Webmaster Posted August 30, 2015 Share Posted August 30, 2015 Yusuf Kaplan "Kur"ân İslâm"ı" tehlikesi 09 Kasım 2014, 12.00 327 300 14 13 Neo-selefî mantık, İslâm dünyasında hızla yaygınlaşıyor. Neo-selefî mantık, tastamam düz mantıktır. Sadece kör zâhire göre hükmeder. Mânâ"nın aslında, derûnî dünyada gizli olduğunu göremez. O yüzden hakîkî Selefîlik"le ilgisi filan yoktur. Bu selefîlik, tam anlamıyla, selefisizliktir ve hâricî mantığıdır. İslâm tarihinin hiç bir döneminde, hâricî mantığı bu kadar hâkim olmamıştı, olamazdı da. Neo-selefîlik, İslâm"ı protestanlaştırma projesinin bir uzantısıdır. En fazla öne çıkarılan söylemi ise, "Kur"ân İslâm"ı" söylemidir. Bu söylemin ne kadar tehlikeli olduğunu görebilmek için Batı"da Protestanlığın hikâyesine bakmak gerekiyor. Protestanlığın kurucusu Martin Luther"in 95 tezini astığı Wittenberg Kilisesi"ne gitmiştim bir kaç yıl önce. Wittenberg Kilisesi"nin girişinde bir pano vardı ve panoda aynen şu cümle yer alıyordu: "Artık ben de İncil"i anlayabileceğim." İyi de kimsin sen? Çapın ne? Daha önemlisi de, "yetkin/liğin ne?" "KUR"ÂN İSLÂM"I": DİNE UYMAK YERİNE DİNİ KENDİNE UYDURMA PROJESİ Oysa Luther"in kilisesinin girişinde yer alan panodaki bu söz, dinin protestanlaştırılmasının mottosudur. Ya da şöyle söyleyelim: "İncil Hıristiyanlığı"nın temelidir: Hıristiyanlığı temelinden yıkan, önüne gelenin, kafasına, arzularına, hatta keyfine göre İncil yazmasına yol açan yıkımın temel gerekçesi. İnsanın, dine uymak yerine, dini kendisine uydurmasının kapılarını sonuna kadar açan protestanlaşmanın âmentüsü. O yüzden, bugün önüne gelen kafasına göre İncil yazıyor: "Benim İncil"im bu!" diyor. O yüzden eşcinseller kafalarına göre İncil yazıyor. Feministler kafalarına göre İncil yazıyor. Ateist papazlar kafalarına göre İncil yazıyor! KUR"ÂN"I PAÇAVRAYA ÇEVİRECEK BİR SÖYLEM! Son zamanlarda, sıklıkla, "Kur"ân İslâmı"ndan sözeden insanlara rastlıyorum. Önce şunu söyleyeyim açık açık: "Kur"ân İslâmı"ndan sözeden biri, eğer kötü niyetli ya da görevli değilse, ne söylediğini bilmeyen, beyinsizin ve densizin tekidir. "Kur"ân İslâmı" söylemi, ancak çapsız insanların eseri, ayartıcı ve insanı ana kaynağını Kur"ân"ın oluşturduğu İslâm"dan saptırıcı bir söylemdir. Kur"ân İslâmı"nın ne kadar tehlikeli bir söylem olduğunu söylerken, İslâm"ı protestanlaştırıcı, sonuçta İslâm"ı paçavraya çevirecek bir söylem olduğunu söylemiş oluyorum. Anlama kıtlığı çekeceklerin zannedecekleri gibi, Kur"ân"ı devre dışı bıraktıracak bir şey söylemiş olmuyorum. Aksine, "Kur"ân İslâmı" söylemini dillendirenlerin, Kur"ân"ı devre dışı bırakacaklarına dikkat çekmiş oluyorum. ÇAĞ KÖRLEŞMESİNİN KÖRLEŞTİRİCİLİĞİ Çağ körleşmesi yaşıyoruz: Algılama biçimlerimiz İslâmî idrak ve zihin setleri üzerinden işlemiyor. Müslümanca bir zihin ve idrakten yoksun olduğumuz bir zaman diliminde, Kur"ân"ı sadece mevcut seküler zihin ve algılama biçimleri üzerinden algılamaktan kurtulamayız. Bu da seküler algılama biçimlerini Kur"ân"a giydirmemize yol açar ve tam anlamıyla cinayetle sonuçlanır. Ümmîleşilmeden, zihnimizi, algılama biçimlerimizi ve dilimizi İslâmîleştirmeden Kur"ân İslâm"ından sözetmek, İslâm"ın çağın ağları ve bağları, bağlamları ve kavramları ile anlamaya kalkışmaktır. Ki, bu tam anlamıyla çağın algılama biçimlerini Kur"ân"a giydirmek ve İslâm"ı tanınamaz hâle getirmekle sonuçlanacak bir cinayettir. Kur"ân kaynak"tır, Sünnet-i Seniyye, ırmaktır. Aslolan hakikat yolculuğuna çıkmak, hakikate varmaktır. Irmak, gürül gürül akacak ki, Kaynak, hayat fışkıracak... PEYGAMBER''İ DEVRE DIŞI BIRAKAN DİN, KISA DEVRE YAPAR! İyi de, hakikat yolculuğuna nasıl çıkacağız? Bu sorunun cevabı şu tespitte gizli: Kur"ân asıldır, Sünne-i Seniyye usûldur. Aslolan, hakikate vusuldür / varmaktır. Yani: Usûl olmadan, vusûl olmaz. Usul yoksa, fusûl (kopma / sapma) kaçınılmazdır. Hakikate vusûl"ü sağlayacak usûl"ü bize veren, hakikatin misali ve timsali, vasatı ve vasıtası olan Efendimiz"dir. Eğer "ben de Kur"ân"ı anlayabilirim", diyerek, peygamberi devre dışı bırakırsanız, İslâm kısa devre yapar. Önüne gelen, "İslâm budur" diye saçmalamaya başlar. Böyle yapmakla, kendisini peygamberin yerine koyduğunu da, din icat ettiğini de göremez. Batılıların, Kur"ân"a değil de, Hz. Peygamber"e saldırmalarının, hadisleri tartışmaya açmalarının temel nedeni, Peygamber''i devre dışı bırakmak ve insanların kafalarına göre din icat etmelerinin ve dini paçavraya çevirmelerinin kapılarını sonuna kadar açmaktır. Müslümanların yaşadıkları ikinci büyük medeniyet buhranı, İslâmî zihin ve idrak biçimleri ve yerlerini yitirmeleriyle sonuçlandı. Müslüman zihninin ve idrakinin yok olduğu, Müslümanların, İslâm"ın çağrı"sının kurmadığı bir çağ"ın ağları ve bağları, bağlamları ve kavramları ile konuştukları, bunun farkında bile olmadıkları bir dilsizlik ve yersizlik ortamında, Kur"ân İslâmı"ndan sözetmek, geri dönüşü zor büyük bir felâketle sonuçlanır sadece. Not: Bu yazı, AjansHaber Dergisi"nin Ekim sayısında yayımlanan yazının gözden geçirilmiş versiyonudur. Bu konuyu bir kaç yazıda irdeleyeceğim. Başlangıç oluşturması nedeniyle bu yazıyla başlıyorum. ------ Yusuf Kaplan Gazete Yazarı Tüm Yazıları Takip Edin Geliyorum diyen felâket: "Kur"ân İslâm"ı" söylemi 10 Kasım 2014, 12.00 1.6B 216 1.4B 14 İki yıkıcı oryantalist proje var. Meseleyi kişileştirmeden, kimseyi kırmamaya özen göstererek bu iki hayatî sorunu kısaca mercek altına almak istiyorum. Dünkü yazıda bazı genel teorik gözlemlerde bulundum. Dil ve algılama sorunu ekseninde. Bugünkü yazıda anlaşılır ve net ifadelerle bu konuya biraz daha açıklık getirmek istiyorum. Umarım, herkes anlamak istediği gibi anlamaz. YÜZYILLIK İKİ TEHLİKELİ PROJE Batılıların iki asır önce teorik temellerini attıkları oryantalist söylemin İslâm dünyası için geliştirdikleri iki tehlikeli proje var. Birincisi, İslâm"ın protestanlaştırılması, sekülerleştirilmesi, böylelikle hayattan uzaklaştırılması projesi. İkincisi de, İslâm dünyasının diriliğini, dinamizmini, canlılığını koruyan, her şeye rağmen İslâm"la irtibatını sürdürmesini sağlayan 500 yıllık mücahede ve mücadeleyle Selçukluların kurdukları, yine 500 yıllık mücadeleyle Osmanlıların korudukları, Ehl-İ Sünnet omurganın çökertilmesi projesi. Bu iki projenin hedefi, Müslümanları birbirine düşürerek, bir daha ayağa kalkamayacakları kadar büyük bir darbe vurmak. Bu iki projenin somut olarak hayat geçirilebilmesi için belirlenen hedef, hadislere ve Hz. Peygambere (sav) saldırmak. Bu saldırının, uzun vadede, en kalıcı ve yıkıcı sonuç verecek saldırı biçimi olduğunu düşünüyor Batılılar. Soru şu burada: Batılılar, neden Hz. Peygambere ve hadislere saldırıyorlar peki? Düşünün! Sıra Kur"ân"a gelecek! Bazı âyetler öne çıkarılacak ve sonuçta, "bu kitap saçma -hâşâ- bir kitap" diyecekler! Müslümanlar da bu durumu tevil edip duracaklar. ÖRNEK, HIRİSTİYANLIĞIN TARİHİ Muharref Hıristiyanlığı Aziz Pavlus kurdu. Peygamber olsa, insanlar din icat edemezdi oysa. İlke şu burada: Tevhid"in koruyucu kalkanı, Nübüvvet hakikati. Luther "İncil Hıristiyanlığı" çağrısı yaptı. İncil"i çağın zihin kalıbına göre okudu. Her şeyi yıktı. Sahte bir din icat etti. İslâm"ı bekleyen tehlike de bu! "Kur"ân İslâmı" söylemi, geliyorum diyen en büyük felâketlerden biridir. İslâm"ı protestanlaştırma projesidir çünkü bu söylem. KUR"ÂN TEMEL, SÜNNET SÜTUN Din, kuru bilgi kaynağı değildir. Hayat kaynağıdır. "Yaşayan Kur"ân" olarak tavsif edilen Hz.Peygamber olmazsa din kalmaz. Elbette ki, Kur"ân, Temel"dir. Sünnet, o Temel üzerinde yükselen ve Temel"i ayakta tutan Sütun. Sütun çökerse, gökkubbe de, Temel de çöker. ÖNCE