Webmaster Posted January 6, 2009 Share Posted January 6, 2009 90 yýldýr kanayan kara: Filistin (1) 1799'da Napolyon, Mýsýr Seferi sýrasýnda Yahudilere Akka'nýn dýþýnda bir yerde yerleþim kurma sözü vermiþ, ancak bölgeden kýsa sürede çekilince bunu gerçekleþtirememiþti. 1840'ta, Kudüs'teki Britanya temsilcisi Lord Palmerston 'Britanya Ýmparatorluðu'nun yüksek çýkarlarýný korumak üzere' bir Avrupalý Yahudi Yerleþim Kolonisi kurma fikrini ortaya atmýþtý. Siyonizm ideolojisinin doðuþu Ýsrail’in Gazze’ye yönelik gayrý hukuki, gayrý insani, gayrý ahlaki harekâtý sürüyor. AB yarým aðýzla Ýsrail’i kýnadý. BM Güvenlik Konseyi bir basýn açýklamasý bile yapmadan daðýldý. Arap Birliði’nin, Ýslam Konferansý Örgütü’nün, Arap ülkelerinin ve Ýran’ýn sesi çýkmýyor. ABD her zamanki gibi Ýsrail’i destekliyor. Türkiye’de ise tersine çok büyük bir hassasiyet var. Öyle ki, bazý gruplar siyasi eleþtiri sýnýrýný aþýp, ‘Yahudilere ölüm’, ‘Ýsrail’i yok edin’ deme noktasýna vardýlar. Bu yazý dizisinde, Ýsrail-Filistin çatýþmasýnýn tüm boyutlarýný, tüm ayrýntýlarýný kapsama iddiasýnda deðilim. Böyle bir þeyi yapmak için ne bu sayfalar yeter, ne benim bilgim. Sadece, uzun, karmaþýk ve dramatik tarihçenin 1970’lere kadarki bölümünden bazý sahneler sunmaya çalýþacaðým. Belki böylece bazýlarýnýn neden sessiz kaldýðýný, bazýlarýnýn neden çok baðýrdýðýný daha iyi anlayabiliriz. Dreyfus Davasý 21 Temmuz 1906’da, Paris’teki Ecolé Militaire’in (Askeri Akademi) avlusunda zayýf ve ciddi yüzlü orta yaþlý bir askere Legion d’Honneur niþaný takýlýyordu. Bu kiþinin adý Alfred Dreyfus’tu. Rütbelerinin iade edilmesi töreninde “Çok yaþa Dreyfus!” diye çýlgýnca baðýran halka, Yüzbaþý’nýn yanýtý “Hayýr beyler hayýr, çok yaþa Fransa!” oldu. Halbuki yaklaþýk 12 yýl önce ayný yerde rütbeleri sökülürken, ayný halk ‘Yahudilere ölüm’, ‘hainlere ölüm’, ‘Yahuda’ya ölüm’ diye haykýrmýþtý. Ve bu iki tören arasýndaki yýllar sadece Alfred Dreyfus’un deðil, tüm Fransa’nýn, Avrupa’nýn önemli bir dönemecini oluþturuyordu. Ancak bu olaydan etkilenen bir kiþi daha vardý. Bu kiþi, Viyana’da yayýnlanan Neue Freie Presse’in Paris muhabiri olarak izleyen Theodor Herzl’di. Fransa’nýn askeri sýrlarýný Almanlara verdiðinden þüphelenilen Yahudi Yüzbaþý Dreyfus’un, 19-22 Aralýk 1894 tarihinde görülen dava sonunda, paranoyak devlet görevlileri ile Yahudi düþmaný basýnýn kýþkýrttýðý isterik halk yýðýnlarýnýn baskýlarýyla vatana ihanet suçundan ömür boyu hapse mahkûm edilmesini izleyen Herzl, dava boyunca Paris halkýnýn sokaklarda ‘Yahudilere ölüm!’, çýðlýklarýyla dolaþmasýndan çok etkilenerek, 1896’da, politik Siyonizmin manifestosu olan ‘Yahudi Devleti’ adlý kitabýný yazmýþtý. Asimilasyondan Siyonizme Theodor Herzl, 1860’da Macaristan’da doðmuþ, 1878’de ailesiyle Viyana’ya göçetmiþ, Yahudi Aydýnlanmasý (Haskala) anlayýþýna baðlý bir hukuk doktoruydu. Tevrat araþtýrmacýsý Moses Mendhelsonn tarafýndan 1770’lerde geliþtirilen Haskala’nýn esasýný, Yahudilerin dinsel ve kültürel aþýrýlýklarýný törpüleyerek Yahudi olmayan kültürlerin içinde erimesi fikri oluþturuyordu. Nitekim Herzl o tarihe kadar kendini bir Alman yazarý olarak tanýmlýyordu. Ancak, kitabýnýn ana fikri, “Yahudilere karþý önyargýlar Batý toplumunun içine öylesine iþlemiþtir ki, bu önyargýlarý asimilasyon veya entegrasyon yoluyla kýrmak mümkün deðildir. “Antisemitizm hastalýðýnýn tek bir ilacý vardýr: O da Yahudilerin kendi devletlerini kurmasýdýr” þeklindeydi. Ancak, böylesi radikal bir deðiþimin Dreyfus Davasý’nýn görüldüðü kýsa sürede tamamlanmasý pek inandýrýcý deðildi. Muhtemelen, Herzl bu konu üzerinde çoktandýr düþünüyordu. Çünkü Habsburg topraklarýnda 1870’lerden itibaren, antisemitizmin de, Almanlaþmak, Macarlaþmak veya Polonyalýlaþmak gibi asimilasyoncu eðilimlerin de en uç örnekleri yaþanýyordu. Anti semitizmin kýsa tarihi Herzl’de derin dönüþümlere neden olan ‘Yahudi ýrkýndan gelenlere duyulan fanatik nefret’ diye özetlenebilecek anti semitizmin tarihi çok eskilere gider. Yahudi inanýþýna göre, Ýsrailoðullarý en mutlu günlerini MÖ. 10. Yüzyýl’da, Süleyman’ýn krallýðý döneminde yaþamýþlardý. Süleyman’ýn ölümünden sonra, Asurlular ile Mýsýrlýlar arasýndaki savaþlardan zarar görmüþler, Babil Kralý Nabukadnezar’ýn MÖ. 586’da Süleyman’ýn Tapýnaðý’ný yýkmasýnýn ardýndan Babil’e sürülmüþler, Ýranlý Ahimened Kralý II. Kiros tarafýndan esaretten kurtarýlmýþlar, Büyük Ýskender döneminde Makedonya Krallýðý’nýn tebasý olmuþlar, Ýskender’den sonra Mýsýr ve Helen egemenliði arasýnda gidip gelmiþlerdi. Yahudi tarihinde dönüm noktasýný, Süleyman’ýn Tapýnaðý’nýn MS. 70 yýlýnda Roma Ýmparatoru Vespesianus’un oðlu Titus’un askerleri tarafýndan yerle bir edilmesi oluþturuyordu. Hýristiyanlýðýn pençesinde Roma’ya ikinci kez baþkaldýrdýklarý 132-135 yýllarýndan sonra Ýmparatorluðun çeþitli bölgelerine göç etmek zorunda kalan Yahudilerin durumu, Roma’nýn Hýristiyanlýðý kabulünden sonra daha da zorlaþtý. Tahmin edileceði gibi Hýristiyanlar (Katolikler), Yahudileri Ýsa’yý öldürdüðü ya da öldürttüðü inancý yüzünden sevmiyorlardý. Ayrýca, Katolikler Ýsa’nýn, Yahudilerin asýrlardýr bekledikleri, Yahudi dini metinlerinde anlatýlan Mesih olduðuna inanýyorlar, Yahudiler ise Ýsa’yý Mesih olarak kabul etmiyorlardý. 300’lü yýllarýn baþýnda Ýspanya’da Yahudi erkekle evlenmek yasaklandý. 1215 Lateran Konsili’nde Yahudilerin (ve Müslümanlarýn) özel giysiler giymesi zorunlu kýlýndý. 1348-1351 arasýnda Avrupa’nýn üçte birini yok eden Büyük Veba Salgýný sýrasýnda ‘günah keçisi’ ilan edilerek Doðu Avrupa’ya göçmek zorunda býrakýldýlar. 1492’de Ýspanya’dan sürüldüler. Ýlk kez 1516’da Venedik’te getto denilen duvarlarla çevrili mahallelere çekilmek zorunda kaldýlar. Roma’daki son Yahudi getto’su 1870’de kaldýrýldý. Modernleþmenin karanlýk yüzü Ortaçað’dan beri tarýmla uðraþmalarý, üniversiteye girmeleri, askerlik yapmalarý ve kamu görevlisi olmalarý yasak olan Yahudilerin, faaliyet gösterebilecekleri tek alan olan ticaret ve bankacýlýkta elde ettikleri baþarýlar Yahudi düþmanlýðýný pekiþtiren bir unsur oldu. Aydýnlanma düþüncesi ve 1789 Fransýz Ýhtilali’nin yarattýðý özgürlük ortamýndan diðer gruplar gibi Yahudiler de yararlandý. 1799’da Napolyon, Mýsýr Seferi sýrasýnda Yahudilere Akka’nýn dýþýnda bir yerde yerleþim kurma sözü verdi, ancak bölgeden kýsa sürede çekilince bunu gerçekleþtiremedi. 1840’ta, Kudüs’teki Britanya temsilcisi Lord Palmerston ‘Britanya Ýmparatorluðu’nun yüksek çýkarlarýný korumak üzere’ bir Avrupalý Yahudi Yerleþim Kolonisi kurma fikrini ortaya attý ama arkasý gelmedi. Yönetim kademelerinde ve politik yaþamda daha çok yer aldýklarý gibi sahip olduklarý finans gücü ile modernizasyonun itici güçlerinden biri olan Yahudilerin bu durumlarý paradoksal olarak iki cepheden; Yahudi sermayesine karþý sýnýfsal kini Yahudi düþmanlýðý ile karýþtýran Sosyalistlerden ve Yahudiliðin dinsel düþmaný olan Katolik Kilisesi’nden tepki gördü. Bu iki kesimin yönlendirdiði geniþ halk kesimleri ise Yahudileri þeytanlaþtýrma iþinde çok ileri gittiler. Rusya’da Yahudiler 1881’den 1940’lara kadar pogrom adý verilen katliamlarda can verdiler. Rusçada ‘ayaklanma’ anlamýna gelen pogrom’lar, sivil halk tarafýndan Yahudilere karþý yapýlan saldýrýlardý. Ancak bu saldýrýlar kolluk kuvvetlerinin göz yummasý ya da yardýmýyla yapýlýyordu. 1940’tan sonra ise gaz fýrýnlarýnda can verdiler… Basel Kongresi’ne doðru Herzl’in projesinin adý Siyonizm’di. ‘Siyon’ eski Kudüs’ün duvarlarýnýn dýþýndaki tapýnak tepesinin adýydý ve Yahudi/Musevi tarihi boyunca Kudüs’le eþ anlamlý olarak kullanýlmýþtý. Dahasý binlerce yýl önce yurtlarýndan kovulmuþ Yahudi halkýnýn Filistin’e dönme arzu ve özlemini sembolize etmiþti. Kuzeyde Aþaðý Litani Nehri’nden, güneyde Gazze Vadisi’ne, batý Arabistan Çölü’nden doðuda Akdeniz’e uzanan, bugünkü Ýsrail ve Ürdün’le Mýsýr’ýn bir kýsmýný içeren bölgenin Filistin’in adý, MÖ 12. Yüzyýl’da Ege Adalarý’ndan (büyük ihtimalle Girit’ten) kalkarak Anadolu, Kýbrýs ve Suriye’yi yakýp yýktýktan sonra Mýsýr’a saldýran ancak Mýsýrlýlar tarafýndan püskürtüldükten sonra bugünkü Tel Aviv-Yafa’dan Gazze Þeridi’ne kadar uzanan bölgeye yerleþen Filistîler adlý bir deniz kavminin adýndan geliyordu. Yani Filistîler bir Arap kavmi deðildi. Mitolojiye göre, zamanla komþu bölgelere yayýlan Filistîlerin en büyük düþmaný, bölgeye onlardan sonra gelen Ýsrailoðullarý olmuþtu. Filistîler, Ýsrailoðullarýna karþý ilk yenilgiyi, MÖ 10. Yüzyýl’da Davud döneminde yaþamýþlardý. Projesindeki dinsel referanslara raðmen, Herzl’in Siyonizmi, dinsel bir proje deðil, seküler, siyasi bir projeydi. Siyonist hareketin Herzl’den sonraki ikinci adamý olan Max Nordau da Torah inancýný gençliðinde terk etmiþ, Protestan bir Almanla evlenmiþ, Alman kültürünü benimsemiþ bir asimilasyonistti. Herzl, Nordau ve diðer tüm Siyonist önderler, Yahudiliði bir inanç birliði olarak deðil, bir ýrkýn ismi olarak kabul ediyorlardý. Onlara göre Yahudi dini ve Mesih inancý, Yahudilerin rehavete kapýlmalarýna neden oluyor, devletlerini kurmak için çaba göstermelerini engelliyordu. Nitekim Siyonistlere iki gruptan tepki geldi. Asimilasyoncu Yahudiler Siyonizmin boþ yere düþman kazanýp rahatlarýný bozmaktan baþka bir iþe yaramayacaðýný savundular. Pek çok haham ve rabbi ise Yahudiliðin kutsal sembollerinden olan Ýsrail topraklarýný seküler hale getirileceðini ileri sürerek, Siyonizmi adeta bir küfür saydýlar. Ancak daha sonra bazý din adamlarý, Filistin’de kurulacak bir devletin, Mesih’i beklerken Yahudilik ruhunun ayakta kalmasý için iyi bir durak olacaðýný düþünerek Siyonizme destek verince, Siyonizm hem seküler, hem dinsel unsurlarý etrafýnda toplamayý baþardý. Herzl baþkanlýðýnda, 1897’de Basel’de