Webmaster Geschrieben 17. Dezember 2014 Autor Teilen Geschrieben 17. Dezember 2014 [h=3]İslamoğlu’nun şatahatları[/h] 17 Aralık 2014 Çarşamba 08:56 mustafaahmetozcan@gmail.com Malum olduğu gibi Mustafa İslamoğlu, Mevlana ve Bediüzzaman’ın Allah’ın isimlerini kullandıklarını ve kendilerine mal ettiklerini söylemişti. Halbuki tersinden Mustafa İslamoğlu konuşmalarında hatta kitaplarında kulların sıfatlarını Allah’a yüklüyor. Böylece Allah’a karşı su-i edepte bulunmuş oluyor. Veya Allah'a beşer seviyesine hitap ediyor. Tasavvufta kontrol dışı hallere ve Şer-i şerifin ölçüleri dışına taşan söz ve hallere şatahat denmektedir. Şatahat genelde tasavvuf erbabı için kullanılsa da alanını mutasavvıflarla sınırlandırmak doğru olmaz. Mustafa İslamoğlu’nun mutasavvıflara da uzak ve muhalif olduğu söylenebilir. Bununla birliktekonuşmaları tabir caizse gulat-ı sufiye diyebileceğimiz kesimlerin üslup ve yöntemini yansıtmaktadır. Birçok konuşması şatahat kokan ifade ve hallerini yansıtmaktadır. Burada bir iki örnek vermekle iktifa edeceğiz. İslamoğlu Allah’ın hukukunu koruyor gibi yaparak birçok alime yüklenmekte ve lakin kendisi teeddüp maalllah denilen edep dairesini aşmaktadır. Burada da İslamoğlu’nun büyük çelişkisi ortaya çıkmaktadır. Güya Allah’ın hukukunu gözetirken aslında kendisi edep hudutlarının dışına taşmaktadır. İslamoğlu’nun kendi kendisiyle veya yaptıklarıyla çelişen davranışı Ebu Esved ed Düeli’nin sözlerini çağrıştırdı: La tenha an hülükin ve te’ti mislehu / Arun aleyke iza faaelte azimu. Bir ahlakı sakındırıp sonra da aynısını yapma! Eğer bunu yaparsan ayıp eder, büyük kabahat işlersin! Dolayısıyla Mustafa İslamoğlu’nun içinde bulunduğu durum ilmi olmayıp, ahlaki bir durumdur. Mesele bu zaviyeden ele alınmalıdır. Yumurtayı neresinden kırmalı veya İslamoğlu’na neresinden bakmalı, neresinden ele almalı? İler tutar tarafı olmamakla birlikte avamın cazibesinden kurtulması için ayna tutulması ve karanlık noktalarının aydınlatılması gerekiyor. Mesele ‘mururu’l kiram’ bir biçimde geçiştirilmemeli. Tehlike daha büyümeden söndürülmeli ve avam bu gibi zevatın elinden ve şerrinden (varsa) kurtarılmalıdır. Bu işin mücameleye gelir tarafı yok. Bediüzzaman’a kadar sataşmadığı isim ve kesim kalmadı. Bunu itiyad edinmiş olmalı. Tarih ve tarihi şahsiyetler sanki onun karalama defteri. Bediüzzaman’a gelinceye kadar başta zat-ı akdes olmakla birlikte en tepedekilerle de sataşmaktadır. Dolayısıyla sorunu ilmi değil, psikolojik. Sadece ilimden nefsi hesabına kuvvet alıyor. Mesele şahsiyetinde düğümleniyor. Allame olarak görünmeye çalışması da ilmi bir değer olmayıp, psikolojik bir haldir. Allah ile, Resuli ile, onlara ilaveten bilcümle müçtehidi izam ve muhaddislerle alıp veremediği çok. ‘Esma şarihi’ olarak temayüz eden Mustafa İslamoğlu’nun Allah algısına neşter vurmakta fayda var. Kendinden menkul ‘esma şarihi’ olarak temayüz etse de Mustafa İslamoğlu’nun her şeyden önce Allah Zülcelal karşısında özensiz bir dil kullanmaktadır. Sözleri su-i edepten hali değildir. Allah anlayışıyla ilgili sıkıntılı tutumu Peygamber anlayışına da yansıyor. Hiyerarşik bir şekilde kademe kademe asgari düzeye kadar uzanıyor, iniyor. Karşımızda Zat-ı Bariye saygısız ve laubali bir esma şarihi var! Verdiği örnekler kendini ele veriyor. 'Üslub-u beyan ayniyle insan' denmiştir. Bir konuşmasında laik kesimleri kastederek; “Allah'ı Eline Geçirseler Meydan Dayağı Atacaklar” diyor ( )Anlaşılan bugüne kadar karşısına bir Molla Kasım dikilmemiş, çıkmamış. Meydanı boş bulmuş, esip gürlüyor. Temcit pilavı gibi durup durup aynı nakaratı tekrarlıyor: Paralel Kur’an’lar üretiyorlar. Ona göre Risale-i Nur, Mesnevi paralel Kur’an. İndirilen din değil, uydurulan din. Hadisler de ona göre böyle. Birçoğunu muhaddisler kafalarından uydurmuşlar. Kendini ele veren bir ifadesinde şöyle bir ibare kullanıyor: ”İkbal'in dediği gibi, bugünkü "din" anlayışıyla, Allah'ın Cebrail (a) aracılığıyla indirip Rasulullah'ın tebliğ ettiği "ed-Din" birbirinden o kadar farklıydı ki, bu farkın büyüklüğü Allah'ı, Cebrail'i ve Rasulullah'ı hayrette bırakıyordu. İnsanlar "kuru et yiyen bir kadının oğlu" olan bir Peygamber yerine, elmas taçlı, altın tahtlı, sırma kaftanlı bir "peygamber" tasavvur ediyorlardı. Yalnız tasavvur etmekle kalmıyor, ömrü boyunca bunlardan uzak duran Nebi'den geriye kalan hatırayı bu tasavvura uygun aksesuarlarla süslüyorlardı. İnsanlar "bir kul