EMRE Posted December 21, 2008 Share Posted December 21, 2008 ÝKÝNCÝ KISIM BARLA HAYATI RÝSALE-Ý NUR'UN ZUHURU Üstad Bediüzzaman Said Nursî'nin Þarkî Anadolu'da dünyaya geliþinden itibaren geçirdiði hayat safhalarýný buraya kadar birer birer gördük, temaþa ettik. Þimdi; geçen kýrk-elli senelik hayatýnýn neticesi ve meyvesi hükmünde, tarihin pek ender kaydettiði cihan vüs'atindeki muazzam bir davaya giriyoruz. Bütün maddî ve manevî zulmetleri izale edip, âlemi nuruyla ziyalandýracak olan Risale-i Nur meydana çýkýyor; dünya ilm ve irfan sahasýna Türkiye'den bir güneþ doðuyor!.. * * * BEDÝÜZZAMAN HAZRETLERÝNÝN VÝLÂYÂT-I ÞARKÝYEDEN GARBÎ ANADOLU'YA NEFYEDÝLMESÝ, RÝSALE-Ý NUR'UN ZUHURU, TE'LÝF VE NEÞRÝ Van'da mezkûr maðarada yaþamakta iken, þarkta ihtilal ve isyan hareketleri oluyor. "Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir" diyerek yardým isteyen bir zâtýn mektubuna: "Türk Milleti asýrlardan beri Ýslâmiyet'e hizmet etmiþ ve çok veliler yetiþtirmiþtir. Bunlarýn torunlarýna kýlýnç çekilmez, siz de çekmeyiniz; teþebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irþad ve tenvir edilmelidir!" diye cevab gönderiyor. Fakat yine hükûmet, Bediüzzaman'ý Garbî Anadolu'ya nefyediyor. Van'da maðaradan çýkarýlýp Anadolu'ya hareket etmek üzere jandarmalarla sevkedilirken, yollara dökülüp "Aman efendi hazretleri bizi býrakýp gitme. Müsaade buyur sizi göndermeyelim. Arzu ederseniz Arabistan'a götürelim." diye yalvaran silâhlý gruplara, ahaliye ve ileri gelen zâtlara: "Ben Anadolu'ya gideceðim, onlarý istiyorum." diyerek, hepsini teskin ediyor. Evvelâ Bur- sh: » (T: 142) dur Vilâyeti'ne askerî muhafýzlarla nefyediliyor. Burdur'da zulüm ve tarassudlar altýnda iþkenceli bir esaret hayatý geçiriyor. Fakat aslâ boþ durmuyor; onüç ders olan "Nur'un Ýlk Kapýsý" kitabýndaki hakikatlarý bir kýsým ehl-i imana ders verip, gizli olarak kitab haline getiriyor. Bu hikmet cevherlerinin kýymetini takdir eden müþtak ehl-i iman, el yazýlarýyla bu kitabý çoðaltýyorlar. Nihayet "Burada Said Nursî boþ durmuyor, dinî musahabelerde bulunuyor, diye gizli din düþmanlarý tarafýndan rapor tanzim ettiriliyor ve buradan da, "Hücra bir köþede, mahrumiyetler, kimsesizlik ve gurbet hayatý içinde kendi kendine ölür gider" düþüncesiyle daðlar arasýnda tenha bir yer olan Isparta Vilayeti'ne baðlý Barla Nahiyesine gönderilmeye karar veriliyor. Bediüzzaman Said Nursî Burdur'da iken bir gün, o zamanýn Erkân-ý Harbiye-i Umumiye Reisi Mareþal Fevzi Çakmak Burdur'a geliyor. Vali, Mareþal'e: "Said Nursî hükûmete itaat etmiyor, gelenlere dinî dersler veriyor" diye þekvada bulunuyor. Mareþal Fevzi Çakmak, Bediüzzaman'ýn ne kadar dâhî ve ne kadar manevî büyük ve müstakim bir zât olduðunu bildiði için diyor ki: "Bediüzzaman'dan zarar gelmez, iliþmeyiniz. Hürmet ediniz." Sürgün edildiði bütün yerlerde, Bediüzzaman aleyhinde cebirle resmî kimseler vasýtasýyla dehþetli propagandalar yaptýrýlarak; ehl-i imanýn, Üstad Bediüzzaman'a yaklaþmamalarý ve dinî derslerinden istifade etmemeleri için çok menfî gayretler sarfediliyor. Fakat Üstad'ýn imanî derslerinin nüfuz ve kýymeti, ahali arasýnda kalbden kalbe sirayet ediyor ve eserlerine olan aþk ve muhabbet, kalbleri istila ediyor. Barla Barla, ehl-i imanýn manevî imdadýna gönderilen Risale-i Nur Külliyatý'nýn te'lif edilmeye baþlandýðý ilk merkezdir. Barla, Millet-i Ýslâmiyenin, hususan Anadolu halkýnýn baþýna gelen dehþetli bir dalalet ve dinsizlik cereyanýna karþý, Kur'andan gelen bir hidayet nurunun, bir saadet güneþinin tulû' ettiði beldedir. Barla, rahmet-i Ýlahiyenin ve ihsan-ý Rabbanînin ve lütf-u sh: » (T: 143) Yezdanînin bu mübarek Anadolu hakkýnda, bu kahraman Ýslâm Milletinin evlâdlarý ve Âlem-i Ýslâm hakkýnda, hayat ve mematlarýnýn, ebedî saadetlerinin medarý olan eserlerin lemaan ettiði bahtiyar yerdir. Bediüzzaman Said Nursî; Barla nahiyesinde daimî ve çok þiddetli bir istibdad ve zulüm ve tarassud altýnda bulunduruluyordu. Barla'ya nefiy sebebi ise; kalabalýk þehirlerden uzaklaþtýrýp, böyle hücra bir köye atýlarak ruhunda mevcud hamiyet-i Ýslâmiyenin feveran etmesine mani' olmak, onu konuþturmamak, söyletmemek, Ýslâmî imanî eserler yazdýrmamak, âtýl bir vaziyete düþürüp dinsizlerle mücahededen ve Kur'ana hizmetten men'etmek idi. Bediüzzaman ise, bu plânýn tamamen aksine hareket etmekte muvaffak oldu; bir an bile boþ durmadan, Barla gibi tenha bir yerde Kur'an ve iman hakikatlarýný ders veren Risale-i Nur eserlerini te'lif ederek perde altýnda neþrini temin etti. Bu muvaffakýyet ve bu muzafferiyet ise, çok muazzam bir galibiyet idi. Zira o pek dehþetli dinsizlik devrinde, hakikî bir tek dinî eser bile yazdýrýlmýyordu. Din adamlarý susturulup, yok edilmeðe çalýþýlýyordu. Dinsizler, Bediüzzaman'ý yok edememiþler, uyuþmuþ kalb ve akýllarý ihtizaza getiren Ýslâmî ve imanî neþriyatýna mani' olamamýþlardý. Bediüzzaman'ýn yaptýðý bu dinî neþriyat, yirmibeþ senelik eþedd-i zulüm ve istibdad-ý mutlak devrinde hiçbir zâtýn yapamadýðý bir iþ idi. Bediüzzaman, Barla'ya 1925-1926 senelerinde nefyedilmiþtir. Bu tarihler, Türkiye'de yirmibeþ sene devam edecek bir istibdad-ý mutlakýn icra-yý faaliyetinin ilk seneleri idi. Gizli dinsiz komiteleri, "Ýslâmî þeairleri birer birer kaldýrarak Ýslâm ruhunu yok etmek, Kur'aný toplatýp imha etmek" plânlarýný güdüyorlardý. Buna muvaffak olunamayacaðýný iblisane düþünerek, "Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur'aný imha etmesini intac edecek bir plân yapalým" demiþler ve bu plâný tatbike koyulmuþlardý. Ýslâmiyeti yok etmek için, tarihte görülmemiþ bir tahribat ve tecavüzat hüküm sürmüþtür. Evet altýyüz sene, belki Abbasiler zamanýndan beri yani bin seneden beri Kur'an-ý Hakîm'in bir bayrakdarý olarak bütün cihana karþý meydan okuyan Türk Milletini, bu vatan evlâdlarýný, Ýslâmiyet'ten uzaklaþtýrmak ve mahrum býrakmak için, müslümanlýða ait her türlü baðlarýn koparýlmasýna çalýþýlýyor ve bilfiil sh: » (T: 144) de muvaffak olunuyordu. Bu vâkýa cüz'î deðil, küllî ve umumî idi. Milyonlarca insanýn hususan gençlerin ve milyonlar masumlarýn, talebelerin iman ve itikadlarýna, dünyevî ve uhrevî felâketlerine taalluk eden çok geniþ ve þümullü bir hâdise idi. Ve kýyamete kadar gelip geçecek Anadolu halkýnýn ebedî hayatlarýyla alâkadardý. O zaman ve o senelerde, bin yýllýk parlak mazinin delalet ve þehadetiyle, Kur'anýn bayraktarý olarak en yüksek bir mevki-i muallâyý ihraz etmiþ bulunan kahraman bir milletin hayatýnda, Ýslâmiyet ve Kur'an aleyhinde dehþetli tahavvüller ve tahribler yapýlýyor ve cihanýn en namdar ordusunun bin senelik cihad-ý diniye ile geçen parlak mazisi ve o mazide medfun muhterem ecdadý, yeni nesillere ve mektebli talebelere unutturulmaya çalýþýlýyor ve mazi ile irtibatlarý kesilerek "Muasýr medeniyet seviyesine ulaþacaðýz, ulaþtýracaðýz" gibi maskeli ve sureta parlak kelâmlarla iðfalatta bulunularak, komünizm rejimine zemin hazýrlanýyordu! Ýslâmiyet'in hakikatýnda mevcud maddî-manevî en yüksek terakki ve medeniyet umdeleri yerine; dinsiz felsefenin bataklýðýndaki nursuz prensipler, edebsiz edib ve feylesoflarýn fikir ve ideolojileri; gizli komünistler, farmasonlar, dinsizler tarafýndan telkin ediliyor ve çok geniþ bir çapta tedris ve talime çalýþýlýyordu. Bilhassa Ýngiliz, Fransýz gibi Ýslâm düþmanlarýnýn Ýslâm âlemini maddeten ve manen yýpratmak, sömürmek emellerinin baþýnda kahraman Türk Milletinin dinî baðlardan uzaklaþtýrýlmasý; örf âdet, an'ane ve ahlâk bakýmýndan tamamen Ýslâmiyete zýd bir duruma getirilmek plânlarý vardý ve bu plânlar maalesef tatbik sahasýna konmuþtu! Ýþte Bediüzzaman Said Nursî'nin, Risale-i Nur'la Anadolu'daki hizmet-i imaniye ve Kur'aniyesine cansiperane çalýþan bir fedai-yi Ýslâm olarak baþladýðý seneler ki, zemin yüzünün görmediði pek dehþetli bir dinsizlik devrinin baþlangýcý ve teessüs zamaný idi. Bunun için Bediüzzaman'ýn Risale-i Nur'la hizmetine nazar edildiði vakit, böyle dehþetli bir zamaný göz önünde bulundurmak îcab eder. Zira tarihte emsali görülmemiþ bu kadar aðýr þerait tahtýnda yapýlan zerre kadar hizmet, dað gibi bir kýymet kazanabilir; ufacýk bir hizmet, büyük bir deðeri ve neticeyi haiz olabilir! Ýþte Risale-i Nur, böyle dehþetli ve ehemmiyetli bir zamanýn mahsulü ve neticesidir. Risale-i Nur'un müellifi, yirmibeþ sene- sh: » (T: 145) lik din yýkýcýlýðýnýn