ÇAĞDAŞ HURAFELERDEN ARINMAK! İslâm"ı hurafelerle doldurdular, diyorlar. Luther de öyle demişti. Ama asıl hurafeyi o üretti: Sahte Din. Dine Karşı Din icat edecekler! O yüzden "Uyuma!" diyorum. Şunu iyi bilelim: Kimseden çekmedi bu din, hurafe temizliyoruz, diyerek zihninin çağdaş hurafelerle iğdiş edildiğini göremeyen çapsızlardan çektiği kadar! Hurafeleri temizleyeceğiz, diyorlar. Böyle diyenlere şu soruyu sormak zorundayız: İyi de, kimsin "sen"? Hurafe "sen"sin: Ç/ağ"ın, insanın zihnini iğdiş eden seküler hurafelerinin kölesi! VARIŞ NOKTASI NE, KALKIŞ NOKTASI NEREYE DÜŞER? Kalkış Noktası ve Varış Noktası olmadan Kurân"a gidemeyiz. Çağın kavramlarını ve bağlamlarını Kur"ân"a giydiririz sadece. Soru şu burada: Varış Noktası belli, Kur"ân ve Sünnet. İyi de Kalkış Noktası neresi? Çağ"ın ağları ve bağları, bağlamları ve kavramları. Yani bizim çağrı"mızın kurmadığı, zihnimizi ve idrak biçimlerimizi allak bullak eden, bizi İslâmî duyuş ve düşünüş, varoluş ve yaşayış biçimlerinden uzaklaştıran ve devâsâ bir ağ"a dönüşen seküler çağ! Kalkış Noktası burası. Bu ağ! ÜMMÎLEŞME"DEN ASLÂ! O yüzden, bura"yı zihnen ve idrak açısından terketmeden, çağ"ın ağlarını ve bağlarını, kavramlarını ve bağlamlarını aşma çabası göstermeden yani Ümmîleşmeden Kur"ân"a gidemeyiz: Çağdaş hurafeleri Kur"ân"a giydirir, her şeyi tarumar ederiz! O yüzden önce Zihinsel Hicret şart, diyorum. Özetle 200 yıllık oryantalist proje şunu hedefliyor: Hadisler tartışılsın! Ardından Peygamber"in konumu tartışılsın ve devredışı kalsın! Sonuçta, Her kafa Kurân"ı yorumlasın, neredeyse kelle sayısı Kur"ân çıksın. Nifak çıksın ve insanlar dinden uzaklaşsın, kaçsın! Sözün özü: Hadisleri, Hz. Peygamberi tartışmalı hâle getirip Kur"ân"ı kıt akıllarına göre yorumlayan Müslüman Lutherler icat edecekler! Oysa, diğer dinler paçavraya çevrildi. Niçin? Peygamberi olmadığı için. Tevhid, peygamber varsa, korunur. Yoksa, önüne gelen "tanrılığa" soyunur. Son söz: Hadisler, Kur"ân"ın önüne geçiyor, diyenler, kendilerini hadislerin de, Kur"ân"ın da önüne geçirdiklerini görebiliyorlar mı acaba? Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
Webmaster Posted August 30, 2015 Author Share Posted August 30, 2015 Yusuf Kaplan Gazete Yazarı Tüm Yazıları Takip Edin Geliyorum diyen felâket: “Kur’ân İslâm’ı” söylemi 06 Temmuz 2015, 04.00 17.9B 1.1B 16.7B 40 Bu yazım geçen yıl yayımlanmıştı burada. Son aylarda II. FG Vakası yaşanmasına yol açacak, adına “Kur'ân İslâm'ı” denen, sünneti, hadisleri, mezhepleri inkâr eden, tıpkı Martin Luther'in yaptığı gibi yeni bir din icat edilmesiyle sonuçlanacak bir tehlikenin, “Müslüman Luther'lerin” ülkenin yönetimine sızmaya çalıştığını, bizzat en tepedeki yetkililerden öğrendim. O yüzden meselenin önemine ve hayatiyetine binaen bu yazımı gözden geçirerek yeniden yayımlama ve gelen tehlike konusunda halisane bir niyetle ikaz etme ihtiyacı hissettim. YÜZYILLIK İKİ TEHLİKELİ PROJE İki yıkıcı oryantalist proje var. Meseleyi kişileştirmeden, kimseyi kırmamaya özen göstererek bu iki hayatî sorunu kısaca mercek altına almak istiyorum. Umarım, herkes anlamak istediği gibi anlamaz. Batılıların iki asır önce teorik temellerini attıkları oryantalist söylemin İslâm dünyası için geliştirdiği iki tehlikeli proje var. Birincisi, İslâm'ın protestanlaştırılması, sekülerleştirilmesi, böylelikle hayattan uzaklaştırılması projesi. İkincisi de, İslâm dünyasının diriliğini, dinamizmini, canlılığını koruyan, her şeye rağmen İslâm'la irtibatını sürdürmesini sağlayan 500 yıllık mücahede ve mücadeleyle Selçukluların kurdukları, yine 500 yıllık mücadeleyle Osmanlıların korudukları, Ehl-İ Sünnet omurganın çökertilmesi projesi. Bu iki projenin hedefi, Müslümanları birbirine düşürerek, bir daha ayağa kalkamayacakları kadar büyük bir darbe vurmak. Bu iki projenin somut olarak hayat geçirilebilmesi için belirlenen hedef, hadislere ve Hz. Peygambere (sav) saldırmak. Bu saldırının, uzun vadede, en kalıcı ve yıkıcı sonuç verecek saldırı biçimi olduğunu düşünüyor Batılılar. Soru şu burada: Batılılar, neden Hz. Peygambere ve hadislere saldırıyorlar peki? Düşünün! Sıra Kur'ân'a gelecek! Bazı âyetler öne çıkarılacak ve sonuçta, “bu kitap saçma -hâşâ- bir kitap” diyecekler! Müslümanlar da bu durumu tevil edip duracaklar. ÖRNEK, HIRİSTİYANLIĞIN TARİHİ Muharref Hıristiyanlığı Aziz Pavlus kurdu. Peygamber olsa, insanlar din icat edemezdi oysa. İlke şu burada: Tevhid'in koruyucu kalkanı, Nübüvvet hakikati. Luther “İncil Hıristiyanlığı” çağrısı yaptı. İncil'i çağın zihin kalıbına göre okudu. Her şeyi yıktı. Sahte bir din icat etti. İslâm”ı bekleyen tehlike de bu! “Kur'ân İslâmı” söylemi, geliyorum diyen en büyük felâketlerden biridir. İslâm'ı protestanlaştırma projesidir çünkü bu söylem. KUR'ÂN ASIL, SÜNNET USÛL'DÜR Din, kuru bilgi kaynağı değildir. Hayat kaynağıdır. “Yaşayan Kur'ân” olarak tavsif edilen Hz.Peygamber olmazsa din kalmaz. Peygamberi devre dışı bırakan bir din kısa devre yapar. Elbette ki, Kur'ân, Temel'dir. Sünnet, o Temel üzerinde yükselen ve Temel'i ayakta tutan Sütun. Sütun çökerse, gökkubbe de, Temel de çöker. Şu yani: Usûl olmadan tefsir de, hadis de, fıkıh da olmaz; işlemez. Kur'ân asıldır; Sünnet-i Seniyye, usûl. Aslolan hakikate vusûldür / varmak. Usûl yoksa vusûl de yoktur. Fusûl / sapma vardır. Başka türlü kurman gerekirse bu cümleyi: Kur'ân Kaynaktır. Sünnet, Irmak. Aslolan hakikate varmak. Irmak, gürül gürül akacak ki; Kaynak, hayat fışkıracak. ÖNCE ÇAĞDAŞ HURAFELERDEN ARINMAK! İslâm'ı hurafelerle doldurdular, diyorlar. Luther de öyle demişti. Ama asıl hurafeyi o üretti: Sahte Din. Dine Karşı Din icat edecekler! O yüzden “Uyuma!” diyorum. Şunu iyi bilelim: Kimseden çekmedi bu din, hurafe temizliyoruz, diyerek zihninin çağdaş hurafelerle iğdiş edildiğini göremeyen çapsızlardan çektiği kadar! Hurafeleri temizleyeceğiz, diyorlar. Böyle diyenlere şu soruyu sormak zorundayız: İyi de, kimsin “sen”? Hurafe “sen”sin: Ç/ağ'ın, insanın zihnini iğdiş eden seküler hurafelerinin kölesi! VARIŞ NOKTASI NE, KALKIŞ NOKTASI NEREYE DÜŞER? Kalkış Noktası ve Varış Noktası olmadan Kur'ân'a gidemeyiz. Çağın kavramlarını ve bağlamlarını Kur'ân'a giydiririz sadece. Soru şu burada: Varış Noktası belli, Kur'ân ve Sünnet. İyi de Kalkış Noktası neresi? Çağ'ın ağları ve bağları, bağlamları ve kavramları. Yani bizim çağrı'mızın kurmadığı, zihnimizi ve idrak biçimlerimizi allak bullak eden, bizi İslâmî duyuş ve düşünüş, varoluş ve yaşayış biçimlerinden uzaklaştıran ve devâsâ bir ağ'a dönüşen seküler çağ! Kalkış Noktası burası. Bu ağ! ÜMMÎLEŞME'DEN ASLÂ! O yüzden, bura'yı zihnen ve idrak açısından terketmeden, çağ'ın ağlarını ve bağlarını, kavramlarını ve bağlamlarını aşma çabası göstermeden yani Ümmîleşmeden Kur'ân'a gidemeyiz: Çağdaş hurafeleri Kur'ân'a giydirir, her şeyi tarumar ederiz! O yüzden önce Zihinsel Hicret şart, diyorum. Özetle 200 yıllık oryantalist proje şunu hedefliyor: Hadisler tartışılsın! Ardından Peygamber'in konumu tartışılsın ve devredışı kalsın! Sonuçta, Her kafa Kur'ân'ı yorumlasın, neredeyse kelle sayısı Kur'ân çıksın. Nifak çıksın ve insanlar dinden uzaklaşsın, kaçsın! Sözün özü: Hadisleri, Hz. Peygamberi tartışmalı hâle getirip Kur'ân'ı kıt akıllarına göre yorumlayan Müslüman Lutherler icat edecekler! Oysa, diğer dinler paçavraya çevrildi. Niçin? Peygamberi olmadığı için. Tevhid, peygamber varsa, korunur. Yoksa, önüne gelen “tanrılığa” soyunur. Son söz: Hadisler, Kur'ân'ın önüne geçiyor, diyenler, kendilerini hadislerin de, Kur'ân'ın da önüne geçirdiklerini görebiliyorlar mı acaba? Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
