Webmaster Posted July 5, 2010 Share Posted July 5, 2010 Bediüzzaman ve Âl-i Beyt M. Latif Salihoðlu Ehl-i Beyt, yahut Âl-i Beyt, terim olarak “ev halký, hane halký” demektir. Ancak, bu terim ve tâbir, hassaten Hz. Peygamber’in (asm) yakýnlarý için kullanýlmaktadýr. Yâni, Âl-i Beyt denince, evvel emirde Hz. Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâmýn hane halký, yakýn akrabalarý ve bilhassa onun mübarek neslinden gelen seyyidler ve þerifler akla gelir. Peygamber (asm), kendi neslinin ayný zamanda damadý olan “Ali’nin nesli” olduðunu söylemiþtir ki, bu sözüyle torunlarý Hz. Hasan (ra) ile Hz. Hüseyin’in (ra) neslinden gelecek olan nuranî silsileyi kast etmiþtir. Bu mübarek silsileden olanlara, ayrýca “Evlâd-ý Resûl” da denilmektedir. Baþlangýçta “Evlâd-ý Resûl” olanlara, yani Hz. Peygamber’in (asm) soyundan gelenlere sadece “seyyid” denilmekte iken, bilâhare Hz. Hüseyin’in (r.a) neslinden gelenlere de seyyid, Hz. Hasan’ýn (r.a) soyundan gelenlere ise þerif denilmeye baþlandý. Seyyidlik, Araplara mahsus deðil Seyyidlik, ýrkî mânâda bir neslin, bir milletin adý deðildir. Seyyidler, Hz. Peygamber’in (asm) soyundan geldikleri için, seyyidlik de, mübarek bir neslin, mukaddes bir milliyetin adýdýr. Buna göre, seyyidlerin illa da Arap olmasý gerekmiyor. Nitekim, baþka unsurlarýn içinde de çoklukla seyyid olan kimseler ve aileler var. Dolayýsýyla, unsuriyet itibariyle Türk, Kürt, Acem veya Çerkez olduklarý halde, ayný millet veya topluluðun içinde seyyidler ve þerifler de bulunuyor. Hz. Peygamber’in (asm) erkek evlâtlarý yaþayamadý. Küçük yaþlarda vefat ettiler. onun kýzý olan Hz. Fatýma (ra) ise, Hz. Ali (ra) ile evlendi. Böylelikle, Resûlullah’ýn nesli kýz evlâdýndan çoðalmaya baþladý. Kýz evlâdý cenahýyla çoðalan bir nesil ise, etnik, yani yaygýn anlamýyla ýrkî olmaktan çýkar. Bir baþka mahiyet kazanýr. Ýþte, Hz. Fatýma’dan çoðalarak “Evlâd-ý Resûl”den sayýlanlar, mübarek bir nesil, nuranî bir silsile hüviyetini, yahut bir “mukaddes milliyet” mahiyetini kazanmýþ oldular. Emirdað Lâhikasý isimli eserinde (s. 233) yer alan bir mektubunda, mânen “Ben de Âl-i Beytten sayýlabildim” diyen Üstad Bediüzzaman, seyyidlerin kuvvet ve ehemmiyetinden þöyle söz eder: “Bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun.” (Mektubat, s. 426.) Mânevî sultanlar Bir Müslüman hangi milletten olursa olsun, neslen seyyid birisiyle evlendiðinde, doðacak çocuklarý da seyyid olur. Bundan dolayýdýr ki, her milletin içinde seyyid kimseler var. Bu da, seyyidlerin nesil itibariyle pek büyük bir yekûn teþkil ettiðini gösteriyor. Seyyidler, sayýca çok olduklarý halde, dünya saltanatý onlara hiç yaramadý. Hz. Peygamber’in (asm) torunlarýnýn baþýna gelen fecâatler, ayrýca Mýsýr’daki Fatýmî Devleti, Afrika’daki Muvahhidîn ve Ýran’daki Safevîler’in fecî âkýbetleri gösteriyor ki, siyâsî ve dünyevî saltanat, Evlâd-ý Resûl’e yaramýyor. Onlara en ziyade yaraþan ve yakýþan ise, mânevî saltanattýr. Þâh-ý Merdan olan Hz. Ali’nin, ayný zamanda asýrlara hükmedecek bir “Þâh-ý Velâyet” olmasý, bu sýrdandýr. Dünyanýn her yerindeki Müslümanlar, seyyidlere daima hürmet etmiþler, kadr û kýymetlerini baþ üstünde tutmuþlar. Hatta, devlet ve hükümetlerin çoðu, onlara birtakým ayrýcalýklar tanýmýþlar. Meselâ, Osmanlý Devleti, seyyidler için “Nakibuleþrâf” diye bir daire kurmuþ ve bu daire kanalýyla hemen her türlü ihtiyaçlarýna cevap vermiþtir. Hatta öyle ki, evlenme durumlarýný bile takip etmiþ ve liyakatsiz kimselerle evlenmelerinin önüne geçmiþtir. Osmanlý’dan sonra bu daire de laðvedildi ve bu ulvî hizmet büyük çapta akamete uðratýldý. Kudsî kahramanlar Bediüzzaman Said Nursî, Al-i Beyt neslinden gelenlere dünya saltanatýnýn yaramadýðýný ifade ettiði ayný yerde, bu ulvî kahramanlarýn ve