hükmettiði dehþetli bir devrin cihad-ý diniye meydanýnýn en büyük kahramaný ve tâ kýyamete kadar Ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) dâr-üs selâma davet eden ve beþeriyete yol gösteren rehber-i ekmelidir. Ve hem Risale-i Nur, Kur'anýn elmas bir kýlýncýdýr ki, zaman ve zemin ve fiiliyat bunu kat'iyetle isbat etmiþ ve gözlere göstermiþtir. Ýþte öyle elîm ve feci' ve dehþetli bir devri ihdas eden dinsizlerin icraatý olan pek aðýr þartlar dâhilinde Bediüzzaman'ýn inayet-i Hak'la te'life muvaffak olduðu Risale-i Nur eserleri, dinsizliðin istilasýna karþý, yýkýlmasý gayr-ý kabil olan muazzam ve muhteþem bir sed teþkil etmiþtir. Risale-i Nur; maddiyyunluk, tabiiyyunluk gibi dine muarýz felsefenin muhal, bâtýl ve mümteni' olduðunu; cerhedilmez bürhanlarla, aklî, mantýkî delillerle isbat ederek en dinsiz feylesoflarý dahi ilzam etmiþtir. Küfr-ü mutlaký maðlubiyete düçar etmiþ, dinsizliðin istilasýný durdurmuþtur. Evet Bediüzzaman'a yapýlan o tarihî zulüm ve iþkence ve ihanetler altýnda feveran edip parlayan Risale-i Nur, bu zamanda ve istikbalde bir seyf-ül Ýslâm'dýr. Risale-i Nur ruhlarýn sevgilisi, kalblerin mahbubu, âþýklarýn maþuku, canlarýn cananý olmuþ; îcabýnda bu canan için canlar feda edilmiþtir. Risale-i Nur, beþerin sertacý ve halaskârý mevki-i muallâsýnda hizmet yapmýþ ve yapmaktadýr. Risale-i Nur, Kur'anýn son asýrlarda beklenen bir mu'cize-i maneviyesi olarak tulû' etmiþ ve baþta müellifi Bediüzzaman Said Nursî olarak milyonlarla talebeleri ve kardeþleri, bu hakikat-ý Kur'aniye etrafýnda pervaneler gibi dönerek onun nuruyla nurlanmýþlar, ondaki Kur'an ve iman hakikatlarýný massetmiþler (emmiþler), imanlarýný kuvvetlendirmiþler ve bu hakikat-ý kübrayý bütün dünyaya ilân etmek ve ölünceye kadar onu okumak ve ona hizmet etmek gayesini azmetmiþlerdir. Evet Türk Milletini ve bu vatan ahalisini ve âlem-i Ýslâm'ý ebede kadar þerefle yaþatacak ve mazide olduðu gibi istikbalde de, tarihin altýn sahifelerine, Kur'an ve Ýslâmiyet hizmetinde âlem-i Ýslâm'ýn piþdarý ve namdar kumandaný olarak kaydettirecek medar-ý iftiharý Risale-i Nur'dur. Büyük bir vüs'at ve külliyeti taþýyan ve Anadolu'da ve Ýslâm âleminde zuhur edip her tarafta hüsn-ü kabule ve tesire mazhariyetle gittikçe inkiþaf ve intiþar eden bu eser; Kur'anýn malýdýr, âlem-i Ýslâm'ýn ve ehl-i imanýn malýdýr ve bu vatan ahalisinin Ýslâmî bir medar-ý iftiharýdýr. Bu sh: » (T: 146) memlekette hükmeden bir hükûmetin nokta-i istinadý, hem ayný zamanda bütün dünyaya duyuracaðý muazzam hakikatlar manzumesidir ki, inþâallah bir zaman gelip radyo ile bütün âlemlere ders verilecek ve ilân edilecektir. Evet dünya ilm ü irfan sahasýna Türkiye'den bir güneþ doðmuþtur. Bu yeni doðan güneþ, bin üçyüz yýl evvel âlem-i beþeriyete doðmuþ olan güneþin bir in'ikasýdýr ve o manevî güneþin her asýrda parlayan lem'alarýndan birisidir ve beklenilen son mu'cize-i manevîsidir! Yalnýz maneviyat sahasýnda deðil, zâhiren ve maddeten dahi tesirini göstermiþtir. Evet Risale-i Nur, bütün dünya milletlerinin hayatlarýný muhafaza ve müdafaa için sarýldýklarý ve güvendikleri atom ve emsali bomba ve silâhlarýnýn fevkinde muazzam bir tesire sahibdir! Bunun böyle olduðunu, bir parça ilim ve basiret nazarýyla Nur Risalelerine bakanlar ve Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî'nin otuz seneden beri Anadolu'daki hizmet-i imaniyelerine dikkat edenler görür, anlar ve tasdik ederler. Hakikata nüfuz eden zâtlar için Risale-i Nur'un tulû'undan bugüne kadar geçen zaman içerisindeki yapýlan hizmetin neticeleri, nihayet derecede muhteþem ve muazzamdýr, milyarlar takdir ve tebrike lâyýktýr! Evet Risale-i Nur iman-ý tahkikîyi bu vatanda neþretmekle imaný kuvvetlendirip, bu memleketteki dinsizlik ve imansýzlýk, dalalet ve sefahete karþý mukabele ve müsbet bir tarzda mücadele ederek bunlarý maðlub etmiþtir. Büyük ve küllî ve umumî mücahede-i diniyesinde muzaffer olmuþtur. Taife-i mücahidîn olan Nur Talebeleri; azamî sadakat ve ittihaddan neþ'et eden azîm, manevî, makbul bir sýr ile rahmet-i Ýlahiyenin celbine ve teveccühüne vesile olmuþtur. Bu ihlaslý taife-i mücahidîn küçük bir çekirdek gibi dar bir dairede iken, o çekirdekte âlemi istila edecek bir Þecere-i Tuba'nýn mahiyeti bulunduðu misillü; ondördüncü asr-ý Muhammedîde (Aleyhissalâtü Vesselâm) Kur'andan çýkan Risale-i Nur'un Anadolu'da tulû' ve intiþar etmesiyle, neticede neþv ü nema ederek âlem-i Ýslâm ve insaniyete kadar geniþlemiþ ve daha da geniþleyecektir! Ýþte Risale-i Nur, hem fevkalâde ihlasý ve hem yalnýz tevhid ve iman akidelerinin hizmetini esas meslek ittihaz ederek bir kudsiyet kazanmasý ve mahiyetinde bütün hakaik-i Kur'aniye sh: » (T: 147) ve Ýslâmiye mevcud bulunarak her tarafý kaplayacak bir nur-u hakikat olmasý dolayýsýyla, rahmet-i Ýlahiye canibinde bu millet-i Ýslâmiyeyi, maddî-manevî felâket ve helâket tehlikelerinden, bir sedd-i Kur'anî ve nur-u imanî olarak muhafazaya vesile olmuþtur. Risale-i Nur, iman ve Kur'an muhaliflerine karþý mücadelesinde cebr ve münazaa yolunu deðil, ikna' ve isbat yolunu ihtiyar etmiþtir. Risale-i Nur yüz otuz risalelerinde, doðrudan doðruya hakikatýn berrak vechesini bütün vuzuh ve çýplaklýðýyla göstermiþtir. Din-i Hak olan Ýslâmiyet'i ve âlem-i insaniyetin hidayet güneþi olan Kur'anýn mu'cizeliðini bütün dünya efkârý müvacehesinde ve bütün fikir ve felsefe sahasýnda cerhedilmez kat'î deliller ile göstermiþtir. Ve mantýkî hüccetlerle isbat etmiþtir ki; yeryüzündeki bil'umum kemalât ve medeniyet ve terakki umdeleri, semavî dinler ve peygamberler eliyle gelmiþ ve bilhassa Ýslâmiyet'in zuhuruyla âlem-i insaniyet, Ýslâm âleminin taht-ý riyasetinde cehalet gayyasýndan kurtulmuþ ve kurtulacaktýr! Felsefe ve hikmetin içerisinde görünen fazilet, menfaat-ý umumiye vesaire gibi insanî esaslar ise: Güneþ'in doðmasýyla ondan yayýlan ve aydýnlanan gece âleminin nurlarý gibi, Nübüvvet güneþinin tulû'u, beþeriyetin fikir ve kalblerinde akisler ve lem'alar husule getirmiþ olmasýndandýr. Hakikatlý felsefe ve hikmetin, fen ve san'atýn üzerinde görünen bu ýþýklar, Kur'an güneþinin ve Nübüvvet kandilinin âlem-i beþeriyete akislerinden ve cilvelerinden mütevelliddir. Ey âlem-i Ýslâm! Uyan, Kur'ana sarýl; Ýslâmiyet'e maddî ve manevî bütün varlýðýnla müteveccih ol! Ve ey Kur'ana bin yýllýk tarihinin þehadetiyle hâdim olan ve Ýslâmiyet nurunun zemin yüzünde naþiri bulunan yüksek ecdadýn evlâdý! Kur'ana yönel ve onu anlamaya, okumaya ve onu anlatacak, onun bu zamanda bir mu'cize-i maneviyesi olan Nur Risalelerini mütalaa etmeye çalýþ. Lisanýn, Kur'anýn âyetlerini âleme duyururken, hal ve etvar ve ahlâkýn da onun manasýný neþretsin; lisan-ý halin ile de Kur'aný oku. O zaman sen, dünyanýn efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasýta-i saadeti olursun! Ey asýrlardan beri Kur'anýn bayrakdarlýðý vazifesiyle cihanda en mukaddes ve muhterem bir mevki-i muallâyý ihraz etmiþ sh: » (T: 148) olan ecdadýn evlâd ve torunlarý! Uyanýnýz! Âlem-i Ýslâm'ýn fecr-i sadýkýnda gaflette bulunmak, kat'iyen akýl kârý deðil! Yine Âlem-i Ýslâm'ýn intibahýnda rehber olmak, arkadaþ, kardeþ olamak için Kur'anýn ve imanýn nuruyla münevver olarak, Ýslâmiyet'in terbiyesiyle tekemmül edip hakikî medeniyet-i insaniye ve terakki olan medeniyet-i Ýslâmiyeye sarýlmak ve onu, hal ve harekâtýnda kendine rehber eylemek lâzýmdýr. Avrupa ve Amerika'dan getirilen ve hakikatta yine Ýslâm'ýn malý olan fen ve san'atý, nur-u tevhid içinde yoðurarak, Kur'anýn bahsettiði tefekkür ve mana-yý harfî nazarýyla, yani onun san'atkârý ve ustasý namýyla onlara bakmalý ve "saadet-i ebediye ve sermediyeyi gösteren hakaik-i imaniye ve Kur'aniye mecmuasý olan Nurlara doðru ileri, arþ!" demeli ve dedirmeliyiz! Ey eski çaðlarýn cihangir Asya ordularýnýn kahraman askerlerinin torunlarý olan muhterem din kardeþlerim! Beþyüz senedir yattýðýnýz yeter! Artýk Kur'anýn sabahýnda uyanýnýz. Yoksa Kur'an-ý Kerim'in güneþinden gözlerinizi kapatarak gaflet sahrasýnda yatmakla, vahþet ve gaflet sizi yaðma edip periþan edecektir. Kur'anýn mecrasýndan ayrýlarak birleþmeyen su damlalarý gibi topraða düþmeyiniz. Yoksa toprak gibi sefahet ve þehvet-i medeniye sizi emerek yutacaktýr. Birleþen su damlalarý gibi, Kur'an-ý Kerim'in saadet ve selâmet mecrasýnda ittihad ederek, sefahet ve rezalet-i medeniyeyi süpürüp, bu