derguiz Geschrieben 31. März 2007 Teilen Geschrieben 31. März 2007 Üstad yetiþince zindan aydýnlandý 1959’da Bediüzzaman’ýn Ankara’ya ikinci geliþinde Risale-i Nur’larla tanýþan Ýsmail Anbarlý, bu uðurda mahkemeden mahkemeye koþup prangaya vurulan iki kiþiden biridir. 28 Þubat sürecinin yaþandýðý sýcak dönemde, hayatýný Risale-i Nur’larýn öðrenilmesi ve anlatýlmasýna adamýþ iki kiþi, 40’tan fazla öðrenciyle birlikte, Konya’dan kalkýp Karadeniz’in yemyeþil bir bölgesinde okuma programý düzenler. 15 gün sürecek programýn 8. gününde kapýya dayanan jandarmalar arama yapmak istediklerini söylerler. Olay bir ihbar sonucu vuku bulmuþtur; ihbarý yapan da CHP’li bir muhtardýr. Öðrencilerin baþýndaki iki kiþiden biri, Bediüzzaman’ýn talebelerinden, þimdi ebediyete intikal etmiþ Mustafa Özsoy’dur. Diðeri ise Risale-i Nur âþýklarýndan, Said Nursi’yi vefatýndan hemen önce tanýyabilme þerefine nail olmuþ Ýsmail Anbarlý. REHA MUHTAR DUYARSA NE YAPARIM? Her katý aranan binada görevliler, bulduklarý risalelerden birini mahkemeye vermek üzere alýr, o insanlarý da önce jandarma karakoluna, ardýndan savcýlýða sevk eder. Ýþin ilginç yaný bundan sonrasýdýr. Türkiye’nin hâlâ tek parti idaresinde olduðunu sanan savcý, karþýsýna getirilen insanlara “Buraya gelirken izin aldýnýz mý?” diye sorar. Bundan sonra savcý ile Anbarlý arasýnda ilginç bir diyalog geçer. Anbarlý, “Ben vatanýmda nüfus cüzdanýmý cebime koyar gezerim. Hem ne biçim sual soruyorsunuz?” deyince savcý, hukuk tarihine geçecek bir cevap verir: “Ya olayý þimdi Reha Muhtar duysa ne yaparým?” Hatýrlanacaðý gibi Show TV’de haberlerden sorumlu Reha Muhtar, sunduðu bültenlerde bir çeþit ‘kasýrga’ estirmektedir o dönemde. Savcýnýn cevabý üzerine Ýsmail Anbarlý, acý acý gülümser: “Benim sizden tek bir ricam var. Hukuk ne diyorsa bize onu uygulayýn.” Savcý, 163. madde tarih olduðu için 312’den dava açmak ister; yani olayý ‘dinî propaganda’ olarak deðerlendirme taraftarýdýr. Neyse ki, bir yýl süren dava sonunda adalet yerini bulur, beraat çýkar. Bu olay, Bediüzzaman Said Nursi’nin Ankara’ya ikinci kez geldiði 1959’un son günlerinde Denizciler Caddesi üzerinde onunla önce göz göze gelip daha sonra eserleriyle tanýþan ve o günden bu yana hayatýný bu iþlere adayan Ýsmail Anbarlý’nýn geçmiþte yaþadýklarýna nazaran hiç önemli bir hadise deðildir aslýnda. Zira, 1960’larýn Türkiye’sinde, satýlmasý serbest olan Risale-i Nur’larý taþýdýðý ve okuduðu için günlerce hapishanelere atýlmýþ; eziyetin her türlüsüne tabi tutulmuþ; yetmemiþ, prangaya dahi vurulmuþ birisidir o. Birçok kez girip çýktýðý cezaevinde bir keresinde 15 gün prangaya vurulan Anbarlý, bu dava uðruna prangaya vurulan iki kiþiden biridir. Konyalý Said Gecegezen’in pranga mahkûmiyeti, biraz daha kýsa sürecektir. 22 Aralýk 1937’de dünyaya gelen Ýsmail Anbarlý, yüzyýllar öncesinde, Moðollarýn Baðdat’ý kuþattýðý dönemde Anbarlý adlý þehirden baskýnlar sebebiyle Konya’ya gelip yerleþmiþ bir ailenin ferdidir. Annesinin sütü çocuklarýný zehirlediði için 10-11 çocuktan hayatta kalabilen ikisi kýz, üç evladýn ortancasýdýr. Dedeleri daha çok ticaretle meþgul olan Anbarlý’nýn babasý Ali Bey, polislikten emeklidir. Anbarlý, babasýnýn Ankara’daki görevi sýrasýnda dünyaya gelmiþtir. Babasýnýn vefatý ve bazý malî sorunlar sebebiyle sanat okulunu yarýda býraktýktan sonra 1957 Aðustos’unda askere gider. Ýzmir’deki acemilik döneminden sonra Lüleburgaz’a