bu mânevî kumandanlarýn, Ýslâm cemiyetini mânen ayakta tutmakla beraber, hükümetlere de tesir ederek, onlarýn istikamet üzere gitmelerine yardýmcý olduklarýný beyan eder. Bu kudsî hizmetleri itibariyle özellikle çýðýr açan ve büyük vazifeler gören zâtlardan þöyle bahseder Bediüzzaman: “Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed es-Sünûsî, milyonlar müride kumandanlýk ediyor. Seyyid Ýdris gibi diðer bir zat, yüz binden fazla Müslümanlara kumandanlýk ediyor. Seyyid Yahyâ gibi bir baþka seyyid, yüz binler adamlara emirlik ediyor, ve hâkezâ… Bu seyyitler kabilesinin efradlarýnda böyle zâhirî kahramanlar çok olduðu gibi, Seyyid Abdülkadir-i Geylânî, Seyyid Ebu’l-Hasen-i Þâzelî, Seyyid Ahmed-i Bedevî gibi mânevî kahramanlarýn kahramanlarý dahi varlarmýþ.” (Mektûbat, s.426.) Seyyidler neslinden gelen zâtlar için benzer bir yaklaþým tarzýný da on Dokuzuncu Mektup’ta þöylece izah eder: “Ýþte bak: Hazret-i Hasan’ýn neslinden gelen aktablar, hususan Aktâb-ý Erbaa ve bilhassa Gavs-ý Âzam olan Þeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidin ve Cafer-i Sadýk ki, herbiri birer mânevî mehdî hükmüne geçmiþ, mânevî zulmü ve zulümatý daðýtýp envâr-ý Kur’âniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neþretmiþler, cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarýný göstermiþler.” (Age, s. 101.) Bu noktada, ister istemez akla þöyle hakikatli bir sûal geliyor: Burada ismi zikredilen Ýslâm tarihinin en parlak yýldýzý ve kutup þahsiyetlerinin tamamý Al-i Beytten olduðuna göre, acaba son müceddit olarak bilinen Hz. Bediüzzaman da ayný silsileden deðil midir? O Bediüzzaman ki, “Helâket ve felâket asrýnýn adamý”dýr. Elbette, diðer mübarek zatlar gibi, onun da Al-i Beytten sayýlmasý gayet derecede mâkul ve münasiptir. Nitekim, birtakým hikmetlerle örülmüþ perdelerin arkasýndaki deliller, onun da ayný nuranî silsileden olduðunu gösteriyor. Mânevî þahsiyetini perdeleme hikmeti Üstad Bediüzzaman, mânen olduðu gibi, neslen ve neseben de baðlý bulunduðu Âl-i Beyt tarafýný mümkün mertebe örtmeye, perdelemeye çalýþmýþ. “Ben, kendimi seyyid (bilmiyorum deðil) bilemiyorum” demiþ ve eklemiþ: “Bu zamanda nesiller bilinmiyor.” Siyâdet gibi Mehdiyet tarafýný da gizlemeye âzami derece hassasiyet gösteren Üstad Bediüzzaman, bu mesele hakkýnda ayrýca “Halbuki, âhir zamanýn o büyük þahsý (yani Mehdi), Âl-i Beytten olacaktýr” diyor. (Emirdað Lâhikasý, s. 232.) Bediüzzaman, âhirzamanýn en büyük þahsiyeti olan Hz. Mehdi hakkýnda neden “perdeli” konuþmak gerektiðini ise, 24. Sözün Üçüncü Dalýnda gayet açýk, vâzýh þekilde izahlarda bulunuyor. Bu bahiste “hikmet-i ipham” sâdedinde, bilhassa “teklif ve imtihan sýrrý”na dikkat çekerek, bu mühim noktalara ters düþülmemesi gerektiðinin altýný çiziyor. Bediüzzaman Said Nursî, seyyidliði ve Mehdiliði hakkýnda büyük tahþidatla yaptýðý örtme ve perdeleme gayretine raðmen, kendi tâbiriyle “Nurun fevkalâde has þâkirdleri” ve “Nurun ehemmiyetli ve çok hayýrlý þâkirdleri”nin hatýrýný büsbütün kýramayarak, onlarýn bir nevi “perdeyi aralama” bâbýndaki bazý mektuplarýný, fýkralarýný, þerh, izâh ve hâþiyelerini, eserleri olan Nur Risâlelerine dahil etmiþ. Þimdi, bunlardan bazýlarýný buraya iktibasen alarak konumuza devam edelim. “Üstadýmýz hem birinci, hem de ikinci Âl’dendir” Tam tekmil son baský Lem’âlar isimli eserde yer alan bazý Nur talebelerinin vâzýh izahlarýnda, Üstadlarýnýn her yönüyle Ehl-i Beytten olduðuna dair kesin kanaat ve ifadeleri var. Ýþte, “Büyük Ruhlu Küçük Ali”nin imzasýyla Yirmi Ýkinci Lem’ânýn “Hatime”sinde yer alan “Haþiye”nin hülâsasý: “Ýmam-ý Ali Radiyallahu Anh, (’Eminnî mine’l-fecet/Kurtar, emân ve emniyet ver’ ve ‘Lâ tehþâ/Çekinme, korkma’) gibi kerâmetli kelimeleriyle, bizlerin hapisten, mahkemeden