vatana âb-ý hayat olan, hakikat-ý Ýslâmiye sularýný akýtýnýz. O hakikat-ý Ýslâmiye sularý ile bu topraklarda iman ziyasý altýnda hakikî medeniyetin fen ve san'at çiçekleri açacak, bu vatan maddî ve manevî saadetler içinde gül ve gülistana dönecektir inþâallah. Sadede dönüyoruz. Evet Bediüzzaman Said Nursî Barla'da ikamete memur edilip Risale-i Nur'u te'lif ettiði seneler, yukarýda bir nebze zikrettiðimiz gibi, zerreyi dað gibi kýymetlendiren ehemmiyetli seneler idi. Nasýlki kýþýn dondurucu soðuðunda ve aðýr þerait altýnda bir saatlik nöbet, bir sene ibadetten hayýrlýdýr; aynen öyle de: O zaman-ý müdhiþede, deðil yüz otuz risaleyi, belki iman ve Ýslâmiyete dair hakikî bir tek risale yazabilmek dahi, binler risale kýymet ve ehemmiyetinde idi. sh: » (T: 149) Evet; dinsizliðin hükümferma olduðu o dehþetli devirde, ehl-i din, terzil edilmeye çalýþýlýyordu. Hattâ Kur'aný dahi tamamen kaldýrmak ve Rusya'daki gibi dinî akideleri tamamen imha etmek düþünülmüþ; fakat millet-i Ýslâmiyece bir aks-ül ameli netice verebilmesi ihtimali ileri sürülünce bundan vazgeçilmiþ, yalnýz þu karar alýnmýþtý: "Mekteblerde yaptýracaðýmýz yeni öðretim usûlleriyle yetiþecek gençlik, Kur'aný ortadan kaldýracak ve bu suretle milletin Ýslâmiyet'le olan alâkasý kesilecek!" Bütün bu dehþet-engiz plânlarý çeviren o müdhiþ fitnenin menbalarý, þimdiki dinî inkiþafýn muarýzý ve düþmanlarý olan haricî dinsiz cereyanlarýn reisleri ve adamlarý idi. Evet Türk milleti içerisinde meydana getirilen o dehþetli hâdisatýn iç yüzünü, tafsilatýný, istikbalin hakikatperest tarihçilerine ve bunlarý þimdi Demokrat idaredeki serbestiyetle bir derece neþretmekte olan Ýslâm-Türk muharrirlerine havale ediyoruz. Bizim vazifemiz, yalnýz ve yalnýz hakaik-i imaniye ve Kur'aniye ile meþgul olmaktýr. Biz yalnýz ve yalnýz iman ve Ýslâmiyet cereyanýndayýz. Evet o dalalet ve zýndýkanýn en azgýn devirlerinde Bediüzzaman Said Nursî, daimî nezaret ve tarassud altýnda ve böyle müdhiþ ve pek çok aðýr þerait içerisinde idi. Nemrudlarýn, Firavunlarýn, Þeddadlarýn ve Yezidlerin yapamadýðý zulümlerin enva'ý Bediüzzaman'a yapýlýyordu. Ve yirmibeþ sene böyle devam etti. O zaman âlem-i Ýslâm, maddeten fakirdi ve müstevlilerin esaretinde bulunuyordu. Bütün gizli fesad ve dinsizlik komiteleri, hem Türkiye'de, hem âlem-i Ýslâmda müdhiþ faaliyetler yapýyor ve tarafdarlarý onlarý destekliyor ve hepsi de Ýslâmiyet aleyhinde ittifak ediyorlardý. Ýþte Risale-i Nur, Asr-ý Saadet'te Ýslâm'ýn cihaný fetih anahtarlarý hükmünde olan Bedir, Uhud muharebelerinin ehemmiyeti nev'inden bir kýymeti ihtiva eden bir zamanýn mahsulüdür ki; vesile olduðu hizmet-i imaniye ve îfasýnda bulunduðu manevî cihad-ý diniye, tarihte Asr-ý Saadet'ten maada hiçbir zamanda görülmemiþ bir azamettedir. Eli kolu baðlý hükmünde olan Bediüzzaman Said Nursî, öyle dehþetli bir esarette, nefiy ve inzivada te'lif ve neþrettiði yüz otuz parça Risale-i Nur eserleriyle, belîð bir hatib olarak Anadolu mescidinde ve âlem-i Ýslâm câmiinde konuþuyor, ehl-i Ýslâm'a Kur'andan aldýðý dersini tekrar ediyor; güya Bediüzzaman Said Nursî, ondördüncü asr-ý Mu- sh: » (T: 150) hammedînin ve yirminci asr-ý milâdînin minaresinin tepesinde durup, muasýrlarý olan ehl-i Ýslâm ve insaniyete baðýrýyor ve bu asrýn arkasýnda dizilmiþ ve müstakbel sýralarýnda saf tutmuþ olan nesl-i âti (Hâþiye) ile bir mürþid-i azam, bir müceddid-i ekber olarak konuþuyor... Risale-i Nur'un Te'lifi ve Neþri Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri öyle müþkil ve aðýr vaziyetler altýnda Risale-i Nur Külliyatýný te'lif ediyor ki, tarihte hiçbir ilim adamýnýn karþýlaþmadýðý zorluklara maruz kalýyor. Fakat sönmeyen bir azim, irade ve hizmet aþkýna mâlik olduðu için; yýlmadan, yýpranmadan, usanýp býkmadan, bütün kuvvetini sarfederek emsalsiz bir sabýr ve tahammül ve feragat-ý nefs ile, bu millet ve memleketi komünizm ejderinden, mason âfatýndan, dinsizlikten muhafaza edecek -eden ve etmekte olan- ve âlem-i Ýslâmý ve beþeriyeti tenvir ve irþadda büyük bir rehber olan bu hârikulâde Risale-i Nur eserlerini meydana getiriyor. Yüz otuz parça olan Risale-i Nur Külliyatýnýn te'lifi, yirmiüç senede hitama eriyor. Nur Risaleleri, þiddetli ihtiyaç zamanýnda te'lif edildiðinden, her yazýlan risale, gayet þifalý bir tiryak ve ilâç hükmünü taþýyor ve öyle de tesir edip pek çok kimselerin manevî hastalýklarýný tedavi ediyor. Risale-i Nur'u okuyan herbir kimse; güya o risale kendisi için yazýlmýþ gibi bir hâlet-i ruhiye içinde kalarak büyük bir iþtiyak ve ________________________ Hâþiye: Risale-i Nur'a herkesten ziyade iþtiyak gösteren, masum gençler ve çocuklardýr. Binler nümunesinden bir nümunesi þudur: Bir zaman, Bolvadin Kazasýndan geçerken, Üstadýn geldiðini gören ilk ve orta mekteb talebeleri, bilâ-istisna hepsi mektebin bahçesinden çýkarak arabanýn etrafýný alýp selâm veriyorlardý; ve lisan-ý halleriyle "Hoþ geldiniz" diyerek tebriklerini ve minnetdarlýklarýný takdim ediyorlardý. Bunun hikmetini, bir müddet evvel Emirdaðý'nda, bindiði faytonun geçtiðini görüp tâ uzaklardan dikenlere basarak "Bediüzzaman Dede! Bediüzzaman Dede!" diye Emirdað köylerinin yollarýnda koþuþan masum çocuklar münasebetiyle, üstadýmýzdan sormuþtuk. O zaman: "Bu masumlarýn akýllarý derketmiyor, fakat ruhlarý bir hiss-i kablelvuku ile hissediyor ki; Risale-i Nur'la bunlar hem imanlarýný kurtaracak; hem vatanlarýný, hem kendilerini, hem istikballerini dehþetli tehlikelerden muhafaza edecekleri için bu hakikati kalbleri hissetmiþ; ve benim Risale-i Nur'un tercümaný olmam hasebiyle, Risale-i Nur'a ait muhabbet, teþekkürat ve minnetdarlýðý bana gösteriyorlar." dedi ve onlara dua ettiðini söyledi. Üstad Bediüzzaman, çocuklarý pek sever, böyle etrafýnda toplandýklarýnda: "Masum olduðunuz için dualarýnýz makbuldür, bana dua ediniz." diye onlara iltifat ederdi. Ýþte, anneleri hep Nur Talebeleri olan Bolvadin masumlarýnýn samimî alâkalarýnýn sebebi bu idi. sh: » (T: 151) þiddetli bir ihtiyaç hissederek mütalâa ediyor. Nihayet öyle eserler vücuda geliyor ki; bu asýr ve gelecek asýrlarýn bütün insanlarýnýn imânî, Ýslâmî, fikrî, ruhî, kalbî, aklî ihtiyaçlarýna tam cevab verecek ve kâfi gelecek Kur'anî hakikatlar ihsan ediliyor. Risale-i Nur, Kur'an-ý Hakîmin hakiki bir tefsiridir. Âyetler, sýrasýyla deðil; devrin ihtiyacýna cevab veren îmanî hakikatlarý mübeyyin Âyetler tefsir edilmiþtir. Tefsir iki kýsýmdýr: Biri, âyetin ibaresini ve lâfzýný tefsir eder; biri de, Âyetin mâna ve hakikatlarýný izah ile isbat eder. Risale-i Nur, bu ikinci kýsým tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kýymetdarý ve en parlaðý ve en mükemmeli olduðu, ehl-i tahkik ve tedkikten binlercesinin þehadetiyle ve tasdikiyle sabittir. Risale-i Nur'un te'lifi ve neþriyatý, þimdiye kadar misli görülmemiþ bir tarzdadýr. Bediüzzaman Said Nursî, kendi eliyle risaleleri yazýp teksir edecek derecede bir yazýya malik deðildir, yarým ümmîdir. Bunun için kâtiblere sür'atle söyler ve sür'atle yazýlýr. Günde bir-iki saat te'lifatla meþgul olarak on, oniki ve bir-iki saatte yazýlan harika eserler vardýr. Üstad Bediüzzaman'ýn te'lif ettiði risaleleri, talebeler, elden ele ulaþtýrmak suretiyle müteaddid nüshalar yazarlar, yazýlan nüshalarý müellifine getirirler. Müellif, müstensihlerin yanlýþlarýný düzeltir. Bu tashihatý yaparken, eserin aslý ile karþýlaþtýrmadan kontrol eder. Þimdi de yirmibeþ-otuz sene evvel te'lif ettiði bir eseri tashih ederken aslýna bakmaz. Yazýlan risaleleri, etraf köylerden ve kazalardan gelenler, büyük bir merak ve iþtiyakla alýp gidiyorlar ve el yazýsýyla neþrediyorlardý. Üstad Bediüzzaman, Kur'an'dan baþka hiçbir kitaba müracaat etmeden ve te'lifat zamanýnda yanýnda hiçbir kitab bulunmadan Nur Risalelerini te'lif etmiþtir. Merhum Mehmed Âkif'in: Doðrudan doðruya Kur'an'dan alýp ilhamý, Asrýn idrakine söyletmeliyiz Ýslâmý. beytiyle ifade ettiði idealini tahakkuk ettirmek, Bediüzzaman'a müyesser olmuþtur. Risale-i Nur'un neþir keyfiyeti de tarihte hiçbir eserde görülmemiþtir... Þöyle ki: sh: » (T: 152) Kur'an hattýný muhafaza etmek hizmetiyle de muvazzaf olan Risale-i Nur'un, muhakkak Kur'an yazýsýyla neþredilmesi lâzýmdý. Eski yazý yasak edilmiþ ve matbaalarý kaldýrýlmýþtý. Bediüzzaman'ýn parasý, serveti yoktu; fakirdi, dünya metaiyle alâkasý yoktu. Risaleleri el ile