toplanan Birinci Siyonist Kongresi’nde Dünya Siyonist Örgütü kurularak, uluslararasý çapta örgütlenmenin ilk adýmý atýldý ve her yýl yapýlan kongrelerle Yahudilere bir yurt arama giriþimlerine hýz verildi. (Kaynak: Michael Marrus, The Politics of Assimilation: The French Community at the Time of the Dreyfus Affair, Oxford, 1980; Jacques Kornberg, Theodor Herzl:From Assimilation to Zionism, Indiana University Press, 1993.) Herzl ile Abdülhamit neler konuþtu? Siyonistlerin Ýslamcý politikalarý ile tanýnan II. Abdülhamit’le iliþkileri konusunda çeliþik bilgiler vardýr. Abdülhamit, 1890’da yayýmladýðý iki irade ile Siyonistlerin Filistin’e girmelerini önlemek için gerekli tedbirlerin alýnmasýný emretmiþti. Herzl’e göre, 1896-1902 arasýnda Abdülhamit’le görüþmek için pek çok kez giriþimde bulunmuþtu. Giriþimlerinden ilki 1896 Haziranýnda yapýlmýþ, Abdülhamit’in hafiyelerinden Leh asýllý Kont Philipp de Newlinski aracýlýðýyla Filistin karþýlýðýnda beþ milyon altýn teklif edilmiþ, Abdülhamit bu teklifi reddetmiþti. Herzl 1898’de Kutsal Topraklarý ziyaret eden Kayzer II. Wilhelm’le buluþmuþ ve Almanlarýn korumasý altýnda Filistin’de bir arazi þirketi kurmayý önermiþti. Kayzer ilk anda anti-Semitik duygularla, Yahudileri Avrupa’dan uzaklaþtýrma fikrine sýcak bakmýþ, rivayete göre konuyu Abdülhamit’e de açmýþ, ancak Abdülhamit’in sýcak bakmamasý üzerine, Siyonistlere destek vermekten vazgeçmiþti. Bir baþka giriþim, 4 Haziran 1900’de Abdülhamit’in bir baþka hafiyesi Macar Yahudisi Þarkiyatçý Arminius Vambery aracýlýðýyla yapýlmýþtý. Ama cevap yine olumsuzdu. Ancak Þubat 1902’de Abdülhamit’in huzuruna çýkmayý baþaran Herzl, günlüðüne Abdülhamid’in devlete tabi olmayý kabul eden tüm Musevilere kapýlarý açmaya istekli olduðunu, fakat insanlarýn yerleþtirileceði bölgelere hükümetin karar vereceðini, Filistin hariç olmak üzere Mezopotamya, Suriye, Anadolu ve hemen hemen her yerde kolonileþmeye izin verileceðini yazmýþ ve yazýsýný, “içinde Filistin’in olmadýðý bir imtiyaz!” diye bitirmiþti. Bu, Herzl’in istediði imtiyaz deðildi. Ayný yýlýn Aðustos ayýnda Abdülhamit’in, yeni bir teklifi gelmiþti ancak bu ilkinden daha elveriþsizdi. Herzl’in günlüðünde ‘Türk devleti için 20 milyon pound harcadýk ama hala sonuç alamadýk’ þeklindeki ifadeler ise daha da kafa karýþtýrýcý. (Kaynak: Mim Kemal Öke, Siyonizm ve Filistin Sorunu (1880-1914), Üçdal Neþriyat, Ýstanbul 1982; The complete diaries of Theodor Herzl, Yay. Haz. Raphael Patai, New York : Herzl Press and Thomas Yoseloff, 1960.) Ancak, Abdülhamit döneminde Filistin’e Yahudi göçünün arttýðýný iddia edenler vardýr. Bu iddialarýn doðru olup olmadýðýný anlamak kolay deðil çünkü, söz konusu dönemlere ait güvenilir nüfus istatistikleri yoktur. Örneðin Osmanlý salnamelerine göre 1878’de Filistin’de yaklaþýk 404 bin Müslüman, 44 bin Hýristiyan ve 25 bin Yahudi (10 bini yabancý uyruklu olarak kaydedilmiþ) yaþarken, 1893 nüfus sayýmýna göre, yaklaþýk 372 bin Müslüman, 43 bin Hýristiyan, 9 bin Yahudi yaþýyordu. Bir baþka kaynaða göre ise, 1893’te 80 bin Yahudi yaþýyordu. Bu sayýlardan, Abdülhamit dönemine iliþkin doðru bir çýkarýmda bulunmak zor. (Nüfus konusundaki tartýþmalar için bkz. http://www.mideastweb.org/palpop.htm) Abdülhamit’in Filistin’deki mülkleri Öte yandan, Yahudilerin, Filistin’in yerli ahalisinden 40 bin dönüm toprak satýn aldýðý, 30 kadar koloni kurduðu, ünlü Yahudi zengini Baron Rothschild’in Fransa’nýn tanýnmýþ tarým okullarýndan uzmanlar getirttiði ve avokado, zeytin, üzüm yetiþtirmeye çalýþtýðý, þarap baðlarý ve parfüm imalathaneleri kurdurduðu iddialarý var. (Öke, s.41) Eðer bu iddialar doðruysa, Yahudilerin Filistin’de Abdülhamit’in bilgisi dýþýnda mülk satýn almasý mümkün deðil. Çünkü bugün biliyoruz ki, 33 yýllýk saltanatý süresince Abdülhamit doðrudan satýn alýp geliþtirerek, boþ arazileri tarýma açýp sahiplenmeye uygun yasalardan yararlanarak, miras yoluyla Anadolu, Filistin, Suriye, Irak, Yunanistan, Arnavutluk, Bingazi (Libya) ve Kýbrýs’ta geniþ çaplý emlak ve sayýsýz iþletmeyi uhdesine geçirmiþti. Bu baðlamda, Suriye’deki en verimli topraklarýn üçte biri (üç milyon dönüm), Filistin’deki (özellikle Gazze’de) ekilebilir topraklarýn yedide biri (1.036.000 dönüm), Irak’ýn o tarihteki petrol yataklarýnýn en zenginlerini özel mülkü yapmýþtý. 1909’da tahttan indirildikten sonra Meclis, Abdülhamit’e ait tüm taþýnmazlara el koymuþ, bu mallar daha sonra Türkiye Cumhriyeti hazinesine aktarýlmýþtý. Abdülhamit’in mirasçýlarý 1920’de bu nedenle dava açmýþlar, yýllar sonra, 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen Hilafetin Ýlgasý’na dair kanun hükmü uyarýnca, Osmanlý Ýmparatorluðu’nda Padiþahlýk etmiþ kimselerin Türkiye Cumhuriyeti dahilinde tapuya kayýtlý taþýnmazlarýnýn ulusa aktarýldýðýný hükme baðlamýþtý. Ancak mirasçýlar yýlmadý ve uluslararasý mahkemelerde davayý yenilediler. Filistin’de açýlan dava on yýl sonra Yafa’dan Kudüs’e, Kudüs’ten Londra’ya gönderildi; sonra tekrar Kudüs’e döndü. 1944’te Yahudi göçüne imkan saðlayacak arazilerin mülkiyetini devir ve davadan Yahudi vakýflarý lehine feragat belgesi karþýlýðý Irak petrollerinin iþletmesinden payla birlikte para önerildi. Varislerin bu teklifi reddetmesinin ardýndan 1945’te Kudüs Ýstinaf Mahkemesi davayý reddetti. (Kaynak: Cemil Koçak II. Abdülhamid’in Mirasý, Ýstanbul, Arba, 1990, Ýhsan Þerif Kaymaz, Musul Sorunu, Otopsi Yayýnlarý, 2003, s. 375-377.) Uganda Projesi Herzl bu arada Britanya ile Sina Yarýmadasý (El Ariþ) için görüþmeler de yapmýþ ama kabul ettirememiþti. Fransa herhangi bir Avrupa Devleti tarafýndan tek yönlü olarak Filistin’de bir Yahudi devletinin destekleneceði ilan edilecek olursa, Suriye kýyýlarýnda demir atmýþ Fransýz donanmasýný harekete geçireceði tehdidini savurunca, Britanya Herzl’e Batý Afrika’daki kolonisi Uganda’ya (bugünkü Kenya) yerleþmelerini önerdi. Herzl, 1903’te Kiþinev pogrom’unun (‘Kiþinev Paskalyasý’ diye bilinen pogrom, üç gün sürmüþ ve 45 kiþi ölmüþtü) etkisiyle teklifi kabul ederken, ilerde halefi olacak Dr. Chaim (Haim) Weizmann, reddetti. Nitekim ertesi yýl Uganda’ya gönderilen heyetin raporu da olumsuzdu. Bölge vahþi hayvanlar, öldürücü böcekler ve pek dost görünmeyen Massailer’le meskûndu. 1904’te Herzl’in ölümü de eklenince Uganda meselesi kapandý ancak planýn reddi, hem Britanya’nýn hevesini kaçýrdý hem de Siyonist hareketi ikiye böldü. Nachman Syrkin’in temsil ettiði Sosyalist Siyonistler ve Israil Zangwill’in temsil ettiði Ýskân Teþkilatý nerede olursa olsun Ýsrail devletinin kurulmasý için çalýþmaya baþladýlar. (Arjantin, Kanada hatta Texas gibi seçenekler üzerinde durulmuþtu.) Ancak Herzl’in yerini alan Haim Weizman iþi saðlama aldý ve 1904’ten itibaren Britanyalý kanaat önderlerine Siyonizm davasýný anlatmaya koyuldu. Weizmann ve arkadaþlarý çabalarýnýn meyvesini, tam 13 yýl sonra toplayacaklardý… (Kaynak: Theodor Herzl’in Der Judenstaat/Yahudi Devleti adlý kitabýnýn Ýngilizce versiyonu: http://www.gutenberg.org/ebooks/25282) Dona Gracia Mendes’ün büyük hayali 31 Mart 1492’de Kastilya Kraliçesi Ýsabella ve Aragon kralý II. Ferdinand tarafýndan çýkarýlan ‘Kovma Fermaný’ ile Hýristiyan inancý uyarýnca vaftiz olmayý kabul etmeyen Yahudilerin Ýspanya’dan ayrýlmasý emredilince, Yahudilerin bir kýsmý kerhen de olsa din deðiþtirmiþ, bir kýsmý sýðýnabilecekleri bir yurt aramaya baþlamýþtý. Yahudi göçmenleri Cadiz’den almaya gelen gemilerden ikisini Osmanlý Ýmparatoru II. Bayezit göndermiþti. Yahudiler bu olaydan dolayý, Osmanlý Devleti’ni hep minnetle andýlar. Ancak, yüzyýllar boyu sürecek göçler sonunda yüzbinlerce Yahudi’nin sadece 60 bini Osmanlý ülkesine, 23 bini Portekiz’e, geri kalaný ise Hollanda, Ýtalya, Fransa, Kuzey Afrika ve Yeni Dünya’ya gitmek zorunda kalmýþtý. 1492’de Ýspanya’dan Portekiz’e göç eden Yahudi ailelerden birinin oðlu olan Jozef Nasi ve halasý Doña Gracia Mendes’in yolu Anvers, Venedik ve Ferrera’dan geçtikten sonra, Kanuni Sultan Süleyman’la kesiþti. Rivayete göre Yahudi doktoru Jozef Hamon’dan Mendes ailesinin hikâyesini dinleyen Kanuni, bazýlarýna göre tamamen insani nedenlerle, bazýlarýna göre dönemin en etkili ve zengin ailesi olan Mendesler’in Ýstanbul’da olmalarý Ýmparatorluða güç katacaðý için, ailenin Ýstanbul’a göç etmesine izin vermiþti. Avrupa kraliyet aileleri ile iliþkileri yüzünden Kanuni tarafýndan ‘Frenk Bey Oðlu’ diye onurlandýrýlan Nasi, Kanuni’nin oðlu II. Selim tarafýndan da Ege Denizi’ndeki ‘Naksos ve Kiklad Adalarý’nýn Dükü’ ilan edilmiþti. Nasi, düklüðünü Ýstanbul’dan, Kuruçeþme’deki sarayýndan yönetmiþ ve esas olarak diplomasi, politika, ticaret ve bankerlikle uðraþmýþtý. Dona Gracia ise, bu iþlerinde yeðeninin en büyük yardýmcýsý olmuþtu. Taberiye’de Yahudi Yurdu Doña Gracia ve Jozef Nasi’nin en büyük projesi Yavuz Sultan Selim tarafýndan 1517’de Osmanlý Devleti’ne katýlmýþ olan Arz-ý Filistin’de baðýmsýz bir Yahudi yerleþimi kurma giriþimiydi. Ýkili, 1558-1560 arasýnda Kanuni’nin izniyle Kudüs, Hebron ve Safed’le birlikte Yahudilerin dört kutsal kentinden biri olan antik Tiberias’da (Taberiye) toprak satýn almýþlardý. Tiberias, o zamanlar tamamen harabe halindeydi. Saraydan 1561’de, epey yüklü bir kira bedeli karþýlýðýnda Tiberias ve civardaki sekiz köy Jozef Nasi’nin yönetimine verilince, hayal gerçek olmaya baþladý. 1564/65 kýþýnda þehrin duvarlarý yenilendi. Tiberias’ý ekonomik açýdan baðýmsýz kýlmak için koyun besiciliði ve ipek böçekçiliði ile uðraþan bir vakýf kurulduktan sonra Ýtalya’daki Yahudilere Tiberias’a gelip yerleþmeleri için bir davet mektubu gönderildi. Ancak, Yahudileri ikna etmek mümkün olmadý. Çünkü Filistin’e ancak Mesih’in öncülüðünde gitmek gerektiðine inanýyorlardý. 1569’da, bir süredir hasta olan Doña Gracia ölünce Yahudilerin Tiberias cennetine yerleþme hayali 19. Yüzyýl’ýn sonuna ertelendi. Kaynakça: Cecil Roth, Doña Gracia of the House of Nasi, Jewish Publication Society of America 1988; Norman Stillman, The Jews of Arab Lands, Jewish Publications Society, 1979; Catherine Clement, Muhteþem Senyora, Everest Yayýnlarý, 2001 (Roman) AYÞE HÜR, TARAF Gazetesi, 06.01.2009 Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