Webmaster Posted August 30, 2015 Author Share Posted August 30, 2015 Yusuf Kaplan Gazete Yazarı Tüm Yazıları Takip Edin “Kur’ân İslâm’ı” söylemi, neden tehlikeli? 10 Temmuz 2015, 04.00 5.4B 606 4.8B Önceki yazımdan ötürü “Kur'ân düşmanı” (!) ilan edildim. Ve sosyal medyada linç edildim. Kimse beni Kur'ân düşmanı ilan edemez! Çok büyük bir iftiradır bu! Bendeniz Kur'ân'ın nasıl hayatımızdan uzaklaştırılacağını, Kur'ân'Ia Sünnet'in birbirinden ayrılamayacağını, yoksa hepimizi büyük felaketlerin bekleyeceğini hatırlatıyorum. Kur'ân'ın hayat rehberimiz olması gerektiğini, bunun önündeki engellerin neler olduğunu anlatıyorum. Çapsız ve fanatik tipler, hiçbir şey anlamadan üzerime salınıyor. Allah'tan korkun, diyorum ve bu konuyu en başından alıyorum: ÜÇ BÜYÜK PROJE Oryantalistlerin geliştirdiği üç büyük proje var: 1-Osmanlı'yı unutturmak. 2-İslâm düşüncesinin Gazâli'yle bittiğini masalını yutturmak! 3-Hz. Peygamberin konumunu sarsmak. Batıklar, ilk ikisini başardılar. Şimdi sıra üçüncüsünde. Karikatür krizleri boşuna çıkmadı, değil mi? Batılılar artık şunu çok iyi biliyorlar: Müslümanların İslâm'la ilişkilerini koparmanın yolu hadisleri, peygamberin konumunu ve mezhepleri tartışmak. Sonra sıra Kur'ân'a gelecek. Çok tehlikeli bir proje bu: Kaynaklarını yitiren Müslümanlar kaygan zeminlerde patinaj yapmaya, birbirleriyle boğuşmaya başlayacak. EhI-i Kıble birbirine girecek! Bunun yolu da, Hz. Peygamberin (sav) konumunun sarsılması ve devre dışı bırakılmasından geçiyor! “KUR'ÂN İSLÂM'I”: DİNE UYMAK YERİNE DİNİ KENDİNE UYDURMA PROJESİ Protestanlığın kurucusu Martin Luther”in 95 tezini astığı Wittenberg Kilisesi'ne gitmiştim bir kaç yıl önce. Wittenberg Kilisesi”nin girişinde bir pano vardı ve panoda aynen şu cümle yer alıyordu: “Artık ben de İncil”i anlayabileceğim.” İyi de kimsin sen? Çapın ne? Daha önemlisi de, “yetkin/liğin ne?” Oysa Luther'in kilisesinin girişinde yer alan panodaki bu söz, dinin protestanlaştırılmasının mottosudur. Ya da şöyle söyleyelim: “İncil Hıristiyanlığı”nın temelidir: Hıristiyanlığı temelinden yıkan, önüne gelenin, kafasına, arzularına, hatta keyfine göre İncil yazmasına yol açan yıkımın temel gerekçesi. İnsanın, dine uymak yerine, dini kendisine uydurmasının kapılarını sonuna kadar açan protestanlaşmanın âmentüsü. O yüzden, bugün önüne gelen kafasına göre İncil yazıyor: “Benim İncil”im bu!” diyor. O yüzden eşcinseller kafalarına göre İncil yazıyor. Feministler kafalarına göre İncil yazıyor. Ateist papazlar kafalarına göre İncil yazıyor! KUR'ÂN'I PAÇAVRAYA ÇEVİRECEK BİR SÖYLEM! Son zamanlarda, sıklıkla, “Kur'ân İslâmı”ndan sözeden insanlara rastlıyorum. Önce şunu söyleyeyim açık açık: “Kur'ân İslâmı”ndan sözeden biri, eğer kötü niyetli ya da görevli değilse, ne söylediğini bilmeyen biridir. “Kur”ân İslâmı” söylemi, ancak çapsız insanların eseri, ayartıcı ve insanı ana kaynağını Kur”ân”ın oluşturduğu İslâm”dan saptırıcı bir söylemdir. Kur”ân İslâmı”nın ne kadar tehlikeli bir söylem olduğunu söylerken, İslâm”ı protestanlaştırıcı, sonuçta İslâm”ı paçavraya çevirecek bir söylem olduğunu söylemiş oluyorum. Anlama kıtlığı çekeceklerin zannedecekleri gibi, Kur”ân”ı devre dışı bıraktıracak bir şey söylemiş olmuyorum. Aksine, “Kur”ân İslâmı” söylemini dillendirenlerin, Kur'ân'ı devre dışı bırakacaklarına dikkat çekmiş oluyorum. ÇAĞ KÖRLEŞMESİNİN KÖRLEŞTİRİCİLİĞİ Çağ körleşmesi yaşıyoruz: Algılama biçimlerimiz İslâmî idrak ve zihin setleri üzerinden işlemiyor. Müslümanca bir zihin ve idrakten yoksun olduğumuz bir zaman diliminde, Kur'ân'ı sadece mevcut seküler zihin ve algılama biçimleri üzerinden algılamaktan kurtulamayız. Bu da seküler algılama biçimlerini Kur”ân”a giydirmemize yol açar ve tam anlamıyla cinayetle sonuçlanır. Ümmîleşilmeden, zihnimizi, algılama biçimlerimizi ve dilimizi İslâmîleştirmeden Kur'ân İslâm”ından sözetmek, İslâm”ın çağın ağları ve bağları, bağlamları ve kavramları ile anlamaya kalkışmaktır. Ki, bu tam anlamıyla çağın algılama biçimlerini Kur'ân'a giydirmek ve İslâm'ı tanınamaz hâle getirmekle sonuçlanacak bir cinayettir. Kur'ân kaynaktır, Sünnet-i Seniyye, ırmak. Aslolan hakikat yolculuğuna çıkmak, hakikate varmak. Irmak, gürül gürül akacak ki, Kaynak, hayat fışkıracak... PEYGAMBER'İ DEVRE DIŞI BIRAKAN DİN, KISA DEVRE YAPAR! İyi de, hakikat yolculuğuna nasıl çıkacağız? Bu sorunun cevabı şu tespitte gizli: Kur”ân asıldır, Sünne-i Seniyye usûldur. Aslolan, hakikate vusuldür / varmaktır. Yani: Usûl olmadan, vusûl olmaz. Usul yoksa, fusûl (kopma / sapma) kaçınılmazdır. Hakikate vusûl”ü sağlayacak usûl”ü bize veren, hakikatin misali ve timsali, vasatı ve vasıtası olan Efendimiz”dir. Eğer “ben de Kur'ân'ı anlayabilirim”, diyerek, peygamberi devre dışı bırakırsanız, İslâm kısa devre yapar. Önüne gelen, “İslâm budur” diye saçmalamaya başlar. Böyle yapmakla, kendisini peygamberin yerine koyduğunu da, din icat ettiğini de göremez. Batılıların, Kur'ân'a değil de, Hz. Peygambere saldırmalarının, hadisleri tartışmaya açmalarının temel nedeni, Peygamberi devre dışı bırakmak ve insanların kafalarına göre din icat etmelerinin ve dini paçavraya çevirmelerinin kapılarını sonuna kadar açmaktır. Müslümanların yaşadıkları ikinci büyük medeniyet buhranı, İslâmî zihin ve idrak biçimleri ve yerlerini yitirmeleriyle sonuçlandı. Müslüman zihninin ve idrakinin yok olduğu, Müslümanların, İslâm”ın çağrı”sının kurmadığı bir çağ'ın ağları ve bağları, bağlamları ve kavramları ile konuştukları, bunun farkında bile olmadıkları bir dilsizlik ve yersizlik ortamında, Kur'ân İslâmı”ndan sözetmek, geri dönüşü zor büyük bir felâketle sonuçlanır sadece. Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
Webmaster Posted August 30, 2015 Author Share Posted August 30, 2015 Emre Dorman nereye koşuyor? Ana Sayfa» Yazarlar» Ahmet AY19.08.2015 02:46 Ahmet AY Ahmet AY yenirenkler@hotmail.com Okuyanlar anımsayacaklar: Mustafa İslamoğlu'nun iddialarına cevap olarak, ismi yine Risale-i Nur'dan mülhem, 'Güya Allah'ı takdis ederken... ' diye bir yazı serisi karalamıştım. Bediüzzaman bu ifadeyi Mutezile için kullanıyor aslında. Onların 'iyi birşey için kötü birşey' yaptıklarını dile getiriyor orada. Amaçları ne? Amaçları, Allah'ı takdis etmek. Onu kusurlardan tenzih etmeye bir yol bulmak. Ulaşılan sonuç ne: Şirke kapı açmak. Ulûhiyet akidesini en pis çamurla lekedar etmek. Nasıl? Anlamak için ilgili metne dönelim yüzümüzü: "Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. güya onunla Allahı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar. (... ) Elcevap: Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, 'Ateşin icadı şerdir!' diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir!' diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı. Evet, kesb ise, mübaşeret-i cüz'iye olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin mazharı olur; o kesb-i şer, şer olur. Fakat icad umum neticelere baktığı için, icad-ı şer, şer değil, belki hayırdır. İşte Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, 'Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir' diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imaniyeyi tevil etmişler. " Geçtiğimiz günlerde Emre Dorman'ın attığı twiti okurken de aklıma bu bahis geldi nedense. Şöyle diyordu Dorman orada: "Hadis reddetmek peygamberi inkar etmek değildir. Kur'an'ı tek ölçü bilip peygamberimize atılan iftiraları reddetmektir. " Yani ilgili beyanlarından Kur'an müslümanlığı rüzgârına kapılmış olduğunu anladığımız Dorman'ın aslında niyeti iyi, pek güzel, hatta pek şeker. Hadisleri reddediyor ki, Kur'an daha güzel anlaşılsın ve Peygamber