gönderilir, oradan da Çorlu’ya sürgün edilir: “Ruhumda bir þey vardý. Fýrtýnalar esiyordu. Ruhum bir þey arýyormuþ. Onu sonra anlýyorum, o zamanlar deðil.” BEDÝÜZZAMAN’LA GÖZ GÖZE Ýsmail Anbarlý, ruhunun aradýðýný daha bulamamýþken 24 aylýk askerliðini tamamlayýp 1959’da terhis olur. Ardýndan, eniþtesinin yanýnda þoförlük yaparak çalýþmaya baþlar. Ve o yýlýn aralýk ayýnda bir gün Denizciler Caddesi üzerinde, Said Nursi’nin kaldýðý Beyrut Palas’ýn yukarýsýndaki bir otele kalorifer kömürü götürür: “O dönemde de askeriyede yaþadýðým o sýkýntýyý zaman zaman çekiyordum. Ruhumda bir fýrtýna… Yani böyle yüzlerce kiþinin içine girip kavga yapmak, vurmak, vurulmak istiyordum. Fakat belirli bir zaman, belki yarým saat sonra geçiyordu bu durum. O ara iþte Üstad’ýn kaldýðý Beyrut Palas’ýn önünde o kalabalýðý gördüm.” Said Nursi, 1959 senesinde Adnan Menderes’le görüþmek amacýyla Ankara’ya iki kez gelmiþti. Özellikle ikinci geliþinde basýn, Ýnönü’nün de estirdiði rüzgârla epey gürültü koparmýþtý. Anbarlý’nýn gördüðü kalabalýk da bu ikinci geliþine dair, Bediüzzaman’ýn sevenleriyle birlikte basýnýn oluþturduðu bir kalabalýktý: “Polisler falan da var. O kalabalýðý görünce aþaðýya indim. Sonra isminin Ýbrahim Canan olduðunu öðrendiðim bir kiþinin Üstad kapýdan aþaðýya doðru inerken resmini çektiðini gördüm. Ben tabii o halin rahatlýðý ile böyle Üstad’a doðru yürüdüm. Fakat Üstad’la göz göze geldik.” Ýsmail Anbarlý, ruhundaki fýrtýnanýn bir anda dindiðini hisseder: “Mübarek baþlarý ile selam vermesi beni bir hoþ etti, birden manevi sarhoþ gibi oldum. Bunun bir inayet-i ilahiye ve ihsan-ý ilahiye oluþunu da çok sonralarý anladým. Artýk onun için canýmý verebilirdim. Dünyam tamamen deðiþmiþti. Daha cesur, daha atýlgan; fakat daha þefkatli ve daha merhametli oluvermiþtim.” MENFÝ GAZETELERÝN MÜSPET ETKÝSÝ Anbarlý’nýn nur talebeleri hakkýnda bilgisi yoktu henüz. Bediüzzaman’ý gazetelerden tanýyordu; hem de aleyhte çýkan yazýlardan: “Hazreti Bediüzzaman’ý, matbuat üstünde çok durduðu için oradan tanýyorduk. CHP lideri Ýsmet Ýnönü her gün mutlaka Üstad aleyhinde bir beyanat veriyordu. Basýn her ne kadar Said Nursi hazretlerinin aleyhinde bulunuyor ise de, onun lisan-ý hali, gazetelerde yazýlanlar gibi olmadýðýný bariz bir þekilde gösteriyordu. Onun için Hazreti Bediüzzaman’a kalbî bir muhabbetim vardý. Menfî yazýlan hiçbir þeye inanmýyordum. Yani gazetelerin bu hususta yalan ve yanlýþ yazdýklarýný biliyordum.” Bediüzzaman’ýn yanýnda Said Özdemir, Zübeyir Gündüzalp, Ýbrahim Canan ve Hasan Okur gibi talebeleri vardýr. O kalabalýkta kaderi, onu, hiçbirini tanýmadýðý bu kiþilerle görüþmeye yönlendirir: “Said Aðabey ile konuþtum. ‘Ben Ýsmail Anbarlý’ dedim, ‘Siz kimsiniz?’ ‘Ben Bediüzzaman’ýn talebesiyim kardeþim’ dedi. ‘Ben’ dedim, sizinle görüþmek istiyorum. Nerede görüþebilirim?” Anbarlý’nýn, Bediüzzaman’la o karþýlaþmasýnda, günümüzde de sýk sýk gündeme gelen bir olay gerçekleþir, daha doðrusu yetkililerce ihmal edilmez: “Emniyet’ten irtica þefi Abdülkadir Denizlioðlu da orada, Denizler Caddesi’nde imiþ ve beni de fiþlediðinin, yani fiþlendiðimin farkýnda deðildim. Bunu da sonra öðreniyorum.” Said Özdemir, kendisiyle tanýþmak isteyen Anbarlý’ya, Rüzgârlý Sokak’ýn yukarýsýndaki bir lokantanýn üstünü tarif etmiþtir. Anbarlý ertesi gün, verilen adrese gidemez; fakat Hacý Bayram’a giderken Kardeþler Kitabevi’nden Ýman Hakikatleri, Meyve ve Ýhlâs risalelerini satýn alýr. 1959’da risalelerin piyasada satýlmasý serbesttir. Ancak iþin garibi, satýlmasý serbest olan kitaplarý okuyan veya yanlarýnda taþýyanlar günlerce gözaltýnda tutulacak, hatta prangalara bile vurulacaktýr. Ýsmail Anbarlý, tam bir kitap kurdudur; hatta sadece kitap deðil yolda gördüðü bir gazete kupürünü de alýp okuyacak kadar okumaya karþý aç birisidir: “Þimdi böyle okuyan bir insan o üç Risale-i Nur’u alýyor. 