Webmaster Posted January 8, 2009 Author Share Posted January 8, 2009 90 yýldýr kanayan yara: Filistin (2) Balfour Deklarasyonu’nun imzacýsý Arthur Balfour, 11 Aðustos 1919 tarihinde Britanya hükümetine verdiði memorandumda þöyle demiþti: “Dört Büyük Devlet, Siyonizme taahhütte bulundular. Siyonizm, doðru ya da yanlýþ, iyi ya da kötü, kökü çaðlarca eskiye giden bir geleneði, bugünkü ihtiyaçlarý, gelecekteki umutlarý temsil ediyor ve bu antik topraklarda yerleþik bulunan 700 bin Arabýn arzularý ve önyargýlarýndan daha derin bir önemi ifade ediyor.” Dönüm noktasý: Balfour Deklarasyonu Birinci Dünya Savaþý arifesinde Osmanlý Ýmparatorluðu’nun zayýflamasý, hem Büyük Devletlere, hem Siyonistlere hem de Arap milliyetçilerine büyük cesaret vermiþti. Aslýnda nüfus daðýlýmýna bakýldýðýnda 1914’de Filistin’deki durum Siyonist argümanlara hiç uygun deðildi. Deðiþik kaynaklara göre, bölgede 525 bin ila 683 bin Müslüman’a karþýlýk, 40 ila 80 bin arasýnda Yahudi yaþýyordu. Siyonistlerin bütün çabasý, Büyük Devletlerin Filistin’e göçe izin vermesi ve desteklemesiydi. Yeni yeni siyasallaþan Arap milliyetçiliðinin ise ortak bir programý yoktu. Örneðin Türk tarih yazýmýnda ‘Araplarýn Türkleri sýrtýndan hançerlemesi’ olarak yer etmiþ Mekke Þerifi Hüseyin’in isyaný Hicaz’daki kabileler tarafýndan bile tam desteklenmemiþ, Mýsýrlý entelektüeller arasýnda büyük huzursuzluk yaratmýþ, Suriyeli ve Iraklý milliyetçiler, Hüseyin’e çok uzak durmuþlardý. Filistin’in Hüseyin’e ilgisi olmamýþ, Hüseyin’in Filistin’e ilgisi ise Kudüs’ün kutsallýðýyla sýnýrlý kalmýþtý. Ancak zaman içinde, gerek Siyonistler, gerekse Arap milliyetçileri ulus-devletlerini kurmayý baþardýlar. Sadece Filistinlilerin hayali gerçekleþmedi. Bunun nedenlerine daha sonra deðineceðim. Þimdi Ýsrail Devleti’nin kuruluþuna giden yolu açan ünlü mektuba deðinelim. Tarihî mektup Lloyd George kabinesinin Dýþiþleri Bakaný Arthur James Balfour’un Britanya Parlamentosu’nun Yahudi asýllý üyesi Lord Walter Rothschild’e yazdýðý 2 Kasým 1917 tarihli kýsa mektupta þöyle deniyordu: “Majestelerinin Hükümeti adýna size bildirmekten mutluluk duyarým ki, Yahudi Siyonist emellere sempatiyi belirten ekteki deklarasyon kabineye sunulmuþ ve kabul edilmiþtir. Majestelerinin Hükümeti, Filistin’de Yahudiler için bir milli yurt kurulmasýný uygun görmekte olup bu hedefin gerçekleþtirilmesini kolaylaþtýrmak için elinden gelenin en iyisini yapacaktýr. Þurasý açýkça anlaþýlmalýdýr ki, Filistin’deki Yahudi olmayan toplumlarýn sivil ve dini haklarýna ve Yahudilerin diðer ülkelerde sahip olduklarý hak ve politik statülerine halel getirebilecek hiç bir þey yapýlmayacaktýr. Bu deklarasyonu, Siyonist Organizasyonun bilgisine sunarsanýz müteþekkir olurum.” Muðlak ifadeler Deklarasyonda kullanýlan dil zaman içinde herkesin kendi arzularýna göre yorumlanmasýna olanak verecek kadar muðlaktý. Örneðin Siyonistler ‘yurt kurma’yý ‘devlet kurma’ olarak okuyorlardý. Sonra ‘Filistin Yahudilerin milli yurdudur’ denmiyordu bunun yerine ‘Filistin’de Yahudilere bir yurt’ kurulmasýndan söz ediliyordu. Bunu telafi etmek için, Yahudi olmayan topluluklardan söz ediliyordu ama Filistinlilerin adý anýlmýyordu. Yahudi olmayan topluluklarýn gözetilecek haklarý vatandaþlýk haklarý ve dini haklar olarak tarif edilirken, Yahudilerin haklarý ‘politik statü’ gibi daha farklý bir terimle tarif ediliyordu. Kýsacasý, deklarasyon Siyonistleri memnun etmemiþti ama hiç yoktan iyiydi. O günkü Britanya hükümetinin tek taraflý beyandan ileri gitmeyen bu beyanýn baþka garip yanlarý da vardý. Birincisi bu beyaný yapan Britanya’nýn Filistin’le ne tarihte, ne o dönemde hiçbir iliþkisi yoktu. Ýkincisi, hakkýnda beyanda bulunulan Filistin, hukuken ve fiilen Osmanlý topraðýydý. Üçüncüsü, bu beyanýn kime yapýldýðý belli deðildi. Nitekim, Balfour Lord Rothchild’den mektubu Siyonist Organizasyona iletmesini rica etmiþti. Peki, Siyonist Organizasyon kimleri temsil ediyordu? Kudüs’ün düþmesi Balfour Deklarasyonu’nun ilanýndan üç hafta sonra General Allenby komutasýndaki Ýngiliz ve Arap birlikleri Kudüs’ü Osmanlýlardan teslim aldýlar. Bunu Osmanlý birliklerinin Suriye cephelerinde yenilgiye uðratýlmasý izledi. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile tüm Filistin, Britanya’nýn kontrolüne býrakýldý. Böylece, yukarýdaki sorulardan ikisi cevaplanmýþ oldu: Britanya, ilerde kendisinin olacaðýndan emin olduðu bir toprak hakkýnda beyanda bulunmuþtu. Siyonistler Britanya’nýn ‘Yahudilere Filistin’de bir yurt kurulmasý’ derken, bir devlet kurmaktan bahsetmediklerini kýsa sürede anladýlar ama koþullar uygun olmadýðý için sineye çektiler. Hatta Siyonist önderlerden Nahum Sokolow bir adým daha ileri gitti ve ‘Bazýlarý deklarasyonun baðýmsýz bir Yahudi devleti kurulmasýný amaçladýðýný söylüyor. Halbuki Yahudi Devleti hiçbir zaman Siyonist programýn bir parçasý olmamýþtýr” dedi. Ardýndan Britanya yetkilileri, Mekke Þerifi Hüseyin’i temin ettiler ki, Yahudi yerleþimlerine sadece Arap nüfusun ekonomik ve politik özgürlükleri ile uyumlu olduðu sürece izin verilecekti. Þerif Hüseyin böylece Filistin’e Yahudi göçünün sürmesine izin verdi. Faysal-Weizmann Anlaþmasý 3 Ocak 1919’da geleceðin düþman kardeþleri, Þerif Hüseyin’in oðlu Faysal’la Haim Weizmann Akabe’de buluþtular. Faysal’a Ýngilizler tarafýndan vaat edilen Irak ve Suriye’de kurulacak Arap Devleti ile Filistin’de kurulacak Yahudi yurdu hakkýnda konuþtular. Ardýndan bir deklarasyon imzaladýlar. Buna göre Yahudilerin Filistin’e göç etmesini teþvik etmek ve canlandýrmak için gerekli tüm tedbirler alýnacak, mümkün olan süratle Yahudi göçmenler birbirine yakýn yerleþim alanlarýna iskân edileceklerdi. Bu tedbirler alýnýrken, Arap köylülerin ve araziyi kiralayanlarýn haklarý korunacak ve ekonomik geliþimlerini saðlayacak þekilde yardýmda bulunulacaktý. (Deklarasyonun tam metni için: http://www.mideastweb.org/feisweiz.htm) Ancak, 6 Temmuz 1919’da toplanan Büyük Suriye Kongresi’nde, Faysal’dan daha tecrübeli Arap milliyetçileri bu kadar yumuþak davranmadýlar. Kongre, ‘Yahudi yurdu’ ile ‘Yahudi devleti’nin ayný þey olmadýðýný, Siyonist Organizasyonu tanýmadýklarýný, buna karþýlýk Suriye ve Filistin’de yaþayan Yahudilerin diðer vatandaþlarla eþit sorumluluk ve haklara sahip olacaklarýný ilan etti. Kongre ayrýca, Yahudilerin Filistin’e, bir deniz kavmi olduðu sanýlan Filistîlerden daha sonraki bir tarihte gelmesini ima ederek ‘Yahudilerin iki bin yýl önce bu topraklarda iþgalci olmalarýndan doðan haklarýný tanýmayacaklarýný’ belirtti. Kongre’de söylenenleri dinleyen Arthur Balfour, 11 Aðustos 1919 tarihinde Britanya hükümetine verdiði memorandumda þöyle demiþti: “Dört Büyük Devlet, Siyonizme taahhütte bulundular. Siyonizm, doðru ya da yanlýþ, iyi ya da kötü, kökü asýrlarca geriye giden bir geleneði, bugünkü ihtiyaçlarý, gelecekteki umutlarý temsil ediyor ve bu antik topraklarda yerleþik bulunan 700 bin Arabýn arzularý ve önyargýlarýndan daha derin bir önemi ifade ediyor.” Görünen o ki, Büyük Devletler, 90 yýlda, Balfour’un açýkladýðý noktadan bir adým ileri gitmiþ deðil! (Kaynak: W. T. Mallison, Jr.,“The Balfour Declaration:An Appraisal in International Law”, Ibrahim Abu Lughod, The Transformation of Palestine, Evanston, Northwestern University Press, 1971’in içinde, s. 61-110; Isaiah Friedman, The Question of Palestine 1914-1918, British-Jewish-Arab Relations, Schocken Books, Londra, 1973) Balfour Deklarasyonu neden yapýldý? Balfour Deklarasyonu’nun baþ mimarlarýndan Sir Mark Sykes’ýn oðlu Christopher Sykes, Crossroad to Israil (Londra 1965) adlý eserinde ‘Kimse Balfour Deklarasyonu’nun niye yapýldýðýný bilmez’ diye yazmakta haklýydý. Mark Sykes 1919’da gripten öldüðünde Christopher Sykes henüz 12 yaþýnda olduðu için cevabý bilmiyor olmasý doðaldý. Halbuki pek çok kiþi, o sýrada Manchester Üniversitesi’nde kimya profesörü olan Haim Weizmann’ýn, Britanya donanmasýnýn kullandýðý dumansýz barutun (cordite) imalatýnda kullanýlan asetonu, bakteriyel fermantasyon yolu ile imal etmeyi baþardýðý için ödüllendirildiðini ileri surer. Bunu düþündüren bir ifade Lloyd George’un War Memoirs (Londra, 1936) adlý eserinde vardýr. Ancak Weizmann özel bir sohbetinde, bu efsaneye iliþkin þu ironic açýklamayý yapmýþtý: “Herkes benim büyük bir kimyager olduðumu söylüyor. Tam bir saçmalýk. Ama eðer Siyonizm davasýna hizmet ettiysem, bu iddiayý kabul edebilirim.” Weizmann haklýdýr, çünkü bulduðu yöntemle aseton üretmek pek mümkün olmamýþtýr. Ancak, mümkün olsaydý bile, Britanya’nýn bir avuç aseton karþýlýðý emperyal çýkarlarýna uymayan bir adým atmasý beklenemezdi. Sykes-Picot Antlaþmasý Bugün savaþ dönemine ait belgeleri ve hatýratlarý inceleyen araþtýrmacýlar esas olarak iki senaryo üzerinde duruyor. Bunlardan ilki çok bilinen bir senary 1916 ilkbaharýnda Britanya adýna Sir Mark Sykes ile Fransa adýna George Picot’nun imzaladýðý gizli Sykes-Picot Antlaþmasý’na göre (ki anlaþmanýn varlýðýndan 1917 Devrimi’nden sonra Bolþevik yöneticilerin Çarlýk idaresinin imzaladýðý bütün gizli antlaþmalarý açýklamalarý sayesinde haberdar olunmuþtu) Ortadoðu, Fransa ve Britanya’nýn otorite alanlarýna ayrýlýyor, Filistin de Fransa’nýn payýna býrakýlýyordu. Bu durum, Britanya’nýn hoþuna gitmemiþti. Çünkü bu hat, Britanya’nýn sömürgelerine giden Hindistan Yolu’nu Rusya’ya ve Fransa’ya karþý korumak açýsýndan çok önemliydi. Ancak 1915 yýlýnda Gelibolu’nda yaþanan hezimetten sonra, Britanya, Fransýz müttefiklerine daha baðýmlý hale gelmiþti ve Filistin’i Fransýzlara býrakmaya razý olmak zorunda kalmýþtý. Söz konusu anlaþmanýn mimarý olan Mark Sykes ise bu tavizden dolayý ‘günah keçisi’ ilan edilmiþti. Britanya, Balfour Deklarasyonu aracýlýðýyla, Filistin’de Fransýzlarýn temsil ettiði Hýristiyan çýkarlarý ile Müslüman çýkarlarý arasýnda bir denge kurmak istemiþ olabilirdi. Mark Sykes’in deklarasyonun ateþli taraftarý olmasýnýn nedeni, muhtemelen Sykes-Picot Antlaþmasý’ný telafi etmek istemesiydi. Bu tezin zayýf yaný, Britanya’nýn ayný zamanda Haþimi Ailesi (Mekke Þerifi Hüseyin ve oðullarý) aracýlýðýyla Arap kartýný da oynamasýydý. Bilindiði gibi, Britanya’nýn Siyonistlere verdiði bu taviz, Araplara karþý durumunu güçleþtirmiþ, Britanya 1947’ye kadar, Filistinlilerle Siyonistlerin arasýnda dengeyi saðlamakla uðraþmýþtý. Ortadoðu deðil Avrupa cephesi Ýkinci senaryoya göre, Balfour Deklarasyonu, Britanya’nýn Ortadoðu politikalarýndan çok, Avrupa’daki savaþ politikalarýyla ilgiliydi. Çünkü 1917 Nisan’ýndan itibaren Britanya savaþta zorlanmaya baþlamýþ, ABD’nin Ýtilaf Devletleri’nin yanýnda savaþa sokulmasý, Rusya’nýn savaþtan kopmasýnýn engellenmesi, Fransýzlarýn Filistin’den uzak tutulmasý ve Almanlarýn Siyonistlere çengel atmasýnýn önlenmesi önem kazanmýþtý. Bu hedeflerin ortak noktasý Yahudilerdi. Öncelikle Britanya Yahudileri, kendi Yahudilerine pogrom’lar düzenleyen ‘Yaþlý Otokrat’ Rusya ile ittifak yapýlmasýna karþý çýkýyordu. Bu tepki, Rusya Romanya’nýn Karpatlar bölgesindeki ve Polonya’daki Yahudileri sürmeye baþladýðýnda zirveye çýkmýþtý. Ayný gerekçelerle Avrupalý ve Amerikalý Yahudi finansörlerden bazýlarý Rusya’daki Romanov Hanedaný’na kredi açmayý reddetmiþlerdi. Ama daha kötüsü, Britanya Dýþiþlerine akan bir dizi istihbarat raporuna bakýlýrsa, Rusya, Polonya ve Romanya Yahudileri Almanlarýn beþinci kolu gibi çalýþýyordu. Benzer bilgiler Ýstanbul’daki konsolosluktan da gelmiþti. Herzl, Abdülhamit ve Kayzer arasýndaki görüþme trafiði, Siyonistlerin de Alman yanlýsý politikalara yakýn olduðunu düþündürmüþtü. Kadim önyargýlar mý? Bu algý önyargýya, yanlýþ istihbarata, tek yanlý deðerlendirmelere dayanýyordu (örneðin Rusya Yahudileri Bund Hareketi dýþýnda Menþevikleri destekliyordu ve devrimden sonra savaþýn devamýndan yana tavýr almýþlardý) ancak sonuçta Britanya Dýþiþleri yetkililerin kafasýnda, ister Britanya’da, ister ABD’de, ister Rusya’da, ister Osmanlý ülkesinde olsun birbiriyle baðlantýlý, uyumlu politikalar güden, varlýklý, güçlü, Britanya’ya düþman, Alman yanlýsý Yahudi imgesi canlanmýþtý. Savaþý kazanmak için dünya Yahudilerinin kazanýlmasý gerektiðini düþünmüþlerdi. Deklarasyonu yayýmlarken, Siyonistlerin dünya Yahudilerini temsil ettiðine inanmalarý, Britanyalý yöneticilerin naifliðinden mi yoksa Weizmann, Sokolow, Samuel gibi Siyonist liderlerin becerisinden mi sorusuna gelince, ‘her ikisi de’ demek doðru olur. Bu senaryoyu savunanlarýn ima ettiði ilginç nokta, Balfour Deklarasyonu’nun Britanya’nýn Yahudi sevgisinden deðil, modern anti semitizmden doðduðu, arka planda, Yahudilerin dünyayý kendi amaçlarý uðruna kollektif bir þekilde yönetmek için komplolar kuracaklarýna iliþkin kadim korkunun olmasý. Yani, Britanyalý karar alýcýlar, inanmak istediklerine inanmýþlardý. Bu iddiayý destekleyen bir husus olarak da, Balfour Deklarasyonu’nu hazýrlayan Balfour, Sykes, O’Beirne, Ormsby-Gore, Wickham-Steed gibi kadrolarýn aslýnda anti semitik kiþiler olduðunu söylüyorlar. Bu tabloya uymayan tek kiþi Baþbakan Lloyd George’tu ama, bazý araþtýrmacýlar aslýnda onun da ‘inceltilmiþ’ bir anti semitik olduðunu söylerler. Balfour Deklarasyonu’na en büyük muhalefet Britanya Hükümeti’nin Hindistan’dan Sorumlu Bakaný Yahudi kökenli Edwin Montagu’den gelmiþti. Montagu’ye göre bir Yahudi devletinin kurulmasý, Yahudilerin halen yaþadýklarý ülkelere sadakatlerinin sorgulanmasýna neden olabilirdi. Bu da yeni bir anti semitizm dalgasý demekti. Montagu dünyanýn deðiþik ülkelerinde eþit vatandaþlar olarak yaþamanýn, Filistin’de Siyonist bir getto’ya kapatýlmakla deðiþtirilemeyeceðini söylüyordu. Montagu’nün temsil ettiði kesimler Yahudilerin tarihsel olarak baþlarýna gelenlerden kalkarak Filistinlilerin haklarýnýn yok sayýlmasýnýn ahlaki olarak ne anlama geldiðinin farkýndaydýlar. Siyonizmin babasý Theodor Herzl’e göre, Avrupa’nýn anti semitikliði, Ýtilaf Devletleri’nin bir Yahudi devleti kurulmasýna ön ayak olmasýnda temel itici güç olacaktý! Sonuca bakýnca Herzl’in haklý olduðunu kabul etmek gerekiyor… (Kaynak: Mayir Vereté, “The Balfour Declaration and Its Makers”, Middle Eastern Studies, vi (1970), s. 48-76; Leonard Stein, The Balfour Declaration, New York, Simon and Schuster, 1961; Mark Levene, “The Balfour Declaration: A Case of Mistaken Identity”, English Historical Review, 107 (1992), s. 54-77) Ýttihatçýlar ve Siyonizm iliþkisi Ýttihatçýlarýn yabancýlarýn denetiminde bir Mason locasý yerine, 1909’da Osmanlý Büyük Doðusu adlý ‘yerli’ bir loca kurduklarý, bu locanýn üstatlýðýna da Talat Paþa’nýn getirildiði bilinir. Bu ve baþka iliþkiler yüzünden bugün bazý kiþiler, 1908’de Meþrutiyet’in ikinci kez ilanýný bile, Abdülhamit’in Siyonistlere satmadýðý Filistin topraklarýyla iliþkilendirirler. 1910 yýlýnda Osmanlý Büyük Doðusu, Ýskenderiye’de ararda dört loca açýnca, içlerine Mýsýr’ý kaybetme korkusu düþen Ýngilizler de Ýttihatçýlara yöneltilen Masonluk/Siyonistlik suçlamalarýna destek verirler. Meclis’te bu konuda pek çok konuþma yapýlmýþtýr. Talat Paþa’nýn savunmasý Ancak, Filistin’e Yahudi göçü ya da Siyonizm gibi konular Osmanlý Meclisi’nde çok az görüþülmüþtür. Bu konuda en þiddetli tartýþmalar 1911 þubatýndaki bütçe görüþmeleri sýrasýnda yapýlmýþtýr. Hürriyet ve Ýtilaf Fýrkasý’ndan Dersim Mebusu Lütfi Fikri ve Gümilcine mebusu Ýsmail Hakký Beyler, Ýttihatçý hükümeti bazý kredi anlaþmalarýnda Siyonistlerle iþbirliði yapmakla suçlamýþlardý. Ýsmail Hakký Bey’e göre, Siyonizm dehþetli bir illetti ve Siyonizmin hedefi, bölgedeki Yahudi sayýsýný arttýrarak Filistin’den Mezopotamya’ya uzanan bir devlet kurmaktý. Bu suçlamalara hem Sadrazam Ýbrahim Hakký Paþa hem Dahiliye Nazýrý Talat Paþa hem de meclisin Yahudi mebuslarý karþý çýkmýþlardý. Onlara göre bir Yahudi devleti kurulmasý gibi bir hedef yoktu, Osmanlý Devleti ile Siyonistler arasýnda iliþki de yoktu. Bu tartýþmalarda, Meclisin Arap kökenli milletvekilleri hükümetle muhalefet arasýnda ikiye ayrýlmýþtý. ÝTC Aydýn mebusu Ubeydullah Efendi muhalefetin kin ve nefretle hareket ettiðini iddia edince, Arap mebuslar muhalefete destek çýkmýþlardý. Konunun Meclis'in gündemine ikinci geliþi Mayýs ayýnda, Dahiliye Nezareti’nin bütçesi görüþülürken olur. Kudüs mebusu Ruhi el Halidi, hükümetin Siyonizm denen ‘dahili meselelere’ yönelik tavrýný öðrenmek ister. Halidi’nin Siyonizmden, semitizmden, Herzl ve Mendelhsonn’un teorilerinden, Siyonizme taraftar olan ve karþý olanlardan söz eden uzun konuþmasýný Türk ve Arap kökenli mebuslar ilgiyle dinlerken, Yahudi mebuslar tepki gösterirler. Halidi’nin ardýndan söz alan bir diðer Kudüs mebusu Said el Hüseyni ise, Taberiye’nin dörtte üçünün, Hayfa’nýn dörtte birinin Yahudiler tarafýndan ele geçirildiðini söyleyerek hükümeti umarsýzlýkla suçlar. Dahiliye Nazýrý Talat Paþa’nýn buna cevabý, Yahudilerin Hicaz hariç, imparatorluðun her yerinde toprak almaya haklarý olduðu yolunda olur. Arnavut mebus Hafýz Ýbrahim de, Yahudilerin Suriye ve Irak’ý ele geçireceði korkusuyla alay ederek, Talat Paþa’ya destek verir. Ertesi gün, Siyonist önderlerle iliþkisi olan Bulgar mebus Dimitri Vlahog Yahudi göçünün ekonomik yararlarýndan söz ettiðinde, Arap mebuslar onu protesto ederler ancak tartýþmalar daha fazla sürmez ve bütçe görüþmeleri içinde konu unutulup gider. (Kaynak: Hasan Kayalý, Jön Türkler ve Araplar, Tarih Vakfý Yurt Yayýnlarý, 1998, s. 113-117) YARIN: Manda yönetiminden iki devletli çözüme TARAF GAZETESI, Ayse Hür, 07.01.2009 Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
Webmaster Posted January 8, 2009 Author Share Posted January 8, 2009 90 yýldýr kanayan yara: Filistin -3 Savaþtan sonra Milletler Cemiyeti daðýlan imparatorluklardan arta kalan topraklarda, henüz kendi ulus-devletlerini kuracak düzeye gelmemiþ halklarý bu seviyeye gelinceye kadar gözetim altýnda tutma þekli olan manda idaresini tavsiye etmiþti. Bu elbette, Büyük Devletlerin bölgeyi istedikleri gibi tasarlamalarý için mükemmel bir yoldu, ancak bölgedeki milliyetçi hareketlerin ülkelerini yönetecek güçleri de yoktu. Manda Ýdaresi’nden Ýsrail Devleti’ne 29 Eylül 1923’te Filistin’de bir Britanya mandasý kuruldu, buna Filistinliler itiraz etmediler. Balfour Deklarasyonu bazý deðiþikliklerle, Manda anlaþmasýna dahil edildi. Örneðin Weizmann manda anlaþmasýna ‘Yahudilerin Filistin’deki tarihi haklarý’ (historical rights) ve ‘yeniden kurulma’ (reestablishment) ifadelerini koydurmak istiyordu ama Balfour’un yerine Dýþiþleri Bakaný olan Lord Curzon’un karþý koymasý ile daha muðlak terimlerle, Yahudi halkýnýn bölgeyle tarihsel baðlarýndan (historical connection) ve Filistin’de milli yurtlarýný yeniden oluþturmalarýndan (reconstuting of the national home) söz edildi. Anlaþmanýn 2. maddesinde, Filistin’de yaþayanlarýn ýrk ve din farký gözetmeksizin vatandaþlýk ve dinsel haklarýnýn korunmasýndan söz ediliyordu. 4. maddede, Siyonist Organizasyon/Yahudi Ajansý ‘yönetimi kontrol eden, ülkenin geliþiminde yer alan ve ona yardýmcý olan kamusal bir yapý olarak tanýmlýyordu. 