismi bir kibir vesilesi olarak (haşa, yüzbin defa haşa) kullanıyor? Kaldı ki, Bediüzzaman o ismi kendisine kendisi de vermiş değil, hocasının taktığı bir isim ve öyle şöhret buluyor. İlk o isimle şöhret bulan da o değil,*Bediüzzaman-ı Hamedanî*gibi başka şahsiyetler de var böyle bu isimle iştihar etmiş. Şimdi sırf sana 'kibir' kokusu geldi diye herkes ismini veya lakabını mı değiştirmeli? Aziz Mahmud Hüdayi de sırf Mahmud mu kalmalı? Hacı Bayram-ı Veli de "Benim adım yalnız Bayram!" diye mi gezmeli? Söyle, ne etmeli de sana 'senden gayrı' İslam ulemasını sevdirmeli?

 

Ne tuhaf zanaat böyle tahtie kılıncıyla insanların başını kesmek! Ne konforlu, eserinin ve hayatının anlattığı bütünden kopuk 'tek kelimeden' ahlaklar devşirmek!*Ne komik "Herkes yanlışta, bir ben doğrudayım!" havalarında dolaşmak.*Ha, Nurculuk adına söylediğin tehlikelere ve o tehlikelerin bireyler içinde bulunup bulunmadığı iddialarına birşey demiyorum. Bizim de rastladığımız yanlışlar var. Fakat bu metinlerin suçu değil, bireylerin suçu. Naehiller hangi mesleğe girse, o mesleğe zarar verirler.*Bugün Kur'an'ı okuyup da müslüman kanı dökmeyi marifet sayan ekoller yok mu?*Bu ekollerin suçlusu Kur'an olmadığı gibi; kendisinden iman dersini almış birisi olarak söylüyorum ki:*Nurculuğun içindeki yanlış anlamaların suçlusu da Risale metinleri veya Bediüzzaman değildir. Ve Risale metinleri de Nurculuğun Kur'an'ı falan değildir.*Kur'an'ın arşına çıkan merdivenimizdir o bizim, manevi elif-ba'mızdır. Mürşidimizdir. "Ne diyor?" diye değil, "Kur'an'dan ne söylüyor?" diye okuduğumuzdur. Şimdi ister hak ver, ister eleştir; hakikat zaten 'kendisi bizzat hakikat olduğundan ötürü' kazanır. Biz, durduğumuz yerden ve Kur'an'ın sancağı altında olduğumuzdan eminiz.

Link to comment
Share on other sites

Araştırmacı Yazar Süleyman Yasin Akdeniz Mustafa İslamoğlunu Uyardı

 

22 Kasım 2014,*11:56S.Yasin AKDENİZ

 

Özellikle üstada ve risale-i nurlara gelene kadar Kuranı Kerim hakkında yazdığı mealde ve kader hakkındaki açıklamalarında zaten daha büyük cürümler işlediği ehl-i ilimce ehl-i tahkikçe malum olmuştur.

 

Geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalına konuk olan Mustafa İslamoğlu isimli bir şahsın Risale-i Nur'â ve müellifi olan Üstadımız Bediüzzaman hazretlerine izan ve insaf dışı beyanları olmuştur. Gerçi ben bu şahsı eskiden beri takip etmem tasvip etmem özellikle üç said yazısı beyanı yüzünden bir kaç kere itirazdada çeşitli platforumlarda beyanda bulunmuştum.

 

Özellikle üstada ve risale-i nurlara gelene kadar Kuranı Kerim hakkında yazdığı mealde ve kader hakkındaki açıklamalarında zaten daha büyük cürümler işlediği ehl-i ilimce ehl-i tahkikçe malum olmuştur.

 

Öyleki üstada ve risale-i nurlara gelene kadar Kuranı Kerim mealinde Kader konusundaki beyanları başlı başına zaten bidattır itikad bozmadır hakiki ilmi hakiki manasından saptırmadır. O vakit diyorki insan keşke Kurana bari ilişmese kadere bari ilişmese. Ancak ilişiyor ve ilişmekle kalmıyor bunu neşrediyor. Ve malesef bu konuda kendisiyle beraber ona kananlarında ayağını kaydırıyor. Ve bu konuya vakıf insanların reddiye vermesine vesile olup polemiklerin gıybetlerin oluşmasına vesile olmuş oluyor. Yani her cihette zarar vermiş oluyor.

 

Ben araştırmalarım neticesinde Mustafa İslamoğlu hocanın Kuran mealindeki yanlışları göstereceğim. Kendisinin üstada ve risale-i nurlara gelene kadar kendi yaptığı Kuran Mealindeki yanlışlar için tevbeye davet ediyorum ve müntesiplerinden özür dilemeye davet ediyorum. Evet benim bilgim yetersiz kalmış yanlış yaptım Kuran hakkındaki mealim hatalıdır bu konuda kamuoyuna haber veriyorum demesi lazım. Kuran hakkı için bir özür ve tevbesi şayet gelirse ondan sonra Kader konusunda ondan sonra haksız ve hakikatsız bir surette cahilane Risale-i Nur ve Üstad Bediüzzaman hazretleri hakkında verdiği beyanlardanda özür dileme sırası gelir. Ondan sonra babasının ellerini öper çıkar kamera karşısına bu benim babamdır ondanda helallik alıyorum der. Bu tavsiyelerimize uyarsa kendisi ve müntesipleri için en hayırlı olan bir amel işlemiş olur. Zira inat ile içinde düştüğü vartalarda kalmaya devam etmek istersede kendisi bilir zira hesabı kullar değil Allah görecek biz uyarmaktan başka birşey yapamayız.

 

*

 

*

 

1)**** Mustafa İslamoğlu, eski kadim tefsirlerin “takdir” metodunu eleştiriyor. Kelimelerin takdiri gerekseydi, Allah onları lâfzen ifade ederdi, diyor. Böyle bir eleştiri ve yaklaşım, Arap dilini ve dünya edebiyatlarını bilmemektir. Çünkü sözün akıcılığı, vurgusu ve güzelliği için bu kural, bütün dünya edebiyatlarında, özellikle îcaz ve i’caza dayanan Arap dilinde makbul ve müstahsen bir yöntemdir.

 

*

 

Evet Kur’an Arap Dili ve Edebiyatı çerçevesinde inmiş, ilahi bir manadır. Yoksa cümleleri bağlamından koparıp, sloganlaştırmak için değildir.

 

*

 

Bununla beraber,*** Mustafa İslamoğlu, 19. âyette “Allah onların nurunu gideriverir” âyetinde “Allah onların (göz) nurunu giderir” diye takdir yapmıştır. İşin ilginç yönü, bu takdirin yanlış olmasıdır. Âyetin doğru meali şöyledir: “Münafıkların reisi, kendilerini aydınlatmak için bir ateş yakar. Ateş onun etrafını aydınlatır aydınlatmaz Allah anında münafıkların aydınlığını giderir; onları içinde asla bir şey görmeyecekleri karanlıklar içinde bırakır.”

 

*

 

2)**** “ Takva ” vikaye (korunma) kökünden gelen mübalağa mastarıdır. Tek başına gelirse insanın kendisini (kalbini, ruhunu) günahlardan, kötülüklerden koruması demektir. Allah kelimesi ile kullanıldığında “ kendinizi Allah’ın azabından koruyun ” şeklinde muzaf takdir edilerek mana verilir. Çünkü Allah’ın kendisinden korunmanın bir manası olmaz. Hoca Efendi,************* 3/80 –81’de ve 23/51–53’te bu kuralı kullanarak doğru meal vermiştir.**

 

*

 

Burada ise, “ İttekullah ” gibi terkipleri “ Allah’a saygı duyun ” diye çeviriyor. Muhammed Esed’den ve İzutsu’dan esinlenerek... Halbuki onlar da bu takdir kaidesini atladıkları için; ve bazı yanlış çevirilerin “ Allah’tan korkun ” diye çevirmelerinden yanlış yola girmişlerdir. Haliyle Batılıların işte bakın “ İslam korku dinidir ” olan propagandalarından çekindikleri için… Hülasa saygı manasına gelen takva kelimesi değildir.* “ Haşyet ” kelimesidir. Halbuki 2/23. âyette*********************** “ itteku naren ” ateşten sakının, diye doğru çevirmiştir.***

 

*

 

3)**** 2/2. âyette geçen “ lareybe fih ” deyimi bir yüklem iken, sıfat olarak çevrilmiştir. Meal içinde gramere bağlı kalmadan, yuvarlatma tarzında bu gibi yüzlerce cümle var. Bu da Kur’an’daki mucizevî yapıya uygun değildir. Ve “ Gerekçeli Meal ” ismine de uygun değildir.*

 

*

 

4)**** 2/3. âyeti “ O muttakiler ki… ” diye çevirmesi gerekirken “ O hidayete erenler ki; ” çevirmiş. Bu da hem âyetin gramerine, hem de manasına aykırıdır. Çünkü bu iki cümlede demek istenilen mana şudur:

 

*

 

“ Muttakiler gabya iman etmek, namazı doğru kılmak, infak etmek, yeni ve eski bütün vahiylere inanmakla, kendilerini korumuş olurlar. ”

 

*

 

Ayrıca** Mustafa İslamoğlu, “ takva hidayetin sebebidir ” diyor. Tam tersine âyet diyor ki, “ Bu Kur’an hidayettir ( yol gösterir ). ” Bunun sonucu olarak insanlar şu gibi güzel ameller yapmakla kendilerini korumuş olurlar.

 

*

 

5)**** 2. âyette “ ilahi ” kelimesini takdir etmek “ la reybe ” yüklemini sıfat yapmak birkaç yönden yanlıştır.

 

*

 

a)**** Çünkü muhatap bu kitabın ilahiliğini bilse zaten kuşku duymayacak.

 

*

 

b)**** Takdirsiz ve gramere uygun olarak âyetin meal ve manası şudur: “ Bu bir kitaptır. ( Bilgi ve yasalardır ). Onda kuşkuya asla yer yoktur. Çünkü, özünü koruyan binlerle muttakiye yol göstermiştir.” Yani eğer Kur’an’da bir çürüklük olsaydı bu kadar güzel meyveler vermezdi.**************** “ Çünkü şüpheli ağaçlar ürün ve meyvelerinden tanınırlar. ”

 

*

 

c)* Mustafa İslamoğlu, madem takdir kuralına karşıdır, “ belağata aykırı olarak ” yüzlerce kelimeyi neden âyetlerin içine serpiştirmiştir.

 

*

 

d)****** Mustafa İslamoğlu “ Burada kuşku Allah’a ” yöneliktir, diyor. Halbuki, o günkü Medine’de bulunan insanlar Allah’a inanıyorlardı. Demek bu iddianın tarihi bir dayanağı yoktur.

 

*

 

6)****** Mustafa İslamoğlunun 3. Notta dediği gibi; eğer fıtri olan takva duygusu hidayete götürüyorsa, o zaman Kur’an’ın hidayet ve rehberliğine ne ihtiyaç kalır, gibi paradokslar ortaya çıkar.

 

*

 

7)****** Mustafa İslamoğlu “ Gayb ” terimini idraki aşan gerçekler, diye çevirmiştir. Halbuki, burada, ruhani, uhrevi, metafizik gerçekler kastediliyor. Ve dinde insanın akıl ve idrakini aşan konular yoktur.

 

*

 

8)**** 2/6. âyette “ iman etmezler ” deyimi, “ iman etmeyecekler ” olarak çevirirse daha isabetli olur. Çünkü “ la ” gelecek olumsuzluk edatıdır.***

 

*

 

9)**** 2/8. âyette “ Onlar kesinlikle inanacak özellikte değiller. ” mealindeki cümleyi “ Onlar müminlerle değiller ” diye çevirmek ve “ ba ” harfine maiyet manasını vermek, belağat ve grameri hiç bilmemek gibi bir şeydir.

 

*

 

Nitekim, âyetle ilgili notun sonunda, doğru tefsir yapmıştır. Bu da bir yanlış ve bir doğrunun birbiriyle çelişmesidir.

 

*

 

10)* 9. âyetin meali şöyledir: “ Münafıklar Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışıyorlar. Fakat gerçekte ancak kendilerini aldatıyorlar. Ve kendi kuyularını kazdıklarının bilincinde değiller. ”

 

*

 

Burada** Mustafa İslamoğlu âyetin akıcılığına aykırı iki yanlış yapmıştır.

 

*

 

a)**** “ Allah’ın onların bu hilelerini ifşa edeceğinden farkında bile değiller ” diye çevirmiştir.

 

*

 

b)**** “ Onlar farkında olmadan bu hileleri yapıyorlar ” gibi bir manayı hiç kimse vermemiş ki hoca böyle bir bahis açıyor, 5. Notta…

 

*

 

11)* 12. âyetin doğru meali şöyle olmalı:

 

*

 

“ İyi bilinsin ki, onlar bozguncuların ta kendisidir. O kadar çok bozulmuşlar ki, bunun farkında bile olamayacaklar. ”

 

*

 

12)* 13. âyette “ Sefihler ” kelimesi aklı hafif, az akıllı manasındadır. “ ahmaklar ” diye çevrilmesi tam isabetli değildir.

 

*

 

“ …gibi mi, inanıyoruz? ” şeklindeki meal âyetin ifadesine ve maksadına aykırıdır. Gerekçesi de yoktur. Münafıkların demek istediği şudur: “ Biz nasıl bu budalalar gibi inanalım? Biz zaten müminiz ” deyip Sahabelere taş atmaktır. Burada hata: “ fi’il–i muzarinin başına soru edatı gelince, geniş zaman manasını bırakıp sadece gelecek zaman manasına geldiğini bilmemektir. ”

 

*

 

13)* 7. âyette “ Ve ” edatını “ İşte ” diye çevirmek; cümlede hasır edatı olmadığı halde, hasır******************* ( tekellik ) manasını vermek; 13. âyette ilim kelimesini şuur ( farkındalık ) manasına çevirmek; 14. âyette inşa kipi olan “ Biz inanıyoruz ” kelimesini “ Biz inandık ” diye çevirmek;

 

*

 

Sh. 9’da “ Ela ” edatını Sahabeleri içine alacak şekilde “ muhatabın uyuyan ve uyuşan bilincini gösterir ” demek yanlıştır.

 

*

 

Çünkü, burada uyarı edatının amacı, münafıkların pisliğini ve şeytanlıklarını dile getirmektir.

 

*

 

14)* Sh. 9’da “ münafıkların şeytanları ” “ onların reisleri olabilir ”, demek eksik olur. Çünkü kesin mana zaten odur.

 

*

 

15)* 14. âyette “ Biz onlarla sadece alay ediyorduk ” şeklinde geçmiş zaman kipi ile meal yanlıştır.

 

*

 

Çünkü, cümle–i ismiyedir. Ve geniş zaman ifade eder. İstihza gibi düşük seviyeli işlerin münafıkların her zaman temel karakteri olduğuna işarettir.

 

*

 

16. âyette “ Onlar doğru yolda olan kimseler değiller. ” şeklinde meal anlamsızdır.* Doğrusu şöyle olmalı:

 

*

 

“ Münafıklar kârlı çıkarız, diye hidayete karşı sapıklığı satın aldılar. Ticaretleri kâr etmediği gibi, çıkış yolunu da bulamadılar. ” ( Hidayet yol bulma manasına gelir. )

 

*

 

16)* Sh. 9’da 12. Notun bir anlamı yok. Çünkü, bu gibi benzetmeler ( ticari terminoloji ), zaten Arap dilinin doğal yapısıdır. Kur’an sadece bu gibi deyimleri daha beliğ bir şekilde kullanmıştır. Çünkü Kur’an’ın ilk muhataplarının çoğu tüccar idi.

 

*

 

Ayrıca Kur’an için “ dini olan ve dini olmayan alan ” gibi bir ayrım da söz konusu değildir.

 

*

 

Ticaret ve ticaret terminolojisi 7000 yıldır var. Dolayısıyla “ Bunu bu asrın idrakine söylemenin” manasını anlayamadım.

 

*

 

17)* 17. âyetteki “naren” kelimesini “ meşale ” diye çevirmek de yanlıştır. Çünkü âyet, münafıkları “ çölde karanlıklar içinde kalıp etrafını aydınlatmak isteyen, bunun için ateş yakan şaşkınlara benzetiyor. ”

 

*

 

Ayrıca ateş, onların nifak ateşine de bakar. Dolayısıyla meşale, diye çevirmek yanlıştır.

 

*

 

18)* “ Onlar ( hakikate ) dönemezler ” diye çevirmek de yanlıştır. Çünkü âyet, “ onların çıkış yollarını bulabilecek, geri dönecek imkânlarının da kalmadığını ” söylüyor.

 

*

 

Sh. 10’da 2. Nottaki bilgi yanlıştır. Âyetle alakası yoktur. Yani münafıkların tutuşturmak istediği ateş ( vahiy ve Kur’an ) değildir. Onların Kur’an’a karşı üretmek istediği yanlış fitne ve çareler ateşidir.

 

*

 

19)* 23. âyette iki cümle yanlış çevrilmiştir. Doğrusu şöyledir:

 

*

 

“ Eğer bu şüpheniz, bir gerçeğe dayalı ise; Kur’an’ın bir suresinin benzerini getiriniz. Ve Allah’ın dışında şuheda ( merci, güvenli destek ve şahitler olarak kabul ettiğiniz ) güçleri de yardıma çağırın!. ”

 

*

 

* Âyette “ sıdk ” doğruya, gerçeğe dayanmak demektir. Sadık kişiye de bu ismin verilmesi yalana dayanmayıp, konuşmalarının gerçeğe uymasından dolayıdır.

 

*

 

* Şuhedayı da “ Allah dışındaki tanıdıklar ” olarak çevirmek gevşek ve mantıksız bir tercüme olur.

 

*

 

20)* Sh. 11’de 5. Nottaki hadis yanlış çevrilmiştir. ( Aslına bakılsın! )

 

*

 

8. Nottaki endad’ı “ rakipler ” olarak; “ tec’alu ” kelimesini de tasarlamak olarak çevirmek de yanlıştır. Çünkü “ endad ” ( Allah gibi tapılan ve kabul edilen ) putlar demektir. Müfredatın deyimine göre “ nidd ” Kur’an’da benzerlik manasına binaen kullanılmıştır. Allah’ın benzeri olmayacağına göre, burada benzerlik tapma yönü demek olur. Ki, Kur’an’da geçen bütün yerlerde bu tapma manası var. Zaten âyetin başı “ ibadet edin ” diye gelmiştir. Evet Allah’ın düşmanı olur. Ama Allah’ın rakibi olmaz.

 

*

 

“ Ca’l ” ise edinmek, yani put edinmek demektir. Tasarlama diye çevrilse, bu manayı vermez.

 

***

 

21)* 25. âyette “ iman eden ve iman özelliğiyle tanınanlar ” manasındaki bir edebi deyimi ( ki, bu******************** “ ellezine ” edatının tam ifadesidir ) “ imana ulaşanlar ” diye çevirmek; “ imana ulaşıp da inanmayan nice kimseler var” olabileceğinden dolayı gevşek ve yetersiz bir çeviri olur.

 

*

 

22)* Sh. 12’deki “ Amel–i Salih ” ile ilgili bilgiler bütünüyle yanlıştır. Çünkü:

 

*

 

Kur’an bu deyimi mutlak bırakmıştır. Ki, dine uygun yararlı bütün işleri kapsasın. Dolayısıyla Kur’an’ın her yerinde bütün yararlı işleri içerir. Ayrıca; Kur’an, nûzûl sürecine göre hiçbir ifadeyi ve temel kavramı değişik kullanmamıştır. Kur’an terminolojisinde evrimsel bir boyut yok. Yani, amel–i salih, ( yararlı işler ) küfür, günah, ifsad gibi ne kadar kötü eylem varsa onlara karşı olan eylemlerdir. Dolayısıyla ilimcilik oynayıp bu kelimeyi değişik nüanslara ayırmak ilmi olmaz.

 

*

 

Maalesef** Mustafa İslamoğlu, bu gibi zannî bilgileri mealin içine çokça idhal etmiştir. Mesela “ yararlı işleri ” ( imanla uyumlu iyilikler ) diye çevirmenin mantığını anlamış değilim.

 

*

 

Bu âyette “ her seferinde birbirine benzer fakat değişik olarak o rızık onlara sunulur ” mealindeki cümleyi “ Oysaki bu, o nimetlerin çağrıştırdığı belli belirsiz bir benzerlik ” şeklinde çevirip, Dücane Cündioğlu’nun deyimiyle anlamsız bir anlam vermek, cümlenin öznesini ve yüklemini göstermemek, acaba hangi gerçeğe dayanıyor, diye sormak gerekir…

 

*

 

23)* 26. âyette “ haya etmeyi ” kaçınmak diye çevirmek yanlıştır. “ İman edenler, bu gibi misal vermenin hak olduğunu, kendilerini terbiye eden Rablerinin rububiyeti gereği olduğunu bilirler ” mealindeki evrensel bir bilgiyi “ iman edenler bilirler ki gerçek, Rableri katındandır ” diye, gramere ( zamiri atlayıp iki yüklemli cümleyi bir yükleme indirgemek şeklinde ) aykırı olarak âyeti manasız bir slogan yapmak, bence Müslümanlara büyük bir hakarettir.

 

*

 

“ Men yeşau ” tabiri Kur’anî bir kalıptır. Genellikle “ Allah istediğini saptırır, istediğini de hidayete erdirir ” şeklinde çevrilir. Fakat bu deyimin geçtiği yerlerde veya bir önce veya bir sonraki âyetlerde “ İnsanlar fısk veya doğru tercihte bulunduktan sonra, Allah, düzenli ve yasal meşietiyle onları ya saptırır veya hidayete erdirir ” bu âyette “ Allah fasıklardan ( yasal yaşamayanlardan ) başkasını saptırmaz, ” cümlesinde olduğu gibi, bir gerekçeye değinir. Bu gerekçeye dayanarak yasal ve haklı olarak ilahi meşiet vurgulanır. Bu yasal işler için determinizm olmasın, diye meşiet kelimesi seçiliyor.

 

*

 

Demek Kur’an’ın bütünlüğünü görmeyenler, meşiet ( yeşau ) kelimesinin “ yasal ilahi icraat ” manasına geldiğini bilmeyenler, ukelalık yapıp burada özneyi* “ Allah’tan ” kişiye veriyorlar. Veya Mustafa Hocamız gibi bu fiil, çift öznelidir, diye bir çıkış arıyorlar. Halbuki bir fiilin çift özneli olması, 2x2’nin 6 etmesi gibi bir saçmalık olur.

 

*

 

Ayrıca burada öznenin kesin olarak Allah’a raci olduğunu gösteren 20’den fazla âyet vardır. Fihristten “ yeşau ” maddesine bakınız.

 

****

 

24)* 28. âyette “ cansızken ” sıfatını; “ öldüren ”, “ dirilten ” fiillerini yanlış çevirmiştir. Fiiller gelecek zaman kipleridir, geçmiş zaman olarak çevrilmemeli! Son cümleyi de “ sonra Ona döneceksiniz ” diye çevirmek, hem gramere, hem üsluba daha uygun olur.

 

*

 

25)* 29. âyetin meali ve ilgili notu çok güzeldir. Fakat “ Ve ” edatını “ nihayet ” diye çevirmek yanlıştır. Burada atıf illet manası içindir. Yani:

 

*

 

“ Allah yeri göğü her şeyi sizin için yaratmıştır. ( Bu yaratma ona zor gelmez. ) Çünkü O her şeyi bilendir. ” ( Yani bilgi, işi kolaylaştırır. )

 

*

 

26)* 30. âyette “ bozgunculuk çıkaracak, kan dökecek ” gelecek zaman kipi iken fiilleri, “ fesad çıkaran, kan döken* ” diye geçmiş zaman fiilleri olarak çevirmek yanlıştır.

 

*

 

* Mustafa İslamoğlu bu âyetle ilgili 2. Notta Rağıptan “ melek ” kelimesinin “ milak ” kelimesinden türediğini naklediyor. Halbuki Rağıpta böyle bir ifade yok. Ayrıca** Mustafa İslamoğlu, Rağıptan “ Her meleğin melaike olduğunu, fakat her melaikenin melek olmadığını ” özetle naklediyor. Haliyle Rağıptaki diğer ifadeler olmayınca bu cümle bir bilmece gibi kalıyor. Rağıbın izahına göre manası şudur:

 

*

 

“ Melek bir şeyi yönetmekle görevli olan ruhani varlıktır. Dolayısıyla her melek melaikedir. Fakat melaike daha çok ibadet ve zikir ve tesbih yapan ruhani varlıklar demektir. Onların maddi âlemden bir şeyleri yönetmesi gerekmez. Dolayısıyla her melaike melek değildir. ”

 

*

 

* Mustafa İslamoğlu, temel kaynaklardan yaptığı alıntılarının çoğu kısa ve anlaşılmayacak niteliktedir. Mesela: Taha 15. âyetin notunda “ uhfiha ” kelimesinin zıt manalı olabileceğini söylüyor. Ve yanlış telaffuz ile okuyor; “ Ehfiyeha ” diye yazmıştır.

 

*

 

Halbuki zıt manalı deyince “ nerede ise ben kıyameti gizleyeceğim ” mealindeki âyeti “ nerede ise kıyameti gerçekleştirip açıklayacağım… ” şeklinde meal vermeliydi. Zaten doğru mana da bu ikincisidir. Çünkü kıyamet zaten gizlidir. Hoca bu âyetteki “ ekâdu ” fiili için nakıs değil de****************** “ tam ” olduğunu söylüyor. Halbuki bu gibi nakıs fiiller, haber aldıktan sonra “ tam ” fiil olma ihtimalleri kalmaz. Ki burada “ ekâdu uhfiha ” şeklinde haber almıştır.

 

*

 

27)* 3. Nottaki “ Halife ” meful olarak bir başkasına vekâlet veren, deyimi manasızdır. Doğrusu********************* “ başka birinin yerine halife yapılan ” olmalı. ( Müncide bakın. )

 

*

 

28)** Mustafa İslamoğlunun “ Âdem ” ile bütün insanlık kast edilmiş, diye izahı çok isabetlidir. Fakat bu bilgi yanında üç şeyi eksik bırakmıştır.