yazarak çoðaltanlar da, ancak zarurî ihtiyaçlarýný temin ediyorlardý. Risale-i Nur'u yazanlar, karakollara götürülüyor.. iþkence ve eziyetler yapýlýyor, hapislere atýlýyordu. Bediüzzaman aleyhinde hükûmet eliyle yaptýrýlan propaganda ve tazyiklerle her tarafa dehþetler saçýlýyor; ahali, Hazret-i Üstad'a yaklaþmaya, ondan din, iman dersi almaya cesareti kalmayacak derecede evhamlandýrýlýyordu. Vaktiyle de; din adamlarýnýn, hakikatperestlerin, sýrf dindar olduklarý için daraðaçlarýnda can vermeleri, bir korku ve yýlgýnlýk havasý meydana getirmiþti. Hüküm sürmekte olan eþedd-i zulüm ve istibdad-ý mutlak içinde, ehl-i diyanet sükût-u mutlaka mahkûm edilmiþti. Ne dinin hakikatlarýndan bahseden hakikî bir risale neþrettiriliyor ve ne de o hakikatlar millete ders verdiriliyordu. Bu suretle Ýslâmiyet, ruhsuz bir cesed haline getirilmeye çalýþýlýyor; Din-i Ýslâm'ýn mahiyeti ve esaslarýný ders vermek, kat'iyen menediliyordu. (Hâþiye). Ýþte; baþlangýçta pek azgýn olan bu dinsizlik devri, Risale-i Nur'un umumiyet kesbeden neþriyatýyla yýkýlmýþ; ehl-i imanýn manevî ve maddî (bilhassa manevî) hayatýna tatbik edilen istibdad zincirleri parçalanmýþtýr. Risale-i Nur, dinsizliðin belini kýrmýþ ve temel taþlarýný târ u mar etmiþtir. Evet; o zamanlar ki, dinsizliðin mukabil cephesinde Risale-i Nur þimþekler gibi parlamýþ ve Kur'an-ý Hakîm'in bu nuru bütün satvet ve þevketiyle zuhur ederek perde altýnda neþrolunmuþtur. Risale-i Nur'dan tahkikî iman dersi alan ve gittikçe ziyadeleþen Nur Talebelerinin imanlarý inkiþaf etmiþ, îmanî bir þehamet ve Ýslâmî bir cesarete sahib olmuþlardýr. Nasýlki, cesur bir kumandan, yüzlerce askere lisan-ý hâliyle cesaret verir ve nokta-i istinad olursa; aynen öyle de Risale-i Nur þahs-ý manevîsinin mümessili olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri baþta olarak, tahkikî iman dersleriyle imanlarý kuvvetlenen yüzbinlerce, þimdi mil- ________________________ Hâþiye: Bütün o dinsizlik icraatýný, bugünkü dinî inkiþafý hazmedemeyen gizli dinsizler yapýyordu. sh: » (T: 153) yonlarca Nur Talebeleri, ehl-i imana bir nokta-i istinad ve bir hüsn-ü misâl olmuþlardýr. Nur Talebelerinin bu iman kuvvetleri ve dinsizliðe karþý kahramanca mücadeleleri, halkýn üzerinde çok tesir yapmýþ ve bir intibah (uyanýklýk) husule getirmiþtir. Böylelikle, milletin içindeki korku ve evhamlarý da Risale-i Nur'la izale etmiþler, vatan ve millete umumî bir cesaret, ümid ve ferahlýk husule getirip müslümanlarý yeisten kurtarmýþlardýr. Risale-i Nur'u gaye-i hayat edinen bir Nur Talebesi, yüz adam kuvvetinde olduðu ve yüz nâsih kadar iman ve Ýslâmiyete hizmet ettiði, ehl-i hakikatça müsellem ve musaddaktýr. Nur talebeleri; dinsizliðin þa'þaalý taarruzlarýna, tantanalý yaygaralarýna, zulümlerine, hapislerine; üstadlarý gibi, kýymet vermeden, korkmadan, lüzumunda canlarýný, mallarýný, evlâd ü iyallerini dahi çekinmeden Risale-i Nur'la iman ve Ýslâmiyete hizmet uðrunda feda etmiþlerdir. Nur Talebeleri, tek bir þeyi gaye edinmiþtir: "Ýmanlarýný kurtarmak niyetiyle Risale-i Nur'u okumak ve Rýzâ-yý Ýlâhî için iman ve Ýslâmiyete Risale-i Nur'la hizmet etmek." Bu gayelerinde muvaffak olmak için, her þeylerini bu hizmete hizmetkâr yapmýþlardýr. Evet; Nur Talebeleri, Ümmet-i Muhammediyeyi sâhil-i selâmete çýkaran bir sefine-i Rabbaniyenin hademeleri olduklarýna inanmýþlardýr. Hayatta en büyük gayeleri; Kur'an ve imana hizmet ederek, Ümmet-i Muhammed'in refah ve saadet içinde yaþamasýna vesile olmaktýr. Risale-i Nur'un el yazýsýyla neþri senelerinde, evlerinden yedi-sekiz sene çýkmadan Risale-i Nur'u yazýp neþredenler olmuþtur. O zamanlar Isparta havalisinde erkek, kadýn, genç ve ihtiyarlardan binlerce Nur Talebesi, hattâ Nur dershanesi olan Sav Köyü bin kalemle, senelerce Nur Risalelerini yazýp çoðaltýyorlardý. Risale-i Nur, te'lifinden yirmi sene sonra, teksir makinesi ile neþredilmiþ ve otuzbeþ sene sonra da matbaalarda basýlmaya baþlanmýþtýr. Ýnþâallah bir zaman gelecek, Risale-i Nur Külliyatý altunla yazýlacak ve radyo diliyle muhtelif lisanlarda okunacak ve zemin yüzünü geniþ bir dershane-i Nuriyeye çevirecektir. Risale-i Nur'un neþrinde, mübarek hanýmlar da ehemmiyetli fedakârlýklara mazhar olmuþlardýr. Hattâ, Hazret-i Üstad'a gelip, "Üstadým! Ben, efendimin göreceði dünyevî iþleri de yapmaya çalýþacaðým; o senindir, Risale-i Nur'undur." diyen ve erkeklerinin sh: » (T: 154) Risale-i Nur hizmetinde çalýþmalarýna daha fazla imkânlar veren kahraman hanýmlar görülmüþtür. Risale-i Nur'u yazan efendilerine geceleri lâmba tutarak, onlarýn din, iman hizmetlerine canla baþla iþtirak etmiþlerdir. Risale-i Nur'u; hanýmlar, kýzlar elleriyle yazmýþlar, göz nurlarý dökmüþler, mübarek kâtibeler olarak imana hizmet etmiþlerdir. Hattâ öyle Nur Talebesi hanýmlar vardýr ki, kendilerini son nefeste iman nuruyla hüsn-ü hâtimeye nail edecek Nur Risalelerini hararetle okumuþlar ve diðer din kardeþleri olan hanýmlara da okuyup tanýtmýþlar; Nurlarý hanýmlar içinde neþrederek, çok hanýmlarýn Kur'an ve iman nurlarýyla nurlanmalarýna vesile olup kahramanca hizmette bulunmuþlardýr. Risale-i Nur'u okuyup okutmakla iman mertebelerinde terakki edip âdeta birer mürþid mertebesine yükselmiþlerdir. Hanýmlar, sýrf Allah rýzasýný tahsil için, safvet ve ihlasla, Risale-i Nur'daki parlak ve çok feyizli Kur'an nurlarýna baðlanmýþ ve kalblerinde sönmez bir muhabbet ve sevgi besleyerek dünya ve âhirette bahtiyar olacak bir vaziyete kavuþmuþlardýr. Risale-i Nur'un kýymet ve büyüklüðü, temiz kalblerine o kadar yerleþmiþ ki; onu beraberce okuyup dinledikçe içleri nurlarla, feyizlerle dolup taþmýþ, nuranî gözyaþlarý dökerek cuþ u huruþa gelmiþlerdir. Ne bahtiyardýr o hanýmlar ki; Risale-i Nur'un bu mukaddes îmanî hizmetinde çalýþtýklarý için onlar daima hayýrla yâdedilecek, âhiretlerine nurlar gönderilecek, kabirleri cennet-misâl pürnur olacak ve âhirette de en yüksek mertebelere ulaþacaklardýr, Ýnþâallah. En baþta Bediüzzaman Hazretlerinin dualarýna dâhil olmakla beraber, Nur Talebeleri mabeynindeki þirket-i maneviye sýrrýyla defter-i hasenatlarýna hayýrlar kaydedilmektedir. Risale-i Nur'a samimî alâkalarý, o fedakâr hanýmlarý, milyonlarca Nur talebelerinin dualarýna nail etmektedir. Risale-i Nurlarý okuyup okutmakla büyük manevî kazançlara, yüksek derecelere eriþmektedirler. Ýnþâallah, ekserî hanýmlarýn böyle olmasýný, rahmet-i Ýlâhiden kuvvetle i'tikad ve ümid ve niyaz ediyoruz. Basiretli Nur nâþirleri; otuz beþ sene evvel Risale-i Nur'daki yüksek hakikatlarý görmüþ, o kudsî dersleri almýþ ve o zamandan beri ihlas ve sadakatla gizli din düþmanlarýna göðüs germiþtir. Nur kahramanlarýnýn haneleri müteaddid defalar arandýðý ve kendileri defalarca hapislere atýlarak orada þiddetli azablar ve sý- sh: » (T: 155) kýntýlar çektirildiði halde, elmas kalemleriyle Risale-i Nur'un bu kadar senedir naþirliðini yapmýþlardýr. Ýstedikleri takdirde dünya nimetleri kendilerine yâr olduðu halde; her türlü þahsî, dünyevî rütbelerden, varlýklardan feragatla, ömürlerini Risale-i Nur'un hizmetine vakfetmiþlerdir. Acaba, Risale-i Nur Þakirdlerindeki bu cehd ve kuvvetin, bu feragat ve fedakârlýðýn ve bu derece sebat ve sadakatýn sebebi nedir? diye bir sual sorulursa, bu sualin cevabý muhakkak ki þu olacaktýr: Risale-i Nur'daki cerhedilmez yüksek hakikatlar, iman hizmetinin yalnýz ve yalnýz Rýzâ-yý Ýlâhî için yapýlmasý ve Bediüzzaman Hazretlerinin azamî ihlasýdýr. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Barla'da sekiz sene kadar kalmýþtýr. Ekserî zamanlarýný kýrlarda, bað ve bahçelerde geçiriyordu. Ýki-üç saat kadar uzaklýktaki tenha daðlara ve baðlara çekilir, Nur Risalelerini te'lif eder; bir taraftan da te'lif ettiði risaleler Isparta ve havalisinde el yazýsýyla istinsah edilip kendisine gönderildiðinde bunlarý tashih ederdi. Bir gün içinde hem tashihat yapar, hem gidip gelme dört-beþ saat süren yerlere yaya olarak gider, hem ayný günün üç-dört saatini te'lifata hasreder ve hem de çok zaman yemeðini kendisi hazýrlardý. O zamanlarda kýrk yerde risaleler, Risale-i Nur'a müþtak ilk talebeler tarafýndan el yazýsýyla çoðaltýlýyordu. Üstad bu kitablarý sýrtýna yüklenir; dað, bað veya kýrlara kadar gider, orada tashihini yapar, evine gelirdi. Nefye mahkûm edilerek, zamanýn en dehþetli zulmüne maruz býrakýlmýþ ve kimse ile görüþmesine müsaade edilmemiþti. Fakat o, bu yokluk içinde tükenmez bir varlýða kavuþmuþtu. Çünki o, âlem-i Ýslâm ve insaniyeti tenvir ve irþad edecek Kur'andan gelen iman hakikatlarýný te'lif ediyor ve ayný zamanda neþrediyordu. Bütün meþgalesini, te'lif etmekte olduðu eserlere hasretmiþti. Bir gün gelecek bu eserler Anadolu'ya yayýlacak, âlem-i Ýslâm merkezlerine gidecek, ehl-i siyasetin nazar-ý dikkatini celbedecek ve o zaman, âlem-i Ýslâmýn asýrlardýr bayrakdarlýðýný yapmýþ bir millet içerisinde yerleþtirilmek istenen dinsizlik, imansýzlýk ideolojilerini parçalayacak; son asýrlarýn dalâlet tâgutlarýnýn þahs-ý manevîsinden ibaret olan ehl-i küfür, ehl-i sefahet ve ehl-i dalalet cereyanlarýnýn bu vataný istilasýna sed çekecek, istikbal nesillerinin ebedî kurtuluþ ve saadetini temine medar olacaktýr. sh: » (T: 156) Ýþte; o, tarihin en muazzam bir hâdisesinin mebdeini izn-i Ýlâhî ve tasarruf-u Rabbanî ile hazýrladýðý için böyle çok mukaddes bir manayý hâvi davanýn hâmili bulunduðu itibariyle dünyanýn en mes'udu, zamanýn en bahtiyarý idi. Giyiniþinde, gayesinde, idealinde zerre kadar deðiþiklik ve tezelzül olmamýþtý. Bilakis hal-i âlemin itikadlarýný düzeltecek, zulmeti izale edecek bir meþ'ale-i hidayeti hâmil idi. Vazifesi ve hizmeti, bütün insanlarýn iki cihana ait saadet ve refahýný tazammun ettiði için bir cehd ve azim içinde bulunuyordu. * * * Üstadýn Barla'daki ikametgâhý, iki odadan ibaret bir evdir. Esasen müstakil bir evi ve yeryüzünde taht-ý tasarruf ve temellükünde bir karýþ yeri dahi yoktur. Barla'da sekiz sene müddetle ikamet ettiði ev, üç yüz elli milyon ehl-i Ýslâmýn merkezi hükmünde ilk dershane-i Nuriyesidir. Bu dershane-i Nuriyenin altýnda, daimî akan bir çeþme vardýr. Ve önünde, dershane-i Nuriyeye bitiþik çok kalýn ve üç sütun halinde semaya yükselen gayet muhteþem bir çýnar aðacý vardýr. Çýnar aðacýnýn dallarý arasýnda bir kulübecik yapýlmýþtýr. Burasý, Hazret-i Üstad'ýn bahar ve yaz mevsimlerindeki istirahatý ve vazife-i tefekküriye ve ubudiyeti için en münasib bir menzildir. Üstad'ýn sýddýk hizmetkârlarý, talebeleri ve Barla ahalisi diyorlar ki: "Üstadý, geceleri, dershane-i Nuriyenin önündeki bir þecere-i mübareke olan çýnar aðacýnýn dallarý arasýnda bulunan kulübecikte sabahlara kadar tesbihat ile, ezkâr ile terennüm eder görürdük. Hele bahar ve yaz mevsimlerinde bu muhteþem aðacýn binlerce dallarý arasýnda þevk u cezbe içinde uçuþan kuþlar arasýnda Üstad'ýn böyle sabahlara kadar çalýþmasýný görürdük de; ne zaman uyur, ne zaman kalkar! bilemezdik." Üstad çok hasta olur, çok vakitleri de hastalýk ve sýkýntý ile geçerdi. Pek az yer, o da bir parça çorba gibi mahdud bir þeydi. Geceleri, Kur'an-ý Kerim'den vird edindiði sûreleri ve Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn münacat-ý meþhûresi olan "Cevþen-ül Kebîr" namýndaki münacatýný ve Þâh-ý Geylânî ve Þâh-ý Nakþibend gibi eazým-ý evliyanýn münacat ve hizblerini ve salâvat-ý Nuriyeleri ve bilhassa Risale-i Nur'un menbaý olan "Hizb-ün Nuriye"yi ve Âyât-ý Kur'aniyenin lemaatý olan ve bir silsile-i tefek- sh: » (T: 157) kür bulunan ve Yirmidokuzuncu Lem'ada cem'edilen hizb ve münacatlarý okur, bunlarý tamam edince de yine Risale-i Nur'la meþgul olurdu. Gündüzleri ise, daima Risale-i Nur'un mütalaasý ve tashihi ile meþgul olur; Risale-i Nur hizmetini herþeye tercih eder, Risale-i Nur'a ait yetiþecek acele bir iþ zamanýnda diðer meþguliyetlerini býrakýr, evvelâ o iþi tamamlardý. Said Nursî, bahar mevsiminde menzilinin önündeki muhteþem çýnar aðacýnýn dallarý arasýndaki kulübeciðe çýkar, vazifesini orada îfa eder; Risale-i Nur'un hakikatlarýný, menba' ve maden-i hakikîsi olan mele-i a'lâda tefeyyüz ve temaþa ve tefekkür ederdi. Üstadýn, gerek شَجَرَةٌ مُبَارَكَةٌ sýrrýna mazhar olan bu çýnar aðacý ve gerekse Çam Daðlarýndaki o çok ünsiyet ettiði aðaçlarýn ve daðlarýn baþýndaki tefekkür ve hissiyatýný ifade edebilmek acaba mümkün müdür? Aslâ mümkün deðildir! Cenab-ý Hak; Kemâl-i Rahmetiyle bu ferd-i ferîdi, kemalât-ý insaniyenin bütün enva'ýný câmi' bir istidadda yaratmýþ ve bu istidadlarýn da azamî þekilde inkiþafýný irade etmiþ ki; bu müstesna zâtý, Ýslâmiyet aðacýnýn son asýrlara uzanan ve binler dal budak salan Risale-i Nur þahs-ý manevîsi itibariyle bütün hakaikte "üstad-ý küll" hükmüne getirmiþ ve topyekûn Ýslâmiyet hakikatlarýnýn bir aks-i nurunu ve tecellisini Risale-i Nur þahs-ý manevîsinde dercederek, ehl-i hakikat ve kemali hayretle baktýrmýþ ve böylece Risalet-i Ahmediye ve hakikat-ý Muhammediyenin câmi' bir âyinesi olan Risale-i Nur ile Said Nursî, bir Said olarak çürümüþ, erimiþ; fakat manen bütün âlem-i Ýslâm olarak tevellüd etmiþ, beka bulmuþtur. Ve tâ kýyamete kadar Risale-i Nur bâki kalacak ve daima tekemmül edecektir. Hiç mümkün müdür ki; sinek kanadýnýn icadýndan lâkayd kalmayan ve o kanadýn zerrelerinde pek çok hikmet ve maslahatlarý takib eden Sâni'-i Zülcelal, Risale-i Nur ile onun te'lif edildiði menzillerle ve Nur Müellifinin kudsî vazifelerini gördüðü yerlerle alâkadar olmasýn ve öyle kudsî hizmetlere hâdim (hizmet eden) olan mekânlar ve dershane-i Nuriyeler ve þecere-i mübarek, rahmetin kasd-ý tahsisinden hariç kalsýn? Kat'iyen mümkün deðildir! Said Nursî Hazretleri Barla'da iken, yaz aylarýnda bazan Çam Daðý'na çýkar, bir müddet yalnýz olarak orada kalýrdý. Bulunduklarý dað hayli yüksekti. Barla dershane-i Nuriyesinin önündeki çý- sh: » (T: 158) nar aðacýnýn tepesindeki kulübeciði gibi, Çam Daðý'nýn en yüksek tepesinde olan iki büyük aðaç üzerinde dershane-i Nuriye manasýnda birer menzili vardý. Bu çam ve katran aðaçlarýnýn tepelerinde, Risale-i Nur'la meþgul oluyordu. Hem ekser zamanlar, Barla'dan bu ormanlýk havaliye gelip giderdi. Ve derdi ki: "Ben bu menzilleri, Yýldýz Sarayý'na deðiþmem!" Þimdi sözü burada keserek, Üstad'ýn Risale-i Nur'u te'lif ettiði mezkûr Çam Daðý'nda ve Barla nahiyesindeki hayatýna ve Risale-i Nur'un mahiyetine ait risale ve mektublardan birkaçýný aþaðýya dercediyoruz. * * * بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ سَلاَمُ اللَّهِ وَرَحْمَتُهُ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ وَعَلَى اِخْوَانِكُمْ لاَسِيَّمَا .. الىآخر Aziz kardeþlerim, Ben þimdi Çam Daðýnda, yüksek bir tepede, büyük bir çam aðacýnýn tepesinde, bir menzilde bulunuyorum. Ýnsten tevahhuþ ve vuhuþa ünsiyet ettim. Ýnsanlarla sohbet arzu ettiðim vakit, hayalen sizleri yanýmda bulur, bir hasbihal ederim; sizinle müteselli olurum. Bir mani olmazsa, bir-iki ay burada yalnýz kalmak arzusundayým. Barlaya dönersem, arzunuz veçhile sizden ziyade müþtak oluduðum þifahî bir musahabe çaresini arayacaðýz. Þimdi bu çam aðacýnda hatýra gelen «Ýki-üç hatýrayý» yazýyorum. Birincisi: Bir parça mahrem bir sýrdýr, fakat senden sýr saklanmaz. Þöyle ki: Ehl-i hakikatýn bir kýsmý nasýl ki Ýsm-i Vedûd'a mazhardýrlar ve âzamî bir mertebede o ismin cilveleriyle, mevcudatýn pencereleriyle Vâcib-ül-Vücuda bakýyorlar.. öyle de: Þu hiç ender hiç olan kardeþinize yalnýz hizmet-i Kur'ana istihdamý hengâmýnda ve o hazine-i bînihayenin dellâlý olduðu bir vakitte, Ýsm-i Rahîm ve Ýsm-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiþ. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. Ýnþâallah o Sözler, وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا sýrrýna mazhardýrlar. sh:» (T: 159) Ýkincisi: Tarîk-i Nakþî hakkýnda denilen «Der tarîk-i Nakþibendî lâzým âmed çarý terk; terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk.» olan fýkra-i ra'na birden hatýra geldi. O hâtýra ile beraber, birden þu fýkra tulû etti: «Der tarîk-i acz-mendi lâzým âmed çâr çiz; fakr-ý mutlak, acz-i mutlak, þükr-ü mutlak, þevk-i mutlak ey aziz!» Sonra senin yazdýðýn: «Bak kitab-ý kâinatýn safha-i rengînine.. ilâ âhir..» olan rengîn ve zengin þiir hatýrýma geldi. O þiir ile semanýn yüzündeki yýldýzlara baktým. «Keþki þair olsaydým, bunu tekmil etseydim.» dedim. Halbuki þiir ve nazma istidadým yokken yine baþladým, fakat nazm ve þiir yapamadým; nasýl hutur etti ise öyle yazdým. Benim varisim olan sen, istersen nazma çevir; tanzim et. Ýþte birden hatýra gelen þu: Dinle de yýldýzlarý, þu hutbe-i þîrînine; Nâme-i nurunu hikmet, bak ne takrir eylemiþ. Hep beraber nutka gelmiþ, hak lisaniyle derler. «Bir Kadîr-i Zülcelâlin haþmet-i sultanýna Birer bürhan-ý nur-efþanýz, biz vücud-u Sânia Hem vahdete, hem kutrete þâhidleriz biz...» Þu zeminin yüzünü yaldýzlýyan Nâzenin mu'cizatý çün melek seyranýna. Þu semanýn arza bakan, Cennete dikkat eden, Binler müdakkik gözleriz biz. (Hâþiye) Tûba-i hilkatten semavat þýkkýna, Hep kehkeþân aðsânýna. Bir Cemîl-i Zülcelâlin dest-i hikmetiyle takýlmýþ Pek güzel meyveleriz biz. Þu semavat ehline; birer mescid-i seyyar, Birer hâne-i devvar, birer ulvi âþiyane, Birer misbah-ý nevvar, birer gemi-i cebbar, Birer tayyareleriz biz... ___________________________________ Hâþiye: Yani Cennet çiçeklerinin fidanlýk ve mezraacýðý olan zeminin yüzünde hadsiz mu'cizat-ý, kudret teþhir edildiðinden, semavat âlemindeki melâikeler, o mu'cizatý o hârikalarý temaþa ettikleri gibi, ecram-ý semaviyenin gözleri hükmünde olan yýldýzlar dahi, güya melâikeler gibi, zemin yüzündeki nâzenin masnuatý gördükçe, Cennet âlemine bakýyorlar ve o muvakkat hârikalarý bâki bir surette Cennette dahi temaþa ediyorlar gibi bir zemine, bir Cennete bakýyorlar; yâni o iki âleme nezaretleri var, demektir. sh:» (T: 160) Bir Kadîr-i Zülkemalin, bir Hakîm-i Zülcelâlin; Birer mu'cize-i kudret, birer hârika-i san'at-ý hâlýkane, Birer nâdire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, Birer nur âlemiyiz biz... Böyle yüzbin dil ile, yüzbin bürhan gösteririz, Ýþittiririz insan olan insana. Kör olasý dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, Hem iþitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz... Sikkemiz bir, turramýz bir, Rabbimize müsebbihiz, zikrederiz abîdâne; Kehkeþanýn halka-i kübrâsýna mensub birer meczublarýz biz!.. اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى SAÝD NURSÎ [ ] Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin Van civarýnda, Erek daðý eteðinde, zaman zaman uðrayýp namaz kýldýðý çoravanis köyü ve camisi sh:» (T: 161) Altýncý Mektub بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ سَلاَمُ اللَّهِ وَرَحْمَتُهُ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمَا وَعَلَى اِخْوَانِكُمَا مَادَامَ الْمَلْوَانِ وَتَعَاقَبَ الْعَصْرَانِ وَمَا دَامَ الْقَمَرَانِ وَاسْتَقْبَلَ الْفَرْقَدَانِ Gayretli kardeþlerim, hamiyetli arkadaþlarým ve dünya denilen diyar-ý gurbette medar-ý tesellilerim. Madem Cenab-ý Hak, sizleri, fikrime ihsan ettiði mânâlara hissedar etmiþtir; elbette hissiyatýma da hissedar olmak hakkýnýzdýr. Sizleri ziyade müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkatimin ziyade elîm kýsmýný tayyedip, bir kýsmýný sizlere hikâye edeceðim. Þöyleki: Þu iki üç aydýr pek yalnýz kaldým. Bazen onbeþ yirmi günde bir defa misafir yanýmda bulunur. Sair vakitlerde yalnýzým. Hem yirmi güne, yakýndýr, daðcýlar yakýnýmda yok, daðýldýlar... Ýþte gece vakti, þu garibane daðlarda sessiz sedasýz, yalnýz, aðaçlarýn hazinane hemhemeleri içinde, kendimi birbiri içinde beþ muhtelif renkli gurbetlerde gördüm. Birincisi: Ýhtiyarlýk sýrriyle, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, akran ve ahbabým ve akaribimden yalnýz ve garib kaldým. Onlar beni býrakýp Âlem-i Berzaha gittiklerinden neþet eden hazin bir gurbeti hissettim. Ýþte þu gurbet içinde ayrý diðer bir daire-i gurbet açýldý. O da geçen bahar gibi alâkadar olduðum ekser mevcudat beni býrakýp gittiklerinden hasýl olan firkatli bir gurbeti hissettim. Ve þu gurbet içinde bir daire-i gurbet daha açýldý ki; vatanýmdan ve akaribimden ayrý düþüp, yalnýz kaldýðýmdan tevellüd eden firkatli bir gurbeti hissettim. Ve þu gurbet içinde, gecenin ve daðlarýn garibane vaziyeti bana rikkatli bir gurbeti daha hissettirdi. Ve þu gurbetten dahi þu fâni misafirhaneden ebedül-âdâb tarafýna harekete âmade olan ruhumu, fevkalâde bir gurbette gördüm. Birden «FESÜBHANALLAH» dedim; bu gurbetlere ve karanlýklara nasýl dayanýlýr düþündüm. Kalbim feryad ile dedi: sh:» (T: 162) Yâ Rab! Garîbem, bîkesem, zaîfem, nâtuvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem, Bî-ihtiyarem, e'laman-gûyem, afüv-cûyem, meded-hâhem zidergâhet Ýlâhî! Birden; nur-u iman, feyz-i Kur'an, lûtf-u Rahman imdadýma yetiþtiler. O beþ karanlýklý gurbetleri, beþ nurâni ünsiyet dairelerine çevirdiler. Lisaným, حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ söyledi. Kalbim, فَاِنْ تَوَلَّوْ فَقُلْ حَسْبِىَ اللَّهُ لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ Âyetini okudu. Aklým dahi ýzdýrabýndan ve dehþetinden feryad eden nefsime hitaben dedi: Býrak bîçare feryâdý, belâdan kýl tevekkül. Zîra feryad, belâ-ender, hata-ender belâdýr bil. Belâ vereni buldunsa eðer; safa-ender, vefa-ender, atâ-ender belâdýr bil. Madem öyle; býrak þekvayý þükret, çün belâbil, dema keyfinden güler hep gül mül. Ger bulmazsan; bütün dünya cefa-ender, fena-ender, heba-ender belâdýr bil. Cihan dolu belâ baþýnda varken, ne baðýrýrsýn küçücük bir belâdan. Gel tevekkül kýl. Tevekkül ile belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün; o güldükçe küçülür eder tebeddül. Hem üstadlarýmdan Mevlâna Celâleddinin nefsine dediði gibi dedim: اُو ُفْتِ اَلَسْتُ وتُو ُفْتِى بَلَى شُكْرِى بَلَى ِيسْت كَثِيدَنْ بَلاَ سِرِّ بَلاَ ِيسْتْ كِه يَعْنِى مَنَمْ حَلْقَه زَنِ دَرْ َهِ فَقْرُ و فَنَا Yâni ki: O vakit nefsim dahi: «Evet evet.. acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapýsý açýlýr, zulmetler daðýlýr. Elhamdülillâhi alâ nur- sh:» (T: 163) ril-îman vel-Ýslâm» dedi. Meþhur Hikem-i Atâiyyenin þu fýkrasý: مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَهُ * وَ مَاذَا فَقَدَ مَنْ وَجَدهُ Yâni: «Cenab-ý Hakký bulan, neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden, neyi kazanýr?» Yâni: « Onu bulan herþeyi bulur, Onu bulmayan hiçbir þey bulmaz, bulsa da baþýna belâ bulur.» Ne derece âli bir hakikat olduðunu gördüm ve طُوبَى لِلْغُرَبَاءِ Hadîsinin sýrrýný anladým, þükrettim. Ýþte kardeþlerim, karanlýklý bu gurbetler, çendan nur-u imanla nurlandýlar; fakat yine bende bir derece hükümlerini icra ettiler ve þöyle bir düþünceyi verdiler: «Madem ben garibim ve gurbetteyim ve gurbete gideceðim, acaba þu misafirhanedeki vazifem bitmiþ midir? Tâ ki sizleri ve Sözleri tevkil etsem ve bütün bütün alâkamý kessem...» fikri hatýrýma geldi. Onun için sizden sormuþtum ki: «Acaba yazýlan Sözler kâfi midir? Noksaný var mý? yani: Vazifem bitmiþ midir? Tâ ki rahat-ý kalble, kendimi nurlu, zevkli, hakikî bir gurbete atýp dünyayý unutup, Mevlânâ Celâleddinin dediði gibi: دَانِى سَمَاعِ ِه بُوَدْ نِى خُودْ شُدَنْ زِهَسْتِى اَنْدَرْ فَنَاىِ مُطْلَقْ ذَوْقِ بَقَا َشِيدَنْ deyip, ulvî bir gurbeti arayabilir miyim?» diye sizi o sualler ile tasdi' etmiþtim. اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى SAÝD NURSÎ sh:» (T: 164) Onüçüncü Mektub بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ َالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى وَالْمَلاَمُ علَى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوَى Aziz kardeþlerim, Hâl ve istirahatýmý ve vesika için adem-i müracaatýmý ve hâl-i âlem siyasetine karþý lâkaydlýðýmý pek çok soruyorsunuz. Þu sualleriniz çok tekerrür ettiðinden, hem mânen de benden sorulduðundan; þu üç suale, Yeni Said deðil, belki Eski Said lisaniyle cevap vermeðe mecbur oldum. Birinci Sualiniz: Ýstirahatýn nasýl? Hâlin nedir?.. Elcevap: Cenab-ý Erhamürrâhimîne yüzbin þükür ediyorum ki; ehl-i dünyanýn bana ettiði envâ-ý zulmü, envâ-ý rahmete çevirdi. Þöyle ki: Siyaseti terk ve dünyadan tecerrüd ederek bir daðýn maðarasýnda âhireti düþünmekte iken, ehl-i dünya zulmen beni oradan çýkarýp nefyettiler. Hâlýk-ý Rahîm ve Hakîm, o nefyi bana bir rahmete çevirdi. Emniyetsiz ve ihlâsý bozacak esbaba mâruz o daðdaki inzivayý emniyetli, ihlâslý Barla Daðlarýndaki halvete çevirdi. Rusyada esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, âhir ömrümde bir maðaraya yüklemedi. Yalnýz Barla'da iki üç adamda bir vehhamlýk vardý. O vehhamlýk sebebiyle bana eziyet verildi. Hatta o dostlarým, güya istirahatýmý düþünüyorlar. Halbuki o vehhamlýk sebebiyle hem kalbime, hem Kur'ânýn hizmetine zarar verdiler. Hem ehl-i dünya bütün menfîlere vesika verdiði ve cânileri hapisten çýkarýp affettikleri halde, bana zulüm olarak vermediler. Benim Rabb-i Rahîmim, beni Kur'anýn hizmetinde ziyade istihdam etmek ve Sözler nâmiyle envâr-ý Kur'aniyeyi bana fazla yazdýrmak için, daðdaðasýz bir surette beni þu gurbette býrakýp, bir büyük merhamete çevirdi. Hem ehl-i dünya, dünyalarýna