kurtulacaðýnýý hârika bir tarzda izhâr ediyor. “Çünkü, evlâdýndan olan Gavs-ý Geylânî (ra), kendi omzunda Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmýn kademini (ayak izini) gördüðü gibi, evlâdýndan olan ve her asýrda Âl-i Beytten gelen mehdî ve müceddit, verese-i enbiya olan muhakkikleri, fertleri görüp kendi kademini o mübarek gelecek zatlara basmýþ. “Hususen, Risâle-i Nur müellifi zamanýn Abdülkadir’i Üstadýmýz Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine, sâir evliyaya muhalif olarak müphem deðil, sarihan haber vermesi, bizce birinci Âl’den olduðu kati’dir. Çünkü, sinek gibi bir mahlûkun Üstadýmýzý taciz etmemesi, neslinden olan Abdülkadir-i Geylânî’den irsiyet almýþtýr. “Gerçi, Üstadýmýz mahkemede ehl-i vukufa karþý ikinci Âl-i Beytten olduðunu onlara ispat etti. Fakat, maksadý tam ihlâsa muvafýk olduðu için, kendi þahsýný azlediyor; Kur’ân’ýn bir elmas kýlýcý olan Risâle-i Nur’u gösteriyor.” (Age, s. 418.) Bu son paragrafta bahsi geçen hadise, 1944′teki Denizli mahkemesinde cereyan etti. Üstad Bediüzzaman, bu hususta þunlarý kaydediyor: “..Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazý þakirtlerin bu itikatlarýna göre, bana karþý demiþler ki: ‘Eðer Mehdilik dâvâ etse, bütün þakirdleri kabul edecekler.’ Ben de onlara demiþtim: ‘…Gerçi, mânen ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir veled-i manevisi hükmünde ondan hakikat dersini aldým ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam bir mânâda hakiki Nur þakirtlerine þâmil olmasýndan, ben de Âl-i Beytten sayýlabilirim. Fakat, bu zaman þahs-ý manevî zamaný olmasýndan ve Nurun mesleðinde hiçbir cihette benlik ve þahsiyet ve þahsî makamlarý arzu etmek ve þan þeref kazanmak olmaz; ve sýrr-ý ihlâsa tam muhalif olmasýndan, Cenâb-ý Hakka hadsiz þükür ediyorum ki, beni kendime beðendirmemesinden, ben öyle þahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem. Ve Nurdaki ihlasý bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, býrakmaya kendimi mecbur biliyorum’ dedim, o ehl-i vukuf sustu.” (Emirdað Lâhikasý, s. 232.) Bu arada, Küçük Ali’in ifadeleri arasýnda geçen “birinci ve ikinci Âl-i Beyt”in izahýna kýsaca bakmakta fayda var. Bu hususla alâkalý olarak, yine son baský Lem’âlarýn Dokuzuncu Lem’âsýnda þu ifadeler yer alýyor: “…Kat’iyen bil ki, Resul-i Ekrem Âl’dir; biri Aleyhisselâtü Vesselâmýn iki Âl’i var. Biri, nesebîde þahs-ý mânevisi ve nuranîsinin Risâlet noktasýndaki Âl’i var.” (Lem’âlar, s. 142; Y. A. Neþriyat) Üstad hem seyyid, hem de þeriftir Nur’un has þâkirdlerinden Büyük Ruhlu Küçük Ali (Isparta) gibi, Denizli kahramaný Hasan Feyzi Efendi de, Üstad Bediüzzaman’ýn Âl-i Beytten olduðuna inanmýþ; hatta onun hem seyyid, hem de þerif olduðuna tam kanaat getirmiþ bir âlim-i veli þahsiyettir. Hasan Feyzi’yi Üstad Bediüzzaman’a götüren ve baðlayan pusula, kendisiyle ayný ismi taþýyan hocasýnýn hocasý olan zatýn uzun yýllar önce talebelerine müjdelemiþ olduðu kerâmetli bir haberdir. Bu müjdeli haberle ilgili olarak Bediüzzaman Said Nursî’ye bir mektup yazan Milaslý Halil Ýbrahim, Üstadýna hitaben þöyle diyor: “Muhterem efendim. Mesmuatýma nazaran (duyduðuma göre), Denizli de, bundan yetmiþ seksen sene evvel (1877–78 yýllarý) büyük bir evliyadan Hasan Feyzi isminde bir zat, bir gün talebelerine, ‘Bugün Kürdistan’da bir evliya dünyaya geldi’ diye beþarette bulunmakla zât-ý devletlerini iþaret buyurmuþ.” (Emirdað Lâhikasý, s. 172.) Þimdi, bu tek paragraflýk ifadeden çýkarýlabilecek birçok mânâ var. Bunlardan iki tanesinden kýsaca bahsedelim. Birincisi: Kendi mânevî þahsiyeti ile alâkalý bir mesele olduðu için, Üstad burada sükût etmekle iktifa ediyor. Yani, ne “Evet, o zat benden bahsediyor” diyor, ne de “Hayýr, iþaret edilen kiþi ben deðilim” diye reddediyor. Ýkincisi: Yine mânevî hüviyeti ile alâkalý olduðu için, bu müjdeli sözün içindeki bir tâbiri “evliya” þeklinde tâdil ediyor, deðiþtiriyor. Böylelikle, kendisine izafe edilen o kudsî hüviyeti gizliyor, örtüyor, setrediyor… Burada bir gizlemenin, yahut perdelemenin söz konusu olduðunu þuradan anlýyoruz ki, bir kimse doðar doðmaz dünyaya “evliya” makamýnda gelmez. Bir kimse, sonradan evliya, ulemâ, urefâ, vesaire olur. “Bugün dünyaya geldi” denilen kiþi, olsa olsa “beklenen”, yahut “tavzif edilen” bir zât olur. Dolayýsýyla, söz konusu müjdeli haberin orijinalinde, “evliya” tâbirinin yerinde bir baþka ifade vardýr ki, onu da burada perdeyi yýrtarcasýna dillendirmek istemiyoruz. Âriflere bu kadarlýk bir târif kifayetli olmalý. Gelelim, Hasan Feyzi Efendinin, bir zamanlar “Said-i Kürdî” de denilen Üstad Bediüzzaman’ýn zahirî ve batýnî nesli, nesebi, hüviyeti ve milliyeti ile alâkalý düþünce ve kanaatlerine… * * * Hasan Feyzi, Üstadýnýn zahiren Kürt olmakla beraber, hakikatte seyyid ve þerif oluðuna dair fikir ve itikadýný þu sözlerle ifade ediyor: “Ona (Bediüzzaman’a) ‘Kürdî’ denilmesi ve kaside-i Hazret-i Ýmam-ý Ali’de (r.a.) görülen ‘Yâ müdrike’ kelimesinin hazf ve kalbiyle (tersinden ve düzünden iki mânâ: Ey Kürt ve ey idrak eden) ‘Kürt’ imâ ve iþaretinin bulunmasý, gerçekten Kürtlüðüne delâlet etmez ve onun mânevî silsile-i þerafet ve siyadetten (þerif ve seyyid olmaktan) tenzil ve teb’idini (düþürme ve uzaklaþtýrmayý) icap ettirmez. “Bu isnad ve izafe (yani, onun Kürdî lâkabý), Kürdistan’da doðup büyüyen ve bu lâkapla mâruf ve meþhûr olan bu zâtýn Risâletin-Nur’un tercümaný olduðunu sýrf âleme ilân etmek içindir; yoksa Kürtlüðünü ispat etmek için deðildir. “Kürtçe bilmesi, o kýyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mânâ ve maksadýyla deðildir diye düþünüyorum.” (Emirdað Lâhikasý, s. 75.) Nur’un has ve halis bir þâkirdi olan Hasan Feyzi’nin bu izah tarzý Üstad Bediüzzaman tarafýndan da tensip edilerek tasvip görmüþ olmalý ki, lâhikaya derc edilmiþ. Uzunca bir mektuptan aldýðýmýz bu kýsacýk iktibasýn bilhassa son cümlesinde geçen “kendini setr ve ihfa” ile “hakikî hüviyet ve milliyet” ifadeleri üzerinde derinlemesine düþünmek lâzým. Meselâ, “Neden ve niçin ’setr ve ihfâ’?” Ve meselâ “Nedir þu ‘hakikî hüviyet ve milliyet’?” Evet, ayrýlýðýna dayanamayacak kadar Üstadýna baðlanan Denizli kahramaný Hasan Feyzi, Üstad Bediüzzaman tarafýndan isimlerinin yanýna “sistem” tâbirini koymuþ olduðu üç sâdýk talebesinden biridir. Sistem, yani “model kiþilik”, yahut “örnek þahsiyet” demektir. Diðer iki talebe ise, biri Ýslâmköylü Hafýz Ali, diðeri de Ermenekli Zübeyir Gündüzalp’tir. * * * Bu arada, Son Þahitler isimli eserde yer alan hatýra notlarýndan anlaþýldýðý kadarýyla, Üstad Bediüzzaman, kardeþlik baðlarýyla yakýnlýk duyduðu Emirdaðlý Osman Çalýþkan ile Urfalý Salih Özcan’a da, hususî sohbet çerçevesinde, hem anne tarafýndan, hem baba tarafýndan evlâd-ý Resûl olduðunu, yani neseben de Seyyit ve Þerif olduðunu ifade etmiþ bulunuyor. Muhtemelen bu iki zatýn da Üstad Bediüzzaman’ýn neslen seyyid olduðuna dair bazý tereddütleri vaki olmuþtur ki, hususî ve istisnaî bir izaha ihtiyaç duyulmuþ. Tereddüt yaþamayanlar Risâle-i Nur dairesi içinde “saff-ý evvel” diye de tâbir edilen Nurun ilk talebeleri, üstadlarý olan Hazret-i Bediüzzaman’ýn manevî þahsiyet ve hüviyeti hakkýnda herhangi bir tereddüt dahi yaþamadýlar. Bu yüzden onlar, hiç çekinmeden hayatlarýný aziz Üstadlarýna ve Nur’un kudsî hizmetine seve seve fedâ ettiler. Hapis, sürgün, zindan, iþkence demeden, gönül rahatlýðýyla her türlü zahmete, meþakkate katlandýlar. Üstelik, dünyevî ve maddî hiçbir karþýlýk, hiçbir menfaat beklentisi içinde olmadan… Zira onlar, kelimenin tam mânâsýyla birer dâvâ adamýydý. Üstadlarýnýn seyyid ve þerif, yani Âl-i Beytten olduðuna tereddütsüzce inandýklarý gibi, Mehdiyet noktasýnda da baþkaca herhangi bir arayýþ, yahut beklenti içinde deðillerdi. Risâle-i Nur, bu meseleleri hallettiði için, onlar da buna tam kanaat ile, bu merhaleyi aþmýþlardý. Kime ve neye hizmet ettiklerini gayet iyi biliyorlardý. Evet, hizmetinde iken de, Üstadlarýnýn manevî makam ve hüviyetini bilâtereddüt biliyorlardý. Ama, onlar buna raðmen hiç gevþemediler. Bir yandan okuyup kendilerini yetiþtirmeye, bir yandan da Nurun hizmeti için dört bir yana koþturmaya devam ettiler. Zaten, asýl mühim mesele de bu deðil miydi: Dâvâyý iyi anlamak ve hizmet yolunda üstün gayret sarf etmek. Ölçülü hareket Ayný hal ve ideal, ayný þuur ve inanç, ayný hizmet ve faaliyet tarzý, Üstad Bediüzzaman’ýn vefatýndan sonra da hiç deðiþmeden devam etti. Dün olduðu gibi bugün de, Risâle-i Nur’un künhüne vâkýf olan Nur talebelerinin, üstadlarý Bediüzzaman Hazretlerinin “evlâd-ý Resûl” olduðuna dair herhangi bir þüphe veya tereddütleri yoktur. Ayný þekilde, onlarýn hiçbiri Mehdî arayýþý veya beklentisi içinde deðildir. Bu meselede yapýlacak izahlarda, bilhassa “hikmet-i ipham” ölçüsüne, düstûruna âzamî derecede dikkat ve itina gösterilmeli. Týpký, âhirzaman þahýslarý hakkýnda 24. Sözün 3. Dalýnda tavsiye edilen þu izah ölçüsü gibi: “…Öyle bir tarzda bahset(meli) ki, ne bütün bütün meçhûl kalsýn, ne de bedihî olup, herkes ister istemez tasdike mecbur kalsýn.” (Sözler, s. 307.) Fakat maalesef, özellikle günümüzde bu gibi hassas meseleleri serriþte ederek yara kaþýyýcýlýðý yapanlar var. Bu kimseler, zihinleri safi, bilgi ve birikimleri ise az ve zayýf olanlara musallat olup ortalýðý bulandýrmaya çabalýyorlar. Bu çabalarýndaki asýl gaye, Risâle-i Nur’a ve talebelerine karþý, ehl-i siyaseti evhama düþürmek ve ehli diyaneti ise tenkide sevk etmektir. ÝnþaALLAH muvaffak olamazlar. Üstad Bediüzzaman, bu hususta þunlarý beyan ediyor: “Elhasýl. O gelecek zatýn (Hz. Mehdi’nin) ismini vermek, üç vazifesi (iman, hayat, þeriat) birden hatýra geliyor; yanlýþ olur. Hem hiçbir þeye âlet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ý mü’minîn nazarýnda hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaþýr. …Ehl-i siyaset evhama ve bir kýsým hocalar itiraza baþlar.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 11.) Demek ki, bu tür meselelerde yeterli derecede bilgili, birikimli, donanýmlý olmak icap ediyor ki, kimsecikler kalkýp “yumuþak karýn” gibi gözüken noktalara baský yapmaya heveslenmesin, zihnî tereddütlere yol açmasýn, açamasýn. Bir Nur talebesinin en önemli ve öncelikli vazifesi, Risâle-i Nur’u evvelâ kendi nefsine hitaben okumasý, onu anlamaya, ondan istifadeye ve istifazaya çalýþmasý; sonra da, daire daire geniþlemek sûretiyle, Nur’daki kudsî hakikatleri ihlâsla hayata yansýtmaya gayret göstermesi, yani özetin özeti olarak “îmaný hayata hakim kýlmasý”dýr. Her þey, hassaten bu nokta için gereklidir; sair meseleler ise, þüphesiz aldanmamak, aldatmamak ve hatt-ý müstakim üzerinde yürüyüp tekâmül etmek için lâzýmdýr. Bediüzzaman diyor ki; Âl-i Beyt * Âl-i Beyt, âlem-i Ýslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesidir. (19. Mektup, 4. Esas’tan) * Dünyada mütesanit hiçbir hanedan ve mütevafýk hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, Âl-i Beytin hanedanýna ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetiþebilsin. (5. Þuâ, 9. Mesele’den) * Yüzer kudsî kahramanlarý yetiþtiren ve binler mânevî kumandanlarý ümmetin baþýna geçiren ve hakikat-i Kur’âniyenin mayasýyla ve imanýn nuruyla ve Ýslâmiyetin þerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, elbette âhir zamanda, þeriat-ý Muhammediyeyi ve hakikat-ý Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ihyâ ile, ilân ile, icrâ ile, baþkumandanlarý olan Büyük Mehdînin kemâl-i adâletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet mâkul olmakla beraber, gayet lâzým ve zarurîdir. (5. Þuâ, 9. Mesele’den) * Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli, þimdi de kemiyeten milyonlarý geçen bir nesl-i mübarektir. (29. Mektup, 5. Ýþaret’ten) Âl-i Abâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âþinâ ve istikbal-bîn nazar-ý nübüvvetle, otuz kýrk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler içinde mühim fitneler olup kan döküleceðini görmüþ. Ýçinde en mümtaz þahsiyetler, abâsý altýnda olan o üç þahsiyet olduðunu müþahede etmiþ. Hazret-i Ali’yi (r.a.) ümmet nazarýnda tathir ve tebrie etmek ve Hazret-i Hüseyin’i (r.a.) tâziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan’ý (r.a.) tebrik etmek ve musalâha ile mühim bir fitneyi kaldýrmakla þerefini ve ümmete azîm faydasýný ilân etmek ve Hazret-i Fatýma’nýn zürriyetinin tâhir ve müþerref olacaðýný ve Ehl-i Beyt ünvan-ý âlisine lâyýk olacaklarýný ilân etmek için, o dört þahsa, kendiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ” ünvanýný bahþeden o abâyý örtmüþtür. (14. Lem’â, 2. Suâlin cevabýndan.) Âl-i Muhammed (asm) * Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i Ýbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almýþ ki, umum mübarek silsilelerin baþýnda, umum aktar ve âsârýn mecmalarýnda o nuranî zatlar kumandanlýk ediyorlar. Ve öyle bir kesrettedirler ki, o kumandanlarýn mecmuu, muazzam bir ordu teþkil ediyorlar. Eðer maddî þekle girse ve bir tesanütle bir fýrka vaziyetini alsalar, Ýslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabýta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karþý dayanamaz. Ýþte, o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdýr ve Hazret-i Mehdînin en has ordusudur. (29. Mektup, Beþinci Ýþaret’ten) Seyyidler nesli * Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, þecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasýl ve en yüksek þeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. …Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandýracak hâdisât-ý azîme vücuda geliyor. Elbette, o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî baþýna geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. (29. Mektup, Beþinci Ýþaret’ten) Hz. Mehdî * Hazret-i Mehdîye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat baþka baþkadýr. …Âhirzamanda gelen Mehdî gibi herbir asýr, Âl-i Beytten bir nevi mehdî, belki mehdîler bulmuþ. …Büyük Mehdîden evvel gelen emsâlleri, nümuneleri olan hulefâ-i mehdiyyîn ve aktâb-ý mehdiyyîn evsaflarý, asýl Mehdînin evsâfýna karýþmýþ ve ondan rivâyetler ihtilâfa düþmüþ. (19. Mektup, 4. Esas’tan) Bu yazý serisi içinde sunmak istediðimiz, ancak her nasýlsa tehir etmek durumunda kaldýðýmýz önemli bir nokta daha var. Þöyle ki: Bediüzzaman Said Nursî’nin Âl-i Beytten, yani seyyid olduðunu gösteren önemli iþaretlerden biri de, onun hayatý boyunca hiç kimseden zekât ve sadaka almamasýdýr. Zira, seyyid olan kimselere zekât ve sadaka verilmediði gibi, onlar da almazlar, alamazlar, almamalýdýrlar. Nitekim, Said Nursî de almamýþ ve alamamýþ. Onu seyyid bilmeyenler, içlerinden gelerek mallarýnýn zekâtýný götürüp vermek istemiþler; fakat, o fakr u zaruret içinde iken dahi bunu asla kabul etmemiþ, reddetmiþ. Esasen, öyle anlaþýlýyor ki, ona zekât, sadaka ve mukabilsiz hediye gibi þeyler aldýrýlmamýþ. Evet, tâ küçüklüðünden beri insanlarýn bu neviden yardýmlarýný almayan, hatta bazan kiþiyi kýrarcasýna reddeden Üstad Bediüzzaman, zaman zaman kendisinin de hayret ettiði bu garip halinin bir hikmetini þöyle izah ediyor: “Eski Said’in çocukluk zamanýndan beri hem kendisi, hem babasý fakir olduklarý halde, baþkalarýnýn sadaka ve hediyelerini almadýðýnýn ve alamadýðýnýn ve þiddetli muhtaç olduðu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediðinin… ve, Said hiçbir vakit (evlere) tayin (yemek) almaya gitmediðinin ve zekâtý dahi bilerek almadýðýnýn bir hikmeti, þimdi kat’î kanaatimle þudur ki: Âhir ömrümde Risâle-i Nur gibi sýrf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menâfi-i þahsiyeye vesile yapmamak için, o makbul âdete ve o zararsýz seciyeye (sadaka ve zekâta) karþý bana bir nefret ve bir kaçýnmak ve þiddet-i fakr ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak hâleti verilmiþti ki, Risâle-i Nur’un hakikî bir kuvveti olan hakikî ihlâs kýrýlmasýn.” (Emirdað Lâhikasý, s. 313; Y. A. Neþriyat.) Risâle-i Nur’un takip ettiði meslek ve meþrep dairesi içinde birbiriyle ülfet ve münasebet peyda etmeyecek mefhumlarýn baþýnda “ihlâs ile maddiyat” gelir. Dolayýsýyla, bir þahýs, rýzâ-i Ýlâhî yolunda ihlâsla hizmet ederken, bunun karþýlýðý olarak herhangi bir maddî menfaat hesabý veya beklentisi içinde olmayacak. Olduðu takdirde, ihlâsý kaybeder. Nitekim, 21. Lem’â olan Ýhlâs Risâlesinde bu meseleyi veciz ve tesirli bir üslûp ile izâh eden Üstad Bediüzzaman, ihlâsý kýran birinci ve en büyük mâninin “menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet” olduðunu kaydeder. Evet, hayatýný bütünüyle imân–Kur’ân hizmetine adayan Bediüzzaman Said Nursî’nin, zekât ve sadaka gibi maddî yardýmlarý almamasýnýn bir hikmeti, “en büyük kuvvet olan ihlâsýn kýrýlmamasý”dýr; bu halin bir baþka hikmeti ise, aslen ve neseben kendisinin seyyid, yani Evlâd-ý Resûl olmasýdýr. Pekçok kimse, onun bu yönlerini bilemediði için, zekât ve sadakayý reddetmesine ve hediyeleri de mukabilsiz kabul etmemesine akýl erdiremeyerek hayret ve taaccüp etmiþler. * * * Bediüzzaman'da seyyidlik niþaný M. Latif Salihoðlu Muhtelif mahfillerde konuþulup tartýþýlan konulardan biri de, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin aslen seyyid olup olmadýðý hususudur. Üstad Bediüzzaman, 1923'ten evvel "Kürdî", bu tarihten sonra ise "Nursî" lâkabýný kullanmýþtýr. Hz. Üstad, bunlarýn dýþýnda da imza yerinde bazý lâkap ve ünvanlarý kullanmýþtýr: Molla Said, Mehmed Said, Ebu Lâþey, Garibuzzaman, Sin Ayn, vesaire... Ancak, 1923'ten tâ vefat tarihi olan 1960'a kadar hasseten kullandýðý lâkap ve imza "Nursî"dir. Hatta, 1935'teki Eskiþehir ve 1944'teki Denizli Mahkemelerinde, onun hakkýnda Nursî dýþýndaki lâkaplarýn kullanýlmasýný yadýrgamýþ ve itiraz etmiþtir. Meselâ, bir müdafaasýnda þöyle diyor: "...Ýsmim Said Nursî iken, her tekrarýnda 'Said Kürdî' ve 'bu Kürd' diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem âhiret kardeþlerimin hamiyet–i milliyelerine iliþip aleyhime bir his uyandýrmak, hem mahkeme ve adâletinin mahiyetine bütün bütün zýd ve muhalif bir cereyan vermektir." (Tarihçe–i Hayat, s. 202) Said Nursî ve hatta bütün Nurslular, zahirî tarih nazarýnda Kürt sayýlýrlar. Nurslularýn bugünkü sosyal ve kültürel yaþantýlarýna bakýldýðýnda da bundan farklý birþey görülmez. Ancak, herþey zahirden ibaret deðildir. Hemen her meselede olduðunu gibi, helâket ve felâket asrýnýn adamý olan Bediüzzaman Hazretlerinin nesebi konusunun da bir zahirî, bir de hakikî vechesi var. Bu iki vecheyi, hikmetiyle birlikte düþünerek deðerlendirmek lâzým. Açýkça ifade edelim ki, böyle bir deðerlerdirmeyi zahirperestler yapamaz. Ayný þekilde, Türkçüler ve Kürtçüler gibi, Vehhabilik yapan Suudî ýrkçýlar da Ýlâhî hikmete uygun bir deðerlerdirme yapamaz. Hz. Bediüzzaman'ýn zahirî ve hakikî hüviyetinin ne olduðunu bilecek ve bunun sýhhatli bir tevilini yapacak olanlar ise, ehl–i tahkik olan Nur Talebeleridir. Nitekim, onlardan biri olup "Denizli kahramaný" ünvanýný kazanan Hasan Feyzi Efendi, sýrr–ý teklif ve imtihana taalluk eden bu meselenin perdesini kýsmen aralamýþ ve aynen þu ifadeyi kullanmýþtýr: "Ona 'Kürdî' denilmesi, ...Kürtçe bilmesi, o kýyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfâ için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mânâ ve maksadýyla deðildir." (Emirdað Lâhikasý, s. 75) Dikkatle bakýlacak olursa, burada bir "setr ve ihfâ" gerçeðinden bahsedildiði ve zahirin dýþýnda ayrýca bir "hakikî hüviyet ve milliyet"ten söz edildiði görülecektir. (Ayný paragrafýn baþýnda ise, Hz. Bediüzzaman'ýn hem seyyid, hem de þerif olduðu imâsý yapýlýyor.) Demek ki neymiþ? Herþey zahirden ve görünürden ibaret deðilmiþ... Esasýnda, hikmet–i Ýlâhiye de, bunun böyle olmasýný iktiza ediyor. Tâ ki, sýrr–ý teklif ve imtihan bozulmasýn ve "maslahat–ý irþad–ý umumî" zayi olmasýn. Ýþte, bu muazzam hakikatin izahýna dair, Risâle–i Nur'da beþ–altý yerde tekrarla nazara verilen ve ezberlenmesi gereken veciz ifadeler: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbâb perdedâr–ý dest–i kudret ola aklýn nazarýnda; tevhid ve celâl ister ki, esbâb ellerini çeksinler tesir–i hakikiden." (Sözler, s. 265) Hasan Feyzi'ye ait yukarýdaki sözlerin, bu veciz hakikate bihakkýn paralel düþtüðünü görmekteyiz. Bazý kardeþlerimiz, Üsdat Bediüzzaman'ýn sadece "mânen seyyid" olduðunu söylüyor. Bu ise, hakikatin tamamýný yansýtmýyor. Zira, Hz. Bediüzzaman'ýn mânen olduðu gibi, neseben de kat'iyyen seyyid olduðunu "Büyük Ruhlu Küçük Ali" beyan ediyor. Kuleönü'lü Küçük Ali, Hz. Üstad'ýn hem "ikinci Âl"den, hem de "birinci Âl"den olduðu bizce kat'idir diyor. Ayrýca, Âl–i Beyt'ten oluþunun hakikî bir niþaný/iþareti olarak, Hz. Üstad'ýn omzunda gördüðü "kadem–i Resûl–i Ekrem"den (asm) bahsediyor. (Bkz: Yeni baský Lem'alar, 22. Lem'anýn son haþiyesi.) Küçük Ali, bu iddiasýna getirdiði delillerden bir tanesi olarak gördüðü bir "niþan"dan söz ediyor ki, o hususî niþan ve iþaretlere, Hz. Bediüzzaman'ýn kendisi de perdeli þekilde temas ediyor. Ýþte buna dair kendisi de seyyid olan Bedreli Hoca Sabri'ye (Santral Sabri, Ýskele memuru, Nur ve gül fabrikasýnýn sahibi, Isparta kahramaný Sabri) hitaben yazýlan üç mektuptan, üç kýsacýk ifade: 1) "...Sabri ise, fýtraten bende mevcut has bir niþan var; bütün gezdiðim yerde kimsede görmedim. Sabri’de ayný niþan–ý fýtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet–i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiþ." (Barla Lâhikasý, s. 21) 2) "Sabri kardeþ! Senin cisminde (ayaðýnda) kardeþliðimin sikkesini gördüðüm zaman..." (Kastamonu Lâhikasý, s. 28) 3) "Ey Sabri kardeþ! Baþýn sað olsun. Cenab–ý Hak, o validemizi maðfiret eylesin, âmin. Benim, karabet–i nesebiyeyi (seyidliði) ihsas eden parmaklarýndaki niþan ve bu yedi sekiz sene Abdülmecid’den daha hararetli faalâne kardeþlik vazifesini yaptýðýnýzdan, elbette senin merhume validen benim de validemdir." (Age, s. 155) Mâlûm, seyyidlerin ayak parmaklarýnda bir alâmet–i fârika var. Üstad, bu mektuplarýnda ondan bahsediyor ve Seyyid Hoca Sabri ile aralarýnda bir akrabalýk (karabet–i nesebiye) baðýnýn olduðunu söylüyor. Bunlar gibi, Risâle–i Nur'da Üstad Bediüzzaman'ýn seyyidliðine dair daha baþka deliller, iþaretler de var. Perdeyi büsbütün yýrtmamak adýna, þimdilik bu kadarlýkla iktifa ederek, son cümleyi ekleyelim... Elhasýl: Bediüzzaman Hazretleri seyyittir, evlâd–ý Resûldendir; temsil ettiði dâvâ bunu iktiza ettiði gibi, icrâ ettiði hizmetin tesiri de, muhakkak ki böylesi bir kuvve–i kudsiyeye dayanýyor. Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
Recommended Posts
Join the conversation
You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.