Efendimiz aleyhissalatuvesselama atılan iftiralar temizlenmiş olsun. (Peki nübüvvetin öğretmenlik fonksiyonu? Boşver canım onu. Modern zamanlardayız. Süper zekâlıyız. Biz hallederiz. ) Oh ne güzel... İnkâr et rahatla. Ne kadar bilimsel bir metod öyle değil mi? Fakat bir saniye! Bu ifade Bediüzzaman'ın yukarıda altını çizdiği tehlikeyi andırmıyor mu biraz? Yani yapılan şey görünüşte bir takdis/tenzih iken, hakikatte insanın kendi hevasının/fehminin sınırlarıyla birşeyleri sınırlandırması değil mi bu da? Mesela; Mutezile, Allah'ı kendi fehmince/idrakince temizlemek isterken aslında onun 'yaratışına' (dolayısıyla ilahlığına) bir sınır koyuyor ve şirk koşuyor. Daha beter kirletiyor uluhiyet anlayışını... Peki, bizim iyi niyetli Emre Dorman'ımız acaba hangi çamları deviriyor Allah Resulünü temizlemek isterken? Düşünmek gerekmez mi üzerine? Hani meşhur bir sözdür, bilirsiniz: "Kötülüğün yolları iyi niyet taşlarından örülmüştür... " denir. Ben bu haleti, o sözün anlattığına çok benzetiyorum. Böyleleri aslında bizi yaptıklarının neticeleriyle yüzleşmeye değil, bunu yapmaktaki amaçlarının güzelliğine meftun etmek istiyorlar. Aforizma aforizma avlıyorlar imanımızı. Tıpkı Hayvan Çiftliği'nde Orwell'ın güzelce tasvir ettiği gibi. Domuzlar, daha iyi bir gelecek için hayvanları bir devrime ikna ediyorlar, ama sonuçta devrimle elde edilen eskiden de kötü, beterin beteri bir düzen oluyor. İşte bizdeki Kur'an müslümanlığı meftunlarının da bizi razı etmek istedikleri ütopya bu. Hatta 1984 tarif edilirken kullanılan ifadeyle: Karaütopya. Prof. Dr. Orhan Çeker'in Tasavvufî Meselelere Fıkhî Bakış kitabında hadis ve Kur'an arasındaki ilişkiyi anlatırken kullandığı, çok beğendiğim bir ifadesi var: "Eğer hadisler olmazsa... " diyor Çeker, "Kur'an manevî tahrife açık hale gelir." Yani Kur'an'ın lafızlarının değil, ama o lafızlardan anlaşılması gerekenin tahrifi/bozulması ancak hadislerin inkârıyla mümkündür. Yoksa hadisler sizin ayaklarınızı/ellerinizi istikamet üzere bağlar. Kur'an'daki kelimeleri/cümleleri, onlarla kastedilenin ne olduğunu, size hayatın içinden örneklerle/anılarla söyler hadisler. Bu nedenle Kur'an'ın kalkanı gibi bir işlev görürler. Eğer niyetiniz Kur'an'ı tahrif etmekse, önce bu zıhra sataşmanız gerekir. Hadislere (ilk müfessire) olan güveni kıramazsanız, Kur'an'ın mana ve tevilce tahrifini başaramazsınız. Belki kelime-i şahadette Allah'a imanın Resulüne imana bu derece bağlanmasının sırrı da budur. Ve nitekim Kur'an'da da sık sık hem Allah'a, hem Resulüne itaat edilmesinin gereği vurgulanır. (Sadece Kur'an'a değil. ) Ehl-i sünnet âlimleri de hep bu yol üzere gitmiştir. Allah hepsinden razı olsun. Konuya dair güzel bir izahı da Ebubekir Sifil Hoca, İstikamet Yazıları 2'de yapıyor: "Bütün mesele, Sünnet'e söyletemediklerini Kur'an'a söyletme arayışıdır aslında. Biliyorlar ki Sünnet olmadan Kur'an, adeta boşlukta duran bir metindir; bizi, muradullaha yönlendirme konusunda önümüze net, kesin ve keskin hatlarla belirlenmiş bir yol haritası çizmez. Bu sebeple tarih boyunca ortaya çıkmış olan bid'at fırkaları, davalarını Kur'an ayetleriyle destekleyebilmişlerdir. Yine bu sebeple Efendimiz, ümmetin 70 küsûr fırkaya ayrılacağını bildirdiği hadiste 'kurtuluşa eren fırka'nın özelliğini, kendisinin ve ashabının üzerine bulunduğu yolda yürümek olarak tayin ve tarif buyurmuştur. " Hadis inkârcıları, işte yine sırf bu nedenle, ehl-i ihtisas olmadıkları halde hadisler konusunda boru öttürmeye pek meyyaldirler. Hepsi serapa ehl-i fazilet insanlar olan hadis imamlarını ve başlı başına çok derinlikli/nitelikli bir ilim olan hadis ilmini küçük göstermek için yarışmaları da bundandır. Hatta bu insanların içine düştüğü en büyük sapkınlık, sened tahlilini öteleyip kendi akıllarıyla mana tahliline girişmeleridir. Onların akıllarının ve Kur'an'dan anladıklarının tek miheng olduğu bir düzlemde konuşur da konuşurlar... Cür'etin bini bir para olur. "Bence hadis değil... " veya "Bana hadis gibi gelmiyor... " dışında hiçbir usulleri ve değerlendirme kıstasları yoktur aslında. Biraz üzerlerine gitseniz mesela: Bir hadisin hadis olduğuna karar verirken hangi standartlara dayanırlar? Neye göre ve ne göstergelerle karar verirler? Neye göre reddeder/kabul ederler? Hepsi bunların gözünde/zihninde duman olmuştur. Bazen olur, işlerine geldiğini düşündükleri için zayıf hadisleri en sahih hadislerden bile daha muteber gibi aktarırlar. Bazen de işlerine gelmiyor diye en sahih hadislere bile burun kıvırır, dudak bükerler. Tutarsızlıkların "Bana öyle geliyor/gelmiyor... " çizgisinde bir papatya falı tahlile dönüştürüldüğü bu ekol mensuplarından duyduğunuz hep şudur: "Sizi uydurulmuş dinden, indirilmiş dine çağırıyoruz." Fakat ne tuhaftır ki; hiçbirinin indirilmiş dini de bir diğerine uymaz. Hepsine ayrı ayrı bir şeyler inmiş gibi olur. Hadisleri inkâr etmekle güya Kur'an bayrağı altında toplanmış(!) bu zümrenin, bu bayrak altında toplanmakla tevhide ulaştıklarını düşünmek de mümkün değildir. Bunların cemiyeti, duyduğu her ayeti başka taraflara çeken/farklı anlayan sağırlardan oluşmuş sağır sultanlar korosudur. Emre Dorman okur başka anlar. Caner Taslaman okur başka anlar. Mustafa İslamoğlu okur başka anlar. Yaşar Nuri Öztürk okur başka anlar. Abdulaziz Bayındır okur başka anlar. Hepsinin keyfine göre küçük küçük fıkıhçıkları oluşur. Böylece tamamen iyi niyetlerle Allah Resulünü ve Kur'an'ı tenzih etmeye çalışırken insan sayısınca dininiz olur. Çünkü Kur'an'ın etrafındaki mana koruyucuları yıkılmıştır. İsteyen, istediği lafzı, istediği lügatten, canının çektiği anlamı vererek, istediği gibi tahrif eder. Bir örnek vereyim: Bunlardan birisiyle konuşurken 'hadislere bu denli itimatsızsa/güvenmiyorsa namazlarını nasıl kıldığını' sormuştum mesela. Bana, namazda bizim olmazsa olmaz gördüğümüz her rüknün uydurma olduğunu, orada secde/rükû ile kastedilenin de aslında Allah'a saygı duymak olduğunu söylemişti. Varın siz düşünün gerisini. Böyle insanlarda dinden ne kalır? Hâsılı kelam: Sünnet, Kur'an'ın kalkanıdır. Kalkanını düşürmeden süvariyi yenemezsiniz. Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
Webmaster Posted August 30, 2015 Author Share Posted August 30, 2015 Emre Dorman nereye koşuyor 2 Ana Sayfa» Yazarlar» Ahmet AY26.08.2015 00:09 Ahmet AY Ahmet AY yenirenkler@hotmail.com Emre Dorman nereye koşuyor 2: Kur'an'a odaklanayım derken eldeki dinden olmak Bugün sizinle Emre Dorman'ın twitlerinden birisini daha analiz etmek istiyorum. Bu pek ehl-i akıl geçinen hocalarımızın ettikleri kelamların arkasında ne kadar akıl var, hep beraber görmeye çalışalım. Meşhur twitimiz şu: "Peygamberimizin şüphesiz güvenilebilecek tek hadisi vardır, o da Kur'an'dır. Dolayısıyla dinin tek güvenilir kaynağı vardır, o da Kur'an'dır. " Analize geçmeden önce bir tesbitimi sizinle paylaşmak isterim. O tesbit de şu: Kur'an müslümanlığı savunucularının aforizma merakı. Evet, Mustafa İslamoğlu'sundan tutun Emre Dorman'ına kadar hepsinde bir Polat Alemdarlık var. Kurtlar Vadisi senaryosu yutmuş gibi afilli cümleler kurup, davalarını da onlara dayandırıp duruyorlar. Fakat kurcalasanız altlarındaki hakikatin boyu ne kadar? İşte bugün bir tanesini kurcalayacağız, ancak daha ona geçmeden bu 'benzeyiş' bana sırlı geliyor. Müseylemetü'l-Kezzab'dan bu tarafa 'belagat' sahiplerinin, yeteneklerini 'hakikat'e hizmet ettirmedikleri sürece, bu ümmet için nasıl bir tehlike oluşturdukları hepimizin malumudur. (Bediüzzaman da Ene Risalesi'nde Kur'an'a hizmet etmeyen felsefenin tehlikesine dikkat çekmez mi?) Demek güzel söz söylemek yalnız başına hüner değil. Hüner, 