karýþabilecek bütün nüfuzlu ve kuvvetli rüesâlarý ve þeyhleri, kasabalarda ve þehirlerde býrakýp akrabalariyle beraber herkesle görüþmeye izin verdikleri halde, beni zulmen tecrid etti, bir köye gönderdi. Hiç akraba ve hemþehrilerimi, bir iki tanesi müstesna sh:» (T: 165) olmak üzere yanýma gelmeye izin vermedi. Benim Hâlýk-ý Rahîmim, o tecridi, benim hakkýmda bir azîm rahmete çevirdi. Zihnimi sâfi býrakýp, gýll ü gýþtan âzâde olarak, Kur'an-ý Hakîmin feyzini, olduðu gibi almaða vesile etti. Hem ehl-i dünya, bidayette, iki sene zarfýnda iki âdi mektub yazdýðýmý çok gördü. Hattâ þimdi bile, on veya yirmi günde veya bir ayda bir iki misafirin sýrf âhiret için yanýma gelmesini hoþ görmediler, bana zulmettiler. Benim Rabb-ý Rahîmim ve Hâlýk-ý Hakîmin, o zulmü bana merhamete çevirdi ki, doksan sene mânevî bir ömrü kazandýracak þu þuhûr-u selâsede, beni bir halvet-i mergûbeye ve bir uzlet-i makbûleye koymaða çevirdi. Elhamdülillâhi Alâ Külli Hal. Ýþte hâl ve istirahatým böyle... Ýkinci Sualiniz: Neden vesika almak için müracaat etmiyorsun? Elcevap: Þu mes'elede ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanýn mahkûmu deðilim. Kadere müracaat ediyorum. Ne vakit izin verirse, rýzkýmý buradan ne vakit keserse, o vakit giderim. Þu mânânýn hakikatý þudur ki: Baþa gelen her iþte iki sebeb var: Biri zâhirî, diðeri hakikî. Ehl-i dünya zâhirî bir sebeb oldu, beni buraya getirdi. Kader-i Ýlâhî ise, sebeb-i hakikidir; beni bu inzivaya mahkûm etti. Sebeb-i zâhirî zulmetti, sebeb-i hakikî ise adalet etti. Zahirîsi þöyle düþündü: «Þu adam, ziyadesiyle ilme ve dine hizmet eder, belki dünyamýza karýþýr» ihtimaliyle beni nefyedip üç cihetle katmerli bir zulüm etti. Kader-i Ýlâhî ise, benim için gördü ki, hakkiyle ve ihlâsla ilme ve dine hizmet edemiyorum; beni bu nefye mahkûm etti. Onlarýn bu katmerli zulmünü muzaaf bir rahmete çevirdi. Mademki nefyimde kader hâkimdir ve o kader âdildir, ona müracaat ederim. Zahîri sebep ise, zaten bahane nev'inden birþeyleri var. Demek onlara müracaat mânâsýzdýr. Eðer onlarýn elinde bir hak veya kuvvetli bir esbab bulunsaydý, o vakit onlara karþý da müracaat olunurdu. Baþlarýný yesin, dünyalarýný tamamen býraktýðým, ve ayaklarýna dolaþsýn, siyasetlerini büsbütün terk ettiðim halde, düþündükleri bahaneler, evhamlar elbette asýlsýz olduðundan, onlara müracaatla, o evhamlara bir hakikat vermek istemiyorum. Eðer uçlarý, ecnebi elinde olan dünya siyasetine karýþmak için bir iþtiham olsaydý, deðil sekiz sene, belki sekiz saat kalmayacak, tereþþuh edecekti kendini gösterecekti. Halbuki sekiz senedir bir tek gazete okumak arzum olmadý ve okumadým. sh:» (T: 166) Dört senedir burada taht-ý nezarette bulunuyorum, hiçbir tereþþuh görünmedi. Demek Kur'an-ý Hakîmin hizmetinin, bütün siyasetlerin fevkinde bir ulviyeti var ki, çoðu yalancýlýktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor. Adem-i müracaatýmýn ikinci sebebi þudur ki: Haksýzlýðý hak zanneden adamlara karþý hak dâva etmek, bir nevi haksýzlýktýr. Bu nevi haksýzlýðý irtikâb etmek istemem. Üçüncü Sualiniz: Dünyanýn siyasetine karþý ne için bu kadar lâkaydsýn? Bu kadar safahât-ý âleme karþý tavrýný hiç bozmuyorsun? Bu safahâtý hoþ mu görüyorsun? Veyahud korkuyormusun ki, sükût ediyorsun? Elcevap: Kur'an-ý Hakîmin hizmeti, beni þiddetli bir surette siyaset âleminden menetti. Hattâ düþünmesini de bana unutturdu. Yoksa bütün sergüzeþt-i hayatým þâhiddir ki: Hak gördüðüm meslekte gitmeye karþý, korku, elimi tutup menedememiþ ve edemiyor. Hem neden korkum olacak! Dünya ile, ecelimden baþka bir alâkam yok. Çoluk çocuðumu düþüneceðim yok. Malýmý düþüneceðim yok. Hânedanýmýn þerefini düþüneceðim yok. Riyakâr bir þöhret-i kâzibeden ibaret olan þan ve þeref-i dünyeviyenin muhafazasýna deðil, kýrýlmasýna yardým edene rahmet... Kaldý ecelim; o, Hâlýk-ý Zülcelâlin elindedir. Kimin haddi var ki, vakti gelmeden ona iliþsin. Zaten «Ýzzetle mevti, zilletle hayata tercih edenlerdeniz.» Eski Said gibi birisi þöyle demiþ: وَ نَحْنُ اُنَاسٌ لاَ تَوَسُّطَ بَيْنَنَا لَنَا الصَّدْرُ دُونَ الْعَالَمِينَ اَوِ الْقَبْرُ Belki hizmet-i Kur'an, beni hayat-ý içtimâiye-i siyâsiye-i beþeriyeyi düþünmekten menediyor. Þöyleki: Hayât-ý beþeriye bir yolculuktur. Þu zamanda Kur'anýn nuriyle gördüm ki, o yol bir bataklýða girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde kafile-i beþer düþe kalka gidiyor. Bir kýsmý, selâmetli bir yolda gider. Bir kýsmý, mümkin olduðu kadar çamurdan, bataklýktan kurtulmak için bazý vasýtalarý bulmuþ. Bir kýsm-ý ekseri, o ufûnetli, pis, çamurlu bataklýk içinde karanlýkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoþluk sebebiyle o pis çamuru, misk-ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaþtýrýyor.. düþerek kalkarak gider, tâ boðulur. Yüzde sekseni ise, bataklýðý anlar, ufûnetli, pis olduðunu hisseder, fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar... sh:» (T:167) Ýþte bunlara karþý iki çare var. Birisi: Topuz ile, sarhoþ yirmisin ayýltmaktýr. Ýkincisi: Bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irâe etmektir. Ben bakýyorum ki, yirmiye karþý seksen adam elinde topuz tutuyor. Halbuki o bîçare mütehayyir olan seksene karþý hakkiyle nur gösterilmiyor.. gösterilse de; bir elinde hem sopa, hem nur olduðu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, «Acaba nurla beni celbedip topuzla dövmek mi istiyor?» diye telâþ eder. Hem de bazen ârýzalarla topuz kýrýldýðý vakit.. nur dahi uçar veya söner. Ýþte o bataklýk ise, gafletkârane ve dalâlet-pîþe olan sefihane hayat-ý içtimaiye-i beþeriyedir. O sarhoþlar, dalâletle telezzüh eden mütemerridlerdir. O mütehayyir olanlar, dalâletten nefret edenlerdir; fakat çýkarmýyorlar.. kurtulmak istiyorlar, yol bulamýyorlar.. mütehayyir insanlardýr. O topuzlar ise, siyaset cereyanlarýdýr. O nurlar ise, hakaik-ý Kur'aniyedir. Nura karþý kavga edilmez. Ona karþý adâvet edilmez. Sýrf þeytân-ý racîmden baþka ondan nefret eden olmaz. Ýþte ben de Nur-u Kur'aný elde tutmak için, اَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarýldým. Gördüm ki: Siyaset cereyanlarýnda; hem muvafýkta, hem muhalifte, o nurlarýn âþýklarý var. Bütün siyaset cereyanlarýnýn ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onlarýn garazkârane telâkkiyatlarýndan müberra ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur'an ve gösterilen envâr-ý Kuraniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kýsým çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir. Meðer dinsizliði ve zýndýkayý siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde þeytanlar ola veya beþer kýyafetinde hayvanlar ola. «Elhamdülillâh» siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur'anýn elmas gibi hakikatlarýný propaganda-i siyaset ittihamý altýnda cam parçalarýnýn kýymetine indirmedim. Belki gittikçe o elmaslar, kýyametlerini her taifenin nazarýnda parlak bir tarzda ziyadeleþtiriyor. وَقَالُوا اْلحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى هَدَينَا لِهذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدَينَا اللّهُ لَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِاْلحَقِّ اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى SAÝD NURSÎ * * * sh:» (T: 168) Yirmiikinci Lem'a بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Isparta'nýn âdil vâlisine ve adliyesine ve zabýtasýna, en mahrem ve en has ve hâlis kardeþlerime mahsus olarak yirmi iki sene evvel Isparta'nýn Barla nahiyesinde iken yazdýðým gayet mahrem bu risaleciðimi Isparta milletiyle ve hükûmetiyle alâkadarlýðýný gösterdiði için takdim ediyorum. Eðer münasip görülse, ya yeni veya eski harfle daktilo ile bir kaç nüsha yazýlsýn ki, yirmi beþ otuz senedir esarýmý arýyanlar ve tarassud edenler de anlasýnlar: Gizli hiçbir sýrrýmýz yok. Ve en gizli bir sýrrýmýz, iþte bu risaledir; bilsinler! Said Nursî Ýþârât-ý Selâse On Yedinci Lem'anýn On Yedinci Notasýnýn Üçüncü Mes'elesi iken, suallerin þiddet ve þumulüne ve cevaplarýnýn kuvvet ve parlaklýðýna binaen, Otuz Birinci Mektubun Yirmi Ýkinci Lem'asý olarak lemeâta karýþtý. Lem'alar bu lem'aya yer vermelidirler. Mahremdir, en has ve hâlis ve sâdýk kardeþlerimize mahsustur. بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ اِنَّ اللّهَ بَالِغُ اَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا Bu mes'ele «Üç Ýþaret» tir. Birinci Ýþaret: Þahsýma ve Risale-i Nura ait mühim bir sual. Çoklar tarafýndan deniliyor ki: Sen, ehl-i dünyanýn dünyasýna karýþmadýðýn halde, nedendir ki her fýrsatta onlar senin âhiretine karýþýyorlar. Halbuki hiçbir hükûmetin kanunu, târik-üd-dünya ve münzevîlere karýþmýyor? Elcevab: Yeni Saidin bu suâle karþý cevabý sükûttur. Yeni Said: «Benim cevabýmý kader-i Ýlâhi versin» der. Bununla beraber mecburiyetle, emaneten istiâre ettiði Eski Saidin kafasý diyor ki: sh:» (T: 169) Bu suale cevap verecek, Isparta Vilâyetinin hükûmetidir ve þu vilâyetin milletidir. Çünki bu hükûmet ve þu millet, benden çok ziyade bu sualin altýndaki mâna ile alâkadardýrlar. Madem binler efradý bulunan bir hükûmet ve yüzbinler efradý bulunan bir millet benim bedelime düþünmeye ve müdafaa etmeye mecburdur, ben neden lüzumsuz olarak müddeîlerle konuþup müdafaa edeyim. Çünkü dokuz senedir ben bu vilâyetteyim, gittikçe daha ziyade dünyalarýna arkamý çeviriyorum. Hiçbir halim de mestur kalmamýþ. En gizli, en mahrem risalelerim dahi hükûmetin ve bazý meb'uslarýn ellerine geçmiþ. Eðer ehl-i dünyayý telâþa ve endiþeye düþürecek dünyevî bir karýþmak hâlim ve karýþtýrmak teþebbüsüm ve fikrim olsaydý, bu vilâyet ve kazalardaki hükûmet, dokuz sene dikkat ve tecessüs ettikleri halde ve ben de çekinmiyerek yanýma gelenlere esrarýmý beyan ettiðim halde, hükûmet bana karþý sükût edip iliþmediler. Eðer milletin ve vatanýn saadetine ve istikbaline zarar verecek bir kabahatim varsa, dokuz seneden beri valisinden tut, köy karakol kumandanýna kadar kendilerini mes'ul eder. Onlar kendilerini mes'uliyetten kurtarmak için, hakkýmda habbeyi kubbe yapanlara karþý, kubbeyi habbe yapýp beni müdafaa etmeye mecburdurlar. Öyle ise bu sualin cevabýný onlara havale ediyorum. Amma þu vilâyetin milleti, umumiyetle benden ziyade beni müdafaa etmek mecburiyetleri þundandýr ki, bu dokuz senedir; hem kardeþ, hem dost, hem mübarek olan bu milletin hayat-ý ebediyesine ve kuvvet-i îmaniyesine ve saadet-i hayatiyesine bilfiil ve maddeten te'sirini gösteren yüzer risalelerle çalýþtýðýmýzý ve hiçbir daðdaða ve zarar, hiç kimseye o risaleler yüzünden gelmediði ve hiçbir garazkârane tereþþuhat-ý siyasiye ve dünyeviye görülmediði ve «Lillahil Hamd» þu Isparta Vilâyeti, eski zamanýn Þam-ý Þerifinin mübarekiyetini Âlem-i Ýslamýn medrese-i umumîsi olan Mýsýrýn Câmi-ül-Ezher'i mübarekiyeti nev'inden, kuvve-i îmaniye ve salâbet-i dîniye cihetinde bir mübarekiyet makamýný Risale-i Nur vasýtasiyle kazanarak; bu vilâyette îmanýn kuvveti, lâkaydlýða ve ibadetin iþtiyaký, sefahete hâkim olmasýný ve umum vilâyetlerin fevkinde bir meziyet-i dindarâneyi Risali Nur bu vilâyete kazandýrdýðýndan; elbette bu vilâyetteki umum insanlar, hatta faraza dinsizi de olsa, beni ve Risale-i Nuru müdafaaya mecburdur. Onlarýn çok ehemmiyetli müdafaa haklarý içinde, benim gibi vazifesini bitirmiþ ve «Lillâhil Hamd» binlerle þâkirdler benim gibi bir âcizin yerinde çalýþmýþ ve çalýþtýðý hen- sh:» (T: 170) gâmda, ehemmiyetsiz cüz'î hakkým beni müdafaaya sevketmiyor. Bu kadar binlerle dava vekilleri bulunan bir adam, kendi dâvasýný kendi müdafaa etmez. Ýkinci Ýþaret: Tenkidkârâne bir suale cevaptýr. Ehl-i dünya tarafýndan deniliyor ki: Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût ettin. Bizden þiddetli þekvâ edip, «Bana zulmediyorsunuz» diyorsun. Halbuki bizim bir prensibimiz var, bu asrýn muktezasý olarak hususî düsturlarýmýz var. Bunlarýn tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zâlim olmaz, kabul etmiyen isyan eder. Ezcümle: Bu asr-ý hürriyette ve bu yeni baþladýðýmýz cumhuriyetler devrinde, müsavat esasý üzerine tahakküm ve tagallübü kaldýrmak düsturu, bizim bir kanun-u esasimiz hükmüne geçtiði halde, sen kâh hocalýk, kâh zahidlik suretinde teveccüh-ü âmmeyi kazanarak, nazar-ý dikkati kendine celbederek; hükûmetin nüfuzu haricinde bir kuvvet, bir makam-ý içtimaî elde etmeye çalýþtýðýn, zâhir hâlin ve eski zamandaki macerâ-yý hayatýnýn delâletiyle anlaþýlýyor. Bu hal ise, þimdiki tabir ile, burjuvalarýn müstebidâne tahakkümleri içinde hoþ görünebilir fakat bizim tabaka-i avâmýn intibahiyle ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolþevizm düsturlarý, bizim daha ziyade iþimize yaradýðý için, o sosyalizm düsturlarýný kabul ettiðimiz halde, senin vaziyetin bize aðýr geliyor, prensiplerimize muhalif düþüyor. Onun için sana verdiðimiz sýkýntýdan þekvâya ve küsmeye hakkýn yoktur? Elcevap: Hayat-ý içtimâiye-i beþeriyede bir çýðýr açan, eðer kâinattaki kanun-u fýtrata muvâfýk hareket etmezse, hayýrlý iþlerde, terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi, þer ve tahrip hesabýna geçer. Madem kanun-u fýtrata tatbik-i harekete mecburiyet var. Elbette fýtrat-ý beþeriyeyi deðiþtirmek ve nev-i beþerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldýrmakla mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir. Evet ben, neseden ve hayatça avâm tabakasýndaným ve meþreben ve fikren, «müsâvât-ý hukuk» mesleðini kabul edenlerdenim ve þefkaten ve Ýslâmiyetten gelen sýrr-ý adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassýn istibdat ve tahakkümlerine karþý eskidenberi muhalefetle çalýþanlardaným. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde zulüm ve tagallüb ve tahakküm ve istibdadýn aleyhindeyim. Fakat nev-i beþerin fýtratý ve sýrr-ý hikmeti, müsavat-ý mutlaka kanununa zýddýr. Çünki Fâtýr-ý Hakîm, kemal-i kudret ve hikme- sh:» (T: 171) tini göstermek için, az bir þeyden çok mahsulât aldýrýr ve bir sahifede çok kitablarý yazdýrýr ve birþey ile çok vazifeleri yaptýrdýðý gibi, beþer nev'i ile de binler nev'in vazifelerini gördürür. Ýþte o sýrr-ý azîmdendir ki: Cenab-ý Hak, insan nev'ini binler nevileri sümbül verecek ve hayvanatýn sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fýtratta yaratmýþtýr. Sair hayvanat gibi; kuvâlarýna, lâtifelerine, duygularýna had konulmamýþ; serbest býrakýp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiðinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiði içindir ki, Arzýn halifesi ve kâinatýn neticesi ve zîhayatýn sultaný hükmüne geçmiþtir. Ýþte nev-i insanýn tenevvüünün en mühim mâyesi ve zenbereði; müsabaka ile, hakikî îmanlý fazilettir. Fazileti kaldýrmak; mahiyet-i beþeriyenin tebdîliyle, aklýn söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. Evet þu hürriyet perdesi altýnda müdhiþ bir istibdadý taþýyan þu asrýn gaddar yüzüne çarpýlmaya lâyýk iken ve halbuki o tokada müstahak olmayan gayet mühim bir zâtýn yanlýþ olarak yüzüne savrulan kâmilâne þu sözün: Ne mümkün zulmile, bîdâd ile, imha-yý hürriyet; Çalýþ, idraki kaldýr muktedirsen âdemiyetten. Sözünün yerine, bu asrýn yüzüne çarpmak için ben de derim: Ne mümkün zulmile, bîdâd ile, imha-yý fazilet; Çalýþ vicdaný kaldýr muktedirsen âdemiyyetten. Veyahud: Ne mümkün zulmile, bîdâd ile, imha-yý fazilet; Çalýþ vicdaný kaldýr muktedirsen âdemiyetten. Evet, îmanlý fazilet; medar-ý tahakküm olmadýðý gibi, sebeb-i istibdat da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek, faziletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim meþrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ý içtimaiye-i beþeriyeye karýþmamak tarzýndadýr. «Lillâhil Hamd» bu meþreb üstünde hayatýmýz gitmiþ ve gidiyor. Ben kendimde fazilet var diye fahr suretinde dava etmiyorum; fakat nîmet-i Ýlâhîyyeyi tahdis suretinde þükretmek niyetiyle diyorum ki, Cenab-ý Hak fazl ve keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur'âniyeye çalýþmak ve fetmetmek faziletini ihsan etmiþtir. Bu ihsan-ý Ýlâhîyi bütün hayatýmda «Lillâhil Hamd» tevfik-i Ýlâhî ile þu millet-i Ýslâmiyenin menfaatine, saadetine sarfederek; hiçbir vakit vasýta-i tahakküm ve tagallüb olmadýðý gibi, ekser ehl-i gafletçe matlub olan teveccüh-ü nas ve hüsn-ü kabul-ü ehl-i gafletçe matlub olan teveccüh-ü nas ve hüsn-ü kabul-ü hak dahi, mühim bir sýrra binaen benim menfûrumdur; onlar- sh:» (T: 172) dan kaçýyorum. Yirmi sene eski hayatýmý zâyi ettiði içni, onlarý kendime muzýr görüyorum. Fakat Risale-i Nuru beðenmelerine bir emare biliyorum, onlarý küstürmüyorum. Ýþte ey ehl-i dünya! Dünyanýza hiç karýþmadýðým ve prensiplerinizle hiçbir cihet-i temasým bulunmadýðý ve dokuz sene esaretteki bu hayatýmýn þehadetiyle yeniden dünyaya karýþmