derguiz Posted November 7, 2007 Share Posted November 7, 2007 Bir "isimlendirme kritiği" üzerine kalem oynatmanın, sanıldığı kadar kolay olmadığını erbâbı çok iyi bilirler. "İsim değil, asıl önemli. Bir isimden ne olacak ki?" diyenler de bilirler ki: Bazen zengin muhtevalı bir kitap, isminin isabetsizliğinden dolayı satmazken, içeriği zayıf bir kitap sırf isminin güzelliğinden dolayı çok satabilir. Reklâmlarda da öyle değil midir? Hani eskimeyen eskilerin eskitilememiş bir tespitleri vardır: "İsimler müsemmaya tesir ederler." derler. Bu sebeple kimi zaman isimlendirme o işin mahiyetini bile değiştirebilecek tesire sahiptir. "En güzel isimler ise Allah'a aittir!" Gelelim "mâ nahnü fîh"imiz olan konunun ana tem'asına: Dünya çapındaki eğitim hizmetleriyle adını duyuran şahs-ı manevîyi ne şekilde isimlendirmek daha güzel olur: Gülen Hareketi mi, Gönüllüler Hareketi mi, Adanmışlar Hareketi mi? Veya? Üst unvan olarak hangisi daha isabetli olur, daha "efradını câmi', ağyârını mâni" olur? Seçtiğimiz bu üç unvandan birincisi ile başlayalım fikir jimnastiğimize, yorum denememize: Eskiden ve hala bazı Türk medyasında "Gülen Cemaati" veya hasımlarınca "Fethullahçılar" olarak bilinen topluluğa artık dünyada çoğu akademisyenler "Gülen Movement / Hareketi" adını vermeyi tercih ediyorlar (bkz. "Muslim World in Transition: Contributions of The Gülen Movement", Leeds Metropolition Üniversitesi Yayınları, Londra, Ekim 2007). Esasen bu "Hizmet Topluluğu / Dâiresi / Kervanı"na "Gülen Hareketi" denilerek, başındaki "vesile kul" M. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin soyadına nisbetle bir isimlendirmeye gidilmesi gayet tabiidir. Tıpkı Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri'nin yoluna "Kâdiriyye", o yolun dervişlerine de "Kâdirîler" denildiği gibi. Hemen ekserî tasavvufî, itikadî ve siyasî mezhepler de hep ilk liderlerinin isim veya lakaplarıyla birlikte anıla gelmişlerdir. Fakat yine de burada kalbi rahatsız eden bir nokta var. Bu hareket, ne itikadî, ne fıkhî, ne tasavvufî, ne de siyâsî bir oluşum olmadığından dolayı, bilakis İslam'ın ve Müslümanların bütününe (belki de bütün bir beşeriyete) tarihî geleneğin modern çağa bir uzantısı olarak iki cihan saadetine yönelik hizmet vermeyi gaye edindiği veçhiyle, böyle "Gülen" ismine nisbetle zikrinde hassas vicdanları tırtıklayan ince bir şey var ki, Hocaefendi'nin bizzat kendisi da bu rahatsızlığını "tevazu yapmaksızın" dile getirmişlerdir. Çünkü en önde ve en üstte sebeb-i cüz'îyi gören ve önceleten, arkadaki asıl Müsebbibü'l-Esbâb'ı ise kısmen perdeleyen bir isimlendirme bu. "Görülünce Allah'ı hatırlatan simalar"ın isimleri de perde olurlar mı? Evet! Eğer olmasaydı, İslam'a Muhammedîlik demekte mahzur olmaması gerekirdi. Nebiy-yi Sakaleyn Habîb-i Kibriyâ Muhammed Mustafâ Efendimiz'den daha şeffaf bir mahiyet aynası mı vardır? Hayır! O halde Cenab-ı Hakk'ın dini olan İslam'a "Muhammedîlik", kulları Müslümanlara da "Muhammedîler" demek ne derece yanlış ise, o yanlışlık nisbetinde Hakk ü hakikate "Nur kaynaklı, Gülen tecditli cihanşümul hizmet etme biçimi"ne "Gülenizm / Gülencilik" demek, hele o usul ve prensiplerle şahs-ı manevî halinde hizmet eden ehl-i hamiyet hizmetkârlara "Gülenists, Gülenler, Gülenciler" demek yanlış olur kanaatindeyim. Hele isimlerle özdeş izm'ler cehennemi bir modern çağda! "Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilemez." düsturu, bu hakikatin en saf, en berrak, en duru şekilde ifade edilmesini gerektirir. Hocaefendi'nin, ekser çekirdekleri itibariyle Üstad Bediüzzaman'dan mülhem, kesbî ve vehbî ilim buketi sayılan eserlerinde zikrettiği ve fiilen hayata geçirmekle şerhettiği kuşatıcı İslamî anlayışı, onun ferdî ismine nisbet edilerek bir nevi ve bir ölçüde inhisar ve tahdit edilemeyecek kadar küllî ve umumî bir yoldur, hatta o kuşatıcı kabulleri ve yorumları sebebiyle iki hak itikat mezhebi ve dört hak fıkıh mezhebiyle Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat şehrâhını temsil etmektedir denebilir. Binâenaleyh böyle geniş bir şehrâhın müntesiplerine, fikrî ve fiilî işçilerine "Gülenciler veya Gülenîler" dersek, faaliyetlerine de "Gülen Hareketi" adını verirsek, bazı kalb-i selîmi rencide eden derin bir hata yapmış olabiliriz. Çünkü en başta o güzel insanlar ve onların başındaki kutsiler, kendilerini böyle bir unvanla anmamaktadırlar. Ortada "Onlara rağmen onlara isim takmaya kalkışma" gibi bir niyet olmasa da, "Gülen Hareketi" deyip işin içinden çıkıvermek, o Gülen'i ağlatır, o 'Gülenîler'in haslarını da üzer. Belki istisnaların istisnası kabilinden, ender-i nâdirâttan olarak, o ifadenin kullanılmasına ihtiyaç duyulabilir, o başka. Sanıyorum "Gülen Movement"ın seçilmesi, böyle bir istisnadır. Dünya medyasının karşısına akademi sahnesinde boy gösteren isimsiz kahramanlar topluluğunu, başlarındaki zat ile anma kolaylığıdır tercih edilen, sanıyorum; ya da Hareket'i Gülen ismiyle pekiştirme hüsn-ü niyetidir. Üniversite câmiasının tesmiye ve tarifteki hareket alanının yarı çapı, diyanet câmiasındakinden daha büyüktür; bu yüzden de daha rahat kalem oynatırlar. Ne var ki "vesilelere vesilelikleri ölçüsünde vefa ve sadakat göstermek gerektiği" prensibinden hareketle, çağımızda hak ve hakikatin büyük vesilesi 'kul Hocaefendi'nin ismini, doğrudan Allah'ın mülkü, Rasûlü'nün ümmeti olan bir muhteşem topluluğa üst kimlik haline getirmenin, bizim tevhid anlayışımıza dokunur taraflarının olabileceği unutulmamalıdır. "Üst kimliğimiz Müslümanlıktır" diyen o vesile zat'ı, verdiği kimlik bilgilerine rağmen bir yere zorla koymak olur bu. Hz. Ali'ye rağmen Alevilikte aşırıya gidenleri hatırlatır veya en azından onu ima eder biçimde "isim" merkezli ve vurgulu bir yaklaşım, bir yorumlama, dinen ancak belli kerahetlerle ve kayıtlarla beraber mazur görülebilir. Hocaefendi'ye bu iman ve amel fakiri de dâhil sevgilerinin ziyâdeliği sebebiyle kâhir çoğunluk "Gülen Hareketi" isimlendirmesini ilk duyuşta sevinç hissiyle karşılasalar da, bazı mütecessis ruhlar sonra bunun önünü, arkasını, sağını-solunu ve istikbalini, dinî ve vicdânî boyutunu düşününce, bazı hatarlı noktaları görüp zararlı virgülleri (şerli