'estetik'ten öte 'hakikatli' söz söylemek. Bu noktada insanımızın da sözdeki estetiğe/efsunî etkiye değil, özündeki hakikate talip olması lazım. Bir tuzafın fâşıdır bu söylediğim. Bir önceki yazımda Emre Dorman'ın hadis ilminde ehl-i ihtisas olmadığını söylemiştim. O sözümü geri alıyorum. Çünkü bunu söylerken en azından bu konuya dair biraz malumat sahibi olduğunu sanıyordum. Dorman düşündüğümden de kötü durumdaymış. Hadisin neye dendiğini, vahyin ne olduğunu birbirinden ayıramayacak ve Kur'an'ı da hadis diye tarif edecek seviyede yüksek bilgi sahibiymiş(!). O yüzden uyarımı geri aldım. Böyle birisine 'ehl-i ihtisas değilsin' uyarısı yapmak abesle iştigal olur. Zira bu cümleyi Dorman'ın yüzüne kurmak için önce Dorman'a hadiste ehl-i ihtisasın ne olduğunu izah etmek gerekir. Olmadığı şeyi söylerken bilmediği şeyden bahsettiğimi bilmiyordum. Böylece o uyarımı tashih etmiş oldum. Peki, Kur'an'ın, Allah Resulünün sözü anlamına gelen 'hadis'ten başka birşey olduğunun altını çizdikten sonra (ki bu çizişi standart müminler için değil Emre Dorman için yapıyoruz) şöyle bir konuya gelelim: İslamî bilginin kaynakları nelerdir? Başkaları başka başlıklar kullanabilirler, ama ben mürşidimin kullandığı kategorizasyonu tercih edeceğim: Bize Cenab-ı Hakkı tanıtan üç büyük küllî muarrif vardır: 1) Kitab-ı Kebir-i Kainat. 2) Nübüvvet ve özelde Allah Resulü aleyhissalatu vesselam. 3) Vahiy ve özelde Kur'an'ı Hakîm. (Özelde ifadesiyle andıklarım temsil ettikleri kanunun bu ümmete bakan yüzünü teşkil edenlerdir. ) Yani biz Cenab-ı Hakkı üç bilgi kaynağından öğreniriz: 1) Kainat ve onun bize Yaratıcısı hakkında kazandırdığı marifet. 2) Peygamberlerin ve özelde Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatu vesselamın aktardığı marifet. 3) Vahyin ve özelde Kur'an-ı Kerim'in doğrudan Allah'ın beyanından bize aktardığı marifet. Biz Cenab-ı Hakka, hakikatlerin hakikatine dair bilgiyi ancak bu üç kaynaktan elde ederiz. Sair kaynaklar ancak bu 'üç büyük küllî muarrif'in cüzleridir. Onlardan ışık alan aynalarıdır. (Bediüzzaman Mesnevî-i Nuriye'de dördüncü bir öğretici olarak vicdanı da anar. Ancak diğer yerlerde hep üç olarak zikrettiğinden ben de bu genel tarik üzere gideceğim. ) Bu kaynaklara dikkatle baktığımızda şunu görürüz: Kaynaklardan birisi aklîdir. Diğer ikisi naklîdir. Yani kainat, aklî bir çalışmayla çözülebilecek, her an açık tefekkürî bir marifeti bugün bize sağlarken; Kur'an ve sünnet, naklî, yani bizden öncekilerin bize aktardığı kadarıyla, hakkında bilgi sahibi olduğumuz marifet türlerini ifade eder. Bence bu aklî ve naklî ayrımı kesin bir çizgi sayılamaz. Kur'an ve sünnetin akılla tahlil edildiğinde 'Bu kelamın sahibi ancak Allah olabilir!' veya 'Bu ahlak ancak Allah'ın Resulünde bulunabilir!' dedirdiği çok şeyler vardır. Nitekim Bediüzzaman da Allah Resulünü Kur'an'ın bir mucizesi olarak, Kur'an'ı da Allah Resulünün bir mucizesi olarak anmıştır. Bunun dışında kainat bilgisinin de ne kadar aklî olduğu tartışmalıdır. Zira naklî bir önbilgi, bir yol gösteriş olmadan kainat hakkında yapılan tefekkürün bizi İslam'ın istediği akaide (tüm dengesi ve detaylarıyla) götürebilmesi zordur. (Kaç kişi bulabilmiştir şimdiye kadar öyle tevhidi?) Bediüzzaman bu yolun müşküllerine de Ene Risalesi'nin ahirindeki üç yol örneklemesinde değinir. Naklî deliller eşliğinde girilen bir aklî tefekkür, asansör gibi uçarak kolayca yolculuk ettirirken; nakilsiz aklın tefekkürleri dağları/taşları parçalamak veya uzun uzun yolculukları/mesafeleri aşmak olarak resmedilir. Bediüzzaman'ın bir Eş'arî olduğu hatırlanırsa, bu noktadaki duruşu da daha net anlaşılır. Şimdi gelelim Dorman'ın muhteşem twitine. Allah Resulünün güvenilecek tek hadisinin(!) Kur'an olduğunu söylerken aslında Dorman bize şunu söylemektedir kelamının mana-i muhalifi ile: Kur'an'ın dışında Allah Resulünden nakledilen hiçbir söze güvenilmez. Yahut da şunu demektedir: Allah Resulünün sözü olarak nakledilen (Kur'an dışında) hiçbir söz aslında onun sözü değildir. ('Kur'an, Allah Resulünün sözüdür' mü demek istemektedir? Hadi o kadar suizan etmeyelim. ) Peki, Dorman'ın boyunu bir hayli aşan bu Polat Alemdar aforizmasının ulaşacağı sonuç nedir? Yani nereye varmak istiyordur Dorman bu sözü söylemekle? Yoksa biz de mi kendisiyle bir meşrep olup süper-hiper-acayip 'bilimsel' duruşunu şöyle tanımlamalıyız: "Sonunu düşünen kahraman olamaz!" Yok, öyle olmayalım. Biz yine biz kalalım ve Dorman'ın aslında ne demek istediğini ve bu redd-i hadis meselesinin nereye varacağını aklımızla arayalım: Dorman aslında bize şunu anlatmak istiyor: Hadis gibi naklî bir delilin bütün ayakları sakattır, düzmecedir, kurmacadır. Yani hadis imamları, hadis ravileri, hadis ilmi, tebe-i tabiin, tabiin, sahabe... Hatta bunlara itimat etmiş, bunlarla amel etmiş, bunları doğru bilmiş herkes bir düzmecenin parçasıdır. Allah Resulünün hadisi diye birşey yoktur, ama bize 1400 yıldır böyle şeyler varmış gibi yedirilmiştir. Bu ümmet (ve özellikle bu ümmetin Allah Resulüne bizden daha yakın olanları) öyle fasık bir ümmettir ki, ta ilk elden son ele kadar, yememiş içmemişler, Allah Resulü ölür ölmez onun ağzından yalan sözler uydurmaya başlayarak birbirlerine nakletmişler, sonra utanmayıp onları yazmışlar/kitaplaştırmışlar, sonra ona bir ilim oluşturmuşlar, sonra onunla bir fıkıh kurmuşlar, sonra Kur'an'ı onlarla yorumlamışlar ve Allah Resulünün vefatının hemen ardından İslam'ı İslam olmaktan çıkarmışlardır. Bir de öyle elele vermişlerdir ki bu fasıklıkta, o kadar organize çalışmışlardır ki, modern zamanlara kadar 'Yahu ne yapıyorsunuz?' diyen de çıkmamıştır içlerinden. Hiçbirisi diğerini açık etmeden, hep beraber, her asırda ümmeti sözde ışıklandıran bütün âlimler de bu oyuna iştirak etmişlerdir. Sayın Emre Dorman'a kadar gelen İslam mirası böylesine lanetli/berbat, böylesine sorunlu ve kusurlu bir mirastır. Şükür ki(!) Allah Resulünden 1400 sene sonra artık Emre Dorman vardır. O hadislere bakar bakmaz şıp diye meseleyi anlamış ve yüzlük ampul gibi hepimizi; "Yok abicim öyle şeyler! Uydurma bunlar!" diyerek aydınlatmıştır. Hey mübarek... Keşke evvel geleydin. Arada çok insan kaynadı gitti. Ama bir saniye! Bu cümlede o zaman bir ikircik var. Eğer naklin bütün ayakları, kaynakları, elçileri, mirasçıları, derleyenleri, kitaplayanları, ders verenleri, ders alanları, ondan yorum yapanları, o yoruma uyanları, akaidcileri-fıkıhçıları-kelamcıları-muhaddisleri, otuz iki kısım tekmili birden böylesi fasıklardan ve Allah Resulü adına yalan söz uydurmaktan, yaymaktan, bile bile inanmaktan çekinmeyenlerden oluşuyorsa; o zaman aynı ellerden gelen Kur'an nasıl güvenilir olacaktır? Öyle ya, bu Kur'an da aynı ellerden yine bir naklî bir bilgi olarak bizlere taşınıp gelmiştir. Yine aynı hafızalarda ezberlenmiş, yine aynı dillerden nakledilmiş, yine aynı ellerde taşınmıştır. Mesele hadis olunca yemedikleri nane, kırmadıkları ceviz, kandırmadıkları adam, uydurmadıkları yalan kalmayan bu insanlar; nasıl olmuştur da Kur'an mevzubahis olunca hiçbir ayeti değiştirmemişler, hiçbir yalan katmamışlar, hiçbir şeyi çıkarmamışlar, bir harfine bile dokunmamışlardır? Naklî delilin her ayağındaki/safhasındaki her insan, istisnasız, hadis konusunda böyle yalancının yalancısı, kötünün kötüsü, güvenilmezin güvenilmezi olduktan sonra, aynı ellerden gelen Kur'an'a daha kim inanır? Siz ne derseniz değin, bu işte bir iş var. Bu Kur'an müslümanlığı birşeyin nihayeti değil, ilk adımı. Eğer naklî bilgiye güveni absürd/dayanaksız iddialarla böylesine kırarsanız, o bilginin yaslandığı herşeyi sarsarsınız. Yarın Kur'an'ın Allah'ın vahyi olduğuna da kimseyi inandıramazsınız. Oyun büyük. Bu insanların varmak istedikleri yer, en iyi ihtimal deizmdir. Allah'ı sadece kainat bilgisinden bulmak ve ötesini/naklî bilgiyi boşvermektir. Bugün hadise bunu yapan, yarın kaçınılmaz şekilde Kur'an'a da şunu yapacaktır. Çünkü Kur'an, sünnet ve kainat İslamî marifette birbirinden kopmaz bir bütündürler. Birisinin altını oymaya başlarsanız ötekinin de altını oyarsınız. Nübüvveti çıkarırsanız vahiy, vahyi çıkarırsanız da kainat deliline zarar verirsiniz. Bu insanlar İslam'a kuvvet olmuyorlar, İslam'ı deizme evriltmeye çalışıyorlar. Bunun bir adım ötesi de yine agnostizm olacak. Çünkü naklî delillerin bağlayıcılığını/belirginliğini yitirerek bu kadar izafîleşen bir kainat yorumu, Allah'ın varlığı ile yokluğunu bir hale getirecek. Uğraşılmayacak. Konuşulmayacak. Düştüğü görecelilikten dolayı tutunamayacak. Çok sinsi geliyor bu saldırı. Aptallığından bihaber, aklın zirvesinde gibi satıyor kendini. Çok kurnazca, aforizma aforizma yaklaşıyor, dikkatli olunmalı. Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
Webmaster Posted August 30, 2015 Author Share Posted August 30, 2015 Kur´an Müslümanlığı veya asıl ismiyle Peygambersiz Müslümanlık ´Kur´an müslümanlığı´ söylemi kulağa çok hoş geliyor. Öyle ya, Kur´ansız İslam olabilir mi? Olamaz. Kur´an İslam´ın ana kaynağıdır. Vahiydir, Kelamullahdır. Kur´an olmadığı vakit içi boş bir İslam ortaya çıkar. Peki kelimenin tersine bakmakta fayda var. Kur´ansız müslümanlık var mı? Elbette yok. Yok ise bu kelime ile ne söylenmek isteniyor? ´Kur´an müslümanlığı´ tezini ortaya sürenlere sorsak güya uydurma hadisleri ve Kur´anla çelişen hadisleri ayıklamak için Kur´an´a sarıldıklarını iddia ediyorlar. Bu da kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Fakat hakikat öyle mi? Bu şirin ve iyi niyetli gözüken tez aslında bir kelime oyunundan başka bir şey değil. Yani bunu ortaya atanlar semantik cambazlığı yapıyorlar. Çünkü söylediklerine değil, yaptıklarına, yani teoriye değil pratiğe baktığımızda ortaya net bir tablo çıkıyor. O da ´peygambersiz müslümanlık´. Hadisleri ayıklayalım derken, adeta Hz. Muhammed´in (sav) tüm fonksiyonu ortadan kaldırılıyor. Peygamber bir postacı haline getiriliyor ve bu fikre dayanmayan tüm akımlarının İslam öncesi Yahudi fikirlerini İslam´a kattıkları, yani yahudileştikleri, bundan dolayı da bir çok hadis (özellikle Kıyamet Alametleri ile ilgili hadisler) uydurduklarını, iddia ediyorlar. Ve kendilerini kurtarıcı olarak İslam´ı bu yanlış fikirlerden temizlediklerini düşünerek, belki minnet veya alkış bile bekliyorlar. Öncelikle kendilerine minnetlerimizi sunalım: “Cahil kimseler kendilerine laf attığı zaman (incitmeksizin) ´Selam´ derler (geçerler). “ (Kur´an, 25:63) Öncelikle ´Kur´an müslümanlığı´ teorisinin nasıl oluştuğunu anlayabilmek için Bediüzzaman´ın 28. Mektubuna bir göz atalım. Vehhabi meselesinde Bediüzzaman şöyle der: „Hadis-i sahîh ile sabit olan ziyaret-i kubûr ve makberistana hürmet-i şer’iye sû-i istimâl edildi, gayr-i meşrû hâdiseler zuhura geldi. Husûsan evliyâların makberlerine karşı hürmet ise, mânâ-yı harfî cihetiyle kalmadı, mânâ-yı ismî derecesine çıktı. Yani, sırf Cenâb-ı Hak hesabına makbul bir abdi olduğuna ve şefaatine ve mânevî duasına mazhar olmak için olan meşrû hürmetten ziyade; o kabir sahibini âdetâ sahib-i tasarruf ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip, âmiyâne, câhilâne takdis edildi. Hattâ o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o mâruf ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu. İşte bu müfritâne hâl, kadere fetvâ verdi ki, o muharribi onlara musallat etsin. Fakat, o muharrib dahi, onları tâdil etmek ve ifratlarını kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bilâkis o da tefrit edip köküyle kesmeye başladı. “ Yani vehhabiliğin ortaya çıkışının sebeblerinden bir tanesi aşırı bir ucun varlığı. Bu aşırı uç ile mücadele edeyim derken kendisi de diğer aşırı uca gidiyor. Aynısını ´Kur´an müslümanlığı´ tezinde görmek ap açık mümkün. Bazı aşırı uçlar sebebiyle bu tezi savunanlar da kendilerini diğer aşırı uçta konumluyorlar. Yanlış hadisleri zaten uygulanmakta olan hadis metodolojisine göre ayıklamak yerine bir çoğunu külliyen reddettikleri için muhataplarında var olduğunu söyledikleri aşırılığın aynısını sergiliyorlar. Yani birileri yanlış hadisleri kabul ederken, kendileri de doğru hadisleri de kabul etmiyorlar. Yani bir uçtan diğer bir uca. Hiç şüphesiz böyle bir akım ilk defa sahneye çıkmıyor. Örneğin Avrupa´da ´Sırf Kur´an´ namında batıl bir grup, hem hadislerin tümünü reddediyorlar hem de yeni vahiylerden bahsediyorlar. Bu batıl grubun başlangıcına ve gelişmesine baktığımızda aynen ´Kur´an müslümanlığı´ diye ortaya çıkan grup ile benzerlikler görüyoruz. Her iki grup da ´iyi niyetle´ ortaya çıktıklarını ifade ediyorlar. Her iki grup yanlış hadisleri ayıklamak istediklerini belirtiyorlar. Fakat ´bu hadis yanlış, şu hadis yanlış´ derken, gittikleri yol kendilerini ´tüm hadisleri inkar´ noktasına getiriyor. Çünkü belli bir zaman sonra öyle bir noktaya geliyorlar ki, tartışmalardan ve kullandıkları söylemlerden dolayı gruplaşmış oluyorlar ve fikirlerini savunmak için nefis aşırıya götürüyor. ´Sırf Kur´an´ grubunda bunu net olarak görmek mümkün. ´Kur´an müslümanlığı´ tezini ortaya atanlar da aynı hedef ile yola çıkmışlar ve gidişatları maalesef aynı gibi gözüküyor. Ayrıca sanki yeni bir şey keşfetmişler gibi bir tavır sergiliyorlar. Yanlış hadislerin olduğu İslam tarihinde her zaman gündemde olmuştur ve müfessirler bu hadisleri zaten ayıklamışlar. Hatta hadisleri toplayanlar bile zaten toplarken süzgeçten geçirmişler. Kaldıki günümüzde bile – örneğin Diyanet´in büyük bir ekip ile yaptığı gibi – hadisleri adeta kılı kırka yarıp inceliyorlar. Buradan da anlaşılıyor ki, sırat-ı müstakim, yani doğru yol, orta yol, vasat yol, yani Hz. Muhammed´in (sav) Kur´ana dayanarak çizdiği yol, İslam´ı anlayabilmek ve yaşabilmek için tek yoldur. Kur´an´sız bir müslümanlık olamayacağı gibi Hz. Muhammed´siz bir müslümanlık da olamaz. Nasıl Kur´an olmadığı vakit içi boş bir İslam ortaya çıkar ise, aynı şekilde hadis ve sünnet olmadığı vakit Kur´an da anlaşılmaz. Kur´an´ı bize en iyi tefsir eden ve açıklayan elbette vahyin ilk muhatabı Hz. Muhammed (sav)´dir. Cemil Sahinöz, Risale Haber, 29.08.2015 http://www.risalehaber.com/kuran-muslumanligi-veya-asil-ismiyle-peygambersiz-muslumanlik-17434yy.htm Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
Webmaster Posted September 5, 2015 Author Share Posted September 5, 2015 EMRE DORMAN NEREYE KOŞUYOR 3: NURCULAR, MODERNİSTLERİN TRUVA ATI MI? Ahmet AY 05 Eylül 2015 Cumartesi Kur'an müslümanlığı 'sapkınlığı' (evet, artık şu meseleyi açık açık adlandırarak konuşalım, sünneti/hadisi ve dindeki fonksiyonunu inkâr eden sapkın bir zümre ile karşı karşıyayız) Nurculuğu ve Nurcuları kendisi için bir truva atı olarak kullanıyor mu? Tecrübelerim ve tefekkürlerim eşliğinde vereceğim cevap: Evet. Sadece Kur'an müslümanlığı da değil üstelik. Liberaller, Gülenistler, Modernistler, Milliyetçiler vs. hepsinin Risale-i Nur'da ve Nur talebelerinde gözü var. Hepsi için Risale-i Nur ve Nurculuk kalabalık kitlelere ulaşma aracı. Arkasından yürünebilecek güçlü bir siper. Bediüzzaman karizması ve Risale metinlerinin etkisi Türkiye'de toplum mühendisliği yapmak isteyen veya şöhrete çabuk yoldan ulaşmayı arzulayan her isim için 'kullanışlı' bir şey gibi görünüyor. Bu 'kullanışlılık' aslında biraz da Nur camiası içindeki bazı isimlerin gafletinden ve hatta Risale-i Nur'un mirasından bihaber bir Nurculuk yapmalarından besleniyor. Esaslarının ne olduğu bilmeyen, Nurculuğun tek amacının sevgi pıtırcığı olmak, gülücük dağıtmak, herkesin gönlüne girmek, her çiçekten bal alıp her arıya da bal aldırmak olduğunu sanan bu insanlar, 'sevilelim de sevilelim' çılgınlığıyla teveccüh-ü nasa çizgilerini peşkeş çekiyorlar. Kendilerine birşey olmuyor tabii. Olacaksa da ahirette. Asıl olan avam-ı müslimine oluyor. Bu insanların dillerine/ellerine ettikleri itimatla onlardan gelene de itimat eden avam-ı nas bilmiyor ki, el temizse de elden gelen zehir olabilir. Zehri ayrı sınamak, eli ayrı sınamak lazımdır. Fakat avamın özelliği budur: "Ümmetteki cumhuru, hem avâmın umumu, burhandan ziyade mehazdaki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevk eder imtisale." Seni iyi bir adam biliyorsa, mehazındaki kudsiyete inanıyorsa, kem sözüne de iyi diye itimat eder. Kötü biliyorsa, mehazındaki kudsiyete inanmıyorsa, doğru sözüne bile kötüsün diye itimat etmez. Bardağa bakar, suya bakmaz. "Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder." Gafletimiz aslında daha 'tecdid'in ne olduğunu bilmemekle başlıyor. Bediüzzaman'ın müceddidliği hakkında yapılan tanımların iki ekseni var Nur talebeleri mabeyninde. Bunlardan bir kısmı (ehl-i sünnetin çizgisine daha hâkim/sâdık insanlar yapıyor bu tanımı) Bediüzzaman'ın sesini ulema-i İslam'ın sesinin bir devamı, bir yankısı gibi görüyorlar. Onun yaptığı tecdidin birşey ihdas etme değil, eskiyi/istikameti hatırlatma olduğunu söylüyorlar. Ki hakikaten de Bediüzzaman'ın tecdidi budur. Zaten tecdid özünde budur. Üzeri tozlanan İslam mirasını istikamet çizgisi üzerinde yeniden parlatmaktır. İkinci bir kısım ise tecdidi neredeyse modernizm/ehl-i bid'a düşüncesine yakın anlıyor. "Yeni ne söylemiş?" demekle kastettiği aslında "Bediüzzaman ne ihdas etmiş?" Amacı aslında Bediüzzaman'a ve Risale-i Nur'a olan ilgiyi ve hayreti arttırmak. Bunları 'geçmişin devamı' sönüklüğünde (ona göre sönük bir pozisyon çünkü bu) bulamıyor. İlla Bediüzzaman sıradışı/kendinden önce yapılmamış şeyler söylemeli. Fakat bu ilgi ve hayret talebinde hırslı olduğu için mübalağaya sapıyor. Mübalağa da onu ihtilale götürüyor. "Mübalağa ihtilalcidir." Hakikatin muvazenesi bu ihtilalcilikle bozdukları için Bediüzzaman'ı da tecdidin asıl fonksiyonundan uzaklaştırıyor bu insanlar. Sanki o, Batı medeniyetinin her saldırısına karşı İslam'ı müdafaa etmek için değil de bu ikisini kaynaştırmaya/buluşturmaya gelmiş gibi anlıyor ve anlatıyorlar. Her başarılı(!) ideolojiyle barıştırmaya, herkese sevdirmeye gayret ediyorlar. Her çalışmalarında Bediüzzaman bir giysiye bürünüyor. Merhum İbrahim Canan gibi Calvinist (Bediüzzaman'dan Çözümler kitabında söyler bunu) yapan da var, Mustafa Akyol gibi Liberal ilan eden de. Ben hatta Aydınlar Konuşuyor'daki söyleşilerden birisinde Bediüzzaman'a 'Türk milliyetçisidir!' diyeni bile okumuştum. (Ne tuhaftır. Mücahid Bilici'ye baksanız da Bediüzzaman neredeyse Kürt milliyetçisi.) Nevzat Tarhan da Çağın Vicdanı'nda Bediüzzaman'ın evrime karşı çıkmadığını söylüyor yine... Anladım ki; aslında bu insanların bazıları Bediüzzaman'ı anlamak istemiyorlar, Bediüzzaman'ı kullanmak istiyorlar. Kullanılmak istenen evriltmek/çarpıtılmak istenendir. Amaçsa Nurcuların ve Risale-i Nur'un etki alanına ulaşmaktır. Bediüzzaman'ın metinlerini, kendisinin tüm beyanlarının hilafına olarak, ehl-i medreseden, ehl-i sünnetin istikametli çizgisinden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Nur medresesi ifadesini ışık evler, Medresetü'z-Zehra'yı Risale-i Nur Üniversitesi yapanların amacı hiç de iyi birşey değil. Kelimeyi değiştirmek değil orada sadece yapılan, zihniyeti ve çizgiyi de değiştirmek. [Gelenekçilikten (!) kurtarmak.] Seküler eğitimin kalesi olan üniversite ile geleneksel eğitimin kalesi olan medrese arasında dağlar kadar zihniyet farkı var. Fakat kelimelerle oynanarak çok büyük çizgi kaymaları yediriliyor. Sadeleştirmeye karşı büyük bir dirayetle (elhamdülillah) direnen Nurcuların yüreklerindeki haklı endişe buradan besleniyor. Üzerlerine oynandığı, yalnız bir seziş mesabesinde de olsa, farkediyorlar. Kur'an müslümanlığı meselesine geri dönelim. Mustafa İslamoğlu, Emre Dorman, Caner Taslaman gibi isimler önceleri neden Nurcular arasında bu kadar iyi bilindi ve (biraz da onlar sayesinde) hızlı tanındı? Bunun kesinlikle bazı isimlerden sorulması gereken bir hesabı var. Ve onların da kendilerine bir özeleştiri yapmaları lazım. İsterse kalp kırılsın. İsim vereceğim: Senai Demirci ağabeyin veya Haluk İmamoğlu ağabeyin bu adamlara beslediği hüsnüzan ve hatta hüsnüzandan öte 'kapılma' nasıl bir körleşmeye yaslanıyordu? O nasıl bir körleşmeydi ki; bir programda Mustafa İslamoğlu, Senai Demirci'nin gözünün içine baka baka Buharî'deki hadisi inkar ediyor, hadis ilmini/imamlarını tezyif ediyor ve Senai Demirci de hayran gözlerle kendisini takdir ettiğini gösteriyordu! Ve kesinlikle aklına 24. Söz'ün 3. Dal'ındaki 12 Asıl gelmiyordu. Hatta oradaki şu birkaç cümlecik bile gelmiyordu: "Elhasıl, inkâr ve redde gitmek için, şu On Asıl'ı tekzip ve iptal etmek lâzım gelir. Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme." Haluk İmamoğlu ağabeyin rolü belki o kadar büyük değil. Fakat Emre Dorman gibi isimlerin eserlerinin Nurcular içindeki iştiharı adına sarfettiği çabalar herkesin malumudur. O kadar sohbet ettiği, oturup kalktığı, içli-dışlı olduğu böylesi isimlere, üstelik Nurculara kitaplarını nümayişle tavsiye ettiği böyle isimlere, hiç mi çizgileri ekseninde bakmadı? Onların kitaplarını yayınevinde bastırmak, kendilerine Moral FM'de program yaptırmak için uğraşırken hiç mi aklından; "Yahu bu insanlar ne kadar ehl-i sünnet çizgisinde acaba?" sorusu geçmedi? Ben, yıllar önce, bir umumî sohbet esnasında İslamoğlu'nun salavatlar hakkındaki iddialarını dillendirdiğimde ve cevap vermemiz gerektiğini söylediğimde, beni odasına çağırıp 'böyle şeyleri çok karıştırmamamı' tavsiye ederken gün gelip İslamoğlu'nun Bediüzzaman'a da saldıracağını tahmin etmiyor muydu? Niye etmiyordu? Bu refleksi yitirmek iyi birşey mi? Herkesin hoşuna gitmek, kimseyle sorun yaşamamak, ama bedeli olarak en temel hassasiyetleri yitirmek iyi birşey mi? Sevmek kadar sevilmemek de sünnet değil mi? Bu konuda Senai Demirci ağabeyin sorumluluğu çok daha fazla. O Mustafa İslamoğlu'nu Nur talebeleri gözünde meşrulaştırmakla kalmadı, bir de yayılmasına ayrıca 'tanıtım sorumlusu' gibi yardım etti. Kitaplarını başucu eseri olarak gezdiği yere götürdü. Mealini özellikle. Bugün bile ondan çok uzaklaştığını düşünmüyorum. Geçenlerde izlediğim bir programında en az üç ayrı tesbitini Mustafa İslamoğlu'nun programlarında dinlediğimi anımsadım. Anladım ki: Yine İslamoğlu onda etkisini sürüyor. Ama şimdi temkinli, artık Nurcuları da ürkütmemeye çalışıyor. Hayretler içindeyim. Cidden şaşırıyorum yaşananlara. Ne yapmaya çalışıyor bu insanlar? Nurculuğu ehl-i sünnet çizgisinden mi kaydıracaksınız? Risale-i Nur'u, Kur'an müslümanlığı savunucularına peşkeş mi çekeceksiniz? Amaç ne? Nedir bu arkadan arkadan sessizce gelişler! Nedir bu saman altından su yürütmeler! Bir açıktan söyleyin. Şu derdi bir görelim. "Bir dert görünürse, devâsı âsândır." Not: Bu yazının yazılmasından bir zaman sonra vaktiyle Nesil Yayınları'ndan çıkan iki ciltlik külliyat çalışmasının tanıtımının da Yaşar Nuri Öztürk'le yapıldığını öğrendim. Ayrıca Hayalhanem'in twitter adresinden de İslamoğlu mealinden paylaşım yapıldığını gördüm. Yeni veriler, benim modernizmin Nur talebelerini kullanmaya çalıştığı yönündeki endişelerimi azaltmıyor, arttırıyor. * Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
Webmaster Posted September 12, 2015 Author Share Posted September 12, 2015 [h=1]Emre Dorman nereye koşuyor 5: O sizin yumuşaklığınız[/h] Emre Dorman'la başlayan eleştirilerimin Senai Demirci abiye kadar uzanması belki bazılarınızı rahatsız etti. Belki üslûbum da biraz sert geldi. Olabilir. Hem gencim hem Kürdüm. Bizim kavim olarak da biraz üslûp sorunumuz var. Fakat bazılarının hâlâ şunu anlamadığını farkediyorum: Hadislerin inkârı meselesi öyle küçük görülecek bir kayma değil; her açıdan dini yörüngesinden oynatacak, İslam'ı İslamlıktan çıkaracak kadar problemli bir meseledir. "Ya onlar da öyle düşünüyorlar canım. Bir yorum farkı bu. Ne yapalım? Kardeşlerimizdir. Çok büyütmeleyim. Olur öyle şeyler. Hoş görmek lazım... " denilebilecek bir mesele değil bu. Eğer bu adamlar ümmet içerisinde naklî delile olan güveni kırmayı başarırlarsa, bu iş kesinlikle orada kalmayacak. Naklî delillerle şekillenmiş her İslamî ilim (ve en sonunda Kur'an'ın bizzat kendisi) bu güvensizlikten yara alacak. İster istemez olacak bu. (Mazide sahabenin güvenilmezliği üzerinden hadis inkarına giden gruplardan birisinin, İmam Ali'nin bizzat harbedecek kadar önemsediği Haricîler olduğu belki hatırlanmalıdır. ) Belki bugün "O kadar da büyütmeyelim canım! Onlar da kardeşimiz... " diyenler bile yarın kem sonuçları mahsul alınır olgunluğa eriştiğinde pişmanlıktan parmaklarını/tırnaklarını kemirecekler. Büyük bir yıkım hamlesinin bidayetindeyiz. Çocuğunuza diyeceksiniz ki mesela; "Oğlum, kurban bayramı geliyor. Hadi bir kurban alalım da keselim. İbadetimizi yapalım. " Size şöyle cevap verecek: "Ne hayvan kesmesi baba ya? Kurb aslında 'yakınlaşma' demektir. Orada ayette kastedilen aslında hayvan boğazlamak değildir. Allah'a yakınlaşacak birşeyler yapmaktır. " Siz diyeceksiniz ki: "Nasıl olur? 1400 yıldır bu ümmet kurbanını keser. " Size diyecek ki: "İşte 'uydurulmuş din' bu. Hiç öyle toplu hayvan katliamı yapılır mı bu zamanda? Eskiler belli ki yanlış anlamışlar... " Vallahi önünü almazsak olacak bütün bunlar. (Ve belki daha beterleri... ) Çünkü ayetlerdeki kelimelerin ne anlama geldiğini sırf lügatlere bakarak ve o lügavî mana denizinden canlarının istediğini seçerek kararlaştıracaklar. Geçmiş mirası kötülemek/yanlış yolda görmek üzerine kurgulandıkları için de onların birşeyi doğru yaptığına ve takip/taklit edilmesi gerektiğine ihtimal vermeyecekler. Mümkün olduğunca 'ötekini' seçecekler. Kafalarında modern zaman kıstasları, kalplerinde kol gibi enaniyet/kibir, önlerinde onları sınırlayan sünnet gibi, icma gibi, kıyas gibi; geçmiş sahabenin, tabiinin, tebe-i tabiinin ve diğer ulemanın hükümleri gibi hiçbir engel olmadığı için, hadis-i şerifin ifadesiyle, 'okun yaydan çıktığı gibi' dinden çıkacaklar. Neden böyle olacak? Çünkü Kur'an lisan-ı Arabî ile nazil olmuştur. Ve Arapçanın en bariz özelliklerinden birisi de bir kelimenin çok anlama gelebilmesidir. Bu, bir açıdan bakılınca Kur'an için büyük bir zenginliktir. Hem içtihadların/yorumların kaynağıdır. Fakat diğer açıdan 'sapıtmak' isteyenler için de kurulmuş bir tuzaktır. İmtihanın parçasıdır. Kur'an bir ayet-i kerimede şöyle buyurur: "Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır. " Kafası/fikri modern zaman kıstaslarıyla fasık olmuş, fıtratından/saflığından uzaklaşmış bu çağın insanı için sünnetin/icmaın olmadığı bir düzlemde Kur'an üzerine böylesine körleme bir fikir yürütme çabası, İslam'a çağ atlatma gayreti değil, müslümanı dinden çıkarma mesaisidir. İmam-ı Malik (ra) bu sadette şöyle söyler: "Din konusunda şahsî görüşleriyle hareket edenlerden uzak durun. Onlar ehl-i sünnetin düşmanıdır. " (Ebu Nuaym, Hilyetu'l-Evliya, 6/348 vd. ) Bugün bu kadar ileri giden yorumlar işitmemiş olabilirsiniz. Kayma şu an küçük küçük kendini gösteriyor olabilir. Fakat kesinlikle ve kesinlikle, hiçbir tereddüt olmasın kalbinizde, eğer bu fitneye dur demezseniz, buna vakit/emek ayırıp fikrî cihada girişmezseniz, en azılı örneklerini yaşayacaksınız. Bakınız Yaşar Nuri Öztürk, bu Kur'an müslümanlığı akımının kendini gerçekleştirmiş, pekçok detayıyla ortaya koymuş, tam bir nümunesidir. Namazın vakitlerinden tutun haccın zamanına kadar, ümmetin şimdiye kadar hep öyle yapageldiği pekçok amel konusunda ehl-i bid'a olmuştur. Son zamanlarda ise İslam'a karşı deizmi savunacak kerteye gelmiştir. Mustafa İslamoğlu, Caner Taslaman, Emre Dorman, Abdulaziz Bayındır veya daha başka isimler bugün böyle şeyler söylemiyor ve sizin hoşunuza gidecek de bilgiler veriyor olabilirler. Fakat inanın bana, ağacın gövdesini kemiren kurt aynı kurttur. Tek farkları var belki: Daha sessiz/tedbirli geliyorlar. Kendilerine karşı ümmeti uyandırmamaya çalışıyorlar. Halbuki Kur'an'daki hükümlerin pekçoğunun izahını/uygulaması Allah Resulü aleyhissalatuvesselam yapmıştır. Bırakın namaz gibi, oruç gibi, zekat gibi amellerin şartlarını ve teferruatlarını, mesela hayâ gibi kelimelerin anlamını dahi Allah Resulü kendisi bizzat açıklamış ve yanlış anlamaları düzeltmiştir. Örneğin: Tirmizî'de geçen bir rivayette (Sıfatü'l-Kıyâme, 25) Allah Resulü hayâ kelimesini yanlış anladığını düşündüğü bir sahabiyi şöyle uyarmıştır: "Kastettiğim bu (sizin anladığınız) değil. Allah'tan hakkıyla hayâ etmek; başı ve onun taşıdıklarını, karnı ve onun ihtiva ettiklerini muhafaza etmen; ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim ahireti dilerse, dünya hayatının (aldatıcı) süsünü terk etmeli, ahiret hayatını dünya hayatına tercih etmelidir. Kim bu söylediklerimi hakkıyla yaparsa, Allah'tan hakkıyla hayâ etmiş olur. " Bu ve buna benzer geniş tanımları işitmemiş veya gerçekliğini reddeden bir adam için hayâ ne anlama gelir? Kimse Kur'an'ı yorumlarken sünnetsiz kalamaz. Onun sünneti de artık TDK olmuştur büyük ihtimal. Çünkü bu Kur'an müslümanlığı müptelalarının neredeyse tamamı mealcidir. O mealde de hayâ da 'utanmak' gibi spesifik bir karşılıkla verilince artık seyreyleyin gümbürtüyü. Artık o adam neyden utanır? Ne kadar utanır? Bütün bunlar keyfine kalmıştır. Bağlı kalacağı bir fıkıh da, helal/haram listesi de kalmadığına göre... (Çünkü bu listelerin/bilgilerin büyük çoğunluğu sünnetle/hadisle bize gelir. ) İstediği şeyden istediği kadar hayâ eder. Daha böyle birçok kelime vardır Allah Resulünün sahabileri için tanımladığı. Mesela yine Müslim'de geçen bir hadiste, Kur'anî ifadelerden birr'i ve ism'i kendisine soran sahabeden Nevvas b. Sem'an'a (ra) şöyle cevap vermiştir: "Birr, güzel ahlaktır. İsm ise; seni rahatsız eden, insanlar tarafından görülmesini arzu etmediğin şeydir. " Daha kendi devrinde, kendi lisanlarıyla inen bir Kur'an'ı ona sormaya kendini muhtaç hissetmiş sahabeye karşılık bugünün Kur'an müslümanlarında o ne had bilmez özgüvendir! Mesele mühim. Mesele feci. Mesele üzerinde durmazsak ocağımızı yıkacak, ceddimizi bize küfrettirecek, neslimizi anasından/babasından utandıracak bir mesele... Küfrün paradigma değiştirdiğini görüyoruz sanki: Kur'an'ı müslümanların elinden almayı veya inkârını deneyip başaramayınca şimdi etrafındaki surlara saldırıyorlar. Hadisi yıkarsa, en azından manaca Kur'an'ı tahrif edebileceğini düşünüyor bu zamanın müstemlekat nazırları. Şimdi hâlâ benim yaptığım eleştirileri sert bulan varsa, diyeceğim o ki: Beyim, o sizin yumuşaklığınız. Bediüzzaman da eğer İngiliz nazırının ifadelerini okuduğunda sizin gibi davransaydı, itikadımızla birlikte duman olmuştuk. [h=3]Ahmet AY[/h] yenirenkler@hotmail.com Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
Recommended Posts
Join the conversation
You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.