1959’un 12. ayý. Doðum günüm o tarihlerdedir; fakat o benim tekrar bir doðumumdur aslýnda.” Anbarlý, elindeki kitaplardan, hacmi küçük olduðu için ilk önce Ýhlâs Risalesi’ni okumaya baþlar. Bu arada ruhundaki deðiþimin de farkýndadýr: “Hiçbir þey anlamadým. Fakat ruhumda böyle bir heyecan, bir tarafgirlik, bir sevgi, aþk… O tabirler… O sürgünlüðün sebebi buymuþ. Bunu istiyordu ruhum.” ÜSTAD, TEHLÝKEYÝ SEZERDÝ Anbarlý, 1960 darbesinden sonra kapanacak o yerde hiç anlamazsa da risaleleri tekrar tekrar okuyup, anlamadýðý kelimeleri de bir kâðýda yazýp biriktirerek Said Özdemir’e sormakla geçirmektedir günlerini. Bir kýsmý daha sonraki zamanlarda olsa da Bediüzzaman’ýn hemen hemen bütün talebeleriyle de tanýþýr orada. Bu arada Said Nursi, vefatýndan birkaç ay önce yine Ankara’ya gelmek üzere yola çýkar. Fakat geldiðini haber alan polisler Ankara’ya 18-19 km. mesafede onu durdurur. Baþlarýndaki Abdülkadir Denizlioðlu bakanlýktan (Ýçiþleri Bakaný Namýk Gedik) emir aldýklarýný, kendilerinin Ankara’ya giriþinin yasak olduðunu söyler: “Menderes’le görüþmek istiyor Üstad. Ýhtilali hissetmiþ ruhunda. Bu tip his dünyasý çok geliþmiþti onda. Böyle hadise Üstad’ýn hayatýnda çok var, aðabeylerden iþittiðim. Tehlikenin nereden geleceðini bilirdi. Ben bunu Zübeyir ve Bekir Berk aðabeylerde de gördüm. Sonra Fethullah Hoca’da da gördüm.” Bediüzzaman’ýn bu seyahatinden önce Ankara’daki 15 kadar Risale-i Nur talebesi de, hiçbir sebep gösterilmeksizin karakola götürülüp bir odaya kilitlenmiþtir. O anda anlam verilemeyen olay, daha sonra parçalarýn birleþtirilmesiyle anlaþýlacaktýr. Bu arada, henüz 27 Mayýs darbesi olmadan bir süre evvel, aralarýnda Ýsmail Anbarlý’nýn da bulunduðu 7 kiþi yakalanýp yine hapishaneye gönderilir. Gerekçe yine çok komiktir. Zira, satýlmasý serbest olan risalelerin okunmasý ve bulundurulmasý yüzünden haklarýnda zabýt tutulmuþtur. Ve durum, 163. maddenin en aðýr hallerinden ‘cemiyetçilik’ bendinin kapsamýna alýnmak istenmektedir. Savcýlýk makamýnýn iddiasý ‘dinî devlet kuracaksýnýz’dýr: “Suçsuzuz diye dilekçeler falan yazarken 15-20 gün geçiyor. Zaten amaç da o. Biz de 17-19 gün içerde kalýp çýktýk; ama Üstadýmýzýn cenazesine de gidemedik, maalesef.” 23 Mart 1960’ta Bediüzzaman Said Nursi, 82 yýllýk ömrünü tamamlayarak ahirete intikal eder: “Talebelerinden hiçbirini Urfa’da barýndýrmýyorlar. Zübeyir Aðabey diyor ki ‘Üstadýma Yasin okuyorum, bir buçuk sahife kalmýþ. Bir buçuk dakika müsaade edin, okuyayým.’ ‘Yok. Emir gelmiþ’ diyor görevliler. Otobüs biletini almýþlar. Kollarýndan tuttuklarý gibi sürükleye sürükleye götürüyorlar. Onu dinleyince beni aðlatýyordu bu hadise. Üstadýn yanýnda bir buçuk dakika kalmasýna müsaade etmeyen zihniyet, aðabeylerin her birini bir yere savuruyor.” SAYFA SEKRETERLÝÐÝ KISA SÜRDÜ Ýhtilalin üzerinden bir zaman geçtikten sonra Said Özdemir, Milli Birlikçilerin Bediüzzaman hakkýndaki beyanatlarýndan üzüntü duyarak, milleti bilgilendirecek, kimse ile takýþmayacak bir matbuat yayýnýnýn doðru olacaðý düþüncesini dile getirir. Bunda, ihtilalden sonra Anadolu’ya Risale-i Nur sevkýyatýnýn zorlaþmasý ve Bediüzzaman’ýn matbuat yoluyla neþredilmesi konusundaki fikirleri de etkili olmuþtur: “Said Aðabey, Bursa’da yayýmlanan ve o sýralar kapanmak üzere olan haftalýk ‘Ýrþad Gazetesi gibi bir gazete çýkarsak’ dedi. Ýrþad Gazetesi’nin sahibini Bursa’dan Ankara’ya getirttik. O hiç karýþmayacaktý yayýna.” Ýsmail Anbarlý da burada sayfa sekreteridir. Fakat 10. sayýda gazetenin imtiyaz sahibi, artýk yeni sayý çýkaramayacaðýný, para vermeleri halinde gazeteyi kendilerine satacaðýný söyler. Bu mümkün olmayýnca da Ýrþad, yayýnýný durdurur. Bir yýl sonra, 1963’ün sonlarýna doðru Ýhlâs Gazetesi’ni çýkarmaya karar vererek Hacý Bayram Camii’nin karþýsýnda bir büro tutarlar. Yazý ve haberlerin aðýrlýðý Risale-i Nurlarla alakalýdýr. Sonradan öðrendiklerine göre gazete, yayýnlarýyla Millî Birlik Komitesi’nden birinin dikkatini çekmiþtir. Bir hafta kapatma cezasý alan gazetenin sonraki manþeti ‘Ey âlemi Ýslam uyan, Kur’an’a sarýl’ olunca bu sefer süresiz kapatýlmaktan kurtulamaz: “Sonradan öðrendiðim, Doðu Menzil Kumandaný Faruk Güventürk, o zaman Ankara Merkez Vaizi olan Said Özdemir Aðabey’i böyle takip ederek Ýzmir Çeþme’ye müftü olarak sürgün etti.” Ýsmail Anbarlý da bir süre sonra Said Özdemir’le birlikte gider. Bu sefer Ýzmir’de Zülfikar Gazetesi’ni çýkaracaklardýr. Ýmtiyaz sahibi de Ýsmail Anbarlý olur. Üçüncü sayýda siyonizmle ilgili bir karikatürden dolayý üç sayý birden toplatýlýr. MUSTAFA SABRÝ’YÝ DE DÝRÝLTÝRLER! O dönemde emekli asker M. Tevfik Gerçeker de Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý’na vekâleten getirilir. Onun talimatýyla Ýlahiyat Fakültesi’nden Neda Armaner, Ýbrahim Çubukçu ve CHP’li bir vekilden oluþan üçlüye Risale-i Nur aleyhinde bir broþür hazýrlatýlýr. Ancak broþür isimsiz yayýmlanýr: “Kimse bilmez diyerek, son þeyhülislam rahmetli Mustafa Sabri Efendi hayatta imiþ gibi onun aðzýndan beyanat vererek Bediüzzaman’ýn aleyhinde Tuhfetu’r-Reddiyye ismiyle küçücük bir broþür yazýp bütün müftülere, vaiz hocalarýna, imamlara, kaymakam ve valilere gönderiyorlar.” Rahmetli Bekir Berk, daha sonra olayýn aslýný ortaya çýkartýr. Fakat Faruk Güventürk rahat durur mu? Valiliðe þiddetli bir yazý yazarak, þeriat propagandasý yapmakla itham ettiði gazete çýkarken valiliðin ne yaptýðýný sorar. Güventürk’ün Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinde nurcular aleyhinde verdiði beyanat bardaðý taþýrýr. Bunun üzerine Ahmet Feyzi Kul ile Mustafa Birlik kaleme sarýlýr. Mahkeme süreci afla noktalanýr. ZÜBEYÝR GÜNDÜZALP GAZETE SATIYOR 10 binden biraz fazla tiraj yakalayan Zülfikar tüm Türkiye çapýnda daðýtýlmaktadýr. Ýstanbul, Van, Diyarbakýr gibi yerlere ise otobüslerle ulaþtýrýlmaktadýr. Ýstanbul’a da otobüsle gönderilmektedir: “Zübeyir Aðabey o ara Süleymaniye’de Kirazlý Mescit’te. Mehmet Emin Birinci, Mehmet Fýrýncý, Mehmet Kutlular’a da 500 adet gazeteyi gönderdik. Fakat hiç açmadan iade ettiler. Ancak Zübeyir Aðabey bunu duyunca, baþka bir yoldan elde ettiði gazeteyi alýyor ve Sultanahmet Camii’nde cumadan sonra ‘Zülfikar, Hakkýn sesi; Zülfikar gazetesi, müminin müdafaasý, alýn, 25 kuruþ’ diye baðýrarak satýyor.” Zaten malî sýkýntý içinde yayýn yapan Zülfikar, onuncu sayýsýnda Tireli bir öðretmenin kendi kafasýna uygun bir savcýdan aldýðý tekziple