sapmaları) tespit edebilirler. İhtimal, sevenlerin akl-ı umûmîsi makul görse de, kalb-i husûsîsi bundan rahatsız olur, derinlerde bir yerlerde onu hisseder. Herkese hoşgörülü bu topluluk, koşturan hoşgörüsüne bu sınırda sessizce "Yavaşla!" emri verir! Çünkü yaklaşılan sınırda tehlike vardır, şüphe vardır. Şüpheli araziden de sakınmak, dini korumaktır, dini koruyan dindarları kollamaktır. Bu sebeple de: Gayr-i müslim olmaları itibariyle, İslam'a ve Müslümanlara amelen, kalben ve vicdan kültürü olarak yabancı kimi akademisyenlerin bilimsel düşünce metodu ve yaklaşımları açısından tercih ettikleri "Gülen Movement" ifadesi, tevhide dokunabilir endişesi ile temkinli olarak, kayıtlar konularak ancak kullanılabilir diye düşünüyorum. Mülk Allah'ındır. Kullar, O'nun kullarıdır. Bu 'hareket' de, yine O'nun yeryüzündeki faaliyetinin bir eseridir. Dünyalık bazı mülk ve eşyalarının fâni insanlara nisbet edilmesi, tamamen mecâzîdir. "Gülen Hareketi" de bir ism-i mecâzîdir. Mecâz ise, ifadede meşakkati ortadan kaldırmak veya daha güzel anlatabilmek içindir. Fakat burada bir meşakkat bulunmadığı veya daha güzel bir anlatım da olmadığı için, hakk ü hakikatin tam ifadesi bir ism-i hak verilmesi daha ehakk olur, elyak olur, ahrâ olur fikrini taşıyorum. Peki bu mesele bu kadar mühim mi? Mühim değil, ehemm! Çünkü bazı konularda isimlendirme, kaderdenk bir rol üstlenir ve işin mahiyetini bile değiştirebilir. Beyazın rengine gri çalabilir, genişi daraltabilir. O bakımdan bu hizmete "Gülen Hareketi" demek, onu bir insanın ismine bağlayarak onun genişliğini daraltmaktır, belki de ömrünü kısaltmaktır. Şahs-ı manevînin kutsiyetini hasbelbeşer hatalarla zedelemeye menfez aralamak isteyen ehl-i adavet ve haset olanlara fırsat vermektir. Bu, dünyevî bir devlet değil ki, kurucusunun adı ile anılsın. Bu, uhrevî bir devlet, yani ilahî bir nimet, semâvî bir armağandır ki doğrudan Sahib-i Hakikîsini hatırlatır ve onların şahs-ı manevîsine bakan, daima O'nu hatırlar, O'nu görür, her şeyi de O'ndan bilir! Şahs-ı manevîyi ism-i manevî ile isimlendirmek, en tehlikesiz, en nezih, en ezkâ yoldur. Hareketi, bir insanın ismiyle anmak ne o insanı yüceltir, ne de bu hareketi büyütür. Bilakis beşerî bir isim, o büyük şahs-ı manevîyi temsil ediyor olsa da, hakikat noktasında aidiyetin mercii Cenab-ı Hakka'dır. Hareketin ömrü, vesile kul'un ömrüyle doğru orantılı değildir elbet. Hasan el-Bennâ'nın cemaatinin adı "İhvân-ı Müslimîn – Müslüman Kardeşler" olduğu gibi, bu hareket de ilk vesilesi Bediüzzaman Said Nursî veya ikincisi M. Fethullah Gülen'in şahsiyetleriyle değil, belki iman, fikir ve aksiyonlarının en belirleyici âmili, kulluklarının hâkim rengi ve faaliyetlerinin ana damarı olan temel dinamikleriyle isimlendirilmelidir; o dinamiklerin unvanlarından biri ile anılmalıdır diye düşünüyorum. Bu hareketin dinamiklerinin başında ve belki hepsini birleştiren bir üst unvan olarak bizzat bu hareketin başında bulunan vesile zat, Muhterem M. Fethullah Gülen Hocaefendi "adanmışlık ruhu"nu ön plana çıkarmış ve hareketin temsilcilerini "Hakka Adanmış Ruhlar" başlığı altında müstakil bir makaleyle anlatmıştır (Sızıntı, Ekim 2000, Cilt 22, Sayı 261). Beri taraftan unutmamak gerekir ki: "Gülen Hareketi" misali fert odaklı isnatlar, başka fertleri, cemaatleri ve isnatları tenâfüse ve hasede kışkırtıcı bir niteliğe sahiptirler. Tarih buna şâhittir. Halbuki Hocaefendi, hareketin temsilcisi olan adanmışı anlatırken şöyle der: "O, kendini tamamen, insanlara Hakk'ı sevdirme ve Hak tarafından da sevilme gâyesini gerçekleştirmeye adadığı ve hayatını da başkalarını yaşatmaya bağladığı, gelip geçici beklentilerden sıyrılıp bir mânâda hedefini daraltarak kıymetlendirdiği ve dağınıklıktan kurtulup tevhid-i kıbleye muvaffak olduğundan ötürü, toplum içinde "onlar" ve "biz", "ötekiler" ve "bizimkiler".. gibi bölücü, parçalayıcı ve kavgaya sürükleyici mülâhazaların tamamen dışındadır ve kimseyle açık-kapalı herhangi bir problemi yoktur." (Sızıntı, Ekim 2000, Cilt 22, Sayı 261). Fazla söze ne hâcet! Sözkonusu "Hakka Adanmış Ruhlar" yazısının daha ilk paragrafına yazdığı şu anahtar cümle ile konuya besmele çekmiştir ki, biz de o besmeleyi bir fâtiha mevkiinde isti'mal ile konumuzu taçlandırmış olalım: "Hayatlarını Allah rızasını kazanma yolunda, O'nu sevip O'nun tarafından sevilme idealine bağlamış adanmışların en çarpıcı yanları, en önemli güç kaynakları, maddî-mânevî herhangi bir beklentilerinin olmamasında aranmalıdır… Onlar, yarınları ve hususiyle de ahiretleri adına bir şey vadetmeyen nam u nişan, çıkar eksenli soğuk propaganda ve şov türü tavır ve davranışlardan sürekli uzak durur; ufuklarının enginliği ölçüsünde her zaman bilgi ve düşüncelerini temsille manalandırarak, kendilerini merakla takip ve taklit edenleri yüksek insanî değerlere yönlendirme hesabına ölesiye bir gayret sergilerler. Bunu yaparken de, kendilerine herhangi bir pay çıkarmayı hiç mi hiç düşünmez ve yılandan-çıyandan kaçtıkları gibi şahsî menfaat ve çıkarlardan uzak durmaya çalışırlar… Bu itibarla da onlar, hiçbir zaman kendilerini anlatmayı düşünmez; kredilerini yükseltme adına reklama, propagandaya başvurmaz ve tanınıp bilinme hususunda asla hırs göstermezler." Binâenaleyh: "Gülen Hareketi" bu şahs-ı manevînin ism-i mecâzîsidir. İsm-i manevîsi (veya bunlardan birisi) ise "Hakk'a, Hakikate ve Halka Adanmışlar Hareketi"dir Musa Hûb, fgulen.com Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
derguiz Posted November 7, 2007 Author Share Posted November 7, 2007 Fethullah Gülen Hocaefendi'nin sevenlerini tanımlayan en güzel beyanlardan birisi de, hiç şüphesiz "Gönüllüler Hareketi" ifadesidir. Mütebâdirü'l-ma'nâ olarak akla da, kalbe de gayet hoş ve güzel gelmektedir. Elbette ki gönüllülerin üstlendiği kutsî bir hamûledir bu. Bu hayırlı yolda fiilen ve fikren bir zorlama, bir icbar ve ilhah yoktur. Aklın ve kalbin bu işe yatması esas alınmıştır. Kervana katılanlar ve omuz verenler bunu gönüllerinden geldiği için yapmaktadırlar. Buraya kadar "eyvallah, ehlen ve sehlen!". Ne var ki bu gönüllülük meselesi, içinde hiçbir zorunluluğun olmadığı, tamamen özgürce, isteyenin istediği gibi, istediği zaman ve istediği şekilde katkıda bulunduğu –İngilizce- "voluntary" manasında da değildir. Katiyen kişinin boş vakitlerinde, mecbur olmaksızın yerine getirdiği tatlı bir uğraşı, hoş bir hobi de değildir. Belki yeri geldiğinde vakitlerini de boşaltarak, belki bütün cebini, alnındaki terini ve gözündeki yaşını uğruna sebil ettiği bir kutsal hizmettir. Bu bakımdan o "Gönüllüler Hizmeti"dir. Gündelik meşgaleler, ev ve iş hayatının zorunlulukları arasında bu hizmete destek çıkan ensarullah misali esnafullah vardır. Ne var ki bu mukaddes atıyyenin matıyyeleri olan fedâkâr o insanlar, üzerlerine düşen vazifeleri can ü gönülden yerine getirmeleri bakımından 'voluntary / gönüllü' olsalar da, –keyfîliği çağrıştırır biçimde- bir 'gönüllü" olarak değil, belki sorumlu birer staff (memur) olarak, belki de bu işlerin doğrudan sahibi, işin patronu ve âmiri misali sahiplenerek yerine getirirler. Bu işi ayakta tutabilmek için bütün varlıklarını ortaya koyarlar, her şeylerini bu şirket-i maneviyenin ikame ve bekası adına feda ederler, edebilirler ve yeri geldiğinde etmişlerdir de. Dolayısıyla bu intisap ve fedakarlık, ilk anda akla gelen gönüllülük çizgisinin çok çok üstünde seyreder diyebiliriz. Öbür taraftan bu adanmış ruhlar, "Eğer bir gün bu kervandan ayrılmaya kalkışırsam, beni bana/nefsime bırakmayın; sürüye sürüye de olsa cebren dairenin içine taşıyın, içinde tutun!" diyerek hayırhahlarından söz aldıkları için, "Eğer bir gün bu güzel insanlardan ayrılmayı düşünürsem; Allah'ım daire dışına atım atmazdan önce alıver canımı, ne olursun!" diye dua ettikleri için, bu insanlara "Gönüllüler Hareketi" demek, gönüllerinde taşıdıkları adanmışlık hakikatinin hakkını tam vermemektir, zannındayım. Çünkü adanmışlıkta gönüllülüğü de aşan bir irade kavgası, bir sadakat duruşu bulunmaktadır. Onlar ki "Sevgili!" diyerek adına kurban olduklarını ilan ettikleri Habib-i Kibriyâ Hz. Muhammed Mustafa aleyhi ekmelü't-tehâyâ Efendimiz'in emirleri doğrultusunda, "tav'an / gönüllü, isteyerek" de olsa, "kerhen / gönülsüz" de olsa, itaate kilitlenmiş sahabe ruhlu ahirzaman mü'minleridir. Sadece içlerine ve kafalarına yattığında gönüllü olarak değil, belki akıllarına yatmadığında da, gönülsüz de olsa itaat ederler, itaat emrini veren Hz. Muhammed Mustafa'yı bihakkın imtisal ederler. Yunus Emre'mizin: Dövene elsiz gerek Sövene dilsiz gerek Sen derviş olamazsın; Derviş gönülsüz gerek! şiirini hayatlarında fiilleriyle gösterdikleri gibi, aklî ve kalbî fedâkârlıklarıyla da izhar ederler; onlar ahirzaman dervişleridirler. Dünyalık hiçbir şeye gönülleri meyletmeden, ve hiç kimseye gönül koymadan, gönül konulmaya hak edenleri gönüllerine koymadan, gönlünde bir yerlerde saklı tutmadan, hepsini gönül mezarlığına gömebilen "gönülsüzler"dir onlar. Bu bağlamda onlara "Gönülsüzler Hareketi" bile denilse sezadır. Fakat hem gönüllüler, hem de gönülsüzler hareketi ifadelerini telif ederek, her iki manayı da içerecek biçimde onlara "Adanmışlar Hareketi" denilmesi, daha hakikattâr durmaktadır. Çünkü adanmışlıkta hem gönüllü oluş vardır, hem de o ahd ü peymana, o biate –bazen gönülsüz de olsa- sadık davranma manaları birlikte bulunmaktadır. Evet, adanmışlık!.. Nasıl ki Allah'ın farklı tecellilerine göre farklı isim ve sıfatları vardır; benzer şekilde Rasulullah'ın da onlarca ism-i mübareki bulunmaktadır. Öyle de, bakış açılarına göre, bu hareketin can damarında akan kan sayabileceğimiz adanmışlık hakikatini esas alarak "Adanmışlar Hareketi" diyebiliriz. "Adanmışlar Hareketi" ifadesi, İslam ehlince Hz. İbrahim'den Hz. Muhammed'e bütün peygamberlik davasının çilekeş mirasçılarını akla getirmesi bakımından da daha tercihe şayan olabilir. Çünkü isimlere antipati duyanların en azından bu damarlarına dokunmamaktadır. Hem hani derler ya: "Büyük adamlar fikirlerle, ortancalar hadiselerle, küçük kimseler de kişilerle ilgilenirler." Burada üç derece var. Bu sebeple "Gülen Hareketi" kişilere tekabül ederken; "Gönüllüler Hareketi" hadiselere; "Adanmışlar/Adanmışlık Hareketi" ifadesi ise o gönüllülerin gönüllerindeki hakikati dillendirmesi bakımından "fikirler"e tekabül etmekte, dolayısıyla da işin özündeki fikri/zikri/hakikati önceletmek bakımından daha münasip düşmektedir denebilir. O hakikat ki adına "adanmışlık" derler. O adanmışlık ki… mü'minin kendi için yaşama ferdî/insânî seviyesinden, başkaları için yaşama küllî, meleğ-i insanî mertebesine mi'raç yapması ve urûcunun ucunu sonsuzluğa salmasıdır, Hz. Sonsuz'a yolculuk yapmasıdır. Allah rızası istikametinde sadece kendi şahsı için ubudiyet ve ibadet hayatı yaşamaktan vazgeçip, yine Allah hoşnutluğu adına umumî ve küllî bir niyetle başkalarının hidayet ve ıslahı için yaşama ufkuna pervaz etmesi ve bir ömür, "istisnasız fedakarlıklar" prensibine sadık kalarak nefes nefese, hırz-ı can etmesidir. Adanmışlık, Hakk'a kâmilen iman etme, kalben olduğu kadar aklen, vicdanen ve hissen itikat etme, sonra da o kâmil imana yakışır sâlih ameller ortaya koymadır. O yakinî imanın lazımı ve gereği olarak, hâlisâne ubudiyet ve ihlaslı ibadet etmedir. Farzları, vacipleri ve sünnetleri yapıp, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçmadır. Bu hâlis ibadet ve ubudiyeti "iman" temelli "İslam" binasının üzerine kurulmuş, onun çatısı mahiyetindeki "ihsan" tacı ile zirveye taşımaktır. Başına ihsan tacını giymiş bir kul olarak, artık ferdîlikten çıkıp külliyet kesbetme yoluna girmek suretiyle bütün varlığıyla beraber kendi öz canını ve cananlarını Allah'a vakfetmedir, O'nun ve Rasulü'nün yoluna her şeyini hibe etmedir, bağışlamadır. Dolayısıyla da bu, "Allah'a, Hakikate, Eğitime, Sulh ve Islaha Adanmışlık Hakikati ve Adanmışlar Hareketi"dir!.. Bu cümle ile yazımızı bitirdikten sonra, aynen pişmiş aşa soğuk su katmak gibi olacak ama, akla gelen bir uyarıya ve cevabına yer vermezsek, olmaz. Nihayet-i kelamda kadirşinas ve hakperest bazı erbâb-ı kelam kalkıp şöyle diyebilirler: Müslüman dünyanın tarihî, dinî ve kültürel hafızaları, birikimleri ve tedaileri itibariyle "Adanmışlar Hareketi" ne kadar oturaklı bir adlandırma olsa da, hâlihazırdaki Batı dünyasında tarihî 'background'u bakımından bu ifade ilk etapta aşırı uçları, militanist anlayışı çağrıştırabilir, propagandacı bir yaklaşımı imgeleyebilir. İslam ve Müslüman imajının haksız ve hakikatsiz olarak terörizmle kirletilmek istenildiği bir modern yüzyılda "Adanmışlık Hareketi" ifadesi, zihinleri kirletilmiş ve hisleri korkutulmuş bazı Batılı müsteşriklerce veya Doğulu müstağriplerce adeta Yahudilikteki "Tapınak Şövalyeleri"ni zihne davet eder bir niteliği hâiz olabilir. Bu bakımdan da nisbeten daha hafif, daha sevimli ve daha sıradan bir tesmiye yoluna gidilebilir; Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ve talebelerinin teşkil ettiği hâleye, soy ismine nisbetle "Nur Hizmeti / Hareketi" denildiği gibi, M. Fethullah Gülen Hocaefendi ve talebelerinin oluşturduğu hâleye de "Gülen Hizmeti / Hareketi" denilebilir ve denilmiştir de… Bundan daha doğal ne olabilir?!. Elbette ki bu sözleri yabana atmak mümkün değildir. Eğitim Hizmetleri'nin dünya literatürüne "Gülenizm veya Gülen Hareketi" olarak girmesinden ya düşmanları rahatsız olur, ya da en duyarlı ashâbı! Birinciler rahatsızlıklarını düşmanlıklarından izhar ederler, ikinciler ise sevgi ve saygılarından ihfâ eder, gizlerler ve hatta unutur giderler. Fakat onların unuttuklarını şeytan unutmaz, unutturmaz ve istediği tarafa çekebilmek için binbir türlü entrika çevirmeye devam eder. Binâenaleyh bu isimlendirme, aklını aşkına satmış âşıklar için değil rahatsızlık kaynağı, belki sevinçten nârâ atma sebebi olsa da, aşkını aklıyla dizginlemiş realitelere riayetkâr idealistler için ise, şüpheli topraklara yaklaşılmıştır, temkin, teyakkuz ve dikkat lazımdır. Şahısların değil, o şahısları harekete geçiren dinamiklerin ismi önceletilmelidir. Ortada oryantalist batılılar ve modernist doğuluların zihnî rahatsızlıklarına emanet edilemeyecek kadar ciddi bir husus vardır ki, o da tevhidî iman ve itikadı ilgilendirmektedir. İmajların değişkenliği vardır; medyanın gücünü kullanarak kendini doğru tanıtmaya bakar ve düzelirler; galat ise bir meşhur olmaya görsün, doğruyu bile unutturur, hatta öyle ki doğrudan bile daha doğru kabul edilebilir. Boşuna mı demişler: "Galat-ı meşhur, lügat-i fasihten evlâdır." deyu. Evlâ oluyor, sırf daha meşhur oldu diye. Şöhretin zararlarından biri de bu işte. Biz daha başta lügat-i fasih meşhur olsun istiyoruz, hepsi bu… Galat-ı meşhurlar, bilmana lügat-ı fasihi ifade ediyorsa ve edecekse, önünde zorla durmanın da bir anlamı yok hiç şüphesiz… Fakat ya galat-ı meşhur lügat-i fasîhi kuşatmıyorsa? Üstüne üstlük bir de diyânetin takvâ ufkunda ve vicdânın tevhid burcunda bazı problemler içeriyorsa? Ya istikbalde işin mahiyetini bulandırabilecek itikâdî bir dalalet sızıntısını içeri alacak bir çatlağa dönüşecekse? Allah muhafaza… Yok, bu, Hareket'in imajını 'Gülen'le pekiştirmek meselesi ise, "Eyvallah!" deyip, hakkı teslim etmeyi yeğlerim, ve geçip giderim... Kalemlerimiz ve kelamlarımız iyi niyetlerimize emanet… Hepsi de, hepimiz de Allah'a emanet!.. Quote Link to comment Share on other sites More sharing options...
Recommended Posts
Join the conversation
You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.