 

*

 

A)** Halife ( Allah’ın yeryüzündeki vekili ) eril bir kelimedir. M. İkbal, Ali Şeriatı, Bediüzzaman gibi düşünürler, burada Âdem insanlığın, ruhani, ilmi, kültürel yönünü temsil eder. Ve ancak insan tür olarak Allah’ın yeryüzündeki icraatını yerine getiren bir halife olabilir, diyorlar. Bu manasıyla çoğulu Hulefa gelir. Dişil olma yönü de vardır. Bu yönüyle beraber çoğulu “ Halaif ” tir. “ Allah siz yeni nesilleri ( erkeğiyle kadınıyla ) geçmiş nesillerin halaifi yaptı ” mealindeki âyette olduğu gibi.

 

*

 

B)*** “ Halk ” kelimesi etimolojik olarak şekillendirme demektir. “ Ca’l ” ise daha çok soyut eylemler için kullanılır. İşte buna göre, yaradılış ile ilgili deyimler eğer, biçimsel biyolojik yöne bakıyorsa “ Halaka ” fiili kullanılıyor. ( 7/11’e bakınız. ) Burada ( 2/30 ) iş, soyut bir eylem olduğundan, ( insan türünün yeryüzündeki hilafeti kastedildiğinden ) Ceale fiili kullanılmıştır.************* “ Ben bir halife edineceğim ” denmiştir. Dolayısıyla Hocanın 4. notu faydalı bir bilgi vermiyor.

 

*

 

C)** Madem** Mustafa İslamoğlu Âdemden maksat insan türüdür, diyor. Az da olsa bu biyolojik ve sosyolojik süreci anlatması ve gerekçelerini göstermesi gerekirdi.* Fakat maalesef Sh. 16–18’deki notların çoğu birbiriyle çelişiyor. Kur’an ise çelişkilerden münezzehtir.

 

*

 

29)* Âyet 32’deki “ Sen tek otoritesin! ” şeklindeki çeviri, Allah’ın kutsiyetini, sonsuzluğunu ifade etmiyor. Hocamız bu manalar için “ bu kelimeyi seçtim ” dese de mana öyle değildir. Âyet 33’teki secde, hizmet, itaat ve saygı manasındadır. “ Emre hazır olmak ” şeklinde çevirmek bu manaları vermez. Âyet 34’te aynı cümle içinde “ olmuştular ” ve “ oldu ” kelimeleri zaman açısından uyumlu değiller. Ayrıca “ olmuştular ” gibi mış–miş’li fiiller Kur’an’a ve ilahi hitaba yakışmaz. Âyet 36’da “ yerleşme, karar kılma ” manasına gelen kelimeyi “geçici bir hayat alanı” olarak ve “ belli bir süre yaşamak ” manasına gelen kelimeyi de “ tadımlık bir haz ” diye çevirmek, sorumluca ve kelimelerin hakkını veren bir çeviri değildir.

 

*

 

30)*** Mustafa İslamoğlu her halde Kur’an’ın çoğu yerde eşyanın bilinçli yapısına işareten “ akıllar ” için kullanılan “ hüm ” zamirini yanlışlıkla eşyaya değil de “ Esmaya ” yönlendirmiş; birçok ihtimalli manayı vererek işi kapalı bırakmıştır.

 

*

 

Evet her şey bilinçli bir dosyadır. Eşyanın ( insan dilindeki kelimeler olarak ) isimleri ise, içlerindeki yazılım ve bilince göre verilmiş birer nişandırlar. Esma demek, Arapça kelimeler demek değildir. Allah’ın sonsuz varlığının eşyalar ve varlıklar olarak yansımasıdır. Yani her şey Allah’ın ismidir.

 

*

 

“ Hüm ” zamiri meleklere de raci olabilir. Çünkü melekler, eşyanın dayanağı olan bilinci temsil ediyorlar.

 

*

 

31)* “ Âdemin algıladığı kelimeler ” ( 2/37 ) deyimi de; insanoğlunun doğal, sosyal ve dini olarak edindiği yasalar demektir. İnsanoğlu bu yasalarla yeryüzünde yaşam imkânını bulup eksiklerini kapatabilmiştir. “ Allah İbrahim’i kelimelerle ( yasalarla ) imtihan etti. O da onları tamamladı****************************** ( uyguladı ) ” âyetinde ve “ kelimetullahi hiyel–ulya ” âyetinde kelime, yasa ve şeriat manasına gelir. İşte dil, tarih ve realiteye uygun olan bu izahı, Sh. 15–16’daki 24–25. notlarla karşılaştırın, farkı ve eksikliği görürsünüz.

 

*

 

* Mustafa İslamoğlu birçok şeyi ihtimaller karanlığında bırakmakla, yani bir yandan evrimi ve Âdemin insan türünü temsil ettiğini söylüyor,* öbür yandan “ Allah ilk insana dilleri öğretti. İlk insan, ilk peygamber Âdemdir ( Sh. 18, 25. Not ) ” gibi ifadelerle akılları karıştırıyor. Halbuki Kur’an’ın bir ismi “ Kitabun Munir ” dir. ( Aydınlatıcı kitap )*

 

*

 

32)*** Mustafa İslamoğlu, 38. âyetteki “ Bu cennet ortamından hepiniz inin dedik. Kesin olarak benden size bir rehberlik ( hidayet) gelecektir. ” mealindeki iki cümleyi “ Emrettik: oradan hep birlikte çıkıp inin! Fakat benden bir rehberliğin size ulaşması şarttır. ” şeklinde çevirmiştir.

 

*

 

Burada “ imma ”, “ ma ” edatını almış, muhakkak manasına gelen “ in ” den ibarettir. Şart edatı da olsa, Hocanın dediği gibi cevabı olmayan bir şart değildir. O zaman şöyle meal verilir:********************** “ Benden size bir rehberlik gelince; kim ona uyarsa onlara ne korku vardır, ne de üzülürler. ”

 

*

 

33)* Sh. 20 Not 3’te “ Huld ” kelimesi dünyaya ilişkin geldiği üç yerde “ inkâr, vehim ve red ” için kullanılır, diyor. Galiba demek istediği “ Huld ” ( ebedilik ) kavramı dünya hayatı ile ilgili kullanıldığında daima olumsuz manasıyla kullanılmıştır. Çünkü dünyada ebedilik yoktur.

 

*

 

* Mustafa İslamoğlu bazen bir âyetin bir veçhini, bir masadakını ele alıp mananın tümü olarak gösteriyor. Mesela:

 

*

 

Fatiha suresinde “ Mağdub ” kelimesinin manası Yahudilerdir. “ Dallin ” de Hıristiyanlardır, diyor. Halbuki böyle bir genelleme ehl–i kitapla ilgili yüz âyete aykırıdır. Bir kısım kadim müfessirlerin böyle bir tercihi ise, Yahudilerin fazlaca esbapperest olduğundan ve Hıristiyanların İsa’nın tabiatının anlaşılmasında boğulduklarından dolayıdır.

 

*

 

Nitekim B. Said Nursi, 30. Söz’de bu âyetteki “ mağdup ” lardan maksat, esbaba tapanlarlardır.************** “ dallin ” den maksat, tabiat ve madde içinde boğulanlardır, diyor.

 

Kuranı Kerim meali üzerinde yaptığı 10 larca ilmi yanlışlardan bir kaçtanesi naklettim. Sözün özü** Mustafa İslamoğlu, Bediüzzamana ve Risaleinura gelene kadar önce arkasında neşrederek bıraktığı Kuran adına yaptığı bu yanlışlardan geri dönsün kendinin ve ilminin kusurularını bırakıp bilgisi olmayan konularda sözler sarf edip gereksiz polemiklere sebebiyet vermesin derim.

 

Selam Hüdaya Tabi olanlara

 

Araştırmacı Yazar

 

Süleyman Yasin AKDENİZ

Link to comment
Share on other sites

İslamoğlu ile röportaj:

SORU: Birkaç gündür Risale-i Nur talebesi çevresinden size yönelik bazı eleştiriler var. Bediüzzaman ile ilgili eleştirilerinizin yanlış anlaşıldığını düşünüyor musunuz?

CEVAP: Evet, hem nurcularla ilgili sözlerim, hem de Said Nursi ile ilgili sözlerim yanlış anlaşılmış. En azından sözlerimin, maksadının dışına taşırıldığını düşünüyorum. Fakat bunda benim de kusurum var. Zira ben daha sonra bir televizyon programındaki sözlerimi izlediğimde, ilkelerim ve alışkanlığım hilafına genelleme yapmışım. Oysa genellemeler daima haksızlığa yol açarlar. Bir Kur’an talebesi olarak bizler, hiçbir kişi ve zümreyi eleştirirken iyi yanlarını da süpürüp atmamayı, kabul ederken ise hatalarını da süpürüp almamayı şiar edindik. Biz temyiz ekolüyüz. Biz denge ekolüyüz. İlgili programda söylediklerimden genelleme yaptığım sonucu çıkarılmış. Bunu bir genelleme olarak alıp da beni bunun üzerinden eleştirenlere haksızsınız diyemiyorum. Mesela Senai Demirci’nin adalet ve itidal dairesinde yaptığı eleştirilerden bir kısmı böyle. Bu türden insaflı eleştirilerden istifade ettim. Bazı nurcuların tepkileri ise beni resmen şaşırttı. Tahkir eden, tehdit eden, küfür eden ve hatta tekfir eden nurcuların varlığını da bu sayede öğrenmiş oldum.

SORU: Bediüzzaman ile ilgili eleştiriler amacını aşmış olabilir mi? Bu çevre sizden bir helallik istiyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

CEVAP: Said Nursi’nin mücadelesine ve Kur’an hizmetine hep saygı duydum. Bu mücadeleyi hep minnetle yad ettim ve edeceğim. Fakat ben Said Nursi’nin de her insan gibi hataları olduğunu ve eleştirilebilir olduğunu söylüyorum. Said Nursi eleştirilemez değildir. Hepimiz gibi o da kuldur. Kul kusursuz olmaz. Biz de yanılabiliriz, o da yanılabilir. Nitekim bazı hususlarda yanılmıştır da. Onu ebced-cifr türü şeyler üzerinden söylediklerini Kur’an’a arz ederek eleştirdim. Peygamberimizin önünden geçen çocuğa onun beddua etmesi üzerine çocuğun ömür boyu kötürüm olması türünden asla kabul edilemez rivayetleri eserlerine aldığı için eleştiriyorum. Fakat bu eleştirim onun Kur’an davasına hizmetlerini ve ömürlük mücadelesini yok saymak anlamına asla gelmez. Nurcuların ona bakışıyla ilgili eleştirilerim de var. Bazı nurcular, Risaleleri Kur’an’a perde ediyorlar. Bazıları daha da ileri gidip Risalelere tek harfi bile değiştirilemeyecek olan Kur’an muamelesi yapıyorlar. Fakat biz müslümanların eleştiri kültürü maalesef yok. Ya övgü ya sövgü. Ya melek ya şeytan. İkisinin ortası yok. Hal böyle olunca, sizin yaptığınız en masum eleştiriler bile “hakaret”, “saldırı”, “hadsizlik” olarak damgalanıyor. Oysa Kur’an bize eleştirinin hem değerini, hem gerekliliğini, hem de adabını öğretiyor. Mesela “Bediüzzaman” ünvanının kullanılmasını Fatiha’nın ilk ayeti olan “Övgülerin tümü Allah’a mahsustur” ayetine istinaden şık bulmadığımı söyledim. “Bedi” Allah’ın Kur’an’da geçen esma-i hüsnasındandır. Ben bunun kul için kullanılmasını İlahi esmaya edebimiz çerçevesinde hoş karşılamıyorum. Bu hafif eleştirimi bile birileri Üstad’a hakaret sayıyorlar. Bunun neresi hakaret? Fakat risalelere ve nurculara dair eleştirilerimde toptancılıktan Allah’a sığınırım. Kimseye haksızlık yapmak istemem, zira haksızlığa uğramak istemem. Risalelerin Kur’an’la ayaklaşır bulduğum söylemlerini ve kabir başında risale tilavet edecek kadar kendinden geçen ve risaleyi Kur’an’a perde yapan bazı nurcuları da eleştiriyorum. Fakat bu konuda da toptancı ve genellemeci bir tavra karşıyım. Benim sözlerim böyle anlaşılmışsa -bu bir yanlış anlama dahi olsa- bu yanlış anlamaya mahal verdiğim için incinen tüm kardeşlerimden özür dilemekten imtina etmem.

Link to comment
Share on other sites

[h=3]Az serin gel Mustafa’m![/h]

24 Kasım 2014 Pazartesi 07:24

osmansertug@hotmail.com

De ki; “Bakın, Rabbim beni düzgün ve saf bir itikad aracılığıyla dosdoğru bir yola yöneltti; her türlü batıldan uzak durarak Allahtan başka şeye ilahlık yakıştıranlardan olmayan İbrahim’in yoluna… Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbi olan Allah içindir.” (En’am Suresi 161-62)

Kur’an, İsm-i Azam’dan, Arş-ı Azam’dan ve her ilahi ismin azam mertebesinden gelen bir kelam-ı ezelidir. Her asır ve zamanda, zaman üstü bir keyfiyette insanlar için yegâne rehberdir. Onun nurundan ve gösterdiği yoldan bigâne hiçbir asır ve topluluk, insanlık onuruna yaraşır bir yaşamın örneği olamamıştır.

Nasıl ki yapan bilir; elbette bilen konuşur. Nasıl evren ve içindekiler Allah’ın eseridir; bu eser hakkında tek genel geçer sözü söylemek Allah’tan başka hiç kimsenin haddi değildir.Allah sözünü Kur’an’la söylemiştir. Söz odur ve ona derler. Hak olup, haktan gelip hakkı söyleyen en hakiki mürşittir Kur’an…

İşte onun için üstad Bediüzzaman, bu hakikatin farkında olan tüm ehl-i iman ve irfan gibi,bütün mesaisini Kur’an’ın hakikatlerini yaşamak ve yaşatmak idealini en üst seviye tutmuş bir Kur’an talebesidir. 80 küsur yıllık bir ömür hep bu ab-ı hayat olan hakikat pınarından içtiği bengisuyu, küfrün ve gafletin ateşinde kavrulan gönüllere taşımakla tükenmiştir. Eksi 40 derecelik soğukların titrettiği camları kırık koğuşlarda zehrin dehşetiyle yalnız başına bırakılan kimsesiz bir ihtiyar, eline geçen 3-5 sigara kâğıdına Rahman’ın ayetlerini ve kâinattaki rahmet ve şefkatin ilahi tecellilerini yazabilmişse, tek yâranı ve en hakiki mürşidi Kur’an’ının sinesinde ruhunu ısıtabildiği içindir. İşte başka hiçbir sebebi olmasa da, asrın garibi, asrın acayibi anlamında Bediüzzaman lakabı el hak onun üzerinde çok şık durur.

Onun için,

1.“Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye çevirttireceğim ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!” diyen M. Kamal ve avanelerinin, küfrün ateşini devlet rejimi haline getirdikleri bir dönemde, değil Kur’an’ın tamamı, değil sureleri, değil ayetleri, değil lafızları, tek başına her bir harfinin dahi gaybi, ilahi ve Cenab-ı Hakkın ilm-i ilahisine dayandığını ve ahir zamanda gayret ettiği kendi KUR’AN HİZMETİNİ DAHİ hariçte bırakmadığını, eserinde ortaya koymaya çalışmış bir Kur’an talebesine batıl bir Hurufilik isnat edip;

“Allah hey şeyi bilmez!” diyen Abdülaziz Bayındır’ı eleştirenlere “Bayındır hocayı çakallara yedirtmem!” diyerek TV’nde sıyanet kanatlarını geren sen anlayamazsın!

2. “Arş-ı Azam’dan, İsm-i Azam’dan ve her ilahi ismin azam mertebesinden gelen Kur’an”la yani, Kur’an’ın indiği arşla, “Kur’an arşı” arasındaki nüansı dahi fark etmekten aciz fikir suretine bürünmüş kör hissiyatınla, ne şarkın ulumu ne de garbın fünuna değil, doğrudan Kur’an’ın mürşitliğinde eserlerini yazdığını söyleyen bir müfessiri böylesine hoyratça ağzına alamazsın!

3. Söylediğin sözleri kulağın duyuyor mu bilmiyorum: böyle giderlerse 100 seneye kadar yeni bir din kurmakla itham ettiğin Kur’an talebeleri 90 yıldır bu Kur’an tefsirini okumaktalar.Risaleler yazılmakta olan bir eser değil ki “böyle giderse” gibi bir kehanette bulunuyorsun! Senin sözlerine göre 50 sene önce tamamlanmış bir eser 100 sene sonra insanları küfre düşürecekse,şimdiye kadar okuyanları küfre düşürmeyen ne!?

Yoksa farkında olmadan küfre düştük de söylemeye dilin mi varmıyor?

Yoksa yüz sene sonra kurulacak bir dine yani küfre hizmet edenler olarak mı görüyorsun bizi!

Yapma bunu… Hayatını Kur’an hakikatlerine vakfetmiş bir müfessire ve onun talebelerine karalar çalma…

Yoksa yarın ruz-u mahşerde çırılçıplak Aziz ve Adil olan Rabbinin huzurunda “Yüzbinlerce mümin kardeşine bir kör hissiyatla küfür isnat etmek de neyin nesi Mustafa!” denildiğinde omzuna yüklendiğin onca Müslüman hukukunun ağırlığı, ne diline ne de yüreğine söyleyecek takat bırakmaz…Ve veremediğin cevaplar utandırır da utandırır seni…

“Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz, gönül, bunların her biri yaptıklarından sorumludurlar.” Kur’an: 17/36

 

 

Link to comment
Share on other sites

[h=3]Bilgi değil, bünye meselesi![/h]

24 Kasım 2014 Pazartesi 07:30

mustafaahmetozcan@gmail.com

Günümüzün en önemli manevi hastalıklarından birisi nemelazımcılıktır. Bu da emri bi’l maruf ve nehyi ani’l münker prensibinin ihlalinden kaynaklanıyor. Güzeli, iyiliği değil, çirkini ve kötülüğü paylaşmak ortak payda haline geldi. Hazreti Ömer ‘nasihat etmeyende de dinlemeyende de hayır yoktur’ demiştir. Nasihatçının büyüğü küçüğü olmaz doğrusu ya da yanlışı olur. Belanın büyümesinin nedeni kademe görevlerin ihmalindendir. Günümüzde iltizam ve amelin yerine mücerret bilgiye ehemmiyet verilmekte bu da sapmaları beraberinde getirmektedir. Bilginin sağlaması, ameldir. Bir ikinci husus da bidat meselesinin hafife alınması sapmaları hızlandırıyor ve yaygınlaştırıyor.

 

Akaitte ve amelde bidat meselesinin iyi anlaşılması ve ilişkilerimizde mihenk ve ölçü kılınması gerekir. Halbuki, günümüzde bidat ve ehli bidat makbul şahsiyet haline gelmiştir. Bunun iki nedeni vardır. Kendine ve değerlerine güveni kaybetmek, yabancılaşmak ve bunun yol açtığı başkasına perestiş halidir. İnsanlar duran bir doğrudansa hareket halindeki yanlışı tercih ediyorlar. Hak kesretle ve güçle değerlendiriliyor. Bundan dolayı yanlışın ve yanlış üzerine terettüp eden felaketlerin büyümesiyle ve yayılmasıyla karşı karşıyayız.

 

Ehli dünya da ehli diyanet de adeta zıvanadan çıkmış görünmektedir.. Dini alandaki liderlerin bir kısmının tek kerameti cemaat veya hareket olarak büyüme kaydetmeleridir. Bu nedenle de günümüzde maalesef niceliğin egemenliği altında yaşıyoruz. El haküm et tekasür hali. Dini alanda da niteliğin yerini nicelik almış bulunuyor. Bu nedenle de yanlışın gözümüzün önünde büyüdüğünü görüyorsunuz ama müdahale edemiyorsunuz.

 

Tipik misallerden birisi de Mustafa İslamoğlu’dur. İslamoğlu tevazu nedir bilmediği haldeBediüzzaman ve Mevlana’yı asırlar öteden edebe ve tevazuya davet ediyor. Peşinen kendisi buna herkesten daha çok muhtaçtır. Önemli olan mütevazi görünmek değil mütevazi olmaktır. Bedi ve Mevla isimlerinin Allah’ın isimlerinden olduğunu söylemektedir. Burada sapla saman birbirine karıştırılmaktadır. Allah’ın isimlerinin izafetle kullara verildiğini biliyoruz. Abdullah, Abdurrahman vesaire gibi. Burada tartışma konusu ‘bedi’ ismi Allah’ın isimlerinden olmakla birlikte ortak kullanıma haiz isimlerdendir. Bedii ilminin çağrıştırdığı bediiyet alanı vardır. Tahsinat-ı lafziyeyi konu alan edebi alana ilm-i bedi denmektedir. Bediüzzaman terkibinde bedi zamana izafet edildiğinden dolayı buradaki bedi izafi bir anlam kazanmış ve Allah’ın ismi olma özelliğinin dışına çıkmıştır. İsim değil terkiptir. Sadece sıfatının bir tecellisi haline gelmiştir.

 

Ev kadını anlamına Arapların rab kelimesine izafeten rabbetü’l beyt ifadesi kullanmaları gibi. Buradan da anlaşıldığı gibi içindeki bir ukdeden dolayı Mustafa İslamoğlu Bediüzzaman’a veya Mevlana’ya sataşma dürtüsünü bu yolla temin ve tatmin etmek istiyor. Dolayısıylamesele ilmi bir mesele olmaktan çok şahsiyetiyle veya manevi bünyesiyle ve yapısıyla alakalı bir durumdur. Onun ötesinde Bediüzzaman ismi alışılmamış bir isim veya sıfat değildir. Makamat sahibi Bediüzzaman Hamedani bu ismi taşıyan şahsiyetlerden birisidir. Çağdaş Mevlana araştırmacılarından Bediüzzaman Firuzanfer bu ismi taşıyan zevattan bir diğeridir. Mustafa İslamoğlu isim müsemmaya uydu diye Mevlana müdekkiki Bediüzzaman Firuzanfer ile Bediüzzaman Said Nursi’yi eşleştirebilir ya da kaderin bir remzi ve tevafuku sayabilir. Bu da onun takdiri olur. Bediüzzaman ismi veya sıfatına muvafık olarak birçok alim için ‘a’cubetü’z zaman’ ifadesi kullanılmıştır. Bediüzzaman gibi zamanın harikası anlamındadır. Kimse Allah’ın makamını, ismini çalmak veya devşirmek arzusu veya çabası içinde olmamıştır. Uluhiyet taslamak kulun haddine değildir. Bunu yapan da İslam ve iman dairesinin dışındadır. Şeytandan daha adidir. Kısaca görüldüğü gibi Mustafa İslamoğlu kasıtlı bir biçimde Mevlana ve Bediüzzaman’a hürmeti kırmak için zorlamalara tevessül ediyor. Allah’ın isimlerini kendileri koyma cüretinde bulunduklarını ima veya tasrih ediyor.

 

Mevlana terkibinde Mevla’nın Allah veya ismi olduğunu söylemesi de saptırmadır. Zira hadiste de ifade edildiği gibi ‘men küntü mevlahu fealiyun mevlahu’ ifadesi yer almaktadır. Hazreti Peygamber (asm) ne kendisini ne de Hazreti Ali’yi Allah yerine koymak istemediğine göre anlam başka yöne de mahmuldür. ‘Ben kimin efendisi isem Ali de onun efendisidir’ manasına gelen bu ifade mevla’nın Allah’ın isminin dışında kullanıldığı alanlardan birisidir. Mevla, mevali değişen bağlama göre birçok anlam kazanır. Kaldı ki Afganistan ve Maveraünnehir bölgesinde ilmiye mensuplarına mevleviye denilmektedir. Hocalar tayfası içinde temayüz eden kimselere de mevlana adı verilmektedir. ‘Bizim mevlamız’ anlamında değil, ‘efendimiz’ anlamındadır. Efendi ise samed isminde Allah’a mahsus iken seyyid isminde veya sıfatında insana mahsustur.

 

Mustafa İslamoğlu’nun Bediüzzaman veya Mevlana gibi şahsiyetlere karşı bir ukde beslediği şuradan belli ki, Abdulaziz Bayındır, Yaşar Nuri Öztürk gibi isimlere sahip çıkıyor ötekileri ise dışlıyor. En azından Öztürk ve Bayındır gibi isimlerle yolları bir zamanlar kesişmiştir. Bu zatın çok zamandır teşeyyü edip etmediği tartışılmaktadır. Kendisi bunu yakıştırma olarak görmekte ve itiraz etmektedir. Bununla birlikte, Mustafa İslamoğlu Şii değil ama Şiilere çalışmaktadır. Vehhabi değil ama Vehhabi gibi düşünmektedir. İntisap etmekte iftihar ettiği Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abdun’tan itibaren bir usule bağlanmadan karma anlayış ve karma bidat sahipleri (cami’ül bidaa) türedi. Ehli bidatın bütün ehvasını, sözlerini ve tezlerini birleştirerek kendi bünyelerinde karma hale getirdiler. Bu zaviyeden haklı olarak Şii olmadıklarını söylüyorlar. Lakin onlara benzer akımlar Şiiler içinde de var. Sünniler arasından çıkma Kur’ancılar olduğu gibi Şiiler içinde de benzeri akımlar var. Bunlar usulen Şiiliğe benimsemeseler de doğru ya da yanlış o mecraya kaydediliyorlar. Rüzgarı içinde yer alıyorlar. Şiiliğin çıkış noktası siyasidir. Bu zevat da mezhebine intisap etmeden de siyasi Şiilik akımı içinde değerlendiriliyorlar.