gibi yiyip bir kul gibi yaşayan" bir peygambere inanmak yerine, tasavvurlarında kayser ve kisra'ya benzettikleri bir peygambere inanmayı yeğliyorlardı. (İmamllar Sultanlar, s: 10 ).” ”Allah’ı hayret makamına sokmak nasıl bir şey? Bu nasıl tevhit anlayışı veya edep? Neden Bediüzzaman gibilerine sataşırken Cemaleddin Afgani gibiler için tenzih makamında bulunuyor? Hatta bu gibi zevata sataşanlara karşı ‘onun taharet bezi kadar bile olamıyorlar’ diyor? Hiçbir hocadan doğru dürüst okumamış, hiçbir ilmi geleneğe tabi ve bağlı değil. Elbette haddini bilmek kaydıyla kendini yetiştirebilir. İsamilik veya otodidakt diye bir kavram var. Tasavvufta Üveysilik de buna tekabül eder. Bununla birlikte ilmi bir gelenekten gelmemek başka bütün disiplinlerin dışına çıkmak daha başkadır. Merhum Ekrem Doğanay gibileri kısmen hocalardan meşk etse de sonuçta ve büyük oranda kendi kendini yetiştirmiştir. Elbette hocasız veya usulsüz yetişmek bazen kusurdur lakin bazı kişilerde meziyet hükmüne geçer. Hatta Bediüzzaman da bu isami şahsiyetlerden birisidir. Kendi kendini yetiştirmiştir. Bu bir nakısa değil, belki dad-ı haktır. Bununla birlikte bir ilmi geleneğe tabi olmamak özensiz ve düzensiz teflikçilik yapmak eklektik anlayışa girer. Kadim selefiler veya ehl-i hadis, zat ve sıfatlar konusunda tevile veya içtihada izin vermez sahih olmak kaydıyla naslara ittibayı esas alırdı. Lakin Muhammed Abduh’tan itibaren yeni Selefilik akımı denilen akım (gelenekle mukayyet olmayanlar, yenilikçiler demek daha doğru olur) bu alanı da tevile veya içtihada açmıştır. Muhammed Abduh ve ekolü kimilerinin görmek istediği gibi selefi falan değildir. Elbette Eş’ari ve Mütüridi anlayışı tevile ve bu alanda içtihada cevaz vermiştir. Selefiliğin temel anlayışı furuda kesintisiz içtihat, usul-i dinde ise taklit mesleğidir. Bu alanda içtihat veya tevili bidat olarak saymaktadırlar. Mustafa İslamoğlu ise ne Selefi ne Eş'ari ne de ötekilerdir. Nevi şahsına münhasır karma bir adamdır. Mustafa İslamoğlu’nun kusuru kendisini yetiştirmesi değil aksine hiçbir kurala veya ilmi disipline tabi ve bağlı kalmamasıdır. Onun ötesinde yeni bir ekol kuracak tutarlılıktan da yoksundur. Tutarsızlıklar bir meşrep veya mezhep olursa bu 'İslamoğlu mezhebi veya meşrebi' olabilir. Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 22. Dezember 2014 Autor Teilen Geschrieben 22. Dezember 2014 [h=3]Güya Allah'ı takdis ederken... 3: O ne özgüven o?[/h] 19 Aralık 2014 Cuma 08:03 yenirenkler@hotmail.com Tabii tuhaf geliyor bana. Herkese böyle gelir mi bilmem? Nur talebelerini 'kendilerini Kur'an'a arz etmeye' çağıran Mustafa İslamoğlu'nun, Kur'an'ı Anlama Yöntemi kitabında, Bediüzzaman'a dolu dolu iftira ettiği ebced/cifir ile ilgili bölümde, 'ebced veya cifirin Kur'an'da karşılığının bulunmadığına' dair bir tane bile ayet alıntıladığı yok. İlginç değil mi? Yani, nasıl söylesem: O bölüm yeterince Kur'an'a arz edilmemiş gibi geldi bana. Öyle ya, eğer bu 'olmayış bilgisi' hem de Mustafa İslamoğlu'nun dimağındaki haliyle (muhalif fikre hakk-ı hayat tanımayacak katiyette) bu kadar kesin bir bilgi, herhalde Kur'anîdir diye düşünmüştüm ben. "Mutlaka bir ayetten almıştır yahut Kur'anî bir ibareden çıkarmıştır bu nehyi..." diye zanda bulunmuştum. Yanılmışım. İslamoğlu'nun, Kur'an'daki harflerin veya lafızların ardında matematiksel işaretlerin bulunmayacağı yönündeki kesin hükmü Kur'an'dan gelmiyordemek ki. Ya nereden? Muhtemelen onu da Pisagor'u okuduğu yerden okumuş. Yahut başka bir kaynaktan. Her neyse... Asıl bu vesileyle İslamoğlu gibilerin kafalarının çalışma şekline yönelik bir tesbitimi aktaracağım size. Bediüzzaman'ın "Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor..." dediği bölümün devamında geçen birşeyle ilgili aslında: "Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir, icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Mesela, seferde namaz kasredilir, iki rekat kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikâme edip, ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir." İşte bence Mustafa İslamoğlu'nun gerek ebced ve cifir meselesinde, gerek ehl-i sünnetle çeliştiği diğer meselelerde böylesi bir durum var. Hikmet ile illeti birbirine karıştırıyor. Nasıl? Mesela; ebced ve cifir meselesinde, öncelikle başka başka yerlerden/kişilerden öğrendiği bilgiler ve kanaatlerle ebcedin ve cifirin kötü veya yanlış olduğuna karar veriyor. Sonra emin olduğu bu yanlışla beraber Kur'an'a uğruyor. Eğer kendisini terse yatıracak ifadeler varsa başlıyor onları tevil etmeye. Kur'an'da (mesela ebced/cifir meselesinde) kendisini doğrulayacak sarih bir nehye, bir yasaklamaya rastladığından yapmıyor bunu. Bir nevi akıl ile vahyi büküyor.Kafasındaki doğruyla Kur'an'ın karşısına oturuyor ve onun dersinin kafasındaki doğruya göre/uygun olması gerektiğini dayatıyor. Kur'an'la bu şekilde işini bitirdi diyelim, bitti mi iş? Hayır, daha hadisler var. Bu sefer çeviriyor yüzünü hadislere. Onların içinden zayıf da olsa bir tevil ile fikrini destekleyebilir bulduklarına tutkal gibi yapışıyor. Fakat kendisini yalanlayan veyahut tevile müsait olmayan hadisleri de, isterse en sağlam hadis kaynaklarında geçsin, hemen bir kulp takarak 'uydurma' sınıfına sokuyor. Bu da yetmiyor, eğer kendisinin zayıf gördüğünü güçlü gören âlimler varsa, onlara geliyor sıra. Bir açıklarını bulup, bulamazsa uydurup, olmadı magazine yatıp, bir bıçak da onlara çalıyor... Gördünüz mü ne güzel arz ediyor kendisini Kur'an'a, İslamoğlu? Yani dostlarım, İslamoğlu'nunki kendisini Kur'an'a arz etmek değil, Kur'an'ı ve hadisi kendisine arz ediyor. Uygun bulursa alıyor, bulmazsa almıyor. Burada öyle, kader meselesinde öyle, âdemler ve havvalar meselesinde öyle. Yeter ki birşeyin kötü olduğuna kendisi karar versin. Allah'ın (hâşâ) onu kötü bulmamak gibi bir şansı yok. Mümkün değil öyle bir emir vermiş veya yapmış olması. Tıpkı yukarıdaki illet meselesinde olduğu gibi.Bediüzzaman'ın Tûr sûresi 37'nin ("Veya kâinatın tedbir ve idaresini onlar mı ele geçirdi?") tefsirinde söylediği ifadeyi alıntılayacağım kaçınılmaz olarak: "Veyahut, aklı hâkim yapan mütehakkim mûtezile gibi kendilerini Halıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip, Halık-ı Zülcelâli mes'ul tutmak mı istiyorlar?" Bunların yaptığı tam bu bence: Kendilerini Halıkın işlerine rakib ve müfettiş tahayyül etmek. Geçen gün twitter'da bir İslamoğlusever ile aramızda geçen diyalog da ilginçti. Benim, ebced/cifirin de ötesinde, vahyin arkasında matematiksel hiçbir mesajın olamayacağını topyekûn reddeden bu anlayışı eleştirmek için söylediğim; "Allah kainatı bile içinden matematik çıkarılacak bir şekilde yaratmış. Her neye baksanız ancak rakamlarla anlayabileceğiniz ve anlatabileceğiniz bir ölçü, düzen, sanat, ihsan var. Allah'ın bütün eserlerinin ardında, onu keşfetmemizi ve okumamızı sağlayan böyle matematiksel bir dil olsun da bir tek vahyi bundan hariç kalsın, bu mümkün olabilir mi? Veyahut en azından Kur'an'da sarih bir 'yoktur' beyanı yokken, böylesine kesin bir dille yokluğuna hükmedilir mi? Arayanların tamamı tefrik gözetmeksizin sapkın ilan edilir mi?" ifadelerime bu arkadaş şöyle cevap verdi: "Allah herşeyi yaratabilir. Yaratabilir olması, yarattığı anlamına gelmez." Doğru, fakat 'yaratmadığı' anlamına da gelmez. Ki ben burada bir esma ve şuunat okuması yapıyorum. Kainatın her köşesini, Kamer sûresinde buyurduğu gibi, böylesi ölçülerle yaratan Allah'ın şanındandır ve yapabilmeye de kudrete yeterdir ki, Kur'an'da böylesi şifreler de bulunsun. Huruf-u mukatta başta şifreli ifadelerdir zaten. Fakat yok, sen bu kadar 'yapabilmeye kapı açan' kainat okumasına ve 'yaptığını doğrulayan' hadis rivayetine rağmen olmadığını böyle özgüvenle söylüyorsan, sorarlar adama: Aga, senin dayandığın ayet nedir? O nasıl bir ayettir ki, sizden başka kimse görmemiştir? Bir de tuhaf olan, birşeyin yokluğunu isbatlamak, varlığını isbatlamaktan zordur. Hatta kayıtsız, mutlak bir yokluk isbatı, imkansızdır. "Evet, bir fende ve bir san'atta mütehassıs bir iki zatın o fen ve o san'ata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, hatta başka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas da olsalar, muhalif fikirlerini hükümden iskat ettikleri gibi; bir mes'elede, mesela, Ramazan hilâlini yevm-i şekte ispat etmek ve 'Süt konservelerine benzeyen ceviz-i hindî bahçesi rû-yi zeminde var' diye dava etmekte iki ispat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip davayı kazanıyorlar. Çünkü ispat eden yalnız bir ceviz-i hindîyi veyahut yerini gösterse kolayca dâvâyı kazanır. Onu nefiy ve inkâr eden bütün rû-yi zemini aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle dâvâsını ispat edebildiği gibi; Cenneti ve dâr-ı saadeti ihbar ve ispat eden, yalnız bir izini sinemada gibi keşfen, bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle dâvâyı kazandığı halde; onu nefiy ve inkâr eden, bütün kâinatı ve ezelden ebede kadar zamanları görmek ve göstermekle ancak inkârını ve nefyini ispat ile dâvâyı kazanabilir. Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki; 'Hususi bir yere bakmayan ve iman hakikatler gibi umum kâinata bakan nefiyler, inkârlar— zâtında muhâl olmamak şartıyla— ispat edilmez!' diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmişler. Şimdi İslamoğlu ve benzerleri, oturmuşlar kalkmışlar, "Ya bu ebced/cifir meselesi bizim kafamıza yatmadı. Çok da suistimal eden var. Bu kötü birşeye benziyor. Bunun Kur'an'da bulunmaması lazım..." demişler, sonra Kur'an'da açık yasak bulamamışlar, belki birşeyleri eğip bükmüşler (ama kitapta öyle birşey de yok), o konuda kendilerine uymayan ne kadar rivayet varsa 'uydurma' demişler, konu hakkında çalışma yapan ne kadar âlim varsa, bulduğu şeyin isabetine/dalaletine bakmadan 'bu sapkındır' diye hükmetmişler... Yahudileşme Temayülü diye kitap yazıp, sonra savaş açtığı şeyin aynısını Kur'an'a yapmak, doğrusu tuhaf. Dostum, ben böyle imanı bir evrimcilerde, biz sizde gördüm. Bir tane araform/delil bulmadan böylesine körükörüne itikat sizden başka bir onlarda var. Ortada sizi doğrulayan hiçbir delil yokken ve nefyin isbatı da böylesine imkansızken, o ne özgüven o? Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 31. Januar 2015 Autor Teilen Geschrieben 31. Januar 2015 BEDİÜZZAMAN'IN AVRUPA'YA VE HRİSTİYANLARA YAKLAŞIMI VE BAZI AHMAKLARA CEVAPLAR * Aziz olan Allah'ın rezil bir kulu, İslamoğlu denilen cahilin kanalında (Hilal TV) yine Bediüzzaman'a dil uzatmış. “Ahmakın cevabı sükuttur” ama, ama bazı şeyler söylemek de dostlar için zaruridir. * En temel iddiası şu: * "Bununla beraber Fethullah Hoca ve Cemaati ortaya çıkan sivrisineklerdir. Sivrisineklerle uğraşmaktansa, bataklığı kurutmak gerekir. Asıl bataklık ise, Bediüzzaman’ın kendisi ve onun talebeleri olan diğer Nurculardır. Çünkü Badiüzzaman Said Nursi, Ahir zamanda Hz. İsa’nın din-i hakikisi hâkim olacaktır, diyor. Bütün dünyayı Hıristiyanlara bırakıyor. Hâlbuki başta bu 3/81. Ayet, olmak üzere birçok ayet, İslamın dünyaya egemen olacağını ve İslamın dışında olan diğer bozulmuş dinlerin yeryüzünden silineceğini söylüyor. Bence Hükümet, Fethullah Hoca ve Cemaatiyle uğraşacağına Bediüzzaman ve diğer Nurcular ile uğraşmalı!" * BU AHMAK ULEMA-İ SU GRUBUNA CEVABIMIZ ŞUDUR: * 15. MEKTUB'DA AÇIKÇA "HURAFELERDEN VE TAHRİFATTAN KURTULACAK OLAN HAKİKİ HRİSTİYANLIK İSLAMİYETE KATILACAK; İSLAMİYET METBU' VE HRİSTİYANLIK İSE İSLAM TABİ OLACAK" DİYEN BEDİÜZZAMAN'IN AÇIKLAMALARI VARKEN, BU DİL BİLMEYEN ADAMLARIN SÖZLERİNE KIYMET VERMEMEK GEREKİYOR. * AYRICA RİSLAE-İ NUR KÜLLİYATININ TAMAMI İSLAMI YÜCE HAKİKATLARINI İSBAT VE MÜDAFAA İEL DOLUDUR. ŞU SÖZ BUNUN İÇİN SON SÖZDÜR: * "Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm'ın sadâsı olacaktır!" Tarihçe-i Hayat ( 133 ) * ŞİMDİ BAZI KONULARI İNCELEYELİM: * 1******* AVRUPA’YA BAKIŞIMIZ NASIL OLMALI? * Burada Müslüman ve Hıristiyanların dikkatlerini bir noktaya daha çekmek istiyorum. Bize göre Avrupa ikidir: * Birincisi, başta İslamiyet olmak üzere dinlerden ilham alan ve bütün insanlığa yararlı bilim ve teknolojiye beşiklik yapan Avrupa’dır ki, biz bu Avrupa’nın alkışlayıcıları ve hayranlarıyız. Bu noktada olumsuz bir düşüncemiz olamaz.* Hz. Peygamber’in “Hikmet Mü’minin yitik malıdır; nerede bulursa onu almaya en layık olan Mü’mindir.” Manasındaki hadisi bizim için çok önemli rehberdir. * İkincisi ise, Avrupalıların kendilerinin de şikâyet ettiği ve sakat bir kısım görüşlerle ahlaki çöküntünün çehresini teşkil eden Avrupa’dır ki, Batılı aklı başında insanlar da bundan şikâyetçidirler. TAHRİF EDİLMİŞ HRİSTİYANLIK DA BUNA DAHİLDİR. * Burada özellikle Kur’an’ın bir çağrısını hem Müslümanlara ve hem de gayr-i Müslimlere hatırlatmak istiyorum. Kur’an-ı Kerim Bakara Sure-sinde şöyle buyuruyor: “Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.” . Bu ayeti açıklayan Bediüzzaman Hazretleri meseleyi şöyle açıklamaktadır: * "Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile Kur'ân'a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) gelmesini müjdeledikleri gibi, onların ve kitaplarının doğruluğuna olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur'ân'da ve Hazret-i Muhammed'de (a.s.m.) bulunmuştur. Öyleyse, Kur'ân Allah'ın kelâmı ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.) de resulü olduğunu evleviyetle ile kabul ediniz ve etmelisiniz." (..) "Ey ehl-i kitap! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmi-yor. Ancak, inançlarınızı ikmal ve yanınızda bulunan dini esaslar üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'ân, bütün geçmişteki bütün mukaddes kitapların güzelliklerini ve eski dinlerin temel esaslarını cem etmiş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tâdil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın değişmesi tesiriyle değişmeye maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur.” * 2******* * HIRİSTİYAN-MÜSLÜMAN İLİŞKİLERİNE GENEL BAKIŞ * Ben inanıyorum ve İslamiyet de bunu böyle mütalaa ediyor ki, in-saniyet bir ailedir. Herkesin aslı birdir, herkes Allah’ın kulu ve Hz. Âdem’in ise çocuklarıdır. Bundan dolayıdır ki, Efendimiz (ASM) Veda Hacc’ında çok net bir üslupla bunu beyan etmişlerdir ve buyurdular ki: “Ey insanlar, sizin Rabbiniz birdir ve sizin babanız da birdir. Siz hepiniz Âdem’den geldiniz ve Âdem ise topraktan halk edildi. Kimse kimse-den üstün değildir, Allah yanında en üstün olanınız takva sahibi olan-lardır.” * On dört asır önce, dünyada görülmemiş olan en büyük evrensel çağrıyı İslam yaptı. Kuran-ı Kerim Ehl- i Kitaba şöyle sesleniyor (Hiristiyan ve Yahudiler): ‘De ki: “Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmaya-lım. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahit olun biz Müslümanlarız".(Allah’ın emirlerine teslim olanlar)”. Kur’an’ın bu manadaki bir kısım ayetlerini daha sizlere takdim etmek isteriz: “8. Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çı-karmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever. 9. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çı-karanları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır”. “İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yol-dan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur”. Avusturya Kardinal’i König’inde Viyana İslam Akademisi’nin açılı-şında ifade ettiği gibi, bugün insanlık, alabildiğine yayılan ahlaksızlık ve bir o kadar hızla artan dinsizlik karşısında, aradaki bazı farklılıkları bir tarafa bırakarak belli meselelerde ittifak etmek mecburiyetindedir. * Bu iki önemli tehlikeye karşı, Müslümanlarla Hıristiyanların ittifak edeceklerine, bizim Peygamberimiz şöyle işaret buyurmuşlardır: ‘Gelecekte siz Hıristiyanlarla barış içinde olacak ve müşterek düşmanınız olan dinsizlik ve ahlaksızlık ile mücadele edeceksiniz’ . ‘Müminler, sadece Müslüman kardeşleriyle değil, ayrıca ihtilaflı meseleleri bir tarafa bırakarak, dinsiz-lik ve ahlaksızlık tehlikelerine karşı dindar Hıristiyanlarla dahi ittifak kurmalılar’ şeklindeki bir İslam Allamesine ait olan beyan da bu hadise dayanmaktadır. * Bize göre bütün dünyada ve Avrupa’da doğru İslam’ın anlaşılmasına mani olan birçok maniler vardır. Avrupalıların doğru İslamiyet’i bil-meyişleri, Ortaçağda her din mensubunun aşırı taassubu sebebiyle İslamiyet’in anlaşılamayışı, din adamlarının meseleye tahakkümle yaklaş-maları, halkın bunları körü körüne taklit etmeleri ve İslamiyet’in bazı emirleri ile müspet bilimin arasında var olduğu iddia edilen bazı tezatlar, bu engellerin başında gelmekteydi. Bu engelleri bertaraf edebilmek için, şu üç kuvveti kullanacağız: - Bütün insanlıkta filizlenmeye başlayan gerçeği ama sadece gerçeği arama arzu ve meyli. - İster Müslüman ister Hıristiyan, bütün din mensuplarının farklı görüş ve dindeki insanları insafla dinlemesi. - Hümanizm diye ifade edilen ve Kur’an’ın işaretine uygun olarak in-sanı sevmek. * 3******* * HZ. PEYGAMBERİN MÜJDESİ Ahmed ibn- Hanbel Müsned adlı hadis kitabında, Ebu Davud, İbn-i Mace ve İbn-i Hibban Sünen adlı eserlerinde Ahir zaman ile alakalı çok önemli bir hadis nakletmektedirler ki, bu hadisi belli yerlerde Bediüzzaman da kullanmaktadır: “Bir gün gelecek Hıristiyanlarla (Rum ile) tam bir emniyet içinde barış yapacaksınız. Siz ve onlar yani Müslümanlar ve Hıristiyanlar, kendilerinin dışında müşterek bir düşman ile birlikte savaşacaksınız. Galip gelecek ve çok kazanımlar elde edeceksiniz. Sonra tepeli bir çayıra konaklayacaksınız.” Bir kısım İslam Âlimleri bunun Har-Magedon veya Armageddon adıyla Hıristiyan âlemi tarafından bilinen ve hayır ile şerri birbirinden ayıracak ve dünyanın sonunu getirecek savaş olduğunu açıkladıkları kıyamet alameti olay kastedildiğini zikretmektedirler. Bunu bazıları Av-rupa ve Amerika ile Müslüman âlemi arasında çıkacak büyük bir savaş olarak da izah etmektedir. Ancak biz bunlara katılmıyoruz. Bedi-üzzman’a göre bu ortak düşman dinsizlik cereyanıdır. Doğru yorumun Bediüzzaman tarafından yapıldığına inanıyoruz . O şöyle özetliyor: * “İşte böyle bir sırada, dinsizlik cereyanı pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın ma’nevî şahsiyetinden ibaret olan hakîki İsevîlik dîni ortaya çıkacak, yâni Rahmet-i İlâhîyenin semâsından nüzûl edecek; hâl-i hazır Hıristiyanlık dîni o hakîkata karşı tasaffi edecek, hurâfelerden ve tahrifattan sıyrılacak, İslâmın hakikatle-riyle ile birleşecek; ma’nen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâb ede-cektir... Ve Kur’ân’a iktidâ ederek, o İsevîlik şahs-ı ma’nevîsi tâbi’; ve İslâmiyet metbu’ makamında kalacak; Hak Din bu iltihak neticesinde büyük bir kuvvet bulacaktır. * Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûb olan İsevîlik ve İslâmiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıta-cak isti’dâdında iken, göklerde cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sâdık, bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinâd ederek haber vermiştir. Mâdem haber vermiş, haktır; mâdem Kadir-i Külli Şey’ va’d etmiş, elbet-te yapacaktır. * Hazret-i İsâ Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakîki İsâ oldu-ğunu bilmek lâzım değildir. Onun manevi yakınları ve havassı, nûr-u îman ile O’nu tanır. Yoksa açık bir şekilde herkes onu tanımayacaktır”. Kanaatimize göre bu birleşmenin vakti çok yakındır. Bu sebeple alabildiğine müsbet hareket etmek ve İslam’ın güzelliklerini gayr-i Müs-limlere anlatmak bizim vazifemizdir. * BİRAZ ÖNCE NAKLETTİĞİMİZ ÜÇ PARAGRAFI ANLAMAYACAK KADAR CAHİL OLANLARA BAŞKA SÖZÜMÜZ YOKTUR. Prof. Dr. Ahmed Akgunduz Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 5. März 2015 Autor Teilen Geschrieben 5. März 2015 GÜYA ALLAH'I TAKDİS EDERKEN...13: KURT, KIZI YEMEYİ AKLINA KOYMUŞ Ahmet AY 04 Mart 2015 Çarşamba 07:17 Aramızda külliyat metni gibi 'somut' birşey varken, Mustafa İslamoğlu'yla biz neden anlaşamıyoruz? Neden 'alıntıladığı' ifadelerin külliyatta bulunmadığını tekrar tekrar kendisine gösterdiğimiz halde İslamoğlu iftiralarından vazgeçmiyor? Neden "Evet, benim Risale falan okuduğum yok. Kur'an'a arzettiğim de yalan. Kitaba koyduğum kısmı da başka birisinin makalesinden arakladım. O nedenle alıntıladığım kişinin yaptığı tahrif ve uydurmaları da olduğu gibi kitabıma kattım. Kontrol de etmedim. Özür dilerim..." gibi, değil bir âlimin, dürüst ve sıradan herhangi bir insanın bile rahatlıkla sarfedebileceği cümleleri henüz onun dilinden duymuş değiliz? Neden mümine ve Hz. Âdem'in mirasına yakışır bir itiraf ve istiğfar henüz taraf-ı şahanelerinden dile getirilmedi? Bütün bu sorulara bir yanıt aramadan önce size tanıdığımın başından geçmiş bir hatırayı nakledeceğim: Rabbim türlü türlü imtihan yaratıyor kullar için. Kimisi bedensel rahatsızlıklarla imtihan olunuyor, kimisi de psikolojik olanlarla. Tanıdığımın başına ikinci türden birşey denk geldi. Hem de çok sevdiği bir arkadaşı eliyle. Elimden geldiğince özet geçeyim: Arkadaşı, önce zehirlendiğini söyleyip onu hastane hastane dolaştırdı; sonra müteaddit doktorlar, yaptıkları testler sonucunda "Zehirlenmiş falan değilsiniz!" deyince işbirliği halinde zehirleyenlerin onlar (doktorlar ve arkadaşı) olduğunu söyledi. Şaştı kaldılar bu işe. Ancak doktorlardan birisinin onları kenara çekip; "Arkadaşınız zehirlenmemiş, ama psikolojik bir rahatsızlığı olabilir. Obsesif Kompülsif Bozukluk gibi birşey..." şeklinde akıl vermesiyle olanları anlayabildiler. Sonra zaten meselenin hakikaten böyle olduğu ortaya çıktı. Arkadaşları rahatsızdı ve düzenli kullandığı ilaçları almaya bırakmıştı. Bu kriz ondan dolayı yaşanmıştı. Rabbim şifalar versin. 'Takıntı hastalığı' da denilen bu rahatsızlığın birçok türü var. Özetle mahiyeti ise şu: Vehminiz, artık kontrol edemediğiniz bir şekilde ve derecede dünyanıza hükmetmeye başlıyor. Temizlik konusunda olabilir, ibadet konusunda olabilir veya başka başka bir nedenden kaynaklanabilir. Hayatınızın dengesi vehmle bozuluyor. Örneğin: Birisi yanınızda diyor ki; "Bu şirkette yediğimiz yemekler bir gün bizi zehirleyecek!" Normalde arkadaşların gülüp geçtiği böyle bir espriye siz gülüp geçemiyorsunuz. Onu içinizde işlemeye başlıyorsunuz. Ve en nihayet o vehme siz de inanır hale geliyorsunuz. Bu da tıpkı yukarıda olduğu gibi doktor raporlarını, arkadaşlarınızın size gösterdiği yakın ilgiyi ve yıllardır devam edegelen aranızdaki dostluk hukukunu bile inkâr edip; "Beni sizler zehirlediniz. Doktorlarla da işbirliği yaptınız!" diyebilecek bir noktaya geliyor. Karamsarlık da bunun ilk adımlarından birisi belki. Yani sorun eşyada olmuyor da nazarda oluyor. Fakat siz 'nazarınızda' görünenle öylesine körleşmiş oluyorsunuz ki, eşyanın bin dille haykırdığı hakikati dahi inkâr edebilecek noktaya gelebiliyorsunuz. Hatta size maddî anlamda inkâr edilmez deliller sunulduğunda bile sırf kafanızdaki tevehhümün ateşiyle onları inkâr ediyor veyahut "Doktorlarla işbirliği yaptınız!" gibi ardıl okumalarla cerh etmeye gayret edebiliyorsunuz. Ben, Mustafa İslamoğlu ile aramızdaki sorunun da buna benzer birşey olduğunu düşünüyorum. Tabii yanlış anlaşılmasın, İslamoğlu'nun hasta falan olduğunu söylemiyorum. Bu temsil fehminize yaklaştırmak içindi. Bediüzzaman'ın da ta Muhakemat'tan itibaren altını çizdiği birşeydir: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir." Ki, aynı eksende, yıllar sonra yazdığı 2. Söz'de şöyle der: "Hodbîn adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbîn olduğundan; bedbînlik cezası olarak, 'nazarında' pek fenâ bir memlekete düşer." Yani memleket aslında fena değildir, varlık hayırdır. Hodbîn'in nazarında, onun bakışaçısı probleminden dolayı, varlık 'pek fena' görünür. "Arı su içer, bal akıtır; yılan su içer, zehir akıtır." Kur'an'ın mümin ile kafir halet-i ruhiyelerine dair yaptığı tasvirlerdeki zıtlık da buna dikkat çeker. Aynı âlemde yaşayan, ama birbirinin zıttı iki âlem. "Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Bu yüzden geri dönemezler." (Bakara, 18) Halbuki maddeten ne kafirler ne münafıklar kör değildir, körlükleri bir 'bakışaçısı' körlüğüdür. Hakka ihtimal vermeyişleridir. Bence işte biraz da bu yüzden İslamoğlu inadından vazgeçmiyor. (Yine bir uyarı notu: İslamoğlu hakkında kafir veya münafık ifadesi kullanmaktan Allah'a sığınırım.) Zira daha Kur'an'a arzetmeden (ki arzettiği de tartışmalı), hatta Risale-i Nur'un kapağını açmadan (ki bu da alıntıladığı metinlere bakılınca gerçekten tartışmalı) onun kafasında verilmiş bir karar vardı. Vehmi ile, bugün olmadığını kendisinin de kabul ettiği, ama bir asır sonrasına 'mümkün' gördüğü bir dalalete sapışla itham ediyordu bizi. Bediüzzaman'ı ise doğrudan 'sapkınlıkla' suçluyordu. Nur talebeleri, yaptığı alıntıların Risalelerde bulunmadığını, Bediüzzaman'ın öyle hiçbir söz söylemediğini isbat ettiklerinde de iftirasından vazgeçmiyordu. Cemaatin içindeki uygulamalara getiriyordu lafı. "Sadeleştirmeye müsaade etmiyorsunuz, demek kutsuyorsunuz." Nur talebeleri; "Hayır, kutsadığımızdan değil, Kur'an'la terminolojik bağı kopmasın hem anlam kayması yaşanmasın diye metnin sıhhatine, hem her edebî eserde olduğu gibi taraftarız..." deseler de vazgeçmiyordu: "Eee, derslerinizi hep ondan yapıyorsunuz, Kur'an'dan yapmıyorsunuz, demek eşiti görüyorsunuz?" Nur talebeleri buna cevaben de diyorlardı ki; "Biz Risaleyi de zaten 'Kur'an ne diyor?' diye okuyoruz. Kur'an'a çıkan merdivenimiz o bizim. Zaten hepimiz hem medreselerimizde hem hususi âlemimizde Kur'an'la meşgul insanlarız. İçimizde bir sürü ilahiyatçı, müfessir, ilm-i kelamcı da var. Sadece esnaf, memur, işçi değiliz ki. Kur'an'ı tefekkür etmeyi Bediüzzaman'dan öğrendik biz. Kaldı ki, bugün hangi ilim dalı yardımcı kitapları olmadan öğreniliyor?" Bu, sorulu/cevaplı 'kurt-büyükanne' ve 'kırmızı başlıklı kız' muhabbetini daha sürdürebilirim. Ama netice değişmeyecek. Kurt, kızı yemeyi aklına koymuş. Elbet ellerine, dişlerine, kıllarına, kulaklarına vs. bir tevil getirecek. Eşyada olmadığını gösterseniz de tevil ile inkârına girişecek. Çünkü onun aklı karar vermiş zaten doğruya. Fakat insanın vahiy karşısındaki en büyük imtihanı da budur bence: Aklını mutlak doğrunun sahibi gibi görmemek. Onu eşyayla, fıtratla ve vahiyle sınamak. Ve şeriat onu yalancı çıkardığında, söylediği gibi olmadığını gösterdiğinde, yanlışını kolay terkedebilmek. İmtihanın aslı bu değil mi zaten? Hem şeytanla Hz. Âdem efendimi ayıran da; insanın, hatasını görünce kabul ve tevbe edebilmesi değil mi? Aklını değil, akla yaslanmış inadını terkedebilmesi. Hey vehmini itikattan ayıramayan hoca hey! Eğer sınamıyorsan hak ile; hakikati, hayalden