iyice çýkmaza girer: “Ama tekzip hukuka ve insan edep ve ahlakýna uymayan bir yazý. Okumaktan hayâ duyduk.” Tek çare gazeteyi satmaktýr: “Sonra ben gazeteyi Hüseyin Çaðdýr’a satmýþ oldum.” Gazete Uhuvvet adýný alarak kýsa bir süre yoluna devam ettikten sonra mali sebeplerden yayýn hayatýna son verir. Tarihler, 1964’ün son ayýný göstermektedir. ZAMAN, CAMÝANIN NAMUSUNU KURTARDI Bu dönemlerde bir de Erzurum’da çýkmakta olan Hareket gazetesi vardýr. Bunun üzerine camianýn önde gelenleri Ankara’da, matbuat sahasýndaki eksikliði görüþmek üzere bir araya gelir. Ýsmail Anbarlý da aðabeyleri toplantýnýn yapýldýðý yere götürdüðü için oradadýr: “Orada ittifakla, gazete çýksýn dendi. Demokrat Parti’de milletvekilliði yapmýþ Tahsin Tola Aðabey vardý. O dedi ki ‘Bu çok ulvî ve kutsî bir dava. Siyasetçiler ise tiraja bakar, gazeteye deðil. Eðer bir gazete çýkartacaksak en az yüz bin tirajlý olmalý.’ Orada, yayýmlanacak bir gazetenin fotoðrafýný da çýkarttýlar. Onu da Zübeyir Aðabey þöyle anlattý: ‘Bir, Risale-i Nur umumun malýdýr. Onun için çýkacak gazete herkesi kucaklayýcý çýkmalýdýr. Belirli bir cemaatin müdafii olmamalýdýr.’ Þimdi sadece Türkiye’de deðil, o zamanki Ýslam coðrafyasýný düþünün. Suriye’de Hafýz Esad hayatta idi. Irak’ta Saddam, Mýsýr’da Nasýr vardý. Yani oradaki kardeþlerimizin sýkýntý çekmemeleri için de neþriyat yapýlacaktý. Bu arada baþka din mensuplarý ile de münakaþaya girmeyecek bir yayýn düþünülmüþtü. Onun için Zaman gazetesi bugün camianýn namusunu kurtarmýþtýr.” Bu süreçten sonra, 1967’nin son aylarýnda, Salih Özcan’ýn imtiyaz sahipliðini yaptýðý haftalýk Ýttihat Gazetesi yayýmlanmaya baþlar. Gazete, yayýnlarýný 12 Mart 1971 muhtýrasýna kadar sürdürür. Anbarlý’nýn burada bir vazifesi yoktur. 1960’ta Hatice Haným’la hayatýný birleþtirdikten sonraki yýllarda Emine, Muhammed Nur, Betül Nur ve Hasan Hüseyin isimlerini verdiði çocuklarý dünyaya gelen Ýsmail Anbarlý, hayatýný hayýr iþlerine, hizmete ayýrmayý sürdürür. Bediüzzaman’la göz göze gelip Risale-i Nur’lara öðrenci olduktan sonra zamanýnýn bir kýsmýný evinde, bir kýsmýný medresede geçiren Anbarlý, böyle bir anda, Edirne’ye gitmeden önce Fethullah Gülen Hocaefendi ile Ankara’da, Bent Deresi’nde üç gün kalýr: “Daha önce çok duyuyordum, gýyaben tanýyordum. Bir gün kapý çalýndý, Bayram Aðabey ile beraber geldiler. Fethullah Hoca gündüz Diyanet’e gidip geliyordu. Maalesef hep yemeðini yiyerek gelirdi. Ýkinci gün eve Mehmet Kýrkýncý Hoca, kardeþi Musa ile beraber geldi ve dinlenmekte olan Fethullah Hocaefendi’nin odasýna girdi. O anda Fethullah Hocaefendi, sanki böyle yatakta yatmak çok edebe mugayir bir halmiþ gibi ‘Estaðfirullah, Estaðfirullah, Estaðfirullah’ diyerek ilk önce yataðý topladý. Bana da büyük bir ders olan, bir edep hali böyle. O gün sabaha kadar tatlý, güzel, esprili, harika Kur’anî sohbetler oldu.” Anbarlý, daha sonra Edirne ve Ýzmir’de iken de birkaç kez ziyaretine gider Hocaefendi’nin. Anbarlý, bugün Fethullah Gülen Hocaefendi ile alakalý olarak þunlarý söylüyor: “Hocaefendi, küçülen ve bir köy haline gelen dünyayý ve dünyadaki teknolojik tekamülü ve teknolojinin insanlar üstündeki tesirini ve sosyolojik, politik ve ekonomik geliþmeleri iyi takip etmiþtir. Hepsini tek tek deðerlendirerek dünyanýn ve içerisindeki insanýn ne tarafa doðru gittiðini, bu gidiþin mecrasýnýn insanlara faydalý bir þekilde nasýl muhafaza edilebileceðini iyi hesap ederek ona göre hareket etmiþtir.” 