 

Mustafa İslamoğlu’nun ‘şu Suriye’yi de İran’a bıraksak ne olur?’ kaypaklığına ne buyrulur? Babasının mülkü mü ki İran’a peşkeş çekiyor? Bu gibi zevat, Şiilerin asabiyetlerini güçlendiriyorlar. Kendi usullerine sadakat beslemediklerinden dolayı da kendi zeminlerini zayıflatıyorlar. Ehli Sünnet zeminini Şiiliğe geçişli hale getiriyorlar. Eski kitaplarımızda anlatılan İsmaili dailerin yöntemleri bu değil midir? Önce muhatap yapıyı gevşet, kolektif hafızalarında şüphe tohumları ek, ardından da tarlayı sür. Ehli Sünnet zeminini gevşetiyor ve dolaylı olarak karşı tarafın yaygınlık ve saygınlık kesp etmesine yol açıyorlar. Bilvesile onların asabiyetini güçlendirmiş oluyorlar. Bu anlamda; iltihaken taraftarlık bağlamında ‘men kessere sevade kavmin fehuve minhum/Kim bir topluluğun sayısını artırıyorsa, ondandır’ denilmiştir. Mustafa İslamoğlu Şii olmasa bile Şii asabiyeti içindedir. Onlarla geçişlidir. Karma olması Ehl-i Sünnet zeminini zayıflatırken onlara sempati halesini ve onların gücünü artırmaktadır. Bidat ve ehlini sevimli hale getiriyor. Mezhep açısından olmasa bile sosyolojik açıdan Mustafa İslamoğlu ve benzerleri Şii kalıptadır.

 

Elbette, Ehli Sünnet kalıpları içinde bir esneklik payı vardır. Gazali gibiler bazen Kadı Ebubekir Bakillani gibilerin görüşlerine muhalefet etmişler onun görüşlerinin Ehli Sünneti bağlamadığını düşünmüşlerdir. Özellikle sıfat-zat münasebetinde. Bununla birlikte eşrat-ı saat bahsinde ve kader bahsinde Kaderiye ve onların halefleri olan Mutezileden uzak durmuşlardı. Modernizmle birlikte mezhepleri aşan ve sınırları taşan karma bir bidat akımı zuhur etmiştir. Bu akım hiçbir usule mukayyet kalmadan istediğini ispat istediğini ise inkar edebilmektedir. Bu da dalgalanmalara ve kitlelerde velveleye neden olmaktadır. Bundan dolayı bu akımlar heyula gibi her kalıba dökülüyorlar. Her bidat akım ile köprü kuruyorlar.

 

Mezhep olarak böyle olduğu gibi meşrep olarak da böyledir. Sözgelimi, Fethullah Gülen’i Nurculuğun hangi kısmına koyabilir siniz? İlk Nurcular onun usul itibariyle Nurculuktan ayrı olduğunu ortaya koydukları halde kitlelere tesiri ve hızlı yayılması nedeniyle etkisinin önüne geçememişlerdir. Geçişli alanı kullanarak diğer Risale-i Nur şakirtlerini kendi camiasına devşirmiştir. Halbuki, arada bariz bir usul farkı vardır. Burada Risale-i Nur Fethullah Gülen’den sakınılmamakta belki Fethullah Gülen’in Risale-i Nur’u gölgelemesinden kaçınılmakta idi. Mustafa İslamoğlu da meşreben ve de mezheben mezhep veya mezheplerin usulüne gayri mukayyet bir şahsiyettir. Bunun bilgiyle veya bilgi yöntemiyle değil, bünyeyle alakası var.

 

Son sıralarda ilahiyatçıların veya bazı hocaların ağızlarının ayarı iyice bozuldu. Gelişigüzel konuşuyorlar. Şeriat dairesiyle mukayyet kalmıyorlar. Kimileri bu son ifadelerinden dolayı Mustafa İslamoğlu’ndan özür dilemesini bekliyor ve istiyor. Özür meselesi işin özü, esası değil, teferruattır. Mesele Bediüzzaman’ın hukukuyla veya Risale-i Nur şakirtlerinin hukukuyla alakalı değildir. İslam’ın anlaşılması yöntemiyle alakalı ve Bediüzzaman’ın şahsi hukukundan ziyade genel olarak hadde tecavüz meselesidir. Meseleye sadece Risale-i Nur ekseniyle bakmak işin hacmini daraltmak olur. Zaten onu istidracla bu noktaya taşıyan diğer alanlarda ehli hakkın suskunluğu olmuştur. Suskunluk ve alkış cesaretini bilemiştir. Enerjimizi ve takatimizi, cemaat veya zümre asabiyetini aşarak İslami değerlerin muhafazasına teksif etmeliyiz. Hassasiyetimiz külli olmalı. Halbuki, Bediüzaman veya Mevlana ile alakalı sözleri arızalı bakış açısının bir sonucudur. Kazara meydana gelmiş bir husus değildir. Bundan dolayı görüşleri daha geniş zeminde değerlendirilmelidir. Bence arıza Mustafa İslamoğlu’ndan ziyade ona çanak tutan toplumda veya vazifesini ihmal eden hoca ve münevverlerdedir.

 

Bu hususta Senai Demirci de genel hukuku özel hukuka indirmiştir. Makalesinde ‘ne döverim ne de dövdürürüm’ şeklinde bir üslup ortaya koymaktadır. Adeta ‘ben vurmadan kimse vuramaz’ mantığıyla hareket ediyor. Ya da ‘benim hukukum var, kimse benden ileri gidemez’ gibi yaklaşımlar serdediyor. Bu mesele özel değil amme hukukudur, ehli diyanetin hukukuna girer. Aksine Senai Demirci gibi arkadaşlar biraz da kendilerini eleştirmeli ve çanak tutmaktan dolayı belki de kendilerini muahaze etmeliydiler. Buna hepimizin ihtiyacı var. Bir zamanlar çoklarımız bir biçimde Harun Yahya denilen adamın grubunun iftarlarına vesaire gittik. Halbuki, yakinen bilinmese bile çizgisinin kırılgan olduğu malum ve emareleriyle sabitti. Hastalığın en tehlikelisi en gizli olanı ve en az anlaşılır olanıdır. Kusur Mustafa İslamoğlu meselesinden daha derindir.

 

Gelinen noktada AK Parti’nin dava anlayışını bile 'Kavgam'la kıyaslayan Risale-i Nur şakirtleri türemiştir. Şimdi bu yaklaşımda olan arkadaşları Hollandalı Wilders ile mi yoksa İslamofaşizm tabirini üreten Michael Rubin veya Frank J. Gaffney Jr’la mı mukayese etmeliyiz? Kendimizi gözden geçirmenin ve yazılanları, söylenenleri denetlemenin vakti geldi. Yoksa farkına varmadan oryantalistleşiyoruz.

 

Mustafa İslamoğlu, Ahmet Hakan, Yaşar Nuri ve Abdulaziz Bayındır gergefinde veya üçgeninde deveran eden bir adamdır. Ama kabahat kolektiftir. Farkına varmadan değirmenine su taşıyan bizleriz. Şu veya bu şekilde onun tesir sahasını genişletenlerde de büyük hata payı var. Hafife aldığımız hiçbir şey hafif değildir. Günah ve hata hafife alındıkça büyür. Elbette çıkış noktası umutsuzluk değil Allah’ın geniş mağfiretine yönelmektir. Biz meselelere iman nuruyla bakmaya başladığımızda Kızıldeniz’in Beni İsrail’e açıldığı gibi doğrular da önümüze açılacaktır. Kompleks ile baktığımızda pusulamızı ve asayı Musa’yı kaybedeceğiz. Sihirbazların ağına düşeceğiz. Bu meselede alınacak ibretlerden birisi Ehli Beyt istismarının muvasala köprüsü olamayacağı gerçeğidir. Türkiye’de Ehli Beyte en çok vurgu yapan Bediüzzaman olmasına rağmenistismarcı kesimlere yaranamamıştır.

 

İstismar düzeyinde kaldıkça Ehli Beyt meselesi de muvasala imkanı vermiyor. Neden sözde en çok Ehli Beyti öne çıkaran iki isim olan Haydar Baş ile Mustafa İslamoğlu’nun Risale-i Nurlara bu kadar hasmane yaklaştıklarını düşündünüz mü? İstismar arayı daha çok açıyor. Artık ehli bidata ve mürevviçlerine karşı bir duruş belirlemenin vakti geldi.

 

Link to comment
Share on other sites

Bedî Ve Mevlana İsimleri Beşer İçin Kullanılabilir Mi?

 

Soru:Muhterem Hocam, bizler Risale-i Nur okuyan gençleriz… Sizinde derslerinizi yakından takip ediyor ve çok istifade ediyoruz… Rabbim sizden ve sizin gibi tüm hocalarımızdan razı olsun. Arkadaşlar olarak size bazı sorularımız var. Eğer cevaplarsanız çok memnun oluruz. Şimdiden vereceğiniz cevapları merakla bekliyor, teşekkür ediyoruz.1- Bedî ismi, beşer için kullanılamaz mı? Mesela Bedîüzzaman demek şirk midir? Eğer şirk olsaydı Üstad hazretleri buna müsaade eder miydi?2- Böyle bir ismin Üstad tarafından kullanılması tevazu ile örtüşür mü? İnsanın kendine emsalsiz demesi ne kadar doğrudur?3- Mevlana ismi içinde aynı soruları soruyoruz; bu isminde beşer için kullanılması doğru mudur?Cevap:Kıymetli kardeşlerim, öncelikle duanıza amin diyor, Rabbimden hepimizin istikametten ayrılmadan yaşaması ve böylece emaneti asli sahibi olan kendisine tevdi etmeyi bizlere kolaylaştırmasını diliyorum. Üzülerek ve hayretler içerisinde kalarak bazı sözleri duyuyor, istikametin ne kadar mühim bir husus olduğunu ve Peygamber saçları ağartan bir sorumluluk olduğu için İslam büyüklerinin her daim dualarının bu olmasını daha iyi anlıyorum.Sorularınıza gelince, kısaca bir bilgi verdikten sonra cevaplamak istiyorum. Çok az bir Arapça bilgisi olan ve Kur’an ilimleri ile biraz alakadar olan biri çok iyi bilir ki, Arapça’da hakikat ve mecaz oldukça yoğun bir şekilde kullanılır. Ayrıca lafzı müşterek yani çok anlamlı kelimeler ve lafzı müterâdif* yani eş anlamlı kelimeler her dilde olduğu gibi Arapça’da da vardır ve bunlar Kur’an içerisindede kullanılır.* Bunlara dikkat etmeden bir kelimeye tek bir anlam yüklemek ve değerlendirmelerin hepsini o anlam üzerinden yapmak, cinayetlerle neticelenir. Bu bilgiyi nazarlarınıza verdikten sonra sorularınıza geçelim.1- Bedî ismi şerifi, Esmaü’l-Hüsna’dan olan Rabbimizin güzel isimlerindendir. Kur’an-ı Kerim içerisinde iki yerde Rabbimiz, bu ismi kendisi için kullanır. (Bakara, 117; En’am, 101) Yine birkaç Hadis’te Efendimiz (sas) bu isim ile Rabbine dua eder. (İbn Mace,*Dua,*10; Tirmizi, Da’avât,*82, 99) Anlamına gelince, “örneği ve benzeri bulunmayan, emsalsiz işler yapan, her şeyin ilki olan, bir şeyi yoktan var eden ” demektir.*İbdâ*ve*bidat*kelimeleri de bu köktendir.**Ahkâf Sûresi’nde, “bid’en” şeklinde Efendimiz’in (sas) lisanı ile kullanılmış:“De ki: Ben Peygamberlerin ilki değilim!”*denmiştir. (Ahkâf Sûresi, 46/9)Bu kelimenin beşer içinde kullanılabileceğini belirten alimlerimiz, Allah (cc) için kullanıldığında hakikat ifade ettiğini ve Allah’ın (cc) zât, sıfat ve fiil açısından benzersiz olduğunu ifade ettiğini, ama beşer için kullanıldığında çağdaşları arasında bazı alanlarda öne çıkan, isminden söz ettiren, manalarına geldiğini söylemişlerdir. (Bkz: Yıldırım, Suat,*TDV, İslam Ansiklopedisi,*c. 5, s. 320)Hal böyle olunca Bedîüzzaman Said Nursi’den önce de bu ifade başka alimler için kullanılmış, onların yaşadıkları zamandaki değerleri, bu lakap ile ortaya konmuştur. Mesela, Arap edebiyatında önemli bir alim olan Bedîüzzaman el-Hemedânî (v.398/1008), büyük bir bilim adamı olan Bedîüzzaman Ebû’l-İzz İsmail el-Cezerî (12.13. yüzyıl) ve İranlı alim Bedîüzzaman Fürûzanfer (v.1970) gibi alimler bu ifade ile anılmışlardır.Bu bilgiler ışığında meseleye baktığımızda Bedî kelimesinin beşer için kullanılabileceğini, beşer için kullanıldığında ne anlama geldiğini daha iyi öğrenmiş oluyoruz. Dolayısı ile ortada bir şirkten bahsetmek, hem bu ulemaya hakaret, hem de onların haklarına bir tecavüzdür. Eğer Kur’an ve Sünnet’e aykırı bir durum olsaydı asla bu alimlerimiz o ifadenin kullanmasına müsaade etmezlerdi; onlar kullansaydı devrin diğer alimleri böyle bir durum karşısında asla sessiz kalmazlardı.2- Böyle bir ismin Üstad tarafından kullanılması tevazu ile örtüşür mü? İnsanın kendine emsalsiz demesi ne kadar doğrudur?Canım kardeşlerim, başta lafzı müşterek dedik ya, yani çok anlamlılık; lafız aynı ama anlam bağlamına göre farklı, işte “Bedî” kelimeside böyledir. Bu kelimenin anlamlarından bir tanesi de “garib” tir. İmam Ebû Hayyan el-Endülüsî, bu manaya eserinde dikkat çekmiştir. (Bkz: el-Bahrü’l-Muhid, c. 1, s. 569)Bediüzzaman Said Nursi, her zamanki o eşsiz mahviyeti ile insanlar diğer anlamda kullanmış olsalar bile, o bu anlamı ile kullanmış ve kendisine: “Garibüzzaman/Zamanın garibi” demiştir.Bakın Üstad’ın kendisi bizzat böyle bir soruya nasıl cevap veriyor:“Soru: Sen imzanı bazen “Bediüzzaman” yazıyorsun. Lâkap medhi imâ eder.Cevap: Medih için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi, garip demektir. Benim ahlâkım, suretim gibi ve üslûb-u beyanım, elbisem gibi gariptir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhakemat ve esalibi, benim üslûp ve muhakematımla mikyas ve mihenk itibar yapmamayı bu ünvanın lisan-ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım, “bedî,” acip demektir.لَىَّ لَعَمْرِى قَصْدُ كُلِّ عَجِيبَةٍ * كَاَنِّى عَجِيبٌ فِى عُيُونِ الْعَجَائِبِ“Ömrüm hakkı için, nedense bütün acaiplikler beni buluyor. Sanki acaibin gözünde dahi ben bir acîbeyim!” masadak oldum. Bir misali budur: Bir senedir İstanbul’a geldim, yüz senenin inkılâbatını gördüm.”* (Hutbe-i Şamiye, Reddü´l Evham, 108)*Başka bir yerde ise şöyle diyor: “Hem şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liyâkatim olmadığı halde bana verilen “Bediüzzaman” lâkâbı, benim değildi, belki Risâle-i Nur’un mânevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümânına âriyeten ve emâneten takılmış. Şimdi o emânet isim, hakîki sahibine iâde edilmiş.” (Mektubat, İşârât-ı Gaybiye Hakkında bir Takriz yedinci remiz, 449)Tarihçe-i Hayat’ta ise şöyle bir imza atacaktır: “İstibdadın Garibüzzamanı, Meşrutiyetin Bediüzzamanı, şimdikinin de Bid’atüzzamanı Said-i Kürdî ” (Tarihçe-i Hayat, s. 89)Risale-i Nur’u kusur aramak için değil, gerçekten istifade etmek için okuyanların fark edeceği bir hakikat var ki, Üstad bir Peygamber ahlakı olarak isâr ruhunu kendine ilke edinmiş, büyük bir mahviyet ile hayatı boyunca yaşamak için değil, yaşatmak için gayret etmiştir. Üstad’ın bu hayatı ortada iken ileri-geri konuşmak inanın büyük bir cesaret işidir.3- Mevlana ismi içinde aynı soruları soruyoruz; bu isminde beşer için kullanılması doğru mudur?Bu sorunuza da verilecek cevap aynıdır. Mevla, bizzat Kur’an’da Allah için kullanılırken, beşer için de kullanılmıştır. Kölelikten azat olan bazı Sahabîlerde, “Mevla” diye anılmıştır. Mesela Mevla Salim Ebû Huzeyfe gibi…Evet, Ankebût Sûresi 41. ayet, Şura Sûresi 6. ayet ve diğer ayetler, “Allah’tan başka veli/dost olmayacağını” söyler. Ancak Maide Sûresi 55. ayet ise:*“Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah’tır, Resûlü!’dür, iman edenlerdir; onlar ki Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler.”*der. Yine* Duhan Sûresi 41. ayet:يَوْمَ لَا يُغْنِي مَوْلًى عَن مَّوْلًى شَيْئًا وَلَا هُمْ يُنصَرُونَ“O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, kendilerine yardım da edilmez.”*diyerek, “Mevla” ifadesini dostluk anlamında beşer için kullanır.Efendimiz’in (sas) beyanlarına gelince, onlarca beyanda bu ifadenin beşer için kullanıldığını görmekteyiz. Mesela, Veda Haccı’ndan dönerken yüzlerce Sahabe’nin şehadeti ile Hz. Ali’nin elini havaya kaldırmış ve:*“*Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır”demiştir. (Tirmizi,*Menakıb,19; İbn Mace,*Mukaddime,11; Ahmed İbn Hanbel,*el-Müsned,*1/84,118)Kur’an ve Hadislerin bu rehberliğinden yola çıkarak İslam ilim tarihinde nice alimlerimize saygı ve ihtiramdan dolayı Mevlana denmiştir. Mevlana Celaleddin-i Rûmî, Mevlana Halid-i Bağdadî, Mevlana Ebu’l A’lâ el-Mevdudî gibi… Bütün bunlar karşımızda dururken, iman hizmetinde isimleri hep ilk sıralarda olan alimlerimize karşı bu menfi ifadeler, ne için kullanılır; inanın anlamakta zorlanıyorum.Rabbimden hepimize selametler diliyor, bütün kardeşlerime selamlarımı ve dualarımı gönderiyorum.Muhammed Emin Yıldırım

Link to comment
Share on other sites

Bediüzzaman eleştirilebilir mi?

 

Teorik olarak evet, peygamberler dışındaki her insan eleştirilebilirdir ve eleştirilebilir olmalıdır.

 

Ben şahsen Bediuzzaman’ın ‘müsbet eleştiri’ye kapalı olabileceğini düşünmüyorum iki sebeple. Birincisi; yazdıklarının “meşhudatı” olması, ikincisi; söylediklerinin eşyanın hakikati ile mutabık ve makul olması.

 

Esasında o, akıl ve bilim çağının müçtehidi olduğu için eleştirilmekten çekinmez. Zira ortaya koyduğu mahsulatın farkındadır ve o yüzden de her pazarda mahsulatını rahatlıkla rekabete koyabilecek cesarettedir. Herkesin her fikri kabul edebilecek kamet, keyfiyet ve mertebede olmadığını da bilir. Eleştiriye de o yüzden açıktır. Zaten eserlerinde kendisi de sık sık fikirlerinin hemen kabul edilmemesi, bir müddet hayalen elde tutulup akıl süzgecinden geçirildikten sonra alınmasını tavsiye eder.

 

Bu hem mahsulatına güvenmesini gösterir hem de eleştirilebilir olduğunu bir tür kabuldür. Dolayısıyla eleştirilebilirdir.

 

NİYE ELEŞTİRİLİR?

 

Tabii bir fikrin veya şahsın eleştirilmesi, birkaç sebeple olur. Ya ona muhalifsiniz, ya anlamamışsınız, ya daha üstün bir bilgiye sahip olduğunuza inanıyorsunuz, ya da kıskançsınız.

 

Muhalefetten kaynaklanan eleştiri de iki çeşittir. Ya fikre muhalifsiniz ya söyleyene. Fikre muhalif olursanız, itirazlarınız çürütüldüğünde taraf olmanız gerekir. İkna olmak niyeti yoksa bu garazdır. Eğer fikir sahibinin şahsına muhalifseniz, o da iki kısımdır. Ya sıfatlarına muhalifsiniz, ya şahsına. Sıfatlarına muhalifseniz onun halinin şeriatın zahirine muhalif olduğunu ispat etmelisiniz. Yok, eğer doğrudan şahsına muhalifseniz bu husumettir, ciddiye alınmaz…

 

Muhalif haysiyetli olmalı. Aksi takdirde ya tard edilir ya tektir! Çünkü edepsizdir. Maksadı tahkirdir. Selman Rüşdi gibi!

 

Anlayamamaktan kaynaklanan muhalefet ve eleştiri; kişinin kametini gösterdiğinden ona kızılmaz. Meseleler, onun seviyesinde anlatılır itiraz da biter. Yine de itiraz ediyorsa, o konuda itibar edilebilir olmadığını sergilemiş olur.

 

ABDÜLHAKİM ARVASİ'NİN İTİRAZI VE ALDIĞI CEVAP

 

Mesela, Abdülhakim Arvasi hazretleri, dinin ve imanın, Risale-i Nur tarzında anlatılmasını –eskilerde görülmemiş bir usul olduğu için- bidat kabul eder ve hatta kitapların yakılmasını söyler.

 

Bediüzzaman onun bu yaklaşımını haber alınca, “iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zahir-i şeriata muhalif ve hatası zahir bir ictihad ile hareket edilmiş ola” (Kastamonu Lahikası, 195) diyerek hem hasmını yüceltir hem de uygun bir lisan ile “senin veli olman her şeyi anlamanı gerektirmez” demeye getirir. Örnek olarak da cennetle müjdelenmiş sahabeler arasında yaşanan savaşı gösterir…

 

HADİSELER BEDİÜZZAMAN'I HAKLI ÇIKARMIŞTIR

 

Sonuçta hâdiseler, Bediüzzaman'ı haklı çıkarmıştır. Çünkü bu zaman ispat ve akıl çağıdır. Fikrin, her şeyden önce akla kabul ettirilmesi gerekiyor.

 

Bir fikri veya şahsı eleştirmenin bir diğer kaynağı da, insanın, kendini daha üstün görmesidir. Eğer eleştiren hakiki manada üstün ise, küstah bir dil kullanmaya gerek duymaz. Tezyif etmez. Hatayı gösterir ve geçer. Yok, eğer bu bir tasannudan kaynaklanıyorsa, kişi sadece kametini göstermiş olur.

 

Her fikrin bir kamet aynası vardır. Eğer boyunuz, aynada kendinizi rahat izlemenize yetiyorsa eğilip bükülmeye, parmaklarınızın ucuna dikilmeye (yani böbürlenmeye) gerek duymazsınız. Eğer o boy aynası kametinizi aşıyorsa, eleştirmekle küçüklüğünüzü göstermiş olursunuz.

 

Bir zaman Commodore denilen 65 kilobaytlık bilgisayarlar vardı. Bir gün onunla program yazma gafletine kalkıştım. Baktım her satırda, "syntaks error” (yanlış yazdın) diyor. Ertesi gün hocaya sordum. “Basic ile yazılmış bir bilgisayar neden basic komotlarına itiraz ediyor?” diye sordum. Güldü. Dedi ki, onun kapasitesi düşük, senin yazmak istediğin komutları tanımıyor. Ben de dedim ki “o zaman, ben anlamıyorum” desin, neden ‘yanlış yazdın’ diyor. “Kapasitesi, ancak o kadar ifade etmeye yetiyor” deyip geçti.

 

İmdi eğer sizin karihanız, karşınızdakini anlama kapasitesinden mahrumsa –ki kelamcılar ile mutasavvıflar arasında bu tartışmalar hep olagelmiştir. Çünkü birinin bilgisi tahlildir, diğerininki hem tahlil hem keşiftir- onu eleştirirsiniz. Bunu yaparken de sadece cehaletinizi sergilemiş olursunuz.

 

CÜBBELİ AHMET HOCA'NIN ELEŞTİRİSİ VE NUR TALEBELERİNİN ZİYARETİ

 

Cüppeli Hoca Efendi, bir seferinde, tv’de “Risale-i Nur’da, şeriata muhalif 20 yer var” demişti. Ben de ona tv’den cevap verdim; “hoca bunu ispat etmeli, aksi, ona yakışmaz” dedim. Ertesi gün bir gurup nur talebesi kendisini ziyarete gittiler ve o yerlerin neler olduğunu göstermesini istediler. O da itiraf etti ki “ben bilmiyorum, bana öyle söylediler, ben de öyle dedim.” Bunun üzerine ona bir külliyat verdiler okuması için ve sonra kendisi ikna oldu ki, yanlış bir şey yok.

 

MEVLANA VE BEDİÜZZAMAN'I İTHAM EDERSENİZ...

 

Haa, meşrebiniz uymayabilir. Normaldir. Ama bu, çamur atmanıza sebep olmamalı. Siz kalkıp, edep ve tevazu ile müsemma olmuş iki Anka’yı, iki müçtehidi, (Mevlana ve Bediüzzaman’ı) halkların onlara taktığı isimlerden dolayı, kibir ve gurur ile itham ederseniz, inanın sadece kendi kibrinizi açık etmiş olursunuz. Yahut da, sizin fikri mahsulatınız, onlarınki kadar ilgi görmediği için kıskanıyor durumuna düşersiniz.

 

Kıskançlıktan kaynaklanan eleştiriye gelince… İnadın gözü meleği şeytan görür. Kimse bir şey diyemez. Kıskançlığında vazgeç diyemezsiniz. Nefsin tezkiyesi olmadan onu nasıl söküp atarsınız içinizden…

 

BEDİÜZZAMAN MUTERİZLERİ BİR KAÇ GRUPTUR

 

Bediüzzaman hazretlerine - ilginçtir her dönemde- itiraz edenler olmuştur. Muterizleri birkaç grupta toplamak mümkündür:

 

Birinci grup; devletin kendisidir. Devlet, uzun bir süre bütün kurumlarıyla; MİT, asker, polisi ve benzeri teşkilatlarıyla Bedîüzzaman'a karşı mücedele etmiştir. Onu yok etmek, etkisini azaltmak için onu Kürtçülükle, laik düzeni yıkıp şeriat devleti kurmakla ve tarikatçılıkla suçlamışlardır. Geride bıraktığımız 80 yıl bu iddiaların tamamının asılsız birer iftira olduğunu ortaya koydu. Öyle olsaydı bu geçen süre içinde bunların herhangi birinin bir tezahürü görülecekti. Halbuki bugün devlet, milletin selameti için onun eserlerini resmen bastırmak noktasına gelmiştir.

 

İkinci grup; devletin şu veya bu şekilde beslediği “borazanları” bazı bilim adamlarıdır ki sonradan bu tipler ulusalcılıkta karar kılmışlardır. Bunların arpası kesilince sesleri de kesildi. Bir kısım insanlar da dinsizlik namına ona muhalefet ettiler, itiraz ettiler.

 

Üçüncü Grup; makam ve unvan elde etmek için gayret gösteren bazı bilim ve din adamlarıdır. Bunlara örnek göstermek istemiyoruz. Bedîüzzaman'ın ilmî şahsiyeti, İslam âleminde ve Türkiye dışında bütün dünyada tam olarak takdir edildiği halde, Türkiye'de özellikle ilim adamları çevresinde yeterince tanınmamıştır. Bunda, yapılan menfî propagandaların tesiri büyüktür. Bir zamanlar, ilahiyat öğretim üyelerinin Doç. yahut Prof. olabilmeleri için, Bedîüzzaman ve Risâle-i Nur aleyhinde konferans yahut makale yazmış olması şartı bile aranmıştır.

 

Dördüncü grup; Bedîüzzaman'ın ifadesiyle “meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulamayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak’tır. Bediüzzaman'a en çok bu kesimden itiraz geliyor. Kendi fikri mahsulatı yeterince ilgi görmeyen, televizyonlarına, tarikatlarına, çevrelerindekilerini ellerinde tutmak için her türlü imkana sahip oldukları halde eserleri Risaleler kadar itibar görmeyen zevat, onun bazı izahlarını akıllarına sığdıramadıkları için ona itiraz etmişlerdir. Daha da edeceklerdir. Bu da normaldir. Buna kırılmaya gücenmeye gerek yoktur.

 

O HAKİKATEN BEKLENEN ZAT'TIR

 

Bediüzzaman'ın ve eserlerinin bu tür eleştirilerle cerh edilebileceğini sanmıyorum. O yüzden alınganlık yapmaya gerek yok. Zira o hakikaten beklenen zattır. Vazifesini de yapmıştır. Onu anlayıp anlamamak nasip meselesidir.

 

İşte bakın Abdülkadir-i Geylani hazretleri yaşıyor. Onun, zikirde tef çaldırmasını küfrüne delil sayanların hapsi unutulup gittiler.

 

Hz. Mevlana yaşıyor. Ona türlü türlü çamur atanlar, iftira edenler yok oldular. Bugün Mevlana’yı isminden dolayı Allaha karşı haddini bilmez olarak yad edenler bakalım ne kadar anılacaklar?

 

Zaman gösterdi ki Bediüzzaman da yaşıyor ve manevi hayatı her geçen gün daha da güçleniyor. Ona itiraz edenler ise kısa zamanda unutulup gittiler.

 

Bugün bütün sermayesi Risalelere saldırmak olan meşrep ve cemaatler var. Ben onların varlığını bir rahmet vesilesi biliyorum. Çünkü onların o itiraz ve eleştirileri, nur cemaatlerine eksikliklerini hatırlatıyor. Çizgileri muhafaza etmelerini sağlıyor. Teyakkuzda kalmalarına hizmet ediyor. Risaleleri, şahsi ve siyasi çıkarlarına alet etmelerini önlüyor.

 

Elbetteki herkesin tam da bizim gibi Bediüzzaman’ı benimseyip sevmesini bekleyemeyiz. Biz onu en yüksek mertebede ve hatta ahir zamanda Âli Beytten çıkacak zat kabul edebiliriz. Öbürü de buna itiraz eder. Çünkü sizin baktığınız zaviyeden bakmıyordur. Lalettayin bir âlim gibi görüyor o yüzden de eleştiriyor. Onun hakikati ona zahir olmamışsa bırakınız eleştirsin. Bu onu dinden çıkarmaz. Sadece kendisini nasipsiz bırakmış olur. Bu da insanlığın yazgılarındandır.

 

NUR TALEBELERİ HAYIFLANMALI

 

Eleştirilebilmek hakikaten güzeldir ve lazımdır. Kızmayın. Ama davanızı yetirince anlatamadığınıza üzülün. “Cihana Risale-i Nurları anlatabildik de içerdeki insanlarımıza –fıtri muhalifler hariç- anlatamadık” diye hayıflanmalısınız. Demek ki, risaleleri yeterince temsil edememişiz diye kendinizi kınayabilirsiniz. Fakat Risale-i Nur ve Bediuzzaman hakkında telaş etmeyin. Onların ikisi de kendilerini ‘munsif’ eleştirilere karşı savunurlar.

 

Siz halinizi savunabilecek durumda olun yeter. O da risalelerdeki sıbga kumaşından yapılmış elbiseyi –ki önü ve arkası müspet hareket ve fedakârlıktır- giymekle olur.

Link to comment
Share on other sites

[h=1]Ahmet AY[/h]http://www.risalehaber.com/s/i/font-01.gifhttp://www.risalehaber.com/s/i/font-02.gifhttp://www.risalehaber.com/s/i/font-03.gifhttp://www.risalehaber.com/s/i/font-04.gif

http://www.risalehaber.com/d/author/745_b.jpg

[h=3]Ben de Mustafa İslamoğlu olsam, Bediüzzaman'ı sevmezdim[/h]

02 Aralık 2014 Salı 08:29

yenirenkler@hotmail.com

Olanlara şaşırmamak gerek aslında. Eğer uçların insanıysanız Bediüzzaman'ı sevmemeniz normal. Nihayetinde zikrettiğiniz kişi, bu topraklarda, ehl-i sünnetin ortasında, bir gemi direği gibi denge unsuru olan; onu ifrattan-tefritten, her yönde aşırı gidişlerden korumaya çalışmış ve metinleriyle hâlâ çalışan birisi. O nedenle bu ülkede uçlara yönelik her ne yapsanız ona çarpıyor, normal. Örneğin: Şiddete meyyal, anarşiyi de ardından getirecek bir eylem düşünceniz var. Hoppala, 'müsbet hareket' kaya gibi önünüzde! Masumların canını, hak namına bile olsa, tehlikeye atmanıza izin vermiyor. Sevmezsiniz elbette.

Yahut da Türk veya Kürt milliyetçisisiniz, yine Bediüzzaman sizi mutlu edemez. Çünkü Risale metinlerinde Türk milliyetçilerini rahatsız edecek kadar Kürtlerden, Kürt milliyetçilerini rahatsız edecek kadar da Türklerden bahis var. Yahut Arap düşmanısınız diyelim. Gözünüze soka soka kırk yerde 'Muhammed-i Arabî aleyhissalatu vesselam' diyor, onun Arabî olduğunu size hatırlatıyor. Yahut, biraz daha detay, İbn-i Arabî düşmanısınız. Tam kılıcınızı kaldırıp vuracakken, hop, Bediüzzaman giriyor araya. Diyor ki: Kendisi mübarektir, ama öğretisi herkesin anlayabileceği bir öğreti değil. Şahsını ve her fikrini tezyif etmeyin.

Kılıcınız havada, hevesiniz kursağınızda kalıyor. Yahut da geriniyor geriniyorsunuz, tam tasavvufun alnının ortasına nişan alıyorsunuz kendinizce, atacaksını oku; hop, yine Bediüzzaman. Kendisi de kimi konularda tasavvuf eleştirisi yapıyor, ama onların Kur'an'a hizmetlerinin de haklarını yemiyor. Her meselede hatalı olduklarını, hele hele 'dalalette' olduklarını asla düşünmüyor. Faziletleriyle iftihar ediyor. Okunuz, ayağınızın önüne; kollarınız çaresizce iki yanınıza düşüyor.

Tam Avrupa'ya saldıracaksınız "Avrupa ikidir" diyor. Şiiliğe saldıracaksınız, Şiiliği ikiye ayırıyor. Alevilere vuracaksınız, Alevilerin hakikilerine din namına sahip çıkıyor. Ermenilere sıkacaksınız, haklı oldukları yerler olduğunu beyan ediyor. Bir kusurunu/hatasını nümayişle şişirip din namına hükümeti devireceksiniz, darbe niyetindesiniz, "Seyyiesiz hükümet muhal-i âdidir" diyor.

II. Abdülhamid'i 'kızıl sultan' yapanlar da memnun değil ondan, 'ulu hakan' yapanlar da.Çünkü hem 'veli' diyor hem de istibdadını eleştiriyor. İmam-ı Rabbanî'ye bir meselede muhalif bir görüşünü beyan etse, aynı satırda birkaç iltifatla anıp şahsına olan hürmetini (ve duyulması gereken hürmetin de) altını çiziyor. Hz. Ali ve dönemi ihtilafları hakkında bile şöyle göğsünüz gerile gerile karşı tarafı yerin dibine batıramıyorsunuz. Çünkü metinlerini okuduğunuz insan temkinli. Her adımını teenni ile basıyor. Sünuhat'ında mesleğini 'musavvibe' olarak tarif etmiş. Ehl-i sünnetin 'karşındaki insanı kurtarabilmek mümkünse kurtarmaya çalış' hassasiyeti gençliğinden beri hayatına sinmiş. Tahtieciler gibi değil, insanı bir açığını yakalamakla yerin dibine batırmaya çalışmıyor. 'Mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır...' diyor.

"Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neşet eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür. Ve Kur'ân'ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes'uldür. Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz."

Sadece bu da değil, bir de hak ve bâtıl kavramlarını, husumette rahat ettiğiniz bir şekilde, teşmil edici kullanmıyor. Parçanın bütüne galip kılınmasını engelliyor her adımında. Parçaya ancak bütünün hakkını yemeyecek bir şekilde yorum yapabilme şansı veriyor. Mevlana'nın körlerin fil tarifi örneğinden gidersem: Filin dişine dokunmakla şunu söylemenize izin vermiyor Bediüzzaman; "Bu parça taş gibi olduğuna göre, fil dediğimiz şey kocaman bir taştan ibarettir." Onun bizden Kur'an'ın muvazenesi ve istikameti namına en az beklediği şu: "Ben şu an taş gibi birşeye dokunuyorum ve kanaatimce bu taştır. Ama filin tamamına dokunamadım. Başka bir parçasının daha farklı bir özelliğe sahip olma ihtimali var." Yani özünde "Hak yalnız benim mesleğimdir..." demeye izni yok. Eh, kanınızda, meşrebinizde; hırs, öfke, aşırıya gitme varsa;böyle bir fren sistemiyle fazla uzağa gitmeniz mümkün değil. O yüzden dedim işte: Uçları sevenlerin Bediüzzaman'ı sevmemesi normal.

"Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın?"

Karşınızda kafiri bile parçalara ayıran ve onun içinde bile müslüman parçalar olabileceğinisöyleyen birisi var. Ve diyelim siz de Mustafa İslamoğlu'sunuz. Her dersinizde, değil bir kafiri veya münafıkı, meşhur bir İslam âlimini yerin dibine batırıyorsunuz. İmam-ı Rabbanî'yi anıyorsunuz öyle, İbn-i Arabî'yi anıyorsunuz öyle, İbn-i Hacer denk geliyor bir bahiste onu öyle, İmam-ı Gazalî'den bir nakil söylüyorlar onu öyle, İmam-ı Âzam'dan bahsediyorlar onu öyle... Böyle, önünüze kim gelirse biçe biçe, onları alçaltmayı kendinizi yükseltmek sanarak yolunuza devam ediyorsunuz.

Derken Bediüzzaman diye birinden bahsediyorlar. O da bazı bazı muhalif görüşler söylüyor ancak harika bir denge ile, makamlarını tenzil etmeden ve haklarına girmeden. Bu duruş elbette içinize oturur ve vicdanınızı rahatsız eder. Doğruyu yapan birilerinin varlığı yapmayana vicdan sancısıdır. Doğru adamın adı bile doğrunun şeairidir, hep doğruyu hatırlattığından sevilmez. Münkir bu yüzden minareyi, camiyi, tesettürü, namazı, türlü şeair-i İslamiyeyi beğenmez; çünkü içindeki vicdanın düğmesine basar bu karşılaşma. Bediüzzaman'la karşılaşmak da bu insanların yapageldikleri veya yapmayı planladıklarına dokunuyor.İki şekilde yapıyor bunu: 1) Gitmemenin, eleştirirken bile, mümkün olduğunu gösteriyor. 2) Gitmenin, haklı olunduğunda bile, yanlış olduğunu belirtiyor.

O yüzden tekrar tekrar altını çiziyorum: 'Parçalarda boğulup' aşırıya gitmeye müsaadesi olmayan bir âlimi, bütün hayatının ve metinlerinin şahidi olduğu bir tevazudan; yalnız bir lakabını kaldırıp göstermekle azletmeye kalkmak, onu 'parçada boğmaya' çalışmaktır. Biz de İslamoğlu Hoca'nın iddiasını bu nedenle kendisine iade ediyoruz. O 'mahviyet ayağı' kendisine aittir. Her cümlesine 'bu fakir' diye başlayıp sonra hangi âlimi ansa 'bu benden de fakir' diyene (ima edene) sorarlar: "Böyle yapınca doğal olarak sen yine en zenginim demiş olmuyor musun? Öyle ya, herkes daha fakirse, en az fakirimiz aslında en zengimizdir."

Yazıyı, Bediüzzaman'ın sahabeler dair bir Risalesinin son kısmıyla bitirmek istiyorum.Bence bu 'küçültme girişimlerinin' arkasındaki zihniyet kodlarına da ışık tutan bir yer:

"Dördüncü suâl: Sahabilere karşı iddiâ-i rüçhan nereden çıkıyor, kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu meseleyi medâr-ı bahsetmek nedendir? Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor?

Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler. Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar..."

 

Link to comment
Share on other sites

[h=3]Mustafa İslamoğlu’nun 'Risale-i Nurlar Vahiydir' İftirası[/h]

02 Aralık 2014 Salı 08:22

yazmak77@hotmail.com

Mustafa İslamoğlu’nun Risale-i Nurlara, merhum Bediüzzaman’a, Nur Talebelerine yapmış olduğu ithamların, iftiraların, hakaretlerin, alayların, küçümsemelerin, tahkirlerin hatta tekfirlerin ardı arkası kesilmiyor. İftirada sınır tanımıyor adeta. Önce Çay tv’de katıldığı bir programda ağza alınmayacak şeyler söyledi sonra da bunlar yetmezmiş gibi yeni çıkan “Kur’an’ı Anlama Yöntemi” adlı kitabında zehir zemberek laflar etti. Bu kitapta Risale-i Nurlar, Bediüzzaman ve Nur Talebeleri hakkında öyle şeyler söylüyor ki onları bir açıkça tekfir etmediği kalıyor. Çay tv’de söyledikleri kitaptaki yazdıklarına kıyasla devede kulak. Bediüzaman’ın (haşa) sahte peygamberlik imaları, gösterişli tevazu ayakları, nurcuların risaleleri Kur’andan üstün tutmaları… Daha neler, neler! Ama bunlar içerisinde affedilmesi imkansız iki büyük iddiası iftirası var ki duyunca dudaklarınızı ısıracaksınız. Bunlardan birincisi şöyle: (Aynen aktarıyorum)

“…Risaleleri okuduktan sonra bir konu beni ciddi biçimde rahatsız etti. Risalelerin Kur’an’ın vahiy oluşuyla ilgili hiçbir sorunu yok. Fakat risalelerin Kur’an’ın “son vahiy“ oluşuyla ilgili ciddi bir sorunu var. Risalelerde söylenenlerin tümüne inanan birinin Kur’an’ın “son vahiy” oluşuna inanması neredeyse imkansız görünüyor…” (Bkz: M.İslamoğlu, Kur’an’ı Anlama Yöntemi, s. 342, 99. Dipnot, Denge yay, 2014) göre.

Evet yanlış okumuyorsunuz İslamoğlu aynen böyle diyor. Hem de daha fazlasını. Sakın cümleyi ortadan alıntıladığımı zannetmeyin zira cümlenin siyak ve sibakındaki sözler daha da tüyler ürpertici. İslamoğlu’na göre bunun nedeni başta Bediüzzaman olmak üzere bütün Nur talebelerinin risaleleri de aynen Kur’an gibi vahiy olarak kabul etmesidir. Yani daha açıkçası başta merhum Bediüzzaman, Risale-i Nurlar ve onları okuyan, istifade eden, ona inanan, gönül veren, hayatını vakfeden milyonlarca nur talebesi, risaleleri de vahiy kabul ettiği için, Kur’an’ın “son vahiy” oluşuna inanmıyormuş, inanması imkansız görünüyormuş, onunla ilgili ciddi sorunları varmış! “Kuran’ın son vahiy oluşuna inanması imkansız görünen” bir kimse, kim olursa olsun bütün mezheplerce ittifakla kafirdir, dinden çıkmıştır. İslamoğlu’nun milyonlarca nur talebesi için reva gördüğü konum bu.

http://www.risalehaber.com/d/other/islamoglu_kitap.jpg

Ama bitmedi bu birinci iftirasına kanıt olarak getirdiği, bütün bunlardan daha vahim, daha korkunçikinci bir iftirası var ki bunu duyunca vücudunuzun bütün atomlarına varıncaya kadar “yeter yahu, Allah’tan kork, bu kadarı da olmaz” diyeceğinizden kesinlikte eminim. Bu öyle bir iftira ki Bediüzzaman’ın yazmadığı, demediği ve böyle bir şey yazmasının ve demesinin muhal olduğunu bildiğimiz bir şeyi ona isnad etmektir, yazdığını söylemektir. İslamoğlu ilgili dipnotta (99.dipnot) bütün o bilindik ve tanıdık iftiralarını yine tek tek sıraladıktan sonra, birinci iftirasını kanıtlamak için, en son Bediüzaman’ın şöyle dediğini yazar: (Aynen aktarıyorum)

“…En sonunda iş risaleleri Kur’an ile eşdeğer vahiy ilan etmeye gelip dayanıyor. Said Nursi şöyle der: Kur’an ve Risale-i Nur, arşı azamdan, ismi azamdan ve her ismin azamlık mertebesinden nüzul ile ezel ve ebed ve şu anı ve bütün gaybi alemi ve bütün beşeri ve kevni hadiseleri kuşatan ve tasarrufu altına alan kelimetillahtır ve semavidir. (25.Söz)” (Bkz: M.İslamoğlu, Kur’an’ı Anlama Yöntemi, s. 342, 99. Dipnot, Denge yay, 2014)

Evet islamoğlu’na göre Bediüzzaman 25. Sözde bunları söyleyerek yani risaleleri Kur’anla birlikte zikrederek onların da açıkça aynen Kur’an gibi vahiy olduğunu söylemiş güya. İşin aslı acaba öyle mi? Şimdi 25. Söze gidelim ve ilgili bölümü Bediüzzaman’ın kendisinden okuyalım.

Kur'an, Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah'ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır… Hem ism-i azamın muhitinden nüzul ile arş-ı azamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmet-feşan bir kitab-ı mukaddes'tir. Ve şu sırdandır ki, "Kelâmullah" ünvanı kemal-i liyakatla Kur'ana verilmiş ve daima da veriliyor.” (25.Söz, ikinci cüz, Envar Neşriyat, s.367)

Evet yine yanlış okumuyorsunuz bilakis doğru okuyorsunuz. Bediüzzaman bütün o yüce ifadeleri Kur’an için sarfederken İslamoğlu Kur’an’ın yanına “Risale-i Nur” ibaresini de yerleştiriyor. Allah aşkına söyleyin Bediüzzaman’ın ifadelerinde “Risale-i Nur” var mı? Bütün yayınevlerine bakıyoruz hepsinde ifade yalın bir şekilde “Kur’an” olarak geçiyor yani Üstad orada Kur’an’ın tarifini yapıyor. “Kuran ve Risale-i Nur” demekle, sadece “Kuran” demek arasında o kadar büyük bir fark ve kapatılması imkansız bir uçurum var ki bunu İslamoğlu gibi birinin görmemesi eğer sehiv sonucu değilse -ki sayfa numarası vermekten imtina etmesi ve yukarıdaki söylediklerinden öyle olmadığı anlaşılıyor- yeri göğü inletecek büyük bir iftira, büyük bir bühtandır. Üstelik bunlar yetmiyormuş gibi, ilerleyen satırlarda, bütün nurcuları gerçek tevhide ve Kur’an’a davet ediyor. İtiraf edelim ki Risale-i Nurlara düşmanlıklarıyla maruf A.Bayındır ve A.Tekhafızoğlu bile bu kadar ileri gitmedi. Şu an o kitabı okuyan, okuyacak olan ve risalelerin anlam dünyasına aşina olmayan geniş okuyucu kitlesi sanki Bediüzzaman bunları söylüyormuş izlenimine kapılacak, öyle inanacak ve öyle tanıyacak. Bunun da ne kadar büyük ve ağır bir vebal olduğunu söylemeye gerek yok.

Allah aşkına siz söyleyin bu mudur ilim ahlakı, hakkaniyet, eleştirmek! Hepsi bir tarafa eli kalem tutan insanlarda her şeyden önce bir “ilim namusu”, bir “ilim haysiyeti”, bir “ilim hukuku”olur. Neyi, nereden, nasıl alıntıladığına bir zahmet bakar, kontrol eder. Hadi bunlar zor geldi diyelim en azından çevresinde risaleleri bilen bazı insanlara (mesela Senai Demirci) sorar, tahkik eder. Ama hiçbiri yok. Olmaz çünkü amaç üzümü yemek değil bağcıyı dövmek. Anlaşılan ilim namusu, ilim haysiyeti, ilim hukuku gibi şeyler İslamoğlu’nun yamacından teğet bile geçmiyor. Biliyorum bunlar onun için bir anlam ifade etmiyor ama biz yine de son sözü Bediüzzaman hazretlerine bırakalım:

Risale-i Nur asla vahiy değildir ve olamaz, belki Kur’an’ın feyziyle kalbe gelen sünühattır, ilhamdır. (1.Şua, Envar Neşriyat, sh:714)

Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’an’ın feyzinden mülhemdir… Kuran ayetlerinin yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor. (1.Şua, Envar Neşriyat, sh:711)

Beni hodbinlik (gösteriş yapmak) ile itham edenlere hakkımı asla helal etmem. (1.Şua, Envar Neşriyat, sh:686)

Link to comment
Share on other sites

[h=1]Mustafa İslamoğlu Risaleye Alçakça Bir İlave Yapmış[/h]

Mustafa İslamoğlu'nun “Kur’an’ı Anlama Yöntemi” isimli kitabında,Bediüzzaman Said Nursihazretlerinin sözlerini çarpıtmaya yönelik alçakça yaptığı bir ilave neticesinde Mustafa İslamoğlu'na tepkiler gelmeye devam ediyor. İşte bu tepki verenlerden biri de Yazar Metin Karabaşoğlu, Karabaşoğlu Twitter hesabından bu konu ile ilgili şu tweetleri attı.

 

"Şimdi önce Risale-i Nur'dan, Kuran'ın i'cazına, yani Allah kelamı olarak mucizeliğini ispata adanmış bir cümlecik aktaracağım: "Kur’an, arş-ı azamdan, ism-i azamdan, her ismin mertebe-i azamından geldiği için, bütün alemlerin rabbi itibariyle allah'ın kelamıdır."

Bu cümle Kur’an’a adanmış bir hayat yaşayan Bediüzzaman'ın Kur’an’ın mucizeliğini ispata adadığı "Yirmi beşinci söz"ünde geçiyor. Ama Mustafa İslamoğlu’nun son kitabında, bu ifadeye alçakça bir ilave yapılmış, "Kur’an’dan sonra " "ve Risale-i Nur" diye ekleme yapılmış. 25. söze atıfla hem de !. Yirmi beşinci sözde asla böyle bir ifade yok. Ama risale düşmanı bir iftira torbasının kitabında bu ekleme var.

O da, muhtemelen ilim adamı kılıklı başka bir iftira torbasının 1960'ta yazdığı bir makaleden, üstelik o ifadeyi dahi çarpıtarak almış. Mustafa İslamoğlu, Yirmi beşinci sözden ifadenin aslını tahkik etmek internet ortamında bir tık kolaylığında iken, üşenmiş. Büyük alim çünkü !

Ama tahkik etmediği o tahrifatı olduğu gibi kitabına koymaktan üşenmediği gibi, utanmadan, arsızca şunu da diyebilmiş: "en sonunda iş risaleleri Kur’an ile eşdeğer vahiy ilan etmeye gelip dayanıyor." güya, "risaleleri okuduktan sonra"diye de kayıt düşmüş!

Şimdi Risale'de olmayanı Risale'ye ekleyen, söylemediği şeyi Bediüzzaman'a söyleten Mustafa İslamoğlu'nda 'ilim namusu' varsa, yapacağı şey:

 

  • O kitabı piyasadan toplatmak,
  • Tahkiksizce giriştiği tahrifat, iftira ve tekfirden dolayı tevilsiz, dolaysız, açık bir helallik!

Sonrasında biz nur talebeleri hakkımızı helal eder miyiz, o bize kalmış.Bediüzzaman'la olan hesaplaşması ise hesap gününde olacak!

Hayat böyledir: dürüst olacaksın, hesap yapmayacak, kendine konum biçmeyecek, aklını sevmeyecek, haddini bileceksin. Ümmetin takdirine mazhar kişiler ve eserler hakkında konuşmadan önce, dönüp kendine bakacak, ben mi yanlış gördüm diye soracaksın."

Tarih : 03.12.2014 Kaynak : Risale Ajans

Link to comment
Share on other sites

04 Aralık 2014 Perşembe 11:18

 

Bediüzzaman kimsenin şamar oğlanı değildir!

 

Müfid Yüksel: Ona saldırmak adeta moda haline geldi

 

 

Yazar Müfid Yüksel, son dönemlerde Bediüzzaman'a saldırmanın adeta moda haline geldiğini belirterek, "Bu kabul edilemez" dedi.*Facebook hesabından açıklamada bulunan*Yüksel, Mustafa İslamoğlu'nun iftira attığını söyledi ve cevap verdi:*"Son dönemlerde bir kısım Siyasal İslamcılar arasında, Bediüzzaman'a saldırmak adeta moda haline geldi. Bu kabul edilemez.*Bediüzzaman İslâm âleminin önemli bir değeridir. Kimsenin şamar oğlanı değildir.*Bediüzzaman bu nursuz asırda,*İslâm âleminin önemli bir şansı ve fırsatıdır.*Bediüzzaman ve Risâle-i Nur, Aydınlanmacı Pozitivizmin dayattığı iman yoksunluğuna karşı bir*iman soluğudur.*Mustafa İslâmoğlu'nun Bediüzzaman'a yönelik iftiraları kesinlikle kabul edilemez.*"Bediüzzaman" mahlasını kullanmanın neresi "Şirk, Şirk Koşmak" oluyormuş? Bu mahlası kullanmanın*"Şirk"le ne alakası var?*Bedüzzaman'a bu lakabı, Hocası Nehcu'l-Enâm sahibi Molla Halil Es'ardi'nin torunu Merhum Molla Fethullah Siirt'te yanında okurken vermişti.*Bediüzzaman, Kur'an'a ve imana hizmeti şiar edinmiş, iman ve Kur'an eridir.*Bediüzzaman, 19.&20. Asır pozitivizminin/materyalizminin tehdit ettiği imanın muhafazası için sağlam bir istihkam inşâ etmiştir.

Link to comment
Share on other sites

BEDİÜZZAMAN’A VAHİY, KALBE İLHAM EDİLDİ VE BENZERİ TABİRLER SEBEBİYLE HÜCUM EDEN CÂHİLLER VE İLMÎ CEVAPLARI (MUSTAFA İSLAMOĞLU ÖRNEĞİ)

 

1 BEDİÜZZAMAN’A KİMLER HÜCUM ETMEDİ Kİ?

 

Bediüzzaman Hazretleri bütün âlimlere meydan okuduğu ve zamanın eşsiz âlimi manasında Allâme Halil Siirdî’nin torunlarında Şeyh Fethullah tarafından Bediüzzaman ünvanı verildiği günden beri, onu çekemeyen şeklî âlimler tarafından tenkit edilmiştir. Ancak Babanzâde Ahmed Naim, Mustafa Sabri, Ali Himmet Berki ve Ömer Nasuhi gibi gerçek âlimler tarafından hep takdir edilmiş ve ilminin vehbî olduğu itiraf olunmuştur.

 

Ne zaman ki, Mustafa Kemal Bediüzzaman’ın kendi yanına çekme yollarında başarısız olunca, Şeyh Şerâfeddin ve Abdülhakim Arvasî gibi, gerçekten âlim olan insanları kışkırtmış ve artık Bediüzzaman’ı İslamî ilimlerle vurmaya çalışmıştır. Bediüzzaman Hazretleri Birinci Şua diye bilinen ve 33 Kur’an ayetinin Nurlara işaretini inceleyen eserini kaleme alınca, bu hücumlar artmaya başlamıştır.

 

Bediüzzaman’ı çürütmeye çalışanlar Mustafa Sabri adına sahte bir Risâle yazma yoluna gitmişler; başarılı olamamışlar; Diyânet adına sahte aleyhte kitapçık yayınlamışlar; başarılı olamamışlardır. Kala kala Dr. Lütfi Doğan gibi CHP’li âlim müsveddeleri, Neşet Çağatay gibi laik ilahiyat profesörleri ve nihayet Mustafa İslamoğlu gibi cahiller ellerinde sermaye olarak kalmıştır. Ancak bunlar “şecaat arz ederken hırsızlıklarını ve câhilliklerini ortaya koymaktadırlar.

 

Bunlardan iki örnek zikredip, “batılı iyice tasvir ederek safi zihinleri idlal etmek” istemiyorum.

 

Birinci örnek, Kur’an Müslümanlığı adı altında cehâletini ortaya koyan, kaderi inkâr denebilecek cesur yorumlara gidebilen ve Hazret-i Resulüllah’a “kibirli adam” diyecek kadar terbiyesizleşen Mustafa İslamoğlu’dur. Şu cümleler kötü niyetini ortaya koymaktadır:

 

“…Risaleleri okuduktan sonra bir konu beni ciddi biçimde rahatsız etti. Risalelerin Kur’an’ın vahiy oluşuyla ilgili hiçbir sorunu yok. Fakat risalelerin Kur’an’ın “son vahiy“ oluşuyla ilgili ciddi bir sorunu var. Risalelerde söylenenlerin tümüne inanan birinin Kur’an’ın “son vahiy” oluşuna inanması neredeyse imkânsız görünüyor…” (Bkz: M.İslamoğlu, Kur’an’ı Anlama Yöntemi, s. 342, 99. Dipnot, Denge yay, 2014) .

 

İkinci örnek ise, Nurları tenkit etmek için “NUR RİSALELERİ’NE ELEŞTİREL BİR YAKLAŞIM (RİSALE-İ NUR’UN İÇYÜZÜ) başlığı altında bir paçavra kaleme alan ve belki de müsteâr ismini kullanan ABDULLAH TEKHAFIZOĞLU denen adamdır. Biz bunların birçok iddialarını İşarî Tefsir ve Cifir ilmi başlıklı makalemizde çürüttük.

 

Burada farklı meseleleri ele alacağız.

 

2 ARI SU İÇER BAL AKITIR, YILAN SU İÇER ZEHİR DÖKER (MÜNAZARAT 80 )

 

Ulemâ-i sû’ diyeceğimiz bu tipleri anlatmak için bir konuyu hatırlatmak istiyorum. Milyonlarca genç Nurları okuyarak İslamî hayata başladığı gözler önündeyken; 12. Söz, 25. Söz ve İşârât’ül-İ’caz Tefsiri Kur’an’ın Allah kelamı ve mutlak vahiy olduğunu Bediüzzaman kadar açıklıkla ve aklî delillerle açıklayan bir allâme bu zamana kadar gelmemişken; 19. Söz ve 19 Mektup gibi Resulüllah’ın peygamberliğini iki kere iki dört eder derecede ispat eden ve vahyin sadece O’na has bir meziyet olduğunu açıklayan Bediüzzaman gibi bir allâmeye, maksadının aksiyle ithamlarda bulunmak, tam manasıyla başlığımızı tasdik eylemektedir. Bediüzzaman’ın Kızıl İcaz’daki şu tesbitlerini, Mustafa İslamoğlu ve benzeri cahiller tam tasdik eylemektedir:

 

Bil ki! Şüphesiz ilim bir gıdadır. Elbette ki hazmedilmesi gerekir. Rahvan ve aceleci zihin, hakikatlerin kaymağından yer. “Yani hakikata varır, fakat onu almaz veya onu kazanır ve alır.” Lakin onun elinde hakikat parçalanır. “Yani zihnin elinde”. Çoğalmaz, genişlemez. Bilakis zihinden kaçak olarak çıkar. Sonra zihin, hakikatın parçalarını toparlar, onlardan hafızasında çoğalanların özelliklerini soyar. Hazmetmez ve büyütmez. Bilakis hakikatlar taş olur veya zihin de bozulur. “Zihnin sathiliği, elem veren bir hastalıktan daha şiddetlidir”. Ey okuyucu! Zihinlerin dikkate teşvik edilmek için, bu risaleyi veciz yazarak, sizleri aciz bıraktım. (Kızıl Îcaz, Son İ’lem)

 

Bediüzzaman bir başka eserinde ise şunu açıklamaktadır:

 

Hazmolmayan ilim telkin edilmemeli

Hakikî mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini.

Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü.

Kuş veriyor ferhine lüab-âlûd kay’ını. (Sözler sh. 706 )

 

Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir.

(Mektubat, 471 )

 

Bu tip insanları görünce insan Bediüzzaman’ı şu sözlerinde tasdik etmeden edemiyor:

 

Hadîste "âlim" tabiri var, bir kısmımız yalnız kâtibiz.

Elcevab: Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatlı bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risale-i Nur şakirdlerinin bir şahs-ı manevîsi var, şübhesiz o şahs-ı manevî bu zamanın bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı manevînin parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda liyakatsız olduğum halde, haydi hüsn-ü zannınıza binaen bu fakire bir üstadlık ve tebaiyet noktasında bir âlim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmi ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır, hadîste gösterilen ecri alırsınız. (Lem'alar, 167 )

 

Mustafa Sungur Ağbey defalarca bize anlatmıştı Bediüzzaman’ın şu sözlerini: Kardeşim, ben Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Nüktesini okurken, 400 ayet yardımıma koşuyordu ve ben 10 bin defa bu nükteyi okumuşum.

 

3 RİSÂLE-İ NUR VAHİY DEĞİLDİR; MUTLAK VAHİY OLAN KUR’AN İLE ZIMNÎ VAHİY OLAN HADİSİN HAKİKİ BİR TEFSİRİDİR

 

Evvela vahyin ne demek olduğunu anlayalım:

 

"Vahiy" kelimesi mastar olup lügatte, gizli konuşmak, emretmek, îma ve işaret etmek, acele etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak ve ilham gibi anlamlara gelmektedir. ( el-Cevherî, es-Sihah; ibn Manzûr, Lisânü'l-Arab, "VHY" maddesi.)

 

Bu kelime, Kur'an'da Allah'a ait bir fiil olarak kullanıldığı gibi, Allah'tan başkası için de kullanılmıştır. Bu sebeple sözlük anlamı itibariyle vahiy kavramı, ilâhî ve gayr-ı İlâhî vahiy şeklinde iki çeşit olarak tespit edilmektedir.(Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, 37; Turgut, Ali, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 79-80.).

 

Vahyin çeşitli kısımları bulunmaktadır. Vahiy namazda okunup okunmamasına göre iki kısma ayrılmaktadır:

 

3.1 Vahy-i Metlüv: Namazlarda okunabilecek olan mutlak vahiydir (Vahy-i Sarih)= Vahy-i Gayr-ı Metlûv=Zımnî Vahiy=Namazlarda Okunamayan Hadisler)

 

Sadece bu özellik Kur’an’a verilmiştir. Bu noktada Bediüzzaman hazretleri, diğer mukaddes kitaplar ile Kur’an arasında bile fark bulunduğunu ve Kelamullah tabirinin sadece Kur’an’a verilebileceğini açıklamatadır.

 

Hz. Peygamber'in yukarıda belirtilen vahy şekillerinden almış bulunduğu vahiylerden ekserisi âyetler, bir kısmı ise kudsî hadisler ve hadis-i şeriflerdir. Necm sûresi 4. âyette: "O, kendi arzusu ile söylemez, o (söylediği), kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir" buyurulmuştur. (el-Hadis ve'l Muhaddisûn,12; Kurtubî, Tefsîr, 75). Kudsî hadisler ve hadis-i şerifler vahy ve ilham yoluyla Peygamber'in söylediği sözler ve şeriatın ikinci kaynağı ise de, âyetler derecesinde değildirler.

 

Kur'ân, hadisi kudsî ve hadisin tarif ve vasıfları, okunan vahy ile okunmayan vahyin ne olduğunu ortaya koymaktadır: Kur'ân, Cebrail (a.s) vasıtasıyla Arapça lafız ve hak manalar da Hz. Peygamber'e vahy edilen, O'nun Allah'ın Rasûlü olduğuna delil ve insanların hidayeti ile doğru yolu bulmaları için bir düstur, okunması ile ibadet edilerek Allah'a yakınlık kazanılan, mushaflarda yazılı, Fatiha sûresi ile başlayıp Nâs sûresi ile sona ermiş, tevatür yoluyla kitap olarak bize kadar intikal etmiş ve Allah'ın koruması ile en ufak bir değişikliğe uğratılmaksızın nesilden nesile okunarak intikal edecek, beşerin bir benzerini meydana getirmekten aciz bulunduğu ilâhî kelamdır.

Bediüzzaman, mutlak vahiy olan Kur’an ile hadisleri de ayırıma tabi tutmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri bu ayırımı yaptıktan sonra metlûv vahyi bazı âlimler gibi sarih vahiy olarak vasıflandırmaktadır:

 

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hem beşerdir, beşeriyet itibariyle beşer gibi muamele eder; hem Resuldür, risalet itibariyle Cenab-ı Hakk'ın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder.

 

Vahiy iki kısımdır:

 

Biri: "Vahy-i sarihî"dir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur'an ve bazı ehadîs-i kudsiye gibi..

 

İkinci Kısım: "Vahy-i zımnî"dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasviratı, ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.

 

İşte her hadîste bütün tafsilâtına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasılki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennem'in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür." Bir saat sonra cevab geldi ki: "Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp, Cehennem'e gitti." Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın belig bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi.(Mektubat, 93 - 94 )

 

Bediüzzaman bırakınız kendi eserlerine vahiy demeyi, Kur’an’ın vahiy mahsulü olan diğer mukaddes kitaplardan da ayrı bir makama sahip olduğunu haykırmaktadır:

 

Kur'an der ki: "Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup, denizler mürekkeb olsa, Cenab-ı Hakk'ın kelimatını yazsalar, bitiremezler." (Kehf Suresi) Şimdi şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam, Kur'ana verilmesinin sebebi şudur ki: Kur'an, ism-i a'zamdan ve her ismin a'zamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah'ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır. Hem Semavat ve Arz'ın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitabdır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vasia-i muhita noktasında, bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i a'zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a'zamın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki, "Kelâmullah" ünvanı kemal-i liyakatla Kur'ana verilmiş. (Sözler, 134 )

 

3.2 İlahî Vahiy (Vahy-i Sarih ve Vahy-i Zımnî=Hakiki Vahiy) ve Gayr-ı İlahî Vahiy (İlhamlar)

 

3.2.1 İlahî Vahiy (Vahy-i Sarih ve Vahy-i Zımnî=Hakiki Vahiy)

 

Allah tarafından yapılan vahyin “ilâhî vahiy” kavramını, insanlık camiasından seçilip görevlendirilen peygamberler vasıtasıyla, insanların ve de cinlerin dünya ve ahiret hayatlarının mutluluğu için prensipler koyan ilâhî mesajlardan ibarettir. Buna hakikî vahiy de denilir. Hakîki vahiy kavramı; "Allah tarafından peygamberlere vasıtalı veya vasıtasız olarak ulaştırılan vahiy” olarak da tanımlanabilir. Bunu ayrıntılarıyla anlattık.

 

3.2.2 Gayr-ı İlâhî Vahiy=İlhamlar

 

Bediüzzaman’a itiraz eden cahiller, ilham ve vahyin farkını ondan öğrenmeye çalışmalıdırlar. Biraz sonra nakledeceğimiz Nur’dan parçalar bunun en açık delilidir.

 

Gayr-ı ilâhî vahye ilham da denmektedir. Kelime olarak ilham, “bir şeyi birden yutturmak” anlamında olup, ıstılah olarak “kalbe bir takım mana ve fikirlerin ilkâ edilmesi” anlamında kullanılır. “Allah’ın, kulun kalbine bıraktığı şey”, “feyz yoluyla kalbe bırakılan şey” tarzında da ifade edilmiştir. Istılahî anlamdaki vahiy, peygamberlere has bir keyfiyet iken, ilham daha umumî bir karakter taşır. Veli kulun kalbine gelen ilham, meleklere yapılan ilham, hatta arı gibi hayvanlara yapılan ilhama kadar şümullü bir ifadedir. Kur’an-ı Kerim’de “ilham” kelimesi sadece Şems suresi 8. âyette geçer. Bu surenin başında yüce Allah, güneşe ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza kasemden sonra, “Nefse ve onu en güzel bir biçimde şekillendirip fücur ve takvasını ilham edene yemin ederim ki, nefsini arındıran muhakkak kurtulmuştur. Onu kirleten de, hüsrana uğramıştır” buyurur. (Şems, 8-10).

 

Gayr-ı ilâhî vahiy, Kur’an-ı Kerim’de çokça geçmektedir: Zekeriyya (a.s)'ın kavmine yaptığı vahy gibi "Derken Zekeriyya mescidinden kavminin karşısına çıkıp onlara; sabah-akşam tesbihte bulunun" diye vahyetti" (Meryem,19/11); "Ve şeytanların birbirlerine yaptığı vahiydir"; (el-En'am, 6/121). Vahy kelimesi ilk âyette "işaret" manasında ikinci âyette ise "gizli söylemek ve fısıldamak" manasında kullanılmıştır. Ilahî vahy anlamında kullanılan vahy kelimesinin 71 tanesi Hz. Peygamber (s.a.s)'e yapılan vahy ile ilgilidir. Geriye kalanları ise cansız olan "arz"a yapılan vahy (ez-Zilzâl, 99/4, 5) semaya yapılan vahy (Fussilet, 41/12) bal arısına yapılan vahy (en-Nahl, 16/68, 69), meleklere yapılan vahy (el Enfâl, 8/12) Hz. İsa'nın Havarîlerine yapılan vahy (el-Mâide 5/111) Hz. Musa'nın anasına yapılan vahy (el-Kasas, 28/7)'dir. (Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 37 vd.; Abduh, VII, 422-423).

 

Allah’ın veli kulları ilhama mazhar oldukları gibi, hassas ruhlu sanatkârlar, şairler, kendi sahasında fani olmuş ilim adamları da ilhama mazhar olmaktadırlar. Bunlar, hayatın günlük akışı içinde başkalarının göremediğini görürler, sezemediğini sezerler, hissedemediğini hissederler. Bir başka ifadeyle, bilginin bambaşka bir boyutunda yer alan kimi sezgiler ve dimağlar, bize göre verimsiz gibi gelen bir zeminden diriltici sular, ilâhî temaslar elde edebilirler. Hatta, belli bir meseleyi, uzun bir müddet çok uğraşmamıza rağmen çözemezken, bir gün aniden onun çözümünü içimizde buluruz. Bütün bilgi basamaklarını atlayarak bizi ani bir şekilde sonuca ulaştıran bu kabiliyetimiz hadsden (sezgiden) başka bir şey değildir.

 

İlhama mazhariyetle elde edilen bilgi, çoğu kere o şahsı ilgilendiren cüzî şeyler içindir. Yani, ya sıkıntılı halinde gelen bir teselli veya içinden çıkamadığı bir müşkilin halli veya kendisi ve çevresiyle ilgili geleceğe yönelik bir müjde şeklindedir.

 

Kalbine ilham gelen kişi, bunun ilâhî menşeli olduğunu hissederse, kendisi onunla amel eder. Nitekim Hz. Musa’nın annesi kalbine gelen ilhama göre hareket etmiş, küçük Musa’yı sandık içinde Nil’in sularına bırakmıştır.

 

İlham meselesini en güzel şekilde kaleme alan Bediüzzaman Hazretleridir. Onu bu konuda dinlemek gerekmektedir:

 

Amma sair kelimat-ı İlahiye ise: Bir kısmı, has bir itibar ile ve cüz'î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz'î tecellisi ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ en cüz'îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra, avam-ı melaikenin ilhamatıdır. Sonra, evliya ilhamatıdır. Sonra, melaike-i izam ilhamatıdır. (Sözler, 134 )

 

Başka bir eserinde ilham ile alakalı daha ayrıntılı bilgi veren Bediüzzaman şöyle demektedir:

 

Sadık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbaniyedir, fakat iki fark vardır:

 

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır.

 

Meselâ: Nasılki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini bir valiye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazan vasıta ile beraber bir içtima yapar. Sonra ferman tebliğ edilir. İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.

 

Öyle de Padişah-ı Ezelî'nin umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat hâlıkı ünvanıyla, vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi, her bir ferdin, her bir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususî bir surette fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

 

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pekçok enva'larıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّىâyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı. (Asa-yı Musa sh. 117-119 )

 

4 KALBE İHTÂR EDİLDİ VE BANA YAZDIRILDI GİBİ TABİRLER İLHAMIN İŞARETLERİDİRLER

 

Bediüzzaman hazretlerinin kullandığı “kalbe ihtar edildi” ve “yazdırıldı” gibi ifadeleri, Nurların vahiy olduğuna işaret gibi yorumlayan câhiller, anlaşılan eski âlimlerin eserlerini de okumamışlardır. Bu ifadeler ehl-i sünnet âlimleri tarafından, “ilmîn vehbî olduğuna işaret etmek” yahut ilham olduğunu anlatmak için kullanılmıştır. Bazı misalleri zikredelim:

 

1. “Ben kulumu sevdiğim zaman, onun gören gözü ve duyan kulağı olurum” manasıdaki hadis-i kudsî ilham ile açıklanmıştır.

 

2. Hz. Ali aynen şöyle buyurmaktadır: “İnsanın en şaşılacak uzvu kalbidir. Onun çok hikmetleri vardır. Kalbine bir sünuhat geldiğinde…..” (Nehc’ül-Belâğa).

 

3. İbn’ül_kayyım şunu anlatmaktadır: “Nefsim şerî’atın tevil ve tefsiri konusunda delillere aykırı şeyle ilka eyledi. Ben de Allah’a iltica ettim ve bunun hakiki manasının kalbime ilham edilmesini istedim. Kur’an’ı okumaya devam ettim ve dersim Sure-i Yusuf idi. " قال معاذ اللّه إنه ربي أحسن مثواي " âyetine kadar geldim. Burada kalbime gelen ilham ile manayı anladım ve hatamın farkına vardım ve sanki o hakikata muhatap kılındım.” (İbn’ül_kayyım El-Cevzî, Sayd’ul-Hâtır adlı eser.

 

Şimdi bütün bunları dinledikten sonra Bediüzzaman’ın aşağıdaki ifadelerini anlayabiliriz ve ilham olduğuna rahatlıkla hüküm verebiliriz:

 

[Gayet ehemmiyetli bir nükte-i i'caziyeye dair, birden ihtiyarsız, mağribden sonra kalbe ihtar edilen ve sure-i قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ ın zahir bir mu'cize-i gaybiyesini gösteren uzun bir hakikata kısa bir işarettir.]

 

İşte yalnız mana-yı işarî cihetinde bu sure-i azîme-i hârika: "Kâinatta adem âlemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insî ve cinnî şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz." Peygamberimize ve ümmetine emrederek, her asra baktığı gibi mana-yı işarîsiyle bu acib asrımıza daha ziyade, belki zahir bir tarzda bakar; Kur'an'ın hizmetkârlarını istiazeye davet eder. Bu mu'cize-i gaybiye, beş işaretle kısaca beyan edilecek.

 

Eğer beraber olsa, Miladi bin dokuzyüz yetmişbir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak. (Asa-yı Musa sh. 85-88 )

 

Bediüzzaman Hazretleri, ilham ve işârî tefsire dayanarak 1971 olaylarını 50-60 sene evvel bildirdiyse ve bu da doğru çıktıysa, bunu İstanbul’un fethini haber veren âlimlerinki gibi ilham ve keşif mi diyeceğiz, yoksa vahiy aldığını söylüyor deyip tahrifat mı yapacağız?

 

Başka bir misal zelzele ile alakalı bu zamana kadar yazılan Kelam kitaplarında bulamayacağımız kıymetli bilgileri ihtiva eden 17. Söz ile alakalı şu tesbitleridir:

 

Manevî ve ehemmiyetli bir canibden şimdiki zelzele münasebetiyle altı-yedi cüz'î suale karşı yine manevî ihtar yardımıyla cevabları kalbe geldi. (Sözler sh. 171 )

 

Fakat o zındıktan ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kur'an güneşini üflemekle söndürmeğe, aptal çocuklar gibi ahmakane ve divanecesine çalışmaları hikmetiyle, bana gayet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir halette bu Onuncu Mes'ele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalarla görüşemediğim için hakikat-ı hali bilemiyorum. (Sözler sh. 461 )

 

Kur'anda "Lafzullah"ın tevafukundan çıkan bir lem'a-i i'cazı gösteren yaldız ile bir Kur'an yazdırıldı. (Mektubat sh. 183 )

 

Bu zamana kadar yazılan tevhid delilleri konusundaki en muhteşem eser olan Âyet’ül-Kübrâ hakkında şu kelimeleri kullanması gayet manidardır ve haklıdır:

 

Bu "Yedinci Şua" bir mukaddime ve iki makamdır. Mukaddimesi dört mes'ele-i mühimmeyi; Birinci Makamı, Âyet-i Kübra'nın tefsirinden Arabî kısmını; İkinci Makamı, onun bürhanlarını ve tercümesini ve mealini beyan ederler.

 

Bu gelen mukaddime lüzumundan fazla izah edilmekle beraber, bir derece uzun olması ihtiyarsız olmuştur. Demek ihtiyaç var ki, öyle yazdırıldı. Belki de bir kısım insanlar bu uzunu kısa görürler. (Şualar sh. 99 )

 

Kaldı ki Bediüzzaman Hazretleri, bu Kur’an’dan alınan reçetelerin ilham yoluyla telif edildiğini ve kendisinin de Kur’an’ın talebesi olduğunu açıkça haykırmaktadır:

 

Bu zamanda gayet kuvvetli ve hakikatlı milyonlarla fedakârları bulunan meşrebler, meslekler, tarîkatlar, bu dehşetli dalalet hücumuna karşı zahiren mağlubiyete düştükleri halde benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz ve mütemadiyen tarassud altında, karakol karşısında ve müdhiş, müteaddid cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi benden tenfir etmek vaziyetinde bulunan bir adam, o mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan Risale-i Nur'a sahib değildir ve o eser onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur'an-ı Hakîm'in bu zamanda bir nevi mu'cize-i maneviyesi olarak rahmet-i İlahiye tarafından ihsan edilmiştir.

O adam, binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kur'aniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur'da öyle parçalar var ki, bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yemin ile temin ediyorum ki, Eski Said'in (R.A.) {(Haşiyecik): Bazı müstensihler, bu bîçare Said hakkında (R.A.) kelimesini bir dua niyetiyle yazmışlar. Ben bozmak istedim, hatıra geldi ki: "Allah razı olsun" manasında bir duadır, ilişme. Ben de bozmadım.} kuvve-i hâfızası da beraber olmak şartıyla o on dakika işi on saatte fikrim ile yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum ve o bir günde altı saatlik risale olan Otuzuncu Söz'ü ne ben ve ne de en müdakkik dindar feylesoflar altı günde o tahkikatı yapamazlar ve hâkeza... (Şualar, sh. 683-684).

 

5 CAHİLLERİN DİLLERİNE DOLADIĞI BAZI KELİMELER VE GERÇEK MANALARI

 

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an’dan alınan ilham manasında bazı tabirleri kullanmıştır. Bir kısım câhiller, hem bu ta’birlerin eski ehl-i sünnet âlimleri ve mutasavvıflar tarafından kullanıldığını bilmeden ve hem de manalarını anlayıp ilham kavramından haberdar olmadan hemen hücuma başlamışlardır. Bunların bazılarını birlikte görelim:

 

5.1 “Tenezzül-ü İlâhî” kavramı

 

Yüce Allah’ın kendi icadı olan yarattıklarıyla, özellikle ahsen-i takvimde yarattığı insanlarla, onların hak ilahı olarak konuşmaya tenezzül buyurması anlamına gelir. Bütün canlı mahlûklarını konuşturan ve konuşmalarını bilen yüce Allah'ın kendisinin de konuşmasıyla onların konuşmalarına iştirak etmesi, ulûhiyet ve rubûbiyetinin/yaratıcılık ve idareciliğinin, hak mabut ve ilahlığının gereğidir. Allah'ın insanlarla konuşması demek, onların anlayacağı şekilde, akıllarının seviyesine göre onlara hitap etmesi, O'nun bir Yaratıcı olarak yaratıklarına karşı merhametiyle tenezzül buyurmasıdır.

 

Cenab-ı Hakkın kainatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki, O Rahman ki, hükümranlığı Arşı kaplamıştır. (Taha Suresi: 5.) ayetinde kinaye tariki ihtiyar edilmiştir.

 

Hissiyatı bu merkezde olan avam-ı nasa yapılan irşadlarda, belagat ve irşadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lazımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ı nasın fehimlerine göre ifade edilen Kur’an-ı Kerimin ince hakikatleri اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ ile anılmaktadır.

 

Yani, insanların anlayışlarına göre Cenab-ı Hakkın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir (nefret) ettirip kaçırtmamak için İlahi bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur’an-ı Kerimin üslupları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ı nasın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür.

 

Şeyh Abdülgani Nablusî Hazretleri bu ıstılahı şöyle kullanmaktadır:

 

İnsân-ı kâmil, tenezzülât-ı ilâhiyenin en son mertebesidir. Mülk, melekût, ervah âlemi ve saire onun zihnine ihsan edilmiştir. (شرح الوظيفة الشاذلية للعارف بالله رزق السيد عبده)

 

Bediüzzaman bu manayı şöyle açıklamaktadır:

 

اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü İlahîdir. Evet, bütün zîruh mahlukatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır. (Şualar ( 124 )

 

5.2 Teârüf-ü Rabbanî

 

“Teârüfü Rabbanî” kavramı, Yüce Allah’ın bütün varlıkları yaratan, sevk ve idare eden bir idareci/alemlerin Rabbi olarak, tenezzül buyurup kendini mahlukatına, bir lütuf olarak, tanıtmasını ifade etmektedir. Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, sonsuz ilim ve kudretini ilan edenah, elbette kendi sözleriyle de kendini tanıttıracaktır.

 

5.3 Mukabele-i Rahmanî

“Mukabele-i Rahmanî” kavramı, Rahman ve Rahim olan Yüce Allah’ın, her şeyleriyle kenAllahdisine muhtaç olan insanların isteklerine, -merhamet buyurup- karşılık vermesi anlamındadır. Mevcudatın en seçkini, en nazlısı ve yaratıcısına en müştakı olmakla beraber onların en fakiri, en acizi ve en muhtacı olan hakîkî insanların isteklerine ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek/onların isteklerine karşılık vermek yaratıcılık vasfının gereğidir.

 

5.4 Mükâleme-i Sübhanî

“Mükâleme-i Sübhanî” kavramı, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Allah’ın, her türlü kusurdan uzak olan vahiyle yaratıklarıyla -özellikle insanlarla- konuşmasını ifade etmektedir.

 

İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan konuşma sıfatı, elbette kuşatıcı, sonsuz bir ilim, sermedî/daimî, tükenmez bir hayatı taşıyan yüce Allah’da, kapsamlı, sonsuz, sınırsız ve sürekli bir şekilde bulunur. İşte vahiy de bu sonsuz mükâlemenin bir tezahürüdür/bu sayısız konuşmanın bir yansımasıdır.

 

5.5 İş'âr-ı Samedânî

“İş'âr-ı Samedânî” kavramı, hiçbir şeye muhtaç olmayan Yüce Allah’ın, her yönden kendisine muhtaç olan yaratıklarının -özellikle de insanların- bu ihtiyaçlarını yerine getiren bir merci olarak, varlığının en kuvvetli belgesi olan konuşmasıyla kendini onlara bildirmesi, her an ilim ve kudretiyle yanlarında hazır ve nazır olduğunu hissettirmesi anlamına gelmektedir. Yaratıklar içerisinde en sevimli, en sevecen, hayatında en endişeli/en kaygılı, sırtını vereceği bir istinat noktasına en muhtaç, sahibini ve yaratıcısını bulmaya en müştak olan –insanoğlu gibi- mahluklarının ruhlarına bir iştiyak, bir muhabbet vermekle beraber, onları fakir ve âciz yaratan Allah'ın, aynı zamanda her derde devayı yetiştirebilecek bir kuvvet ve kudrete sahip olan kendi zâtını onlara konuşması ile bildirmesi, Ulûhiyetinin bir gereğidir.

 

6 BEDİÜZZAMAN GAYBI BİLDİĞİNİ ASLA İDDİA ETMEMİŞTİR; GAYBI SADECE VE SADECE (ALLAH’IN BİLDİRMESİ ŞARTIYLA) PEYGAMBERLER VE ALLAH’IN KENDİLERİNDEN RAZI OLDUĞU KULLARI BİLİR

Biz bu konuyu aslında İşârî tefsir ve cifir ilmi ile alakalı makalemizde uzun uzun anlattık. Ancak burada konunun başka yönünü açıklayacağız.

Evvela şunu açıklayalım ki, bu konudaki âyet ve bu âyetin Ehl-i Sünnet tarafından yapılan izah ve tefsiri şudur:

Gayb, duygu organları ile veya hesap ile tecrübe ile anlaşılmayan şey demektir. Gaybı ancak Allah bilir. O, Âlim-ül-gayb [gaybı bilen]dir (Haşr 22) ve Allâmül-guyûb [gaybları en iyi bilen]dir. (Sebe 48) Bu konudaki birkaç âyet meali şöyledir: (Allah’ın, gaybları en iyi bilen olduğunu hâlâ anlamadılar mı?) [Tevbe 78] (De ki: Gaybı bilmek Allah’a mahsustur.) [Yunus 20].

Ancak Allahü dilerse, Peygamberlerine bazı gayblarını bildirir. Bu konudaki iki âyet meali şöyledir: (Allah size gaybı bildirmez; fakat dilediği ve razı olduğu elçilerine gaybı bildirir.) [Al-i imran 179]. (Allah gayba kimseyi muttali kılmaz; ancak dilediği Peygamber müstesna. Çünkü her Peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar.) [Cin 26, 27].

İbn-i Ataullah İskenderî Hazretleri, Kur’an’ın “resul” kelimesini özellikle zikrettiğini ancak “razı olduğu kişiler” cümlesi içine “veli, sıddık ve benzeri” şahısların da gireceğini anlatmaktadır. Demek ki, Peygamberler mu’cize olarak, evliyalar ise keşif ve kerâmet yoluyla Allah isterse gayba vâkıf kılınabilirler. Hz. Ömer’in kumandanı Sâriye’ye ta Medine’den talimat vermesi gibi. (Kurtubî, El-Câmi’ li Ahkâm’il-Kur’an, Bu âyetin tefsirine bkz.)

Ayrıca gayb, derece derecedir. Gaybın en derin noktasını ne bir peygamber, ne de bir veli bilemez. Ezelî kaderin vukua çıkma, tezahür etme zamanı yakınlaştıkça, o hadise gayb hazinesinden yavaş yavaş ayrılıp, insanın kavrayış ufkuna, dünya semasına doğru gelir. Denizin ta dibindeki cisim görünmez. Ama dipten ayrılıp yüzeye doğru gelen cisim, yüzeye yaklaştıkça kuvvetli gözler tarafından görülür. İşte gaybın, derinliklerinden ayrılıp şehadet âlemine doğru yaklaşan olayları da, basiret gözü açık olan bazı keşif erbabı görebilir.

Bediüzzaman gaybı bilmeyi “vahye mazhar resullerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb” diye kanaatini açıklıyor. Böyle bir zata nasıl gaybı bildiğini iddia etmiş denilebilir. İşârî tefsir yoluyla bazı gaybî habberleri Kur’an ve hadislerden çıkarmak başka, gaybı bilmek tamamen başkadır.

İbn-i Kemal bu ilmin ehemmiyetini "Er-Risâlet'ül-Münîre" adlı eserinde şöyle belirtmektedir:

“Büyük evliyâların kerâmetleri de böyledir. Müşkil ve zor meselelerin istihrâcı gibi. Yani evliyâlar, Kur'ân âyetlerinden, hatta her kelimesinden ve harfinden ve hatta Resûlullah'ın hadislerinden bazı mühim ve müşkil hakikatları istihrâç etmişler¬dir. Bu onlara ilhâm nuruyla müyesser olur (sh.8)”.

Bakalım Bediüzzaman ne diyor:

اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ Veyahut: Gayb-aşinalık dava eden Budeîler gibi ve umûr-u gaybiyeye dair tahminlerini yakîn tahayyül eden akılfüruşlar gibi, senin gaybî haberlerini beğenmiyorlar mı? Gaybî kitabları mı var ki, senin gaybî kitabını kabul etmiyorlar. Öyle ise, vahye mazhar resullerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb, kendi yanlarında hazır, açık tahayyül edip ondan malûmat alarak yazıyorlar hülyasında bulunuyorlar. Böyle, haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfüruşların tekzibleri, sana fütur vermesin. (Sözler sh. 388-389)

İlimden nasibi olmayan câhillere ne diyelim?

 

7 RİSÂLE-İ NUR KUR’AN’IN MU’CİZE-İ MANEVİYESİ NE DEMEK?

 

Maalesef Kelam ilminden nasibi olmayan bazı ulem-i sû’, bu meseleyi de dillerine dolamaktadır. Aslında şu kelâmî kaideleri bilseler, ağızlarını kapatabilirler.

 

Evvelâ, bütün ehl-i sünnet âlimleri, Peygamberlerin eliyle bize gelen harikulade hallere mu’cize ve evliyalar eliyle gelenlere ise kerâmet yahut ikram-ı ilâhî tabirini kullanmaktadırlar. Bu konuda ihtilaf yok denebilir.

 

Sâniyen, Abdülkadir Geylânî ve İmam Rabbânî gibi evliya elinde görülen harikulâde haller, kendileri için kerâmet; ancak Kur’an yahut Resulüllah için ise bir mu’cizedirler. Farklı ilimlerde 600 eser yazan İmam Suyutî ve Fahredin Razi’nin bu halleri, olağanüstüdür; kendileri için keramet ancak Üstad-ı külleri olan Resulüllah yahut Kur’an için manevî bir mu’cizedir.

 

İşte bu manada Bediüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur için hakiki ve manevî tefsir demiş ve bazı yerlerde de Kur’an’ın mu’cize-i manevisi tabirini kullanmıştır. Bunu açıklayan Zübeyr Gündüzalp şöyle demektedir:

 

Ey Risale-i Nur! Senin Kur'an-ı Kerim'in nurlarından ve mu'cizelerinden geldiğine, Hakk'ın ilhamı, Hakk'ın dili olup onun emri ve onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına, artık şek şübhe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak te'lif ve tertib ve tanzim olunan, müzeyyen ve mükemmel, fasih ve belig nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görünmüyor. Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere âyât-ı beyyinat-ı İlahiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha bir çok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u Arabiyeyi hâmil olduğu gibi, sen dahi bir çok yücelikler sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde, talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. İşte bu hal senin bir mu'cize-i Kur'an olduğunu isbat ediyor. (Konferans sh. 83-84 )

 

Bediüzzaman ise bunu ne güzel ifade ediyor:

 

O büyük davayı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o davanın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur'an-ı Hakîm'in mu'cize-i maneviyesinden neş'et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dava vekili bulunan Risale-i Nur'dur. (Asa-yı Musa, 21 )

 

Madem Risale-i Nur, bu mu'cize-i kübranın elinde bir elmas kılınç hükmünde hizmetini göstermiş ve muannid düşmanlarını teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hem hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur'aniyenin dellâllığını yapan ve ondan başka me'hazı ve mercii olmayan ve bir mu'cize-i maneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi tam yapıyor ve aleyhindeki dehşetli propagandalara ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış ve dalaletin en sert kuvvetli kalesi olan tabiatı, Tabiat Risalesi'yle parça parça etmiş ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Musa'daki Meyve'nin Altıncı Mes'elesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü, Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp, nur-u tevhidi göstermiş. (Sözler sh. 155 )

 

8 NETİCE

Bedîüzzaman'ın kelâmda müceddid, mu’asırları arasında mümtâz bir yeri olan müfessir, yüzlerce hadisi, senedleriyle birlikte nakledecek kadar muhaddis ve kısaca akranlarının fevkınde bir islam âlimi ve dahi olduğunda, dost ve düşmanları ittifak halindedirler. Gerçekten Bedîüzzaman'ın, islamî ilimlerin temelini teşkil eden ve içlerinde "Mirkât" gibi islam nazarî hukukuna ait usul-ı fıkıh metni; islam felsefesi ve kelâm hakkında Adududdin El-Îcî tarafından kaleme alınmış müstesna bir eser olan "Mevâkıf"; Mantık ilminin özeti demek olan "Süllem" ve benzeri 90 çeşit kitabı hâfızasına aldığı, bunları üç ayda bir evrad gibi tekrar ettiği ve Arap Dilinin en mükemmel lügati olan "Kamus"u "Sin" harfine kadar kelimesi kelimesine ezberlediği, çok iyi bilinen ilmî cihetlerindendir. Bu kesbî gayrete bir de Allah'ın ihsânı demek olan muhâkeme, zekâ ve vehbî diğer vasıflar ek¬lenince, mu'âsırları tarafından "Bedîüzzaman" yani za¬manın eşsiz bir allâmesi ünvanıyla vasıflandırılmaması için hiç bir sebep kalmamıştır.

 

Bedîüzzaman'ın diğer islam âlimlerinden en ayırıcı özelliği, asırlarca islam âlimleri arasında ihtilâf vesilesi olmuş ve bir türlü halledilememiş bir kısım itikadî mese¬leleri, asrımızın insanının anlayışına uygun olarak farklı bir metodla izah edebilmesidir. Buna ilim ve san’at asrı olan asrımızdaki bir kısım felsefî meseleleri de eklerseniz, Bedîüzzaman gibi bir allâmeye ve Risâle-i Nur gibi bir Kur’an tefsirine olan ihtiyacı daha iyi takdir edersiniz.

 

Burada bir tesbitimi belirtmek istiyorum: Asrımızın mümtaz âlim ve müfessirlerinden olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur’an Dili adlı eserini mütâla’a ettim. O büyük allâmenin, bütün ilmî vukufuna ve aklî dirayetine rağmen, 21 meselede son sözü söyleyemediğini ve söylese dahi ancak islamî ilimler alanında belli bir mertebeye ulaşmış insanların ona mu¬hatap olabileceğini gördüm.

 

Bu meselelerin, ruhun mahiyeti ve isbatı, kader meselesi, haşrin isbatı, mi’racın cesedle mi ruhla mı gerçekleştiği meselesi, Allah'ın is¬batı ve benzeri itikada ait meseleler olduğunu sadece hatırlatmakla yetiniyorum.

 

Hâlbuki Bedîüzzaman, ölümden sonra tekrar dirilmek demek olan haşir meselesini, İbn-i Sina gibi bir dahinin "Haşir aklî metodlarla anlaşılabilecek bir mesele değildir; nasıl nakledildiyse öyle iman ederiz" demesine rağmen, 10. Söz adını verdiği eserde öylesine izah ve isbat etmiştir ki, neticede "Bu eserimi idrâk ve iz’anla iki defa mütâla’a et; eğer haşir meselesini iki kere iki dört eder derecesinde anlamazsan, gel iki parmağını gözüme sok" hükmünü, okuyanın vicdanı tefessuh etmemek şartıyla, bir tahdis-i nimet olarak ilan etmektedir. (Said Nursi, Sözler, 10. Söz)

 

Eski Kelâmcıların ancak büyük âlimleri muhatap ala¬rak müstakil kitaplarda halletmeye çalıştığı; mesela Sa’deddin Teftezânî'nin Telvîhât başlığı altında 40 küsur sayfada izah edebildiği Kader ve Cüz’î irade meselesini, 5-10 sayfa içinde ve hem de herkesin anlayabildiği şekilde izah edebilmesi, zikredilmesi gereken mühim yönlerindendir. (Said Nursi, Sözler, 26. Söz, Kader Risâlesi) Hatta bir zamanlar Pakistan Maarif Nazırlığı yapan Ali Ekber Şah, kader meselesi ile alakalı bir meselesini, 40 sene dolaştığı İslam âleminde halle¬demediği halde, Bedîüzzaman'la yaptığı 40 dakikalık sohbet neticesinde hallettiğini, Türkiye'den ayrıldıkdan sonra uğradığı Mısır'da Cumhuriyet Gazetesinde bir ma¬kale halinde neşretmiştir.

 

Özellikle materyalizmin tek hedef haline getirdiği Allah'ı inkâr hareketleri karşısında, asrın idrâkine uygun tarzda tevhid yani Allah'ın varlığı ve birliği hakkındaki Kur’an âyetlerini fevkalade bir şekilde tefsir etmesi ve vicdanı tefessuh etmişlerin dışında akıl ve idrâk sahibi herkese Allah'ın varlığını isbat etmesi, yine zikredilmesi gereken misallerdendir. Kâinatın varlığını tabiata ve sebeplere veren zihniyeti tabiat risâlesiyle altüst eden Bedîüzzaman, 30. Söz ile felsefenin dinsiz kesimini susturmuş; 22. Söz ile de gerçek tevhid inancının esaslarını bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.

 

Geçenlerde elime geçen Allah maddesi ile alakalı bir Ansiklopedi maddesinde, Bedîüzzaman'ın fevkalade izahlarından habersiz gibi görünen bir ilim adamımızın, Allah maddesini hicrî 5. asırdaki bir mü’mini muhatap kabul ederek kaleme almış olması ve bir üniversite gencinin de, bana göstererek, "hocam, böyle bir ansiklopedide, Allah inancı asrımızın insanı da göz önüne alınarak yazılamaz mıydı?" diye sorması, Risâle-i Nur gibi bir Kur’an tefsirinden istifade etmemekte direnen ilim adamlarımızın acı hallerini gözlerimin önünde canlandırmıştır. Yeni neslin bîgâne kalmamasını ümit ediyorum.

 

Siz, misal olarak zikrettiğimiz bu üç meseleye, mi’râcın mahiyeti ve isbâtını, arş-ı a’zam, kab-ı kavseyn gibi İslamî ıstılahların gerçek ve ma’kul manalarını; Kur’an'ın mu’cize olduğunun isbatını; meleklerin ve ruh aleminin isbatını ve kısaca asrımızda gündeme gelen ya¬hut itiraz edelin iman ve islam hakikatlarına dair her türlü izahı da ekleyebilirsiniz. Ve bu denilenlerin isbatı için 6000 sayfayı bulan Risâle-i Nur'u mütala’a edebilirsiniz.

 

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Link to comment
Share on other sites

05 Aralık 2014 Cuma 13:55

 

İslamoğlu'nun Said Nursi'ye iftirasının kaynağı belli oldu

 

Mustafa İslamoğlu'nun yeni kitabında yer alan Risale-i Nur'a ve Said Nursi'ye dair iftiraların kaynağı belli oldu

 

 

 

*Mustafa İslamoğlu'nun yeni kitabında yer alan Risale-i Nur'a ve Said Nursi'ye dair iftiraların kaynağı belli oldu: Saadettin Merdin.*Öteden beri Said Nursi'ye ve Mevlana'ya iftira atmakla bilinen Abdulaziz Bayındır'ın başkanı olduğu Süleymaniye Vakfı*tarafından yayınlanan İslam'ın Pavlusları adlı kitabı bolca İslam büyüklerine ve selef-i salihine iftira içeriyor.**Meselâ, 25. Söz'de geçtiği iddia edilen şu sözün tahrifli hali hem Merdin'in kitabında hem internette yayınlanan makalelerinde*görülüyor: . ‘Kur’ân ve Risâle-i Nur; arş-ı azamdan, İsm-i azam’dan ve her ismin azamlık mertebesinden nüzul ile…" Bu cümlede "ve Risale-i Nur" ibaresi Saadettin Merdin'in eklemesi…**Mustafa İslamoğlu, yeni kitabı Kur'ân'ı Anlama Yöntemi'nde bu*tahrifli iktibası*hem aynen iktibas ediyor hem*Saadettin Merdin'in notunu sorgulamadan*"Nurcular bu gidişle dinden kopacaklar" söylemine dayanak yapıyor.*Bediüzzaman'ın "Bana yazdırıldı…" gibi kullandığı, kulluk nezaketi icabı, Kur'ân talebeliğini hatırlatan ifadelerinden hoyratça "Ben *de Peygamberim!" hükmü çıkaran Saadettin*Merdin'in, Bediüzzaman'a tuhaf cümleler de söyletiyor:*"Bazı kelimeleri ebced hesabı tutsun diye attım. Ama iyi ki, atmışım. Hem ebced hesabı tuttu, hem de böyle mana daha güzel oldu…"*Mustafa İslamoğlu'nun paralel din iddiası bahsinde yeni eserindeki iktibası ise aynen şöyle: “Kur’an ve Risale-i Nur arş-ı azamdan, ism-i azamdan ve her ismin azamlık mertebesinden nüzul ile ezel ve ebed ve şu anı ve bütün gaybî âlemi ve tüm beşeri ve kevni hadiseleri kuşatan ve tasarrufu altına alan kelimetullahtır ve semavidir” (25. Söz)*Daha vahim olanı ise, Mustafa İslamoğlu'nun "Risaleleri Kur'ân'a vurdum" diyerek doğrudan Risale'den aldığını iddia ettiği cümlenin Saadettin Merdin'e ait oluşu değil. Saadettin Merdin'in de 60'lı yıllarda yayınlanan*1931 doğumlu ilahiyatçı Yaşar Kutluay'ın makalesinden-Risalelere bakarak değil, yine taklit ve intihalle- almış olması…*Bu yıllarda, rejimin özellikle Diyanet İşleri ve din adamları üzerinden Said Nursi ve eserlerini karalama kampanyasının ürünlerinden olan genel kurmay siparişi makale vahim hatalarla dolu…*MERDİN BİR DE KOPYACI*Bediüzzaman Said Nursi'ye çok ağır hakaret ve suçlamalardan geri kalmayan Saadettin Merdin'in halen satışta olan Tanrıya Koşan Fizik adlı kitabının hikayesi ilginç… Tanrıya Koşan Fizik kitabının yarısından fazlası, Yamina Bougenaya, Metin Karabaşoğlu ve Senai Demirci'nin ilk baskısı İz Yayıncılık'tan olan*"Bilimin Öteki Yüzü"*kitabının tamamına yakınının kopyası…

Link to comment
Share on other sites

Mustafa İslamoğlu attığı iftiranın aynısını kendi gördü

 

Mustafa İslamoğlu Bediüzzaman Said Nursi´ye yaptığı iftiranın aynısını kendisi gördü. Adeta Peygamber Efendimizin (sav.) „Kınamayınız, kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz.“ (Tirmizi, Kıyamet, 53, no: 2507; Beyhaki, Şuabu'l-İman, 5/315, no: 2778; bk: Keşfu'l-Hafa, 2/265) hadisi tecelli etti. Bir başka hadise göre Resûlullah minbere çıkıp şöyle nidâ etti: „Ey diliyle Müslüman olup da kalbine iman nüfuz etmemiş olan (münafık)lar! Müslümanlara eza vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zira, kim Müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa, onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rüsvay eder.“ (Tirmizî, Birr 85, 2033).

 

Peki ne mi oldu? Sırasıyla bir bakalım.

 

15.11.2014 günü Mustafa İslamoğlu´nun kitabı “Kur’an’ı Anlama Yöntemi” piyasaya çıktı. Bu kitap´da İslamoğlu Bediüzzaman´ın eseri olan 25. Söz´den bir alıntı yapıyor. Bediüzzaman güya şöyle yazıyormuş: „Kur’an ve Risale-i Nur, arşı azamdan, ismi azamdan ve her ismin azamlık mertebesinden nüzul ile ezel ve ebed ve şu anı ve bütün gaybi alemi ve bütün beşeri ve kevni hadiseleri kuşatan ve tasarrufu altına alan kelimetillahtır ve semavidir.“ Halbuki böyle bir cümle, yani hem Kur´an´ın hem de Risale-i Nurlar´ın vahiy olduğu, asla ve asla Risale-i Nur´larda yoktur ve olamazda. Bu cümlenin orijinali şu şekildedir: „Kur’an, arşı azamdan, ismi azamdan ve her ismin azamlık mertebesinden nüzul ile ezel ve ebed ve şu anı ve bütün gaybi alemi ve bütün beşeri ve kevni hadiseleri kuşatan ve tasarrufu altına alan kelimetillahtır ve semavidir.“ Yani cümleye „ve Risale-i Nur“ eklenmiş.

 

Mustafa İslamoğlu kendisi bu cümleyi eklememiş. Bu cümle buraya nasıl girmiş? İslamoğlu hiç alıntı yaptığı Risale´ye bakmadan bu cümleyi Saadettin Merdin´den, o da 60´lı yıllarda kıtabı yayınlanan Yaşar Kutluay'dan almış. Yani İslamoğlu Risale´de geçtiğini düşündüğü cümleyi bir başkasının kitabından alıp, „Risale´de geçiyor“ diye kendi kitabına alıyor ve dolayısıyla Bediüzzaman´ı acımasızca eleştiriyor. Bırakın içeriğini, böyle bir hata akademik dünyada affedilmez bir hatadır. En basit üniversite öğrencisi bile böyle bir hatayı yapmaz. Kaldıki İslamoğlu böyle bir cümleyi okuduğunda „Acaba Bediüzzaman gibi bir alim böyle bir cümle kullanırmı? Orijinaline bir bakayım.“ demesi gerekmezmiydi? Hani kendi dediğine göre Risaleleri çok iyi tahkik etmişti? Bu nasıl bir tahkik? Şimdi ne olacak? O kitabı alan ve Bediüzzaman´ın söylemediği o cümleyi okuyan herkes haşa Bediüzzaman´ın Risalelere de vahiy dediğini zannedecek ve İslamoğlu her kitap başı bu büyük alime yaptığı inanılmaz iftira ve kul haklarıyla beraber yaşamını sürdürecek.

 

Neyse, konumuz bu değil. Bu konuyla ilgili bir çok makale kaleme alında zaten. Burada ilgimizi başka bir konuya çekmek istiyorum.

 

20.11.2014 günü, yani kitabın yayınlanmasından tam 5 gün sonra İslamoğlu´nun Bediüzzaman´a yaptığı iftiranın benzeri başına geldi. Cübbeli Ahmet Hoca İslamoglu´nun tefsirinde Abese Suresinde, İslamoğlu´nun Peygamber Efendimiz´e „kibirli“ dediğini ittia etti. Halbuki tefsirde ayetin dipnotuna baktığınızda – ki ben İslamoülu´nun Risalelere yaptığı aynı hatayı yapmadım ve bende olan tefsirinin 2. baskısına baktım - İslamoülu Peygamberimiz´e değil, Velid b. Muğire´ye ve/veya Ubey b. Kab´a kibirli diyor. Eğer dipnota bakılmaz ise sanki Peygamberimiz´e haşa kibirli deniliyor. Çünkü İslamoğlu´na göre Abese Suresinde „yüzünü ekşiten“ Peygamber Efendimiz değil, Velid b. Muğire´ye ve/veya Ubey b. Kab. Çünkü İslamoğlu´na göre Hz. Muhammed (sav.) yüz ekşitmezmiş. Hoş, aynı İslamoğlu „3 Muhammed“ kitabında Peygamberin abartılı yüceltildiğinden, onun da bir insan olduğundan bahsediyor. Ama aynı İslamoğlu Abese Suresine gelince Peygamberin tamamen insani bir duygu ve davranış olan yüzüne ekşitmek gibi bir fiili yapamayacağını belirtiyor. Ve çok enteresandır, İslamoğlu 21.11. tarihli Cuma hutbesinde „Benim Peygamber´e kibirli dediğimi söyleyenlere ve yayanlara hakkımı helal etmiyorum“ dedi. Peki o zaman İslamoğlu´na sormak gerekir. Bediüzzaman´ın Risale´lere vahiy dediği iftirası kitabında basılı ve bu iftira binlerce insana ulaştı/ulaşacak. Burada nasıl helallik istenilecek?

 

Dolayısıyla kader tecelli etti. İslamoğlu aradan sadece 5 gün geçtikten sonra Bediüzzaman´a yaptığı iftiranın benzeriyle karşılaştı. Kader adalet etti. İslamoğlu Peygamberimiz´e kibirli demedi, fakat Bediüzzaman´ın yazdı diye uydurduğu cümle nedeniyle belki böyle bir olay ile karşı karşıya geldi. Bu bağlamda İslamoğlu´na yine Bediüzzaman´ın bir eseri olan „Kader Risalesi“´yle bir hakikati hatırlatalım „Kader hakiki illetlere bakar, adâlet eder; insanlar, zâhirî gördükleri illetlere hükümlerini binâ eder, kaderin aynı adâletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip, hapsetti. Halbuki, sen sârık değilsin; fakat, kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat, kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmiş; hâkim ise, sen ondan mâsum olduğun sirkate binâen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte, şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlâhînin adâleti ve insan kisbinin zulmü göründüğü gibi; başka şeyleri buna kıyas et.“

 

 

Cemil Şahinöz, Risale Haber, 07.12.2014

http://www.risalehaber.com/mustafa-islamoglu-attigi-iftiranin-aynisini-kendi-gordu-16665yy.htm

Link to comment
Share on other sites

09 Aralık 2014 Salı 10:10

[h=1]İslamoğlu Risale-i Nur'u yine tahrif etti[/h]

Açıklamasında sehven dedi daha beterini yaptı

İbrahim Mert'in haberi:

 

RİSALEHABER-ÖZEL

 

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ve Risale-i Nur'ufikren eleştirmek yerine cümleleri tahrif ederek, kendi kafasından eklentiler yaparakhakaret eden Mustafa İslamoğlu yeni cevabında aynı tahrifatı bir kez daha yaptı.

 

TAHRİFATA "SEHVEN" DEDİ SAYFA NUMARALARINA SIĞINDI

 

Yeni kitabında Risale-i Nur'da olmayan kelimeleri cümleye ekleyerek Kur'an-ı Kerim'le Risale-i Nur aynı tutuluyormuş iftirasını yazan İslamoğlu,Risale Haber'de yayınlanan söz konusu haberecevap verirken aynı tahrifatçılığı bir kez daha yaptı.

 

Vakfının sitesinden "Said Nursi talebelerine... Kıymığı gösterip, ormanı saklamayın" başlığı ile açıklama yapan İslamoğlu, Risale-i Nur'a eklemeler yaptığına dair delilli haberleri "sayfa numaraları farklı" şeklinde kendini savundu.

 

Mustafa İslamoğlu ya kendisine yanlış aktarılıyor, ya okumuyor ya da okuduğunu anlamak istemiyor. Zira, Risale Haber yazarı Şahin Doğan, İslamoğlu'nun Risale-i Nur'un orjinal cümlesine kendi kafasından eklentiler yaptığını ispat etmesine rağmen yapılan açıklamada "sayfa numaralarına" sığınılıyor.

 

Aynı açıklamada yeni örnekler vermeye çalışan İslamoğlu ilk örneğinde yine tahrifat yaparakRisale-i Nur'da olmayan bir cümleyi ekliyor.

 

BU NASIL SAVUNMA?

 

İslamoğlu açıklamasına şöyle başlıyor:

 

http://www.risalehaber.com/d/other/islamoglu_tahrif2.jpg"Kur’an’ı Anlama Yöntemi adlı son eserimizin 342. sayfasında yer alan 99. Dipnotumuzda uzunca Risale-i Nur Külliyatından alıntılar yaptıktan sonra “En sonunda iş risaleleri Kur’an ile eşdeğer vahiy ilan etmeye gelip dayanıyor.” İfadesini kullanarak 25. Söz’den bir alıntı yapmıştık.

 

"Kitabın yayınlanmasından kısa bir süre sonra Nurcu gruplar bir çok alıntımızdan sadece birisine dayanarak kitabımızdaki tespitlerin tümünün bir iftira olduğunu öne sürdüler. İftira ettiğimizin delili olarak da 25. Söz’de böyle bir ifade geçmediğini belirttiler. Bu eleştiri üzerine ilgili dipnotu tekrar gözden geçirdiğimizde 25. Söz’deniktibas edilen paragrafın kitaba sehven eklendiğini fark ettik. Aslında o alıntıya gerek bile yoktu. Çünkü söz konusu iddia Risalelerin geneline yayılmış haldeydi.

 

"Risale-i Nur Külliyatının farklı yayınevlerinden farklı sayfa numaraları ve düzenlemelerle basılıyor olması metinleri alıntılarken karışıklıklar oluşmasına sebep olmakta. Dipnotlarımızı teyid etmeden kitabımıza almamalıydık. Bizler kusursuz olduğumuzu, eşsiz olduğumuzu iddia etmiyoruz. Her kul gibi sehven yanlışlar yapabileceğimizi, hatalar delilleriyle gösterildiğinde ise düzelteceğimizi beyan ediyor, Kur’an’dan öğrendiğimiz en önemli edebin eleştiri ve eleştirilebilirlik ahlakı olduğunu hatırlatıyoruz. Her ne ki eleştirilemiyorsa o ilah ediliyordur her kim ki sorgulanamıyorsa Allah’a eş koşuluyordur.

 

"Dolayısıyla adalet gereği söz konusu bölümü 2. Baskıda tashih ederek okuyucumuzla buluşturacağız. Hatamızı yapıcı bir üslupla bize hatırlatan kardeşlerimize bu vesileyle teşekkür ediyorum. Ancak bu ufak düzelti kitabımızın ilgili bölümündeki tespitlerimizi değiştirmiyor. En sonunda iş risaleleri Kur’an ile eşdeğer vahiy ilan etmeye gelip dayanıyor.” İfademizi yalanlamıyor, “Nursi’ye iftira ettiğimiz” anlamına gelmiyor.

 

"Nurcu grupların bir çok alıntıyı görmezden gelip sehven yapılmış bir hataya odaklanmalarının sebebi “Kıymığı gözümüzün önüne tutup ormanı göstermemeye çalışmak”tır. Kasten yapılmamışbir dipnot hatası Kitabımızda ifade ettiğimiz eleştiriyi nakzetmemektedir. Risalelerdenalıntıladığımız pasajlar farklı yayınevlerinden basılan farklı nüshalarda değişik sayfa numaralarıyla bulunmakta, bazen bir yayınevi Risalelerdeki bir bölümü başka bir kitabın içerisinde yayınlayabilmektedir. Risaleler’e dair eleştiriler sanki ilk defa duyuluyormuş gibi karşılanmamalıdır. Sonuçta sayfa numaraları ve yer değişikliklerine rağmen Nursi’nin sağlığındayken katiplerine yazdırdığı bölümler değiştirilmeden elimizdeki tüm baskılarda ve internette tüm okuyucuların ulaşabilecekleri yakınlıktadır. Alıntıladığımız bölümler karşılaştırılabilir.Nurcuların savunlarının ikinci yönü ağdalı Osmanlıca ile yazılan bölümlere getirilen tevillerdir. Bizler daha sonra yapılan tevillere değil metinlerde açıkça ne dedidiği ile ilgilenmeliyiz.

 

“…Said Nursî şöyle der: “Kur’ân’ın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!! …Peygamber devrinde Kur’ân’ın vahiy suretiyle inmesi gibi, her asırda, Kur’ân’ın arştaki yerinden ve manevi mucizesinden feyiz ve ilham yoluyla onun gizli gerçekleri ve gerçeklerinin kesin delilleri iniyor(1) .”

 

DİPNOTA BAK TAHRİFATI GÖR!

 

İslamoğlu ilk örneğinin dipnotunda mealen verdiği cümlenin aslının ne olduğunu ayrıntılı bir şekilde veriyor ama yine tahrif ederek, orjinalinde olmayan bir cümle ekleyerek. Dipnotu şöyle:

 

"(1) Şualar, Birinci Şua, Yirmidördüncü Ayet ve Ayetler, Üçüncü Nokta, c. I, s. 842. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Kur’an’ın gizli hakikatleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!! Tenzil’ül-Kitab cümlesinin sarih bir manası asrı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübîn'in nüzulü olduğu gibi, manayı işarîsiyle de, her asırda o Kitabı Mübin'in mertebe-i arşiyesinden ve mu'cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor...”

 

Risale-i Nur'un adı geçen bölümünde “Kur’an’ın gizli hakikatleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!!" cümlesi yok. Bunu da Mustafa İslamoğlu ya kendi uyduruyor ya da daha önceki alıntılarında olduğu gibi "Saadettin Merdin"in çalışmalarından alıyor.

 

Eleştirdiği kitabı okumayan veya yanlış okuyan birinin eleştirileri ne kadar dikkate alınırsa İslamoğlu'nun eleştirisi de o kadar dikkat alınır. Daha ilk örneğinde aynı tahrifata imza atan İslamoğlu'nun diğer örneklerini yayınlamaya gerek görmüyoruz.

 

İŞTE ORJİNALİ

 

Risale-i Nurdaki orjinal cümle şöyle:

 

http://www.risalehaber.com/d/other/risale_sualar.jpg

 

Üçüncü nokta: Resâili’n-Nur baştan başa ism-i Hakîm ve Rahîmin mazharı olduğundan, bu üç âyetin âhirleri ism-i Hakîm ile ve gelecek yirmi beşinci dahi Rahmân ve Rahîm ile bağlamaları münasebet-i mâneviyeyi cidden kuvvetlendiriyor. İşte bu kuvvetli münasebet-i mâneviyeye binaen deriz ki: تَنْزِيلُ الْكِتَابِ cümlesinin sarîh bir mânâsı; Asr-ı Saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübînin nüzulü olduğu gibi, mânâ-yı işârîsiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübînin mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i mâneviyesinden feyiz ve ilham tarîkiyle onun gizli hakikatleri ve hakikatlerinin burhanları iniyor, nüzul ediyor diyerek, şu asırda bir şakirdini ve bir lem’asını cenah-ı himayetine ve daire-i harîmine bir hususî iltifat ile alıyor.

 

Link to comment
Share on other sites

[h=1]Safa MÜRSEL[/h]http://www.risalehaber.com/s/i/font-01.gifhttp://www.risalehaber.com/s/i/font-02.gifhttp://www.risalehaber.com/s/i/font-03.gifhttp://www.risalehaber.com/s/i/font-04.gif

http://www.risalehaber.com/d/author/932_b.jpg

[h=3]‘Yürek Devleti’ bu değil…[/h]

12 Aralık 2014 Cuma 07:36

mustuncel@gmail.com

Beğendiğimiz fikirleri tebrik, beğenmediklerimizi tenkit, elbette bir haktır. Fakat tenkitlerimizde, hissiyatımızı ve günlük sıkıntılarımızın baskısını bir kenara koymayı bilmemiz gerekir. Manevi hizmetlere ilişkin tenkit ve tahlillerimizde bize düşen, öncelikle hak ve hakkaniyet çizgisinde durabilmektir. Yoksa, taşınması zor veballere gireriz. Hep söylendiği gibi, itibar kolay kazanılmaz ama, kolay kaybedildiği çoklukla vakidir.

Görüldüğü üzere herkesçe bilinen ve genel geçer ifadelerle yazıya başlamak ihtiyacını duydum. Çünkü, hakkın hatırını korumanın gereklerine hiç dikkat edilmediğini gösterir talihsiz bir tartışma ortamından geçiyoruz. Okuduğu metnin anlamını idrak ve intikal yeteneğine sahip olduğuna inandığım bir din adamı, Kur’an’ı anlamanın çağdaş kaynaklarından birisi olan Risale-i Nur eserleri üzerinde, orijinal metne sadakat özeninden yoksun, afaki bir yaklaşımla ve keyfi genellemelerle ilme ve ilim adamı ciddiyetine sığmayan, hayret verici menfi değerlendirmelerde bulunuyor.

İlahiyatçı yazar sayın Mustafa İslamoğlu’nun, Risale-i Nurlar’ın, mensupları, hatta müellifi Bediüzzaman tarafından vahiymiş gibi kabul edildiği yolundaki asılsız iddiasını, hakkı arama çabası olarak görmek mümkün değildir. Kur’an’ın rakipsiz bir vahiy; hem de “son vahiy” olduğunu tartışmak kimsenin haddi olmadığı gibi, Risale-i Nurları böyle bir itham altına sokmaya da kimsenin hakkı yoktur. Sayın yazar, görmek istediği bakış açısını, risalelere yükleyerek afaki yorumlarıyla hem okuyucuyu yanıltıyor, hem milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile olmuş risalelere büyük haksızlık yapıyor.

En sonunda iş risaleleri Kur’an ile eşdeğer vahiy ilan etmeye gelip dayanıyor” diyen Mustafa İslamoğlu, bu sözüyle Gayretullah kaygısı taşımayan bir ithama imza atıyor. Risaleleri “Kur’an ile eş değer vahiy ilan etme” beklentisi içinde olmak nasıl bir aklın tezahürüdür? Bediüzzaman bir soruya cevap verirken, konuyu aydınlatacak ve tevile mecali olmayan şu net ifadeleri dile getirir: “Bu kainatta ve her asırda en büyük makam Kur’an’ındır. Ve her harfinde ondan ta binler sevap bulunan Kur’an’ın hıfzı ve kıraati her hizmete mukaddem ve müreccahtır.”Risale-i Nur müellifi tarafından, rakipsiz tekaddüm mevkii, bu kadar güçlü ifadelerle tahkim edilmiş Kur’an-ı Kerim’e karşı, Risale-i Nurlar için, “Kur’an’a eşdeğer vahiy”ilan edilecek iddiasında bulunmak, arşı titretecek bir bühtandır. Böyle bir iddia, aklı başında birisinden değil, ancak ihtiyardan mahrum, istiğrak halindeki birisinden sudur edebilir.

Risale-i Nurlar, kendisine ev ödevi verilmiş bazı müstahdemler eliyle buna benzer haksız isnatlara geçmişte de maruz kaldı. Özellikle seçilmiş bazı misyon sahipleri, iman hizmetinin önünü kesmek maksadına, bilerek alet oldular. Yalan yanlış iddiaları yazdılar, çizdiler. Hepsi yaptıklarıyla başbaşa kalıp, mazinin nisyan vadilerinde kaybolup gittiler. Şimdi hiç hatırlanmıyorlar. Hatırlananlar ise, hayırla anılmıyorlar. Yazdıkları yalan yanlış kağıt tomarları, ibretli utanç belgeleri olarak kıyamete kadar arşivlerde kalacak. Ama Risale-i Nurların hizmeti, selim akıllarda, hüşyar kalplerde, sönmemiş vicdanlarda makes bulmaya devam edecek. Yegane “mehazı Kur’an” olan, “Kur’an’ı kıble yap”an risaleler, elli dile çevrilmiş haliyle rıza temelinde, “Kemalat–ı insaniye” hedefinde, dünya ölçeğinde irşada devam ediyor. Sayın İslamoğlu’nu elimde hiçbir delil yokken yukarıdaki adı geçen “müstahdemler” şümulüne sokmayı kesinlikle düşünmediğimi, özellikle tenzih ettiğimi bütün samimiyetimle ifade etmek isterim. Ama ne var ki, Risale-i Nur’u ve talebelerini, akide ve muhkemat alanında, mahiyeti tekfire varacak isnatlarını kabul etmemiz mümkün değildir.

Bediüzzaman’ı, en tenkit edilemeyecek yönlerden eleştirmeye kalkmak, nasıl bir araştırmacılıktır, havsalanın alacağı bir durum değildir. Okuduğunu anlama yeteneğine sahip bir din adamı asılsız iddiaları piyasaya sürmekle ne yapmak ister ve neyin peşindedir? Herkes “kendi mesleğinin revacına” çalışmak gerekirken, “soğuk rekabet” ve hatta kıskançlık kokan dayanaksız tenkitler, halis bir niyetin eseri olabilir mi? Maksat, “Yahudileşme Temayülü”ne haklılık kazandırmak mıdır, yoksa, “Yürek Devleti”ne müellif olmak mıdır? Açık ifade etmem gerekirse, “Yürek Devleti”nde, öncelikle “kalplerin ıslahı” öngörülmekle Risale-i Nur’un muhtevasıyla örtüşen bir anlam ve yöntem benzerliği bulmuş ve sevinmiştik. Hatta ciddiyetle sahip çıktık. Hüsnü zanlarımızı boşa çıkaran bu ikili kişilikten, biz şimdi hangisine itibar edelim?

İslam’ın muhkematını, esma temelinde asrın şüphelerinden arındırmayı amaç edinmiş bir külliyatı, “vahye eşdeğer” tutma iddiasında bulunmak, nasıl bir aklın marifetidir? Risale-i Nurları, vehimden öteye gitmeyen tevillerle vahiy namzedi gösterip, yüz yıl sonra yeni bir din haline dönüştürme beklentisi, kendisine mukayyet bir din adamının sözleri olamaz. “Yürek Devleti”nin öngördüğü kalp safiyeti, hevanın tahrikleriyle kirletilmemeli.

Yazıyı son bir notla bitireceğim. Bediüzzman, talebeleriyle Eskişehir hapsinde iken, farklı cemaatten de tutuklular vardır. Hapiste, azami uhuvvet ve takva içinde gördükleri nur talebelerini kendilerine çekmek için bir gayretin içine girerler. Fakat sonuç alamazlar. Başka bir koğuşta tek başına tutulan Bediüzaman, bu olaydan haberdar olur. Bu vesile ile yazdığı mektupta şöyle der: “Hariçteki irşada hevesli zatlar, Risale-i Nurun şakirtleriyle meşgul olmamalı. Çünkü üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takva dairesindeki talebeler irşada muhtaç olmadıkları gibi, hariçte kesretli namazsızlar var, onları bırakıp bunlarla meşgul olmak, irşad değildir.”

Birbirimizle uğraşmanın gereği yok. Eğer maksat dine hizmet ve tebliğ ise, imana ve İslam’a muhtaç milyarlarca insan var. Böylelerinin imdadına yetişmek, hepimizin ömrüne sığmayacak kadar bakir bir sahadır. Dünya-ahiret hesabını veremeyeceğimiz büyük davalara sapmaktansa, geliniz hepimize yetecek bu geniş dairede hizmete talip olalım. Hepimizin hedefi, birbirimizi çelmelemek değil, “Yürek Devleti”nin kalbi uyanık inançlı mensuplarını çoğaltmak olmalıdır.

 

Link to comment
Share on other sites

Mustafa İslamoğlu eleştirirken

 

13 ARALIK 2014

 

Mustafa İslamoğlu’nu eleştirirken öfkesine mağlup olarak bazı tehlikeli imalara karşı dikkatli olmaya dair serd-i kelam etmeye çalıştığımız önceki yazımızda “Peki İslamoğlu hakkaniyetli bir yolda mı?” diye sormuş, orada bırakmıştık. Şimdi de Mustafa İslamoğlu’nun eleştirilerine kısaca bakmaya çalışacağız.*Cenab-ı Hak, Mustafa İslamoğlu’na tatlı bir hitabet istidadı vermiş. Gerçekten yüksek bir konsantrasyonla sohbetlerini baştan sona dinletmeyi başarıyor. Söz konusu Kur’an hakikatleri olunca bu sohbet daha da tatlı oluyor. Daha önce duymadığınız bir yaklaşımla, karşınıza yeni pencereler açıyor ve bir de o pencereden bakmanıza vesile olabiliyor.Fakat söz konusu Kur’an’ı anlamak ya da anladığını paylaşmak değil de, başkalarının anladığını, o şahısları tezyif ederek çürütmeye çalışmak olunca, durum biraz değişiklik arz ediyor. İyi veya kötü, hakkıyla veya eksik olarak vazifelerini yerine getirip giden ve artık kendini savunamayacak olan insanların arkasından böylesine konuşmak ve onların hukuklarını yerle bir etmek, en başta İslam ahlakına uygun bir davranış değil.Mesela İmam Şafii’nin*Risale’sini yirmi yıldır okuyup okuttuğu için hakkında söz söylemeye kendinde hak buluyor muhterem Mustafa İslamoğlu hocamız, fakat o hakkı eleştiri yönünde kullanıyor.Buna da tamam diyorsunuz. İnsanların farklı içtihatları vardır. Yanlış bulduğu yönleri eleştirirler. Ama bu sadece İmam Şafii’yle sınırlı kalmayınca, İmam-ı Azam, İmam-ı Eş’ari, İmam-ı Buhari, İmam-ı Gazali ve ismi liste boyunca devam eden daha pek çok önemli şahsiyetler eleştiri ağına girince o zaman insan ister istemez şüpheleniyor ve “Ya hu bu insanlar bu kadar kötü olabilir mi?” demeye başlıyor. Ve derken bu şüphemizde haksız olmadığımızı gösteren bir olay cereyan ediyor.Nitekim en son kitabının yayınlanacağını söylediği günkü televizyon programında Bediüzzaman Said Nursi ve Mevlana Celaleddin Rumi hakkında söyledikleri sözler hem tetkiksiz hem de normal eleştiri üslubunun çok üstünde hem de hiç lüzumu olmadan durduk yerde açılan bir tartışmadan farksızdı.Derken “korkunç” şeyler gördüğünü söylediği Risale-i Nur’la alakalı verdiği kaynakların ya aslında olmadığı şekliyle “ilaveli” ya da “cımbızlanarak” alındığına üzülerek şahitlik ettik.İddialarına bakmadan önce şunu ifade edelim ki Mustafa Hoca’nın cifre dair verdiği tarihî malumata dair bir itirazımız yok. Cifir ilminin tarihçesi çok daha eskiye dayanıyor, doğru. Fakat bilgileri ele alışı ve sunuşu çok yanlı ve iğneleyici. Daha başlar başlamaz “cinayet silahı” olarak niteliyor ve Babil büyücülerinin kültünün temelinde de “muhtemelen” bunun yattığını söylüyor. Bir yerde ebcede dayalı Kur’an yorumunu hokkabazlık (fakat dürüst olmayan hokkabazlık) olarak niteliyor. Ve yazı ilerledikçe eleştiri dozu giderek artıyor. Böyle olunca daha en baştan maksadın üzüm yemek olmadığı hissi içinizde kıpırdamaya başlıyor.Nitekim aynı meseleyi İbni Haldun da ele alıyor. Birkaç sayfada bu konu hakkında detaylı bilgiler verdikten ve her okuyana bu konu hakkında ciddi kanaat verdikten sonra üç-dört cümleyle sıhhatli bir yöntem olmadığını söylüyor, bu kadar. Her paragrafını hakaretlerle bezemiyor.Cifir ilminin Kur’an nazil olmadan önce de kullanılıyor olması, bu ilmin Kur’an nazil olduktan sonra kullanılmayacağı anlamına gelmez. Nitekim Kur’an nazil olmadan önce Araplar birbirini anlıyorlardı, nazil olduktan sonra okuduklarında Kur’an’ı da anlıyorlardı. Yani Kur’an zaten kullanılan bir dil üzerine nazil oldu. Böyle olması, Arapçayı inkâr etme, yok sayma hakkını kimseye vermez. Hem ayrıca hâlihazırdaki dil üzerinde kullanılan bir formül, neden aynı dil üzerine nazil olan ayetler için kullanılmasın?Bugün kimse Risale-i Nur’u cifir kitabı diye almıyor ve zaten Risale-i Nur cifir dersi vermiyor. Kur’an’ın çok sayıdaki mucizevi yönlerinden belki birisi olarak bakıyor. Şayet hatalı bir yöntem bile olsa “Lazım-ı mezhep, mezhep olmadığından, belki muahez değil”* kaidesince burada hata o ilimden kaynaklanacağı için Kur’an’a bir zarar sirayet etmez. Eğer isabet ederse o zaman Kur’an’ın mucizeliğini parlatan bir araç olmuş olur. Bu zarar mı olur, kâr mı? Elbette kâr. Hal böyleyken cifir yöntemiyle Kur’an’dan yorum yapmak neden hurafe, daha da ilerisi, tahrif olsun ki?Peki Kur’an’ın cifre ihtiyacı mı var? Hayır, yok. Kur’an’ın pozitif ilimlere de ihtiyacı yok. Ama okuyunca istifade ediyoruz. Orada öğrendiklerimizin Kur’an’ın anlattıklarını nasıl da parlattığını hayretle görüyoruz. Her ne kadar o ilim sahiplerinin bir kısmı aksini iddia etseler de pozitif ilimler kâinatın derinliklerinde yol aldıkça Kur’an’ın hakikatlerinin daha iyi anlaşılmasına hizmet ediyor. Ama bu ilimlerde bir hata olursa onu biz tutup da Kur’an’a vermiyoruz.Şimdi gelelim Mustafa İslamoğlu’nun “okudum” dediği Risale-i Nur hakkında Kur’an’ı Anlama Yöntemi isimli son kitabında yer verdiği eleştirilerine:**1.*Mustafa İslamoğlu, 339. sayfada, 88. dipnotta Said Nursi’nin “ebced sistemiyle Kur’an’dan kıyametin vaktini haber vermeye kalkışanlardan biri” olduğunu söylüyor. Buna tamam diyelim. Gerçi tam olarak tamam demek zor. Çünkü burada Kur’an’dan değil, hadisten yola çıkarak bu izahı yapıyor. Son kısımda Fatiha suresinin 6-7. ayetlerinin de bunu teyit ettiğini söylediğini hesaba katarak buna tamam diyelim. Bediüzzaman ilgili mektupta 3 ayrı tarihe değiniyor ve bunların üç büyük inkılaba tetabuk ve tevafuk ettiğini açıklıyor, bu doğru.Ama sonrasındaki açıklamayı eklemezsek, işte bu tam anlamıyla cımbızlamak olur. Çünkü Bediüzzaman orada zaten cifir ilmiyle yapılan bu çıkarımların “kesinlikle doğru” olduğunu söylemiyor. Bu tarihlerin “tam tamına manidar, makul ve hikmetli” olduğunu söyledikten sonra şunları söylüyor:“Bu imalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir.” (Kastamonu Lahikası, Söz Basım Yayın, s. 47-48.)Üstelik dört paragraflık bir mektupta dört defa “Gaybı yalnız Allah bilir” diyerek bu konuda nasıl hassas durduğunu da unutmamamız icap eder.Burada şunu sormamız gerekir: Tefsir açısında hadiseye baktığımız zaman, kim yaptığı izaha “işte bu kesin doğrudur” diyebilir ki?2.*341-342. sayfalarda Bediüzzaman’ın “muhkem kaidelere merbut olmayan ulûm-u hafiyede suiistimal girip şarlatanların istifade etmeleri ihtimâli” ifadesini, “şarlatanların kötüye kullanacağı kuralsız gizli ilim” olarak niteliyor, devamında ise sonraki dönemde cifri “Kur’an’ın icazının bir parçası ilan” ettiğini söyleyerek arada bir çelişki olduğunu ihsas ediyor. Halbuki Bediüzzaman’ın hemen bu cümlenin devamında söyledikleri hiç de çelişkili olmadığını gösteriyor. Öncesi ve sonrasıyla ilgili kısım şöyledir:“İkincisi, hakâik-ı esâsiye-i imâniye ve Kur’âniyenin berâhîn-i kat’iye ile ümmete ders vermek hizmeti ise, ilm-i cifir gibi ulûm-u hafiyenin yüz derece daha fevkinde bir meziyet ve kıymeti vardır. O vazife-i kudsiyede kat’î hüccetler ve muhkem deliller suiistimale meydan vermiyorlar. Fakat cifir gibi, muhkem kaidelere merbut olmayan ulûm-u hafiyede suiistimal girip şarlatanların istifade etmeleri ihtimâlidir.Zaten hakikatlerin hizmetine ne vakit ihtiyaç görülse, ihtiyâca göre bir nebze ihsan edilir. İşte, ilm-i cifrin anahtarları içinde en kolayı ve belki en sâfisi ve belki en güzeli, ism-i Bedi’den gelen ve Kur’ân’da Lâfza-i Celâlde cilvesini gösteren ve bizim neşrettiğimiz âsârı ziynetlendiren tevâfukun envâlarıdır. Kerâmet-i Gavsiyenin birkaç yerinde bir nebze gösterilmiş.” (Lem’alar, Söz Basım Yayın, s. 81.)Burada çelişki yok. Nitekim Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî’deki ilgili dipnota baktığımızda Kastamonu Lahikası’ndaki bir mektuptan alınan kısım çıkıyor karşımıza. Oradaki izahla buradaki birbirini nakzeder tarzda değildir. İslamoğlu’nun özellikle vurgulamak istediği yer burası olsa gerek:“Bence, Kur’ân’ın, nasıl ki her sure ve bazan bir ayet ve bazan bir kelime bir mu’cize olur; öyle de, bu ayetin tek bir işareti, ihbar-ı gayb nev’inden bir lem’a-i i’câziyedir.” (Kastamonu Lahikası, Söz Basım Yayın, s. 118.) Bu ayetten kastettiği Hucurat suresinin 12. ayetidir. Nasıl işaret ettiğini de öncesinde anlatıyor.Buradaki ifade az önce alıntıladığımız yerden farklı mı?Farklı olan kısmı şu: Önceki bölümde uyarıda bulunuyor ve bu ilimde kötü niyetlilerin araya girip de suiistimal etmesi ihtimalinin olduğunu söylüyor. Buradan her kullananın kötü niyetli olduğu anlamı çıkar mı? Mesela herkes evinin, işyerinin kapısını kilitler. Maksat hırsızlara karşı güvenliği sağlamaktır. Kapıyı açmak için uğraşan birisini gördüğümüz zaman bu kişiden şüphelenebiliriz, bu normaldir. Fakat kilidi açmaya uğraşan her kişinin hırsız olduğu anlamına gelmez bu.3. Nur suresinin 35. ayetine ve sonrasındaki elektrik ve trene dair izahlara örnek verdiği yerde keyfilikten bahsedilmiş. Başından beri ebced ilmine karşı çıkan birisi için bu çok normaldir. Çünkü o kişiye göre bunların neden konduğunun bir anlamı yok. Lâm harfinin ebced değerinin 30 olmasıyla râ harfinin 200 olması anlamsızdır. Tek açıklaması vardır ki o da kuralsızlıktır. Böyle olunca bütün bu harflerin değişmesi, mesela kapalı te’nin bazen he olması, tenvin’in bazen tek sayılıp bazen çift sayılması, şeddenin bazen bir, bazen çift sayılması hep neticeyi tutturmak için verilen uğraşlar olarak değerlendirilir.Cifir ilmiyle hesap yapanların geleceğe dair malumat verdiklerinde birkaç farklı tarih serdetmelerinin nedeni bu “kurallardan” kaynaklanıyor. Yani kapalı te’ler hem te olarak hem de he olarak, tenvinler hem tek hem çift olarak vs. değerlendirilerek tarihler çıkarılır. Böyle olunca birkaç tarih ortaya çıkar. Fakat vuku bulmuş (mesela elektriğin icadı gibi) bir olayın tarihi zaten belli olduğu için bunda her kuralı tek tek yapmaya gerek yoktur. Bir tanesinin denk gelmesi kâfidir.4. 342. sayfadaki 99 nolu dipnotta yazılanların hızına yetişmekte zorlandım doğrusu. Bir cümleye o kadar esassız ve asılsız iddialar sığdırılmış ki, o bir cümle olarak yazılan yerde onlarca hata var ki sırf bu dipnotu okuyunca bu yazılanlarda maalesef iyi niyet emaresi göremedim (14. maddeye kadar olanların hepsi bu iki sayfalık dipnotta yer alan asılsız iddialar).Mesela en başta söylenen “Kur’an’ın ruhunun Risaleler’in cesedine girdiği” meselesi tamamen saptırmaktan ibaret. Nitekim söz konusu mektupta geçen o ifade, “Kur’an’ın ruhu” olarak değil “hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeyi bir şahs-ı mânevî mahiyetinde, Risale-i Nur şahs-ı mânevîsinin cesedine girmiş ve eczalarının li*basını giymiş” şeklinde ifade ediliyor. Bu ifade “Kur’an’ın ruhu” olarak lanse edilirse okuyanların zihninde canlanan nefreti tahayyül etmek bile istemem. Burada kast edilen şey, iman ve Kur’an hakikatlerinin Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin cesedine girmesidir ki, şahs-ı maneviden kasıt da onun yerine getirdiği umumî hizmeti ifade eder.Ve bu ifade, o mektupta adı geçen şahsın Risale-i Nur hakkında yaptığı bir değerlendirmedir. Bediüzzaman zaten bunu ilk gördüğünde itiraz ettiğini söylüyor. Sonra kabul etme nedenini de şöyle izah ediyor:“Ben, baktıkça, birden itirazkârane hüsn-ü zannı pek ziyadedir tahattur ettiğim dakikada, haki*kat-ı Kur’âniye mânen dedi: ‘Cesede, libasa bakma; bana bak: O, benim hak*kımda konuşuyor. Doğru söylemiş.’ Ben daha ilişmedim. Yalnız, Risale-i Nur tercümanı hakkında sarihan veya işareten veya kinayeten onun haddinden pek fazla senâkârane tâbiratı tâdil etmeye lüzumu var. Başkalar, hususan ehl-i tenkit insanlar nazarında biçare şahsıma bu nevi hüsn-ü zannını kabul etmemek mesle*ğimize lâzım geliyor; tâdilime gücenmesin.” (Emirdağ Lahikası, Söz Basım Yayın, s. 50.)Ehl-i insaf bu ifadeleri Kur’an’ın ruhunun Risaleler’in cesedine girdiği şeklinde yorumlamasa gerektir.5. “Said Nursi’nin Hz. Muhammed’in parıldayan bir aynası olduğu” meselesi zannedersem başka bir ifadenin İslamoğlu’nun kendi ifadeleriyle söylenmiş halidir. Nitekim kaynak belirtilmediği için geçtiği yeri bulamadım.6. “Şimdiye kadar böyle bir mazhariyete kimse nail olmamıştır” ifadesi doğrudur. 15. Şuâ’da var ancak “tevazu abidesi” bu söz müellifin talebelerine aittir ve şayet bahsedildiği gibi ilmiyata değil de hissiyata dayalı ise bu, kime, ne zarar verir?7. “Yazdırıldı,” “izin olmadığı için yazılmadı,” “manen icbar ediliyorum,” “kalbime ihtar edildi” ifadeleri pek çok inceliği taşıyan beyanlardır. Müellif aklına gelen bir mesele için “kalbime ihtar edildi” demeyi tercih ediyor. Nitekim bunda yine Allah’la bir bağlantı kurma meselesi vardır. Çünkü “aklıma geldi” dendiğinde, özne, insanın kendisi oluyor. Ortaya çıkan güzellik, netice, kendi kabiliyetine mal edilmiş olur. Allah ilham etmese kim neyi düşünebilir ki? Mesela unuttuğumuz bir şey birden aklımıza geliyor. Neden az önce gelmedi de şimdi geldi? Gönderildiğine bir işarettir. Ama söz konusu ifadede, hizmette bir hata varsa, o zaten şahsın kendisine ait olur ki Bediüzzaman’ın bu manada pek çok izahları vardır.8. “Risaleler’in Kur’an’la kıyaslanması ise başka bir fecaattir” iddiasında yine kaynak yok. Dolayısıyla neyi kastettiğini anlamamız çok zor.Devamındaki “Buna göre nasıl ki, Kur’an Allah Resulü’nün eseri değilse, Risaleler de Said Nursî’nin eseri değilmiş. O, sadece Nur Risaleleri’nin tercümanı, tebliğcisi imiş” ifadesinde de yine kaynak yok. Bu ifade nerede geçiyor? Mustafa İslamoğlu neden ifadenin orijinalini koyma zahmetinde bulunmuyor? Demek ki anladığı gibi yazıyor ve hataya düşüyor.“Nur Risaleleri’nin tercümanı, tebliğcisi” de aynı hatanın kurbanı… Nitekim “Kur’an hazinesinin dellallığını” yaptığını pek çok yerde söylüyor. Aynı şekilde Risale-i Nur’un Kur’an’ın bir dellâlı olduğunu dile getiriyor. Ve bunda itiraz edilecek hiçbir şey yok. Nitekim her müfessir iftihar ede ede bunu dile getirir.9. “Risale-i Nur’dan alınan bilgiler, onu yazarken akıtılan mürekkepler, şehitlerin kanından daha üstündür! Risale-i Nur’a yapışmak suretiyle Peygamberin yolundan gidenler, şu fesat zamanında yüz şehit sevabından daha çok sevap kazanırlar. Risale-i Nur’u okumak ya da yazmak, âlim olmak için yeterlidir. Başka şey istemez. (Nur Meyveleri, s. 66)” bu ve devamındaki yerler içiçe geçirilmiş ve sanki anlaşılmasın diye özellikle birkaç şey üst üste eklenmiş gibi görünüyor. İnternetten aratıp bulabildim. Bir facebook sayfasında çıktı. Güya kaynakça verilmiş ama bu şekilde alıntılama tarzı hiçbir yerde yoktur. Bir de tırnak içine almış ki kaynaksız konuşulmadığı izlenimi verilsin.10. Mustafa İslamoğlu, 25. Söz’den alıntıladığını iddia ettiği “Kur’an ve Risale-i Nur arş-ı azamdan, ism-i azamdan…” şeklindeki yer konusunda kendi internet sayfasında “sehven” yazıldığını ifade etti. Sonraki baskılarda düzelteceğini söyledi. O nedenle bu meseleye yeniden bakmaya gerek kalmadı.11. “Paralel Kur’an’lar nasıl icad edilir?” diye sorup da hiç sıkılmadan bunun “fiili cevabı” olarak nitelendirmesi gerçekten enteresan düşmüş. Mustafa İslamoğlu’nun bu iddiası, baştan beri itiraz ettiği “kehanete” şapka çıkartacak türdedir. Ya sonrasındaki Said Nursi’nin Allah, vahiy, gayb karşısında sergilediği tutumun İslam açısından neye tekabül ettiğinin özel olarak ele alınıp incelenmesi çağrısı? Gerçi bunda ben bir beis görmüyorum. Risale-i Nur zaten ortadadır. Dileyen alıyor, okuyor, inceliyor. Ve cımbızlanmadan, art niyetlilerin yaptığı uyduruk ilavelerdendeğil de orijinalinden takdirde Allah’ın izniyle nasıl hakikatler içerdiğini herkes görecektir. (Adavetle bakanlar hariç. Onlara elmas da verilse kömüre bulayacak bir bahane bulurlar.) Fakat Mustafa İslamoğlu’nun buradaki kastı çok başka. Suçsuz bir insanın bir iki hatasını gösterip derakap idamla yargılanmasından daha vahim bir infazdır bu çağrısı. Yazdıklarını eleştirenlere daha önceki yazdığından daha uzun yazdığı cevabına seçtiği başlık işte tam da buna uyuyor: kıymığı gösterip ormanı gizlemek.Ha şunu da söylemek gerekir ki Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî ve lahika mektupları, Bediüzzaman’ın kendisi ile talebeleri arasında olan özel yazışmalar olduğu için buna bakanların biraz insafla yaklaşmaları gerekir ki maalesef pek böyle olmuyor. Orada gördükleri birtakım mahrem mevzuları Risale-i Nur’un tamamına teşmil edip hata ediyorlar. Ve hatta kimisi ilk olarak bunlara yoğunlaşıp Risale-i Nur’a hiç nazar etmiyor. Bir-iki de insafsız eleştiri duymuşsa, artık tam bir düşman kesilebiliyor.12. Bediüzzaman lakabına dair itirazlarına değinmeye gerek yok. Nitekim bu sorunun bir benzerine Bediüzzaman kendisi hayattayken cevap vermiş. Aynı cevap Hz. Mevlana için de geçerli. Dileyen, ilgili yazıyı*buradan*okuyabilir.13. Nurculuğu gelecekte “sır dinlerinden biri olmaya aday görünmesi” artık kehanette son nokta denecek türden. Haşa! O televizyon programında bunu delillendirmek için verdiği örnekler de çok uç örneklerdi. Öyle anlaşılıyor ki serdettiği her örnek biraz daha öfkelendirmiş Mustafa İslamoğlu’nu ve derken sırlı bir kehanete aday bir iddia ortaya atmasına kadar getirmiş işi. Onun asıl eleştirdiği cemaatleşme olsa gerektir ki, bu eleştirisinden kurtulan tarikat, cemaat pek yoktur. Fakat burada şu da hatıra gelmiyor değil.Kendisinin de teşekkül etmiş bir cemaati yok mu? Ya da bugünlerde teşekkül ediyor. “İslamoğlu cemaati” ifadesi etraftan az duyulmuyor. Peki madem öyle, kendisi farklı cemaat ve tarikatlere hakk-ı hayat tanımazken etrafında toplananlara neden müsaade ediyor? Bu oluşuma ne ad koyuyor? Ne ad koyarsa koysun, öteki cemaatlerin kendi cemaatinden farkı, yöntem farklılığıdır.Şu ayırım koymamız icap eder ki, bu oluşuma biz itiraz etmiyoruz. Bilakis, istifadenin artmasına, güzelliklerin paylaşılmasına vesile olduğu için memnun da oluruz biz. Fakat başkalarını yok ederek değil, güzellikleri paylaşmak kaydıyla…Mustafa İslamoğlu merak etmesin. Kur’an’ın “son vahiy” oluşuna ne Risale-i Nur’dan ne de Nur talebelerinden bir zarar gelir. O daha farklı mevzular için endişelensin. Ve ilk başta kendi üslubundan ve yönteminden başlayıp sonra sair meslek ve meşreplere el uzatsın. O zaman sorun daha çabuk hallolur.14. Mustafa İslamoğlu’nun burada dile getirdiği “her şeyi Kur’an’a arz etmek” gerçekten çok mühim bir mevzu. Kur’an ne diyorsa doğrusu odur elbette. Burada ondan farklı düşünmüyoruz. Ayrıldığımız nokta, onda anlamadığımız hususlar karşımıza çıksa ne yapacağımız mevzuu. Böyle bir durumda kime soracağız? Kimden izah isteyeceğiz? Bu nedenle hadisler hayatî önem arz ediyor. Madem Kur’an Allah Resulü vesilesiyle bize ulaştı, elbette onun söyledikleri Kur’an’ı tefsir eden en önemli izahlar olacaktır.15. 343. sayfadaki güya Bediüzzaman’ın “itiraf”ına çok güldüm. Sahiden güldüm. “Bazı kelimeleri ebced hesabı tutsun diye attım. Ama iyi ki atmışım. Hem ebced hesabı tuttu, hem de böyle mana daha güzel oldu.”Yine kaynaksız bir iddia. Hatta ötesi, iftira. Sırf buraya kadarki itirazlarımızdaki alıntılara bakarak bile Bediüzzaman’ın böyle bir şey söylemeyeceğini anlarız.Doğrudan konuyla alakalı değil ama şöyle manidar bir durum oldu. Mustafa İslamoğlu’nun iddiasına delil niyetiyle adres verdiği 2070. sayfaya baktığımda karşıma çıkan yerde gözüme ilişen mektubun ilk cümlesi şöyleydi:“Ben, ‘senin içtihadında hata var’ diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım.”“Eleştiriye açık değilsiniz” diyenlere, müellifin kendi dilinden bir cevap niteliğinde. Bunun devamında şayet iddia edilen bir mevzu varsa ispat etmeye hazır olduğunu da ifade ediyor. Bunu yapmak yerine, kendisini gıybet edenlere hakkını helal etmeyeceğini belirtiyor.Bu minvalde izahların yapıldığı mektup şöyle bitiyor:“… Bazı işârâtı zayıf görmekle onu (Risale-i Nur’u) inkâr etmek, insafa, hakperestliğe muvafık olamaz. İnkâr eden mazur olamaz. Hususan lüzumsuz ve zararlı ve müfritane bir gıybet olsa, bu zamanda ehl-i ilim ortasında ehl-i hakikati ağlattıracak bir hâdise-i elîmedir.”Bediüzzaman’ın başka bir yerde “Kur’an namına ve Kur’an hesabına” Risale-i Nur’a rekabetle yaklaşanlara yaptığı ihtar da her insaf ehlinin kabul edeceği mahiyettedir:“Kur’an’ın elindeki kılıcı Kur’an’a çevirmek ve Kur’an’ın sadık hizmetkârını, Kur’an’a karşı mübareze vaziyetini vermek ve Kur’an’dan gelen ve Kur’an’ın nurundan ve mizan-ı i’câzında bulunan nurlarını Kur’an’a karşı muvâzene etmek, elbette bir hıyanettir ve bir cinayettir. Sakın dikkat ediniz ki nefs-i emmare bu cihette sizi aldatmasın.” (Mektubat, 29. Mektup, 3. Kısım, İkinci Mesele, Tenvir Neşriyat, s. 447.)***Mustafa İslamoğlu gibi Kur’an endeksli bir hayat sergileme ve başkalarının da bu eşsiz hazineden istifade etmesi gayretinde olduğuna inandığım bir âlimin ilk önce İşârâtü’l-İ’câz’a dair bir açıklama yapmasını beklerdim. Bediüzzaman’ın klasik tefsir bağlamında yazdığı ve yer yer harflere varıncaya kadar ince bir mana tahlili yapmaya çalıştığı kitap oydu. Fakat ilk önce cifir konusunda açıklama yapması bana cidden tuhaf geldi.Bu yüzden Mustafa İslamoğlu’nun burada yönteminden benim gördüğüm, kendi tabiriyle, kıymığı gösterip ormanı gizlemek olmuş. Okudum dediği Risale-i Nur’u sadece cifir açısından değerlendirmek için okumuş. Ya da “cifir/ebced” taraması yapıp ilgili yerleri okumuş. Ya da bu konuyla alakalı önceden yapılan tenkit amaçlı çalışmaları okumuş. Bu daha mantıklı geliyor. Çünkü 6 bin sayfadan müteşekkil bir külliyatı satır satır okursa insan, şayet insaf/vicdan namına bir şey taşıyorsa “korkunç” derecede güzelliklerin olduğuna da şahit olurdu. Sadece bulunduğu dönemde verdiği mücadelelere dair dile getirdiği genel geçer birkaç cümleyle yetinmezdi.Keşke “korkunç” hatalar gördüğünü iddia ettiği Risale-i Nur’u gerçekten okuyup da o satırları kaleme alsaydı da başkalarının “eklemeli alıntılarına” göre hemen hüküm vermeseydi. İşte o zaman, ehl-i imanın kalplerinden imanlarını söküp alma gayretinde olanlara karşı savaş açan Bediüzzaman’ın gayretini bir nebze olsun anlar, belki “din kardeşlerine” karşı başlattığı savaştan vazgeçerdi. İşte o zaman, Risale-i Nur’un gunagûn çiçeklerle bezeli geniş bahçeleri dururken mahrem odalar hükmünde addolunabilecek Sikke-i Tasdîk-i Gaybî’den örnekler vermekle iktifa etmezdi. Biz de o zaman kendisine eleştirisinden dolayı teşekkür ederdik.Son olarak şunu ifade ederek yazımızı hitama erdirmeyi uygun görüyoruz:Her şeyde olduğu gibi bu hadisede de kader-i İlahînin bir remzi olduğu kanaatini taşıdığımız için her ne kadar moral bozucu bir niteliğe sahip olsa da neticesi itibariyle hayra hizmet edecektir inşaallah. Bu sayede az çok herkes kendisine düşen miktarda özeleştiriye tabi tutacaktır kendisini. Bir yerlerde sekteye uğrayan unsurlar varsa onlar açısından bir kalp masajı mahiyetinde değerlendirilebilir.Söylediklerimizde marziyat-ı İlahiyeye uymayan unsurlar varsa, Rabbimizden affımızı niyaz ediyoruz. Ve minlallahittevfik.—————-** Bu kaideyi özetle şöyle ifade edebiliriz: Bir ilim dalının daha iyi anlaşılması için başvurulan başka ilim dalından kaynaklanan bir hata oluşursa, bu hatadan, o başvurulan ilim dalı sorumlu tutulur. Ve bu hata asıl ilim dalını mesul bırakmaz. (İstatistik ilminin matematiğin kurallarını kullanması gibi. Matematik kuralında bir hata varsa bunda istatistik ilmi mesul tutulmaz. Matematik kuralı gözden geçirilir. Ya da bu kural atılır, başka bir kurala başvurulur.)** Biz Bediüzzaman’ı “hatasız” kabul ettiğimiz için cevap niteliğindeki bu açıklamaları yapmıyoruz. Beşer şaşar, bunun idrakindeyiz. Fakat bunu öne sürüp de “hadi, eleştir de görelim” demeyi de doğru bulmuyoruz. Nitekim Mustafa İslamoğlu’nun hatalı diye yerle bir ettiği yerlere bakınca aslında kendisinin hatalı olduğu gün gibi ortaya.

 

 

İKRAM ARSLAN

Link to comment
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Create New...