5. maddede Filistin topraklarýnýn bölünmezliði, parçalanmazlýðý vurgulanýyordu. 6. maddede, nüfusun diðer bölümlerinin haklarýný ve pozisyonunu zarar görmemek kaydýyla Yahudi göçünün uygun koþullarda gerçekleþtirilmesini öngörüyordu. Özetle, Manda Anlaþmasý ile Balfour Deklarasyonu, uluslararasý hukukun parçasý haline getiriliyor, güvenceleri daha da geliþtiriliyordu. 1924 yýlýnda Ýngiliz-Amerikan Konvansiyonu ile anlaþmaya ABD de katýldý. 7. maddeye Konvansiyon’un hiçbir parçasýnýn ABD’nin onayý olmadan deðiþtirilemeyeceði ifadesi kondu. Toplumlararasý gerginlikler Manda Ýdaresi kurulduktan sonra görece sakin bir döneme girildi. 1923-1929 arasýnda Yahudi göçünde önemli bir düþüþ görüldü, çünkü Britanya belli kotalar koymuþtu ve bunu katý biçimde uyguluyordu. Ancak durum Polonya’da ve Almanya’da yükselen anti semitizmle birlikte 1930’lardan itibaren radikal biçimde deðiþti. 1931 yýlýnda Yahudiler bölge nüfusunun yüzde 17’sini oluþtururken, bu oran 1935’te (Britanya’nýn Mavi Kitabý’na göre 355 bin Yahudiyle) yüzde 27’ye çýkmýþtý. 1933’ten beri Filistin’e gelen Yahudi mülteci sayýsý 150 bine ulaþmýþtý ve sadece 1935’te 67 bin mülteci gelmiþti. Göçün yönünün Filistin’e dönmesinin en önemli nedenlerinden biri de ABD’nin ülkeye aldýðý göçmen sayýsýný yýlda 4 bin kiþiye sýnýrlamasýydý. Hebron olaylarý Filistinli Araplarýn buna tepkisi sert oldu. Kudüs Müftüsü Hacý Emin el-Hüseyni’nin önderliðinde geliþen ilk önemli olay 22 Temmuz 1929 tarihinde Hebron’da yaþandý. Yahudilerin Kudüs’te Araplarý öldürdüðü, Aðlama Duvarý’nýn yakýnlarýna bir sinagog kurmayý planladýklarý ve El Aksa Camii’ni yaktýklarýna dair söylentilerin kulaktan kulaða yayýlmasýyla baþlayan gerginlikler, Britanyalý yöneticilerin de kayýtsýz kalmasýyla yaklaþýk bir ay sürdükten sonra 23 Aðustos’ta zirveye ulaþtý. Çatýþmalarda 64 Arap, 67 Yahudi vahþice öldürülmüþ, yüzlerce kiþi yaralanmýþtý. Olaylar bittikten sonra Hebron’u ziyaret etme lütfunda bulunan Britanya Yüksek Komiseri John Chancellor “son bir kaç yüzyýlda bundan daha korkunç olaylarýn olduðunu sanmýyorum. Bu ülkeden öyle býktým ve öyle iðrendim ki” demiþti, “mümkün olan en kýsa sürede burayý terk etmekten baþka bir þey istemiyorum.” Kudüs Müftüsü Hacý Emin el-Hüseyni Kimdir? 1517’den 1917’ye Filistin’i idaresi altýnda bulunduran Osmanlý Devleti, Filistin’in yönetimini el-Hüseyni ailesine vermiþti. Böylece ‘Emin’ unvaný alan Hüseyni’ler, yüzyýllarca dinsel önderlik, vergi toplama yetkisi, toprak sahipliði gibi ayrýcalýklarýndan gelen nüfuzlarýyla Kudüs, Hayfa ve Nablus bölgesinin tek egemeni oldular. Ailenin pek çok üyesi (ilk olarak 1876’da Said el-Hüseyni, son olarak 1914’te Said el-Hüseyni, Ragýb el-Neþaþibi, Feyzi el-Ýlmi, Tevfik Hammad, Emin Abdulhadi ve Abdulfettah es-Saidi) Osmanlý Meclis-i Mebusaný’na katýldý. Bu ailenin en tanýnmýþ üyesi olan Hacý Emin el-Hüseyni 1894 veya 1895’te Kudüs’te doðmuþ, eðitimini Kudüs, Kahire ve Ýstanbul’da almýþ, Birinci Dünya Savaþý sýrasýnda Çanakkale’de savaþmýþ, Ýttihatçýlara katýlmýþ, Teþkilat-ý Mahsusa örgütünün Kudüs’ün sorumlusu olmuþtu. General Allenby’nin 9 Aralýk 1917’de Kudüs’ü teslim almasý üzerine Filistin’e dönen Hüseyni, 24 yaþýnda olmasýna raðmen Kudüs Müftüsü seçildi. Bu tarihten itibaren bölgedeki Britanya Manda Ýdaresi ile iþbirliði içinde Yahudi yerleþimcilerin korkulu rüyasý, Filistin milliyetçi hareketinin önderi oldu. 1936’dan itibaren Nazilere yaklaþtý. 1941’de Irak’taki Nazý yanlýsý darbeye destek verdi. Yugoslavya’da Nazilerin kurduðu Müslüman birliklerine manevi önderlik etti, Hýrvat Nazi örgütü Ustaþa için çalýþtý, Ýtalyan Nasyonal Sosyalist hükümetleri tarafýndan parasal olarak desteklendi. Bu tartýþmalý geçmiþi yüzünden Yahudiler tarafýndan ‘Nazi iþbirlikçisi’, Filistinliler tarafýndan ise ‘kahraman’ olarak anýlan Hüseyni 1974’te Lübnan’da hayata gözlerini yumduðunda Yaser Arafat, cenaze evine gözleri yaþlý olarak gitmiþti. 1936 genel grevi 1935 yýlýnda, Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni ile Hüseyni ailesinden Ragýb el-Neþaþibi önderlinde bir blok oluþturuldu ve Yahudilere karþý mücadele sertleþtirildi. Bu dönemin en önemli eylemi, 15 Nisan 1936’da gerçekleþtirilen genel grevdi. Altý ay süren grev, Britanya Manda yönetimi tarafýndan kanlý biçimde bastýrýldý. 1929 olaylarýndan sonra 27 kiþi idama mahkûm olmuþ ama üç kiþi idam edilmiþti. 1936 olaylarýndan sonra ise 260 cinayetten dolayý 67 kiþi suçlanmýþ ancak hiç idam cezasý verilmemiþti. Yani Manda Ýdaresi ipleri elinden kaçýrýyordu. Peel Komisyonu Raporu Britanya Manda yönetimi, Filistin’i yönetemez hale gelince, Britanya Sömürgeler Bakanlýðý bölgeye Filistin Kraliyet Komisyonu adýyla bir heyet gönderdi. Tarihe baþkanýnýn adýyla geçen Peel Komisyonu, mevcut durumun gerçeðe oldukça yakýn bir fotoðrafýný çektikten sonra raporunu verdi. Raporda özetle þu tespitler yapýlýyordu: 1) Filistin, Arap ve Ýsrail devletleri arasýnda bölünmüþ; 2) Azýnlýklarýn korunmasý garanti altýna alýnmýþ; 3) Bireysel göçler ve vatandaþlýk haklarý konusunda tanýmlar yapýlmýþ; 4) Kudüs’e uluslar arasý özel bir statü verilmiþ; 5) Filistin’in ekonomik entegrasyonu için uluslar üstü çabalardan söz edilmiþti. Karara göre, her iki devlet de, daha önce Filistin’in taraf olduðu tüm uluslararasý anlaþmalar ve konvansiyonlara baðlý olacaktý. 1) Bölgenin yerli halklarýna göre zengin ve kalifiye olan Yahudi mülteciler bölgeye sosyal, ekonomik ve kültürel açýdan fayda saðlamýþlardý. Ülke topraklarý hala yeni nüfusu kaldýracak durumdaydý ancak ileriki beþ yýl için mülteci sayýsýnýn yýlda 12 binle sýnýrlanmasý iyi olurdu. 2) Arap toprak sahipleri Yahudilere toprak satarak bir anlamda göçü destekliyorlardý ancak topraklarýný kaybettikleri için nihai olarak zarar görüyorlardý. Bu konuda koruyucu tedbirlerin alýnmasý lazýmdý. 3) Arap nüfus da en az Yahudi nüfus kadar hýzlý artýyordu. Özellikle yeni yaratýlan iþ olanaklarý sayesinde Bedeviler þehirlere akýn ediyordu. Bu da þehirlerin yükünü arttýrýyordu. Araplar ve Bedeviler Yahudilerin oluþturduðu idari ve saðlýk sisteminden hiçbir katký saðlamadan yararlanýyorlar bu da Yahudi toplumunun þikâyetlerine neden oluyordu. 4) Daha kalifiye olan Yahudiler Araplara göre daha iyi iþlerde çalýþýyor, daha yüksek ücretler alýyor, bu durum Arap halkýn þikâyetine neden oluyordu. 5) Gelir durumu daha iyi olan Yahudi aileler çocuklarýný daha iyi okullara gönderiyorlar bud a iki toplum arasýndaki sosyal, ekonomik ve kültürel makasýn giderek açýlmasýna neden oluyordu. 6) Ýki toplum arasýnda hiç bir yakýnlaþma, iþbirliði, entegrasyon ya da asimilasyon eðilimi görülmüyordu. Araplar, Suriye ve Irak’taki gibi, Yahudiler ise Avrupa’daki gibi yönetilmek istiyorlar, Araplar Yahudilere düþmanlýk besliyorlar, Yahudiler ise kendi içlerine dönerek, sorunlara sýrtlarýný dönüyorlardý. 7) Hem Yahudi milliyetçiliði, hem de Arap milliyetçiliði týrmanýyor, Yahudi Ajansý eleþtirilere kulak týkýyor, Kudüs Müftüsü ‘devlet içinde devlet’ gibi davranýyor, her iki taraf da ayný zamanda Manda Ýdaresi’ne tepki duyuyordu. Düzeni saðlamak için en 100 bin kiþilik bir kuvvete ihtiyaç duyan Manda Ýdaresi ise sorunlarý çözmekten acizdi. Çözüm iki devlet Komisyona göre, çözüm bölgenin ‘Yahudi devleti’ ve ‘Arap devleti’ olarak ikiye ayrýlmasýydý. Üç semavi din için önemli olan Kudüs, Beytüllahim, Nasýra, Celile gibi bölgelerle, her iki toplum için de hayati önemi olan Akabe Körfezi’nin giriþi Manda yönetiminde kalacaktý ama bu bölgeler her iki tarafa da açýk olacaktý. Tarihsel olarak bir Arap þehri olarak nitelenen Yafa (Hayfa) Arap devletine verilecek, böylece Arap devletinin Akdeniz’e açýlmasý saðlanacaktý. Yahudi devletine ise Taberiye Gölü ile Akdeniz arasýndaki þerit verilecekti. Komisyona göre paylaþmanýn yapýlabilmesi için bölgeler arasýnda Arap ve Yahudi nüfuslarýn mübadelesi gerekiyordu. Komisyon bu konuda 1923 yýlýnda Türkiye ile Yunanistan arasýnda yapýlan baþarýlý (!) mübadeleyi örnek göstermiþti. (Raporun tamamý için: http://www.mideastweb.org/peelmaps.htm) Komisyonun önerisi Balfour Deklarasyonu’nu ortadan kaldýracak kadar radikaldi. Ama Arap tarafý 1939’a kadar planý tartýþtýktan sonra planý reddetti. Tartýþmalar sürerken Arap Lejyonu ile Siyonist Ýrgun ve Lehi örgütleri þiddeti týrmandýrdýlar. Britanya kolluk kuvvetlerinin tepkisi çok sert oldu. Her iki tarafýnda da liderlerini hapishanelere koymakla kalmadý, Arap tarafýndan üç bine yakýn direniþçiyi öldürdü. Olaylarý kýþkýrtmakla suçlanan Kudüs Müftüsü yurt dýþýna kaçmak zorunda kaldý. Bunlar olurken Yahudi göçü 1937’de 10 bine, 1938’de 14 bine düþtü. 1939 yýlýnda yeniden 32 bine çýktýysa da, 1940’dan itibaren Britanyalý yetkililerin mülteci akýný önleyici tedbirleri sýkýlaþtýrmasý sonucu tekrar 10 bine düþtü. Ýsrail Devleti kuruluyor Ýkinci Dünya Savaþý sýrasýnda Nazilerin altý milyon Yahudi’yi gaz odalarýnda soykýrýma uðratmasýndan sonra, Avrupa’nýn Yahudiler için hiç de güvenli bir yer olmadýðý iyice ortaya çýkmýþtý. Savaþýn sonuna kadar bu duruma göz yuman, katý mülteci politikalarýyla Holocaust’a dolaylý yoldan katkýda bulunan ABD Baþkaný Henry Truman Batý’nýn diyetini, Müslüman Araplarýn ödemesi için ilk adýmý attý ve Filistin’e Yahudi göçüne ciddi kotalar koyan Britanya’dan 250 bin Yahudi’nin ‘derhal’ Filistin’e girmesine izin verilmesini ve göç limitlerinin kaldýrýlmasýný talep etti. Ýkinci Dünya Savaþý biteli iki yýl olduðu halde, hala Ýngiliz askerlerinin öldüðü tek yer Filistin’di. Birinci Dünya Savaþý sýrasýnda birbiriyle çeliþen taahhütleri nedeniyle içinden çýkamadýðý bir duruma düþmüþ olan Britanya konuyu 1947’de Birleþmiþ Milletler’e (BM) götürmek zorunda kaldý. Siyonistlerin uzak görüþlülüðü O tarihte Filistin topraklarýnda yaklaþýk 1 milyon 200 bin Arap ve 600 bin Yahudi yaþýyordu. Ancak paylaþýlacak coðrafya çok küçüktü. Sonunda Filistin’i parça parça da olsa aþaðý yukarý eþit iki parçaya bölen bir plan BM Özel Siyasi Ýþler Komitesi’ne sunuldu. Yüzölçümü bakýmýndan bakýldýðýnda bu durum Araplar için Peel Komisyonu’nun önerisinden çok daha geriydi. Ancak nüfus kombinasyonu bakýmýndan Yahudilerin aleyhine durum vardý. Çünkü Yahudi devletinde 498 bin Yahudi’ye karþýlýk 407 bin Arap yaþayacaktý. Filistin devletinde ise 725 bin Araba karþýlýk sadece 10 bin Yahudi’nin yaþamasý öngörülüyordu. Nüfusun geri kalan kýsmý ise BM denetimindeki Kudüs bölgesinde kalacaktý. Kudüs’ten vazgeçmek, Yahudiler için de Araplar için de çok zordu. Araplar duruma þiddetle itiraz ettiler ama Yahudi tarafý planý kabul etti. Planýn kabul edilmesi için gereken üçte iki oyu ilk turda toplanamayýnca Yahudi Ajansý’nýn lobicileri Amerikalý yetkilileri de seferber ederek Yunanistan, Liberya, Haiti ve Filipinleri özel yöntemlerle ikna ettiler. (Örneðin ABD’nin kölecilik geçmiþinin kefareti olarak bizzat kurdurduðu Liberya’yý ikna etmek için hem Siyonist ajanlar zor kullanmýþtý, hem de ABD’li lastik yapýmcýsý Harvey Firestone, Liberya Devlet Baþkaný’ný ülkenin ürünlerini boykot etmekle tehdit etmiþti.) Ey Tanrý! Kurtar Bizi! 29 Kasým 1947 tarihinde BM Genel Kurulu’ndaki tarihî oylamaya geçilirken, ilk oyu verecek Guatemala delegesi daha aðzýný açmadan, seyircilerin oturduðu bölümden tiz bir ses eski Ýbranice bir çýðlýk atmýþtý: “Anna Hashem Hoshia! (Ey Tanrý! Kurtar Bizi!) Yahudilerin tanrýsý bu acýlý çýðlýðý duymuþ olmalý ki, Genel Kurulun 13 ret, 33 kabul (10 üye yoktu) oyuyla aldýðý 181 (II) nolu kararla Filistin, Arap ve Ýsrail devletleri arasýnda bölünmüþ; Azýnlýklarýn korunmasý garanti altýna alýnmýþ; Bireysel göçler ve vatandaþlýk haklarý konusunda tanýmlar yapýlmýþ; Kudüs’e uluslar arasý özel bir statü verilmiþ; Filistin’in ekonomik entegrasyonu için uluslar üstü çabalardan söz edilmiþti. Karara göre, her iki devlet de, daha önce Filistin’in taraf olduðu tüm uluslararasý anlaþmalar ve konvansiyonlara baðlý olacaktý. Böylece Balfour Deklarasyonu bir kez daha teyit edildi. Araplarýn Büyük Felaket’i ‘Nakba’ Ancak güçlerini abartan Araplar kararý reddettiler. Yahudi tarafýnýn buna cevabý 1937’den beri zaman zaman baþvurduklarý tedhiþ eylemlerini sistematik hale getirmek oldu. 1948 yýlý boyunca istihbarat örgütü Hagannah ve Ýrgun, Lehi, Stern gibi terörist çetelerin eylemleri sonucu yüzbinlerce kiþi evlerinden kaçmak zorunda kaldý. Bu terör eylemlerinden en büyüðü 9-11 Nisan 1948’de Deir Yassin köyünde yaþanmýþ, deðiþik kaynaklara göre 107 ila 254 arasýnda köylü Ýrgun ve Lehi militanlarý tarafýndan katledilmiþti. Büyük kaçýþ, Filistin tarih yazýmýnda ‘Nakba’ (Büyük Felaket) adýyla anýldý. Siyonistler 14 Mayýs 1948’de Ýsrail Devleti’ni ilan ettiler. ABD ve Britanya’nýn Ýsrail’i tanýmasýnýn ardý çorap söküðü gibi geldi. BM üyesi hiç bir ülkeden Balfour Deklarasyonu’na yönelik bir eleþtiri, protesto yapýlmadý. Böylece, Deklarasyon zýmnen uluslar arasý hukukun bir parçasý oldu ve Ýsrail Devleti’nin kurulmasý uluslararasý hukuk teamülleri açýsýndan ‘meþru’ hale geldi. 1948-1949 Arap-Ýsrail savaþýný Ýsrail kazandý. Bugün Batý Þeria denilen bölge ile Gazze Þeridi, Ýsrail’in egemenliðine girdi. Filistinlilere verilen topraklarýn bir kýsmýný iþgal ederek, BM’nin kendilerine verdiðinden daha büyük bir topraðý ele geçirdiler. Ýsrail, 1949’da, Manda Hükümeti tarafýndan Filistin’e uygulanan anlaþmalarýn artýk geçerli görülmediðine dair bir karar aldý. Aslýnda yeni devletler, manda idarelerinin devamý sayýlmadýðý için, daha önce yapýlan anlaþmalarýn baðlayýcýlýðýnýn kalmamasý normaldi. Ancak Manda sona ererken, taraflarýn hiç biri Balfour Deklarasyonu’nun artýk geçerli olmadýðýna dair bir protestoda, bir bildirimde bulunmadýklarý için Balfour Deklarasyonu zýmnen teamül hukukunun parçasý olmuþtu. Zaten, Ýsrail de, ileriki tarihlerde, bu belirsizliði istediði gibi kullandý. Örneðin Balfour Deklarasyonu’nun Yahudi yurdu ile veya Siyonist Organizasyon/Yahudi Ajansý ile ilgili taahhütlere atýfta bulunurken, Yahudi olmayan halklara verilen teminatlarý hatýrlamadý. Kaynak: W. T. Mallison, Jr.,“The Balfour Declaration: An Appraisal in International Law”, Ibrahim Abu Lughod, The Transformation of Palestine, Evanston, Northwestern University Press, 1971’in içinde, s. 61-110; Documents on German Foreign Policy, 1918-1945, Series D, Volume XIII’ten aktaran Walter Laquer ve Barry Rubin, The Israel-Arap Readers, Penguin Book, 2001, s. 51-55; Philippe Matter, Mufti of Jerusalem: Al-Hajj Amin Al-Husayni and the Palestinian National Movement, Diana Pub Co, 1988; Michael R. Fischbach, Records of Dispossession: Palestinian Refugee Property and the Arab-Israeli Conflict; Columbia University 2003; Steven PressGlazer, “The Palestinian Exodus in 1948”, Journal of Palestine Studies, Vol. 9, No. 4. (Summer, 1980), s. 96-118; Dominique Lapierre/Larry Collins, Kudüs…Ey Kudüs, E Yayýnlarý,2002 (Belgesel roman). “Utanç Gemileri ve Gazze” Nazi soykýrýmýndan kaçan 769 Romanya Yahudisini taþýyan Struma yolcu gemisi ile Filistin’e gitmek üzere, 15 Aralýk 1941’de geldiði Ýstanbul’da, 2,5 ay karantina koþullarýnda bekletildikten sonra motorlarý çalýþmadýðý için bir römorkla çekilerek Karadeniz’e geri yollanmasý ve burada bir denizaltý tarafýndan torpillenerek batýrýlmasý bilinir ancak bir gemi dolusu Yahudi’nin yaþadýðý baþka acý bir hikâye St. Louis transatlantiðinin Atlantik Okyanusu’ndaki yolculuðu bilinmez. Bundan sonrasýný okurum ve dostum Serdar Sabri Özkubulay’ýn 3 Þubat 2008’de Radikal Ýki’de yayýnlanan yazýsýndan aynen aktarýyorum: “13 Mayýs 1939’da St. Louis transatlantiði 937 yolcusu ile Hamburg-Almanya’dan Havana-Küba’ya doðru yola çýktý. Nihai hedefleri Amerika Birleþik Devletleri’ne girmekti. Geminin yolcularý, Nazi Almanyasý tarafýndan soyup soðana çevrildikten sonra ellerine turist vizesi tutuþturulan Yahudilerdi. Hiçbirinin geri dönmeye niyeti yoktu ama þirketin kurallarý gereði hepsi gidiþ-dönüþ bileti almak zorunda kalmýþtý. Almanya’ya bir daha geri dönmemek koþuluyla toplama kamplarýndan salýverilen Yahudiler bile gidiþ-dönüþ bilet ücreti ödemiþti. Gemi iki hafta sonra, 27 Mayýs’ta Havana gümrüðüne vardý. Küba (Batista’nýn Kübasý), mültecilerden yeteri kadar para kazanmayacaksa onlarý almaya yanaþmýyordu. Adam baþýna 150 dolarla baþlayan pazarlýk 500 dolara kadar çýktý ama Küba toplam 1 milyon dolar talep ediyordu. Küba ile uzlaþma olmayýnca gemi Miami’ye doðru hareket etti, yolcularýn ABD’ye giriþ izinleri vardý ama iþsizlik ve diðer ekonomik sorunlar nedeniyle, geminin giriþi hükümet tarafýndan engellendi. Kabul eden yok Geminin kaptanýna Hamburg’dan gelen direktif, yolcularý hangi ülke kabul ederse oraya býrakabileceði yönündeydi. Dominik Cumhuriyeti, Venezüella, Ekvador, Þili, Kolombiya, Paraguay ve Arjantin’e sýrayla baþvuruldu. Hepsi de gemiyi geri çevirdi. Bu arada tüm dünya medyasý olayý takip ediyordu. Gemiye ‘Dünyanýn Utanç Gemisi’ adý takýlmýþtý. Gemi geriye, Avrupa’ya doðru yöneldi. Almanya, Yahudileri kimse kabul etmezse onlarý geri alabileceðini açýkladý. Ama aldýðýnda baþkalarýnýn istemediði Yahudilere ne yapacaðýna kimsenin karýþma hakký da olmayacaktý artýk. Yolcular umutlarýný kaybetmek üzereyken Belçika, Hollanda, Ýngiltere ve Fransa mültecileri kabul edeceðini açýkladý 17 Haziran’da, bir aydan fazla denizde kaldýktan sonra ilk ayrýldýklarý limandan 500 km. kadar uzaktaki Antwerp limanýnda karaya indiler. 1 Eylül’de II. Dünya Savaþý baþladý. 937 yolcu savaþ boyunca Nazi iþgali altýndaki Avrupa Yahudilerinin kaderini paylaþtý. 250’sinin öldüðü tahmin ediliyor. Aradan yaklaþýk 70 yýl geçti, cellât ayný, kurbanlar deðiþti. Þimdi bugün Gazze’de yaþayan Filistinliler, Akdeniz’de týpký Struma’dakiler gibi abluka altýnda kaderlerini bekliyorlar ve yine týpký St. Louis transatlantiði gibi yanaþacak bir liman arýyor.” Ürdün neyin kefaretiydi? Osmanlý Devleti, Napeoleon’un 1798-1801 tarihleri arasýndaki Ortadoðu Seferi’nden sonra, Ürdün (Þeria) Nehri’nin doðu yakasýndaki Mavera-ý Ürdün (Trans Ürdün) diye anýlan kesimine baþta Çerkesler olmak üzere Kafkas kökenli bir nüfusu iskân etme yoluna gitmiþti. 1916 Sykes-Picot Antlaþmasý’yla Britanya’nýn otorite alaný sayýlan Filistin topraklarýnýn yüzde 70’i Mavera-ý Ürdün’deydi. 1921 yýlýnda, Mekke Þerifi Hüseyni’nin oðlu Abdullah, Balfour Deklarasyonu’nu ve 1920 San Remo Konferansý kararlarýný protesto etme bahanesiyle Ürdün bölgesini iþgal etti ve o sýrada Fransýz egemenliðinde olan Suriye’ye saldýrmaya kalktý. Fransýzlarla bozuþmak istemeyen Britanya’nýn araya girmesiyle Abdullah, Mavera-ý Ürdün’ün baþýna getirildi. Böylece Britanya Balfour Deklarasyonu’nun kefaretini ödemiþ oldu. O tarihte Ürdün Emirliði’nde çoðunluðu Bedevi 400 bin kiþi yaþýyordu. Halkýn yüzde 20’si, nüfuslarý 30 bini geçmeyen dört þehirde meskûndu. Böyle bir ülkeden modern bir devlet yaratma gayretine giren Ýngiliz memurlar savunma, finans ve dýþ politikayý yönetiyorlar, Emir Abdullah iç iþlerine bakýyordu. Bedevi güçlere karþý bir denge unsuru olmak üzere Araplar tarafýndan Peake Paþa diye adýlan F.G. Peake adlý bir Ýngiliz memurun gözetiminde bir de polis gücü oluþturulmuþtu. 1923’de Britanya ülkeyi baðýmsýzlýða hazýrlanan bir milli devlet olarak kabul etti. 1926’da Vadi Musa ile Petra arasýndaki bölgede kabile gerginlikleri yaþanmasý üzerine Abdullah hükümetine Ürdün Sýnýr Kuvvetlerini kurma izni verildi.1927’de bölge Filistin mandasýndan ayrý bir yapý olarak tanýndý. 1939’da ise Britanya Manda Konseyi yerini temsili nitelikte bir hükümete býraktý. Böylece Britanya bölgede kendisine sadýk bir ülke imal etme projesinin son adýmýný atmýþtý. 1948-1949 Arap-Ýsrail Savaþý sýrasýnda Ürdün kuvvetlerince ele geçirilen Batý Þeria 1950’de resmen Ürdün’e baðlandýktan sonra devlet son þeklini almýþ oldu. Irak kralý Faysal’ýn ‘beceriksiz’ denilen kardeþi, herkesten becerikli çýkmýþ ve Haþimi Ailesi’nin kendi baðýmsýz krallýðýný kurma düþünü gerçekleþtirmiþti. Üstelik ne bölgeden ne de dünyadan ciddi bir itiraz görmeden… YARIN: Hamas’ýn doðuþu, Türkiye-Ýsrail iliþkileri TARAF GAZETESI, Ayse Hür, 08.01.2009 Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
Webmaster Posted January 9, 2009 Author Share Posted January 9, 2009 90 yýldýr kanayan yara: Filistin -4 Ýntihar saldýrýlarý için ilk fetva 1983’te Lübnan’daki Hizbullah eylemleri için Ýranlý mollalarca verilmiþti. Bugün en büyük destek Vahabi ulemadan geliyor. Anlaþýlan, ‘bir kýsas olmadan bir insaný öldüren bütün bir kâinatý öldürmüþ gibidir’ ayeti, Filistin için geçerli deðil. Ýsrail-Türkiye iliþkileri Ocak 1950’de Seyfullah Esin’in ataþe olarak Tel-Aviv’e gönderilmesiyle baþlayan gayrý resmî iliþkiler, 6 Mart 1950’de Ýsrail’in tanýnmasýyla resmîleþmiþti. Bu adým Türkiye’nin Batý Bloðu ve NATO’ya dahil olma politikalarýyla uyumluydu. MOSSAD, ayný yýl Türkiye’de bir istasyon açmýþtý. Türkiye 1951’de Mýsýr’ýn Ýsrail gemilerini Süveyþ Kanalý’ndan geçirmeme kararýný protesto eden Batý ülkelerine katýldý. Türkiye ile Mýsýr’ýn iliþkisi bu yüzden gerildi ama Türkiye Ýsrail’deki temsilcisini geri çekerek ortamý yumuþattý. Ancak Ýsrail’le ticari, askerî ve istihbarat iliþkileri sürdü. Bu dönemde, Türkiye Ýsrail’e mülteci geçiþine izin verdi. Haziran 1954’te ABD’yi ziyaret eden Baþbakan Adnan Menderes Arap ülkelerini Ýsrail’i tanýmaya davet etti. Mýsýr Baþkaný Nasýr, Türkiye’nin Ýsrail yanlýsý politikalarýnýn Arap dünyasýnda nefretle karþýlandýðýný açýkladýðýnda Türkiye bunlara aldýrmadý, çünkü o sýrada Batý ülkelerinin Ortadoðu’daki mutemet adamý olmayý hayal ediyordu. Yine de, Arap ülkelerinin tepkisini çekmemek için Ýsrail’le iliþkileri düþük profilli yürütmeyi tercih etti. Süveyþ Krizi 1955’te Baðdat Paktý kurulurken, Türkiye, Ýsrail’in 1947 sýnýrlarýna çekilmesi karþýlýðýnda Ýsrail’i pakta davet etti ama Ýsrail’in efsanevi baþbakaný Ben Gurion bunu kabul etmedi. 6/7 Eylül 1955 yaðmasýndan sonra ilk iþ Ýsrail’e, ‘Yahudilere karþý herhangi bir ön yargý olmadýðý’ yolunda garanti vermek oldu. Ama 1956’da Mýsýr Süveyþ Kanalý’ný millileþtirdiðinde kamuoyu baskýsýyla Ýsrail’i kýnamaya mecbur kaldý ve Tel-Aviv’deki ataþesini çekti. Bir de ‘Filistin sorunu çözülünceye kadar’ geri göndermeyeceði tehdidini savurdu ancak, bu lafta kaldý. 1958’de Irak Kralý Faysal’ý deviren Albay Abdülkadir Kasým’ýn, Arap milliyetçiliðinin bayrak ismi Cemal Abdülnasýr ile yakýnlaþmasý hem Ýsrail’i hem de Türkiye’yi benzer nedenlerle endiþelendirmiþti. Ýsrail etrafýný sarýlmýþ hissetmiþti, Türkiye ise Kasým’ýn, uzun süredir sürgünde yaþayan Molla Mustafa Barzani’yi (Mesut Barzani’nin babasý) askerleriyle birlikte Irak’a dönmesine izin vermesinden rahatsýzdý. Türkiye, epeydir Kürtlere para ve silah veren, peþmergeleri eðiten Ýsrail’in Kürtler üzerindeki etkisinden yararlanmak istiyordu. Film gibi Türk-Ýsrail zirvesi macera filmlerine konu olacak þekilde geliþti. O tarihte doðrudan Türkiye uçuþu olmayan El Al’ýn bir uçaðý Ýstanbul üstündeyken motorunda arýza çýktýðý gerekçesiyle Ýstanbul’a indi. Uçaktaki Ýsrail Baþbakaný David Ben Gurion ile Dýþiþleri Bakaný Golda Meir baþka bir uçakla gizlice Ankara’ya götürüldü ve Türkiye Baþbakaný Adnan Menderes’le buluþtu. Aslýnda plan az daha Yeþilköy’deki kontrol kulesinin telaþý yüzünden suya düþüyordu. Çünkü kule görevlisi, Ýsrail uçaðýnýn arýzasýný ciddiye almýþ, piste itfaiye ve cankurtaran araçlarý yýðmýþtý. Neyse, Ankara araya girmiþti de, önemli konuklar sað salim Ankara’ya ulaþtýrýlmýþtý. Ankara’daki toplantýda MOSSAD ile MÝT arasýnda yeni anlaþmalar yapýldý. Bu ittifaka Ýran’ýn gizli polisi SAVAK da dahil edildi. Elbette arka planda CIA vardý. Böylece hem Nasýrcýlýða, hem Kürt tehlikesine, hem Sovyetler Birliði’ne ve komünistlere karþý güçlü bir cephe oluþturulmuþtu. Altý Gün Savaþý 1959’da Ýsrail Tarým Bakaný Moþe Dayan, Türkiye’ye tarým konusunda yardýmcý olabileceklerini açýkladýðýnda Türkiye’de bazý çevreler tedirgin oldu çünkü böyle bir teklifin yapýldýðý ilk ülke Türkiye’ydi. Halbuki ayný dönemde MOSSAD Kýbrýs’taki Türk direniþçileri eðitmeye baþlamýþtý. Ýki ülke arasýndaki iliþkiler 27 Mayýs 1960 darbesinden sonra da ayný minval üzerine devam etti ama 1964’te Kýbrýs dolayýsýyla ABD ile yaþanan ‘Johnson Mektubu’ krizi, ABD’ye mesafe koyarken Ýsrail’e de uzak durma fýrsatýný vermiþti. 1967’deki ‘Altý Gün Savaþý’ sýrasýnda Nasýr, Akabe Körfezi’ne Ýsrail gemilerinin giriþini yasakladýðýnda Türkiye Ýsrail’i desteklemedi ama Ýsrail’e yaptýðý tek baský Mýsýr’dan aldýðý Sina Yarýmadasý ile Suriye’den aldýðý Golan Tepeleri’nden çekilmesini istemek oldu. Filistin konusunda en ciddi tavýr, 11 Eylül 1967’de Baþbakan Süleyman Demirel ile Ürdün Kralý Hüseyin Ankara’da buluþtuðunda konuldu. Ýki lider, Ýsrail’in iþgal ettiði topraklardan çekilmesini ve Kudüs’le ilgili BM kararlarýnýn uygulanmasýný isteyen bir bildiri yayýnladýlar. Ardýndan Demirel Sovyetler Birliði’ni ziyaret etti ve Türkiye’nin Ýsrail’in iþgal politikalarýna karþý duruþunu tekrarladý. Bu dönem, Türkiye’nin Araplarla Ýsrail arasýnda ilk kez dürüst bir hakemlik görevi yaptýðý dönemdi. Elrom cinayeti ve Balyoz Harekâtý 16 Mayýs 1971’de Ýsrail’in Ýstanbul Konsolosu Efraim Elrom, Türk Halk Kurtuluþ Cephesi adlý solcu örgüt tarafýndan kaçýrýldý. Elrom, 22 Mayýs’ta bir apartman dairesinde ölü bulundu. 23 Mayýs günü Ýstanbul’da sýkýyönetim ilan edildi ve bütün þehir didik didik arandý. Olayýn failleri hariç pek çok solcu tutuklandý, binlerce kitaba el kondu. Türk solunun bilinçaltýnda, Balyoz Harekâtý adlý bu sindirme kampanyasý ile Ýsrail ister istemez iliþkilendirildi. Silah alýmýna devam 6 Ekim 1973’te Mýsýr, Süveyþ Kanalý’nýn doðusundaki Bar-Levi Hattý’ný geçip Ýsrail ordusunu gafil avladýðýnda Türkiye epey rahatlamýþtý çünkü dünyada petrol krizi vardý ve Türkiye, petrol için Arap ülkelerine ve OPEC’e göbekten baðlýydý. Ancak, arka plandaki stratejik ortaklýktan dolayý olsa gerek, OPEC’in baskýlarýna boyun eðip de Ýsrail’le iliþkilerini kesmedi. Nitekim 1974’te Kýbrýs Harekâtý yapýlýrken iki ülkenin istihbaratýnýn sýký iþbirliði yaptýðý söylendi. Ancak, Baþbakan Bülent Ecevit Kasým 1975 tarihinde BM’de Arap ülkeleri tarafýndan hazýrlanan ‘Siyonizm’in ýrkçýlýkla eþdeðer olduðunu’ söyleyen karar tasarýný destekleyerek Ýsrail’i bir kez daha ters köþeye yatýrdý. Bununla da kalmadý, bir kaç ay sonra Türkiye Filistin Kurtuluþ Örgütü’nü (FKÖ) Filistin halkýnýn temsilcisi olarak tanýdýðýný açýkladý. Ancak, her zamanki faydacý tavrýyla Ýsrail’den Safir füzelerini, Hetz tanklarýný, Uzi makinelilerini almaya devam etti. Türkiye, 1978’deki Camp David ‘Barýþý’ndan sonra Araplara yakýn durmaya baþladý. Ayný yýl FKÖ Ankara’da büro açtý. Çünkü Demirel hükümetine destek veren MSP Ýsrail’e karþý sesini yükseltmiþ, Türkiye, Ýran Ýslam Devrimi yüzünden tavana vurmuþ petrol fiyatlarýndan dolayý Arap ülkelerine daha muhtaç hale gelmiþti. Ancak sonra öðrenildi ki, Lübnan iç savaþý ve Türkiyeli radikal-sol örgütlerin Lübnan’daki Bekaa Vadisi’ndeki örgütlenme çalýþmalarý yüzünden Ýsrail istihbaratýyla sýký iþbirliðine devam etmiþti. ASALA’ya karþý elele 1982’de petrol fiyatlarýndaki düþmeler sayesinde Arap ülkelerine baðýmlýlýktan biraz olsun kurtulan Türkiye, Ýsrail’le daha açýk iliþki kurmaya baþladý ama esas neden Lübnan’da konuþlanan ASALA benzeri Ermeni örgütlerini MOSSAD yardýmýyla etkisiz hale getirmekti. 4 Nisan 1985’de Dýþiþleri Bakaný Vahit Halefoðlu, Ýsrail’in Washington Büyükelçisi Meir Rosenne ile buluþtu. Amaç, ABD’nin Türkiye’ye yardýmlarýnda Ýsrail’in aracýlýk etmesini saðlamak ve Türkiye’yi soykýrým iddialarýyla bunaltan Ermeni lobisine karþý denge unsuru olarak kullanmaktý. Bölgede Türkiye’den baþka dostu olmayan Ýsrail bu iþi seve seve yaptýðý gibi, basýnýnda Ermeni Tehciri’ne veya azýnlýklara iliþkin tek kelime haber yayýnlatmadý. Ýsrail’le iliþkiler, Aralýk 1987’de Filistin’de patlak veren Ýntifada eylemiyle tekrar zora girdi. Türkiye iki arada denge tutturmaya çalýþtý, Ýsrail her zamanki gibi alttan aldý, ses çýkarmadý. Manavgat suyu 1994’te Ezer Weizman and Þimon Peres Türkiye’yi ziyaret ettiler ve Süleyman Demirel’le görüþtüler. Ayný yýl Manavgat Nehri’nin suyunu Ýsrail’e satma konusu gündeme geldi. Ýsrail düþmaný kesimler hop oturup hop kalkýnca, Manavgat’ýn altýn kýymetindeki suyu denize akmaya devam etti. Ýsrail’in cesaretlenip Türkiye’ye ilk kez tepki göstermesi, 16 Eylül 1994’de Baþbakan Tansu Çiller ve Cumhurbaþkaný Süleyman Demirel’in FKÖ lideri Yaser Arafat’ý Ankara’da aðýrlamasýyla oldu. Kasým 1994’de Ýsrail’e giden Çiller, ortamý yumuþatmak yerine Kudüs’te Filistinlilerin merkezini ziyaret edince kýyamet koptu. Koptu da ne oldu derseniz, askeri iliþkiler ve MÝT, MOSSAD ve CIA iþbirliði bütün hýzýyla devam etti. Sonuç olarak, Türkiye Ýsrail’le iliþkilerini hep saklamak ihtiyacý hissetti. Bu iliþkiden hep mahcubiyet duydu. Böylece Ýsrail’i meþru bir devlet olarak görmediðini ima etti. Ancak gayri meþru gördüðü bu devletle gayri meþru iliþkileri kurmakta beis görmedi. Ýsrail ise Türkiye’nin çizdiði bu çerçeveye razý oluyor gözüktü. Bunu yaparken de muhtemelen kendini aþaðýlanmýþ hissetti. Filistin gibi karmaþýk bir soruna, kafasý Ýsrail konusunda bu kadar karýþýk olan bir Türkiye’nin ne gibi bir katkýsý olacaðýný hep birlikte göreceðiz. Kaynak: Jacob Abadi, Israel and Turkey: From Covert to Overt Relations, http://www.lib.unb.ca/Texts/JCS/Fall95/abadi.pdf; M. Hakan Yavuz. “Turkey’s Relations with Israel.” Dýþ Politika, XV, no.3-4 (1991), s. 41-69; George E. Gruen, “Turkey’s Relations With Israel and Its Arab Neighbors,” Middle East Review; Spring 1985, s. 33-43; Ömer Kürkçüoðlu, “Turkey’s Attitude towards the Middle East Conflict,” Foreign Policy, 5. no. 4 (1976), s. 23-33. FKÖ’ye karþý HAMAS kartý 13 Kasým 1974’te BM Genel Kurulu’nda 91 dakikalýk bir konuþma yapan Yaser Arafat birden dünyanýn gündemine oturmuþtu. Bu konuþmayý tarihî kýlan, Filistin sorununun ilk kez BM’de bir devlet ya da hükümeti temsil etmeyen bir kuruluþ adýna dile getirilmiþ olmasýydý. Filistin Kurtuluþ Örgütü’nün (FKÖ) en aktif üyelerinden El-Fetih’in lideriydi Arafat. Bir þemsiye örgüt olan FKÖ’nün temelleri Ocak 1964’te Kahire’de toplanan Arap Zirvesi’nde atýlmýþtý. Arap devletleri tarihlerinde görülmemiþ bir þey yapýp bir konuda ortak tavýr almýþlardý. Bir ‘Filistin Milli Fonu’ oluþturmuþlar, askerî okullarýna Filistinli öðrencileri almýþlar, Arap devletlerinde FKÖ ofislerinin açýlmasýna olanak saðlamýþlardý. Leyla Halid’i hatýrlar mýsýnýz? 1969 yýlý Aðustos’unda TWA havayollarýna ait bir uçaðý Þam’a kaçýran Filistinli teröristlerden birinin kadýn olmasý o yýllarda büyük sansasyon yaratmýþtý. Bu cesur kadýnýn adý Leyla Halid’ti. Uçaða Ýsrail’in ABD elçisi Ýsaac Rabin’in bineceði haber alýnmýþtý ancak Rabin uçakta deðildi. Leyla Halid’in katýldýðý ikinci eylem ise, Ýsrail havayollarý El Al’ýn bir uçaðýnýn kaçýrýlmasýydý. Bu sefer uçakta Ýsrail Askerî Ýstihbaratý’nýn baþý Ahron Yarev’in olacaðý haber alýnmýþtý. Amsterdam’da rehin alýnan uçak Amman’a gidecekti ama pilot onlarý Londra’ya götürdü, ekipten Nikaragualý Patrick orada öldürüldü. Sonra Ýngilizler Leyla Halid’i tutukladý. Ertesi gün Dubai’den kalkan bir uçak Leyla Halid’i kurtarmak amacýyla kaçýrýldý. Ve 28 günlük tutukluluktan sonra Leyla Halid takas edildi. Bu olaylar Filistin davasýnýn dünyada tanýnmasýný saðladý. Aradan geçen yýllarda, esas olarak silahlý mücadeleyi öne çýkaran Arafat 1973 yýlýndan itibaren diplomasiye aðýrlýk vererek FKÖ’ye sürgün hükümeti niteliði kazandýrdý. Ekim 1974’te örgüt, Arap Birliði, Ýslam Konferansý Örgütü ve BM tarafýndan Filistinlilerin tek meþru temsilcisi olarak tanýndý. Ýþte Arafat’ý BM salonlarýna kabul ettiren bu tarihçeydi. FKÖ, ilk merkezi olan Ürdün’den, 1970 yýlýnda, tarihe Kara Eylül diye geçen kanlý bir savaþtan sonra çýkarýlmýþ, Lübnan’a taþýnmýþtý. Ancak 1982’de Ýsrail’in Lübnan’ý iþgal etmesine tepki göstermeyerek büyük itibar kaybetti ve Lübnan’dan da çýkarýldý. Merkez çok uzaða, Tunus’a taþýndý. HAMAS FKÖ’nün býraktýðý boþluðu, adýný ilk kez 1983’te duyuran ‘Al-Harekat al-Muqawama al-Ýslâmîya fi Filistin (Filistin’deki Ýslami Direniþ Hareketi), kýsa adýyla HAMAS aldý. FKÖ seküler bir örgüttü ama HAMAS, Gazze Þeridi’ndeki mülteci kamplarýnda faaliyet gösteren Mýsýr’ýn kadim Müslüman Kardeþler örgütünün baðrýndan çýkmýþtý. Yýllar sonra, kuruluþunda Ýsrail’in payý olduðu iddia edildi. Ýsrail’in amacý, güya FKÖ’nün gücünü kýrmaktý. Ancak, 14 Aralýk 1987’de baþlayan Ýntifada’dan (Ayaklanma) sonra, Ýsrail’in yanlýþ hesap yaptýðý anlaþýldý. O gün, Gazze bölgesinde bir Ýsrail kamyoneti, Filistinli iþçileri taþýyan bir araca çarparak dört Filistinlinin ölümüne ve dokuzunun da yaralanmasýna neden olmuþtu. Yaralýlarýn bulunduðu hastanenin etrafýnda toplanarak eyleme geçen gençler HAMAS üyesiydiler. Sivil itaatsizlik þeklinde baþlayan eylemler kýsa sürede Batý Þeria’ya yayýlmýþ, protesto eylemleri, grevler yapýlmýþ. Ýsrail ürünleri boykot edilmiþ, yollara barikatlar kurulmuþtu. Filistinli gençlerin ve çocuklarýn sapan, taþ ve sopalarýna Ýsrail’in cevabý aðýr silahlarla verilmiþti. 1993’e kadarki Birinci Ýntifada’da verilen can kayýplarý bini aþmýþtý. Cihat ideolojisi Ýslam topraðý olan Filistin’de bir Yahudi devletinin Ýslami açýdan kabul edilmez olduðunu söyleyen HAMAS, Filistin’in kurtuluþunun cihatla olduðunu düþünüyordu. Dolayýsýyla Ýsrail’le görüþmeye gerek duymuyordu. Uzun bir siyasetsizlik dönemi ardýndan Ýkinci Ýntifada baþladý. Ancak bu ilki gibi baþarýlý olmadý. Ýsrail’in de HAMAS’la görüþmek istemediði HAMAS’ýn ruhani lideri Þeyh Ahmed Yasin’in 22 Mart 2003 sabahý cami çýkýþýnda Ýsrail helikopterinin füze saldýrýsýnda öldürülmesiyle anlaþýldý. Halefi, Abdülaziz Rantissi de 17 Nisan 2003’te ayný þekilde öldürülünce, HAMAS’la Ýsrail’in arasý iyice açýldý. Ýsrail için en kötüsü, 2004 yýlý kasým ayýnda Yaser Arafat’ýn ölümüyle baþlayan ve Ocak 2005’te Mahmud Abbas’ýn devlet baþkanlýðýyla devam eden siyasî süreçti. Sabýk Yaser Arafat yönetiminin yolsuzluk ve kötü yönetim hikâyelerinin ayyuka çýktýðý bir ortamda, HAMAS temiz siyaset vaat ederek, 25 Ocak 2006’da yapýlan parlamento seçimlerinde 132 sandalyeli Filistin Meclisi’nde 74 sandalye kazandý. Mahmud Abbas’ýn El Fetih hareketi 45 sandalyede kalmýþtý. Ýsrail’in Gazze’nin tamamý ve Batý Þeria’nýn bir bölümünden çekilmesi de Filistin halký nezdinde HAMAS’ýn hanesine yazýldý. Mart 2006’da güzel bir geliþme oldu ve o güne dek, Ýsrail’in varlýðýný tanýmadýðýný açýkladýðý için Ýsrail tarafýndan muhatap alýnmayan HAMAS, El Kaide’nin, Ýsrail’i Filistin’den çýkarmak için yaptýðý cihat çaðrýsýný, HAMAS’ýn hedefinin sadece iþgal altýndaki topraklarý kurtarmak olduðunu söyleyerek reddetti. Ancak, Ýsrail bu beyana itibar etmemekte ýsrar etti. Ve bu günlere gelindi. Ýsraillilerin derin beka endiþesini ve Filistinlilerin derin maðduriyet duygusunu giderecek bir çözüm bulunmazsa, korkarým bu savaþ her iki tarafý da tüketecek... Kaynak: Ýhsan Daðý, Ortadoðu’da Ýslam ve Siyaset, Boyut Yayýnlarý, Ýstanbul 2002; Murat Erdin, Hizbullah ve HAMAS (Düþünceleri, Örgüt Yapýlarý ve Eylemleriyle), Kastaþ Yayýnlarý, 2002. “Ölülerimizi onlarýn üstüne püskürteceðiz” 1 Haziran 2001’de Ýsrail’in baþkenti Tel Aviv’deki intihar saldýrýsýndan sonra gazetecilere mülakat veren HAMAS sözcüsü, diþ hekimi Abdülaziz Rantissi “eðer Ýsrail iþgali bitmezse ölülerimizi onlarýn üstlerine püskürteceðiz” demiþti. Gerçekten de Filistin’de HAMAS’ýn kontrol ettiði Gazze’deki üniversitelerin duvarlarýnda ‘Ýsrail nükleer bombalara sahipse bizim de insan bombalarýmýz var’ yazýlý. Ýlan tahtalarýnda canlý bomba olarak ölüme giden ve ‘þehitlik mertebesine ulaþan’ kahramanlara verilen beratlar, diplomalar asýlý. Þehitlerin hikâyeleri web siteleri, duvar gazeteleri, kulaktan kulaða anlatýlan hikâyelerle toplumun her katmanýna yayýlýyor. ‘Bir kýsas olmadan...’ Ýntihar saldýrýlarýna iliþkin ilk fetva 1983 yýlýnda Lübnan’daki Hizbullah örgütünün eylemleri için Ýranlý mollalar tarafýndan verilmiþti. 2002’de Irak’da verilen bir fetvada “Ýsrail’e karþý intihar saldýrýsý gerçekleþtiren Filistinlilerin Cihad’ýn en yüce mertebesine ulaþtýklarý’’ ilan edilmiþti. Dahasý Irak’ýn devrik lideri Saddam Hüseyin de Filistinli þehitlerin ailelerine 25 bin dolarlýk yardýmlarda bulunuyordu. Bugün ise en büyük destek Vahabi ulemadan geliyor. Katar üniversitesinde görevli Þeyh Yusuf el-Kardavi intihar saldýrýsýný Ýslami kurallara uygun bulduðunu açýklamýþtý. Hatta intihar saldýrýsýna giderken kadýnlarýn bombalarý saçlarýnýn ya da çarþaflarýnýn altýna nasýl saklayacaklarýný bile tarif etmiþti. Neyse ki kadýnlarýn intihar bombacýsý olmalarý kolay deðil. Katý sosyal normlar, kadýnlarýn ailelerinden uzaklaþmalarýnýn da, erkekler tarafýndan eðitilmelerinin de önünde büyük engel. Öteki engel ise parçalara ayrýlsa bile kadýnýn bedeninin erkek polisler ve uzmanlar tarafýndan incelenmesinin günah olmasý. El-Ezher Ýmamý Þeyh Muhammed Tantavi de Batý Þeria’daki iþgalci askerlere yönelik intihar saldýrýlarýnýn þahadet olarak kabul edilebileceðini söylemiþti. Anlaþýlan, Eski Ahit’te ve Kur’an’da yer alan ‘bir kýsas olmadan bir insaný öldüren bütün bir kâinatý öldürmüþ gibidir’ ayeti, Filistin söz konusu olduðunda önemini yitiriveriyor... Sabra ve Þatilla Katliamý Ýsrail’in sabýk baþbakanlarýndan Ariel Sharon’un politik yaþamýnýn en tartýþmalý sayfalarýndan biri hiç kuþkusuz 16-18 Eylül 1982 tarihinde yaþanan ve tarihe ‘Sabra ve Þatilla Katliamý’ olarak geçen kanlý olaylardaki rolüdür. Beyrut’un güneyindeki bu iki mülteci kampý söz konusu tarihlerde Ýsrail ordusuna baðlý birlikler tarafýndan kuþatýlmýþ, birliklerin arasýna gizlenmiþ Lübnanlý Marunî Falanjist milisler tarafýndan açýlan ateþ sonunda, Uluslararasý Kýzýl Haç örgütünün verdiði rakamlara göre Filistinli ve Lübnanlý 2.750 mülteci hayatýný kaybetmiþti. Ýsrail tüm dünyanýn tepkisini çeken olaylardaki ölü sayýsýný 800 olarak açýklamýþ ancak sorumluluðunu hiçbir zaman üstlenmek istememiþti. BM bile 521 sayýlý kararý ile katliamý lanetlemiþ ancak suçlularýn adýný anmaktan kaçýnmýþtý. Halbuki katliamdan kýsa süre önce bazý Amerikan, Ýngiliz ve Ýsrail gazetelerinde olaya bizzat þahit olan doktorlarýn, hemþirelerin anlatýlarý yer almýþtý. Bunun üzerine Ýsrail hükümeti bir komisyon toplamayý kabul etti. Kahan Komisyonu, 1983 Þubatýnda sonucu bildirdi: “Ariel Sharon katliamdan sorumlu bulunmuþtur, çünkü Falanjistlerin Filistinlilere ve Lübnanlýlara duyduðu büyük düþmanlýðý gözardý ederek onlarý birliklerine dahil etmiþ, onlarý eylemleri sýrasýnda denetlememiþtir. Onun yapmasý gereken Falanjistlerin kampa girmesini engellemekti.” Peki, bu raporun sonucu ne oldu derseniz, cevap koca bir hiç! BÝTTÝ TARAF GAZETESI, Ayse Hür, 09.01.2009 Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
Recommended Posts
Join the conversation
You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.