1965-66 seneleri, her zamankinden daha hareketli geçer. Anbarlý, gittiði yerlerde bir taraftan dersler yapmakta bir yandan da ziyaretler gerçekleþtirmektedir. Bu dönemde Konya’da 6-7 nur talebesinin karakola götürüldüðünü öðrenir. Onlara yardýmcý olmak maksadýyla ziyaretlerine gittiðinde ise karakolda münakaþa yaþar. Yanýnda Kur’an-ý Kerim, risale ve cevþen olmadan gezmeyen biridir. O anda üzerinden Münazarat çýkýnca ‘dinî propaganda yapýyor’ denilerek o da içeri atýlýr. Bir gün hapishane müdürü ile bir hadise yaþar. O da, kendisini çaðýran müdürün “Risaleleri niye böyle toplu halde okuyorsunuz? Bak burada da Risale-i Nur var. Kimse suç diye beni götürmüyor” sorusu üzerine geliþir. Anbarlý “Bu sorunun cevabýný biraz evvel sorgu hâkimliðinde verdim.” deyince müdür onu “Hapishane içerisinde hapishane var.” diyerek tehdit eder. Anbarlý, daha sonra koðuþta birlikte kaldýðý bazý kiþilerle haklý bir tartýþmaya karýþýnca elleri arkadan sýký sýkýya kelepçelenir ve hücreye atýlýr. Hücre, iki buçuk adýma bir metreden müteþekkil, karanlýk, rutubetli, su ve tuvaletin olmadýðý, farelerin cirit attýðý bir yerdir. Hücreye atýlmadan evvel ikindi vakti girdiði için gardiyanlara, abdesti olduðunu, namazý kýlmak istediðini söylese de nafiledir: “Esas, ruhuma aðýr gelen, içeride Kur’an-ý Kerim ve cevþenimi almayýn dediðim halde almalarý idi. Kelepçeli olarak okuyamazsam da kolumun deðmesi bana huzur veriyordu. Hücrede duvardan teyemmüm edeceksin; fakat o imkân yok. Elin arkadan kelepçeli. Çok uzaktan ezan sesi gelmesine raðmen namazý kýlamýyorsun. Aman ya Rabbi! Ýnsanýn ruhuna öyle bir azap, öyle bir acý çöküyor ki. Uyumamak için gayret ediyordum ama bazen iþte dalýveriyordum. O zaman abdest gidiyordu.” YERE YIÐILDIM, BAÞLADIM AÐLAMAYA… Kelepçenin verdiði sýkýntý öyle bir noktaya varýr ki, üçüncü gün, dayanýlmaz acýlar hissettiði sað eli morarýr. O anda daha evvel Kore’de savaþmýþ Bayram Yüksel Aðabey’in Bediüzzaman’la ilgili anlattýðý hadiseyi hatýrlar: “Düþünüyorum ki yahu beni dinleseler ‘bunlar mý Kur’an’ýn fedakârlarý, hizmetkârlarý? Nihayet alt tarafý bir zincir vurmuþuz eline. O kelepçeye dayanamýyor.’ diyecekler.’ Ýnilti çýkarmamam lazým diye kendimi sýkýyorum. Bayram Aðabey’in Kore’ye gitmeden evvel Emirdað’da Üstad’ý ziyarete gidince Üstad da ‘Cevþen’i hiç eksik etme. Sekine’yi devamlý oku. Müþkül duruma düþersen beni çaðýr. Allah’ýn izni ile ben gelirim’ diyor. Bayram Aðabey cephede böyle sýkýþtýðý bir anda ‘Üstadým yetiþ’ diyor, iki defa. Ve Üstad’ýn siluetini görüyor, Fatih Camii’nde dua eder þekliyle. Üstad konuþmayýp eliyle ona ‘gel’ diyor. Ve Çinlilerin çok yakýnýndan geçerek Üstad’ýn yol göstermesiyle kendi birliðini buluyor. Ve Üstad o an kayboluyor. Þimdi hücrede üçüncü gün; benim elim çok þiþip morarýnca bunu hatýrladým ve ‘Sen talebelerini yalnýz býrakmazsýn. Üstad imdadýma yetiþ’ dedim. O zindanlýk yerin sanki böyle artýk bana aydýnlandýðý gibi, kapýnýn orada Üstad’ý gördüm. Bana gülümseyerek bakýyor. Ben ‘Allahü ekber’ dedim ve o an yere yýðýldým. Oturuyordum zaten. Ve benim sað elim kelepçeden çýktý. Baþladým aðlamaya. Ve rabbime hamd ettim. Hemen teyemmüm ederek abdest aldým. Hayatýmýn en feyizli teheccüd ve sabah namazlarýný aðlayarak kýldým. Sabahleyin kapý açýldýktan sonra elimi tekrar kelepçeye sokmak istedim. Fakat girmedi. Elim arkadan sanki kelepçeli imiþ gibi