nasıl ayıracaksın? Herkesin imtihanı başka oluyor işte. * Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 15. März 2023 Autor Teilen Geschrieben 15. März 2023 SON DAKİKAKATEGORİLER MUSTAFA İSLAMOĞLU, “PARALEL KUR’AN” VE RİSALE-İ NURLAR  Şahin DOĞAN 08 Mart 2016 Salı 08:22 Mustafa İslamoğlu’nun merhum Bediüzzaman, Risale-i Nur ve talebeleri için yapmış olduğu malum ve nahoş iftiralar bu sütunlarda tarafımızca kamuoyuna ifşa edilmesinden sonra (Bkz:Mustafa İslamoğlu’nun ‘Risale-i Nurlar Vahiydir’ İftirası,RisaleHaber, 02.12.2014) zat-ı alileri yaklaşık bir hafta sonra Akabe Vakfı sitesinden özür mahiyetinde şöyle yazılı bir açıklama yapmak zorunda kalmıştı: “Kur’an’ı Anlama Yöntemi”*adlı son eserimizin 342. sayfasında yer alan 99. Dipnotumuzda uzunca Risale-i Nur Külliyatından alıntılar yaptıktan sonra “En sonunda iş risaleleri Kur’an ile eşdeğer vahiy ilan etmeye gelip dayanıyor.”*İfadesini kullanarak*25. Söz’den bir alıntı yapmıştık. Kitabın yayınlanmasından kısa bir süre sonra*Nurcu gruplar*birçok alıntımızdan sadece birisine dayanarak kitabımızdaki tespitlerin tümünün bir iftira olduğunu öne sürdüler. İftira ettiğimizin delili olarak da 25. Söz’de böyle bir ifade geçmediğini belirttiler… Bu eleştiri üzerine ilgili dipnotu tekrar gözden geçirdiğimizde 25. Söz’den iktibas edilen paragrafın kitaba sehven eklendiğini fark ettik. Dolayısıyla adalet gereği söz konusu bölümü 2. Baskıda tashih ederek okuyucumuzla buluşturacağız…” (Bkz: Kıymığı Gösterip Ormanı Saklamayın) İslamoğlu’nun o alıntıları bizzat Risale-i Nurlardan değil, Risale-i Nur ve Bediüzzaman’ın azılı iki düşmanı olan*Yaşar Kutluay*ve*Sadettin Merdin’den yaptığı intihaller ve aşırmalar olduğunu, bir yazımızda, gözler önüne sermiştik. (Bkz:*M.İslamoğlu’nun Harici/Tekfirci Mantığı ve İftirasının Tescili,*RisaleHaber, 15.12.2015) İslamoğlu,*özür açıklamasının*bütününde bildiğini okumasına, hatta daha da ağır şeyler söylemesine kısacası*özrünün kabahatinden büyük olmasına rağmen hakkaniyet ve ilim ahlakı gereği kitabının ikinci baskının çıkmasını bekledik. İkinci baskı çıkınca ilgili dipnotta (99. Dipnot) “En sonunda iş risaleleri Kur’an ile eşdeğer vahiy ilan etmeye gelip dayanıyor” ifadesinin olduğu gibi bırakıldığını, sadece “Risale-i Nur”*ibaresinin kaldırılmış olduğunu gördük. Ancak bir de ne görelim aynı ibare yine aynı malum ve muharref şekliyle kitabın 2. bölümünün 22. dipnotunun son paragrafında olduğu gibi tekrar edilmiş. Hem de “Paralel Kur’an”*gibi daha büyük bir iftira kulpu takılarak. Dilerseniz bahse konu dipnotu birlikte okuyalım: “…Said Nursi, Risalelerini şu sözlerle “Paralel Kur’an” ilan etmiştir: “Kur’an ve Risale-i Nur, arşı azamdan, ismi azamdan ve her ismin azamlık mertebesinden nüzul ile ezel ve ebed ve şu anı ve bütün gaybi alemi ve bütün beşeri ve kevni hadiseleri kuşatan ve tasarrufu altına alan kelimetillahtır ve semavidir.” (25. Söz) Bu tür eserlerin Kur’an’la kıyaslanması sadece yakışıksız değil, aynı zamanda vahiy tasavvurunun yoldan çıkmasıdır” (Bkz: M. İslamoğlu, Kur’an’ı Anlama Yöntemi, s. 113, 22. Dipnot, Denge y. ) Görüyorsunuz işte vaziyet aynen böyle. Farkında mısınız?*İslamoğlu, hem sehven yapılmıştır dediği halde orijinal ibareyi aslına irca etme zahmetine katlanmıyor, hem ibareyi, bir yerde tashih ettiği halde bir yerde olduğu gibi bırakıyor, hem de iftirasını, yeni bir kulp takarak,*milyonlarca nur talebesinin gözlerinin içine baka baka*açıkça tekrar ediyor. Üstelik “Paralel Kur’an” yaftasıyla sanki bazı mercilere mesaj göndererek, daha doğrusu adres göstererek. Öyle ya bir gazeteye verdiği mülakatta ülkenin en büyük sorununun “Paralel Din”, “Paralel Kur’an” sorunu olduğunu söyleyen kendisinden başkası değildi. Bunun bir niyet okuması veya hakaret olduğunu zanneden kardeşlerimizden,*İslamoğlu’nun Risale-i Nurlar hakkında dediklerini ve yazdıklarını*(özellikle ilgili kitabın 22. ve 99. dipnotlarını) dikkatle okumalarını hassaten istirham ediyoruz. Hasılı, yanlışını ispat ediyorsun, tashih edileceğini söylüyor ama ortada ne doğru dürüst bir tashih var, ne düzeltme, ne özür dileme. Bildiğini ısrarla okumaya devam ediyor.*İlim ahlakından yoksunluğun bu kadarına pes artık!* Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge
Dein Kommentar
Du kannst jetzt schreiben und Dich später registrieren. Wenn Du ein Konto hast, melde Dich jetzt an, um unter Deinem Benutzernamen zu schreiben.