çýktým. Arkama gelerek kelepçemi açan gardiyan ‘bunun kelepçeleri çýkmýþ’ demedi. Demek dost birisiydi.” PRANGA SESÝ ZÝKÝR GÝBÝYDÝ Baþgardiyan, o sabah, Anbarlý’ya, mahkemeden çýkarttýklarý kararý da okur. Ayaðýna 60 kilodan fazla aðýrlýkta bir pranga takýlý halde hücrede 15 gün kalacaktýr: “Namaz kýlacaðýn zaman ayaðýnla sürüklüyorsun prangayý. En güzel tarafý, namaz kýldýðýn zaman o zincirin sanki zikrediyor gibi çýkardýðý ses oluyor. Onun çýkarttýðý sesi sanki Rabbime karþý bir zikir gibi hissediyordum.” Birkaç gün sonra da yine Risale-i Nur talebelerinden Said Gecegezen hücreye atýlýr ve o da prangaya vurulur. Gecegezen, Anbarlý’dan daha önce hücreden ve prangadan kurtulsa da her ikisi de Risale-i Nur öðrencisi olma uðruna prangaya vurulan iki kiþi olarak tarihte yerlerini alýr. Ýsmail Anbarlý hücrede 15 günü tamamladýktan ve hapiste de dört ay kaldýktan sonra tahliye edilir. Fakat Anbarlý için hapis hayatý henüz bitmemiþtir. Bir gün, zamanýnýn bir kýsmýný geçirdiði Bend Deresi’ndeki ev basýlýr. Zaten Bediüzzaman’ýn talebelerinin Risale-i Nur’lardan sohbet yaptýðý bir yerdir burasý. Said Özdemir, Vahidettin Karaçorlu, Mustafa Türkmenoðlu, Þerafettin Kartal ve Anbarlý’yý orada zannederek ziyaretine gelen Mustafa Özsoy emniyet müdürlüðüne götürülür. Hâkimler bu sefer tevkif etmeyerek birkaç gün yattýktan sonra serbest býrakýr onlarý. Tam 12 gün sonra Ýsmail Anbarlý’nýn evinde bir sohbet yapýlacaktýr bu sefer. O sýralarda Ankara’ya gelmiþ olan Abdullah Yeðin’in yaptýðý sohbete öðrencilerle beraber Vahidettin Karaçorlu da katýlýr. Fakat Yeðin o gece orada ikâmet etmeyip baþka bir yere gider. Risale-i Nur talebelerini hafta sonu içeride tutmak için genelde baskýnlarý cuma günü yapan yetkililer, o gün arama izni almalarýna ve Anbarlý’nýn evinin yanýndan birkaç kez geçmelerine raðmen, göreve yeni baþlayan bir komiserin adresi çýkaramamasý sebebiyle evi bulamazlar. Ancak sabah erken saatte, Vahidettin Karaçorlu’nun da misafir olduðu eve baskýna gelirler: “Komiser ‘Sen ne iþ yaparsýn?’ dedi. Ben ‘Nurculuk’ dedim. Bu aðýrýna gitti. Halbuki ben iþimi gücümü býrakmýþ, hakikaten kendimi hizmete vakfetmiþim.” Evin aranmadýk yerini býrakmayan görevliler, sonunda bir odada, Bediüzzaman’ýn kendi el yazýsý ile düzelttiði risaleleri bulurlar: “190 kalem Risale-i Nur. Yani sadece 14 cilt deðil Risale-i Nur’lar. Onlar hepsi bulununca içim cýz etti ‘Yahu büyük bir hazine buldunuz’ dedim.” Onlarla birlikte bir de, Eþref Edip’in Ýslam ülkelerinin idarî ve coðrafî özelliklerini anlatan bir kitabýna suç (!) delili olarak el konulur: “318 adet kitap vesaireyi bir çuvala koyarak götürdüler. Bir de Kürtçe bir gazete katýyorlar ona. Onu sonra öðreniyoruz. Böylece bilirkiþiye göndermiþler.” Fakat sulh ceza hâkimi, sonradan Adalet Partisi’nden milletvekili de olacak Ýsmail Hakký Köylüoðlu, Anbarlý’yý dinledikten sonra ona gidebileceðini söyler. Anbarlý’nýn evinin aranmasýndan üç gün sonra bu sefer Mustafa Sungur da Eflani’de yakalanýr; fakat o da serbest býrakýlýr. Ýþin ilginç yaný, aradan epey zaman geçtikten sonra birbirinden farklý yer ve zamanlarda gerçekleþen bu olaylar birleþtirilerek, zorlamayla 163’e 1’in sýnýrlarýna alýnýp, bu kiþilere ‘devleti yýkarak þeriat devleti kurmak için cemiyet teþekkül ettirmek’ suçu isnat edilmek istenmektedir. Davaya bakacak olan 2. Aðýr Ceza Reisi ise ‘altý ok’a meraký ile bilinen ideolojik bir isim, Mithat Sungur’dur. Dolayýsýyla davaya konu kiþiler serbest býrakýlma yerine Ulucanlar’daki hapishaneye gönderilir, ikiþerli olarak birbirlerinden ayýrarak koðuþlara daðýtýlýrlar. 1967’nin yazýnda adlî tatil devreye girdiði için mahkeme günü epey uzaktýr. Bu süreyi 4444 defa Salat-ý Nariye, yani tefriciye okumakla geçirmeye karar verirler. Fakat içlerinden Mustafa Özsoy hariç hepsi tefriciyeyi yarým býrakýr. Eðer bir suç varsa ve bu suç da ortaksa ya hepsi içerde kalmaya devam edecek veya hepsi birden serbest kalacaktýr. Adlî tatil olduðu için bir seferliðine baþka hâkimlerin baktýðý davada sadece Mustafa Özsoy tahliye edilir. KELEPÇELÝ ELLERLE CEMAATLE NAMAZ Ancak mahkeme onlara ideolojik tarafgirlikle baktýðý için geride kalanlarýn tahliyeleri zor gözükmektedir. Avukat Bekir Berk, reddi hâkimden ziyade baþka bir yol bulur. Ýçiþleri Bakaný Faruk Sükan’la konuþarak Mersin Hapishanesi’ne nakillerini talep eder. Ve Ankara’dan Mersin’e kadar ikiþerli gruplar halinde kollarýndan birbirlerine kelepçeli olarak yola çýkarlar. Ýsmail Anbarlý Said Özdemir’le, Vahidettin Karaçorlu Mustafa Sungur’la, Þerafettin Kartal da Mustafa Türkmen’le kelepçelenir. Otogarda otobüs saatini beklerken akþam namazý vakti girer. Namazýný eda etmek için jandarma çavuþundan kelepçelerini açmalarýný isteseler de yine nafiledir: “Benim problemim deðil dedi. Hacet giderip abdest alacaðýz; ama çaresi yok. Birbirimize kelepçeli halde düþünün artýk. Sonra abdest aldýk. Namazda farzlarý kýlmak biraz daha kolay. Ancak sünnetlerde çok sýkýntýlý oluyor.” Otogarda namazlarýný bu þekilde kýlan insanlarý gören modern diye tabir edilen þekilde giyinmiþ bir bayan dayanamaz ve birden baðýrmaya baþlar: “Kadýn ‘Allah belanýzý versin. Burasý Rusya mý? Müslümanlara yapýlan bu zulüm nedir?’ diye baðýrdý. Feryat o kadýndan geldi. Kadýn epey hakaret etti. Uzatmalý, cevap da veremiyor. Ben o þeyden sonra o kadýna çok dua ettim.” Bu þartlarda Mersin’e ulaþan Risale-i Nur talebelerinin burada pek çok ziyaretçisi olur. Mahkeme günlerinde de yalnýz býrakýlmazlar hiç. 3 buçuk yýl, 4 ay sonra tahliye olarak Ankara’ya dönen Ýsmail Anbarlý 12 Mart 1971’de de rahat býrakýlmaz. Fakat neyse ki içeride üç gün kalýp serbest býrakýlýr. Sonraki günlerde Ankara Maltepe’de haftalýk sohbetlere devam eder. Bazý politikacýlarla zaman zaman görüþme imkaný da bulan Anbarlý’nýn, Süleyman Demirel ile de tanýþýklýðý vardýr. O zamanlar görüþtükleri Demirel’den istekleri konusunda hiç sonuç alamadýklarýný anlatan Anbarlý, Demirel’in o zaman kendisini kamufle ettiðini düþünmektedir: “28 Þubat’taki reisicumhur Demirel ile o zamanki, yani siyasi beyanatlar veren Demirel arasýnda mukayese edilemeyecek kadar farklar vardý.” 1973 senesinde Ýstanbul’a gelen Anbarlý iki yýl sonra da Türk Hava Yollarý’nda çalýþmaya baþlar. Oto sevk amirliði, yer nakliyat ve personel þeflikleri görevlerinden sonra 1990-91’de kalp rahatsýzlýðý sebebiyle idarenin talebi doðrultusunda emekliliðini ister. 1993 senesinde ise ailesini Ýstanbul’da býrakarak Konya’ya yerleþir. Önceki yýllardaki gibi yine zamanýnýn tamamýný vakýf ve Risale-i Nur hizmetlerine ayýrmaktadýr hâlâ. AKSÝYON - Cemal A. Kalyoncu - Sayý: 642 29.03.2007 Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge
Dein Kommentar
Du kannst jetzt schreiben und Dich später registrieren. Wenn Du ein Konto hast, melde Dich jetzt an, um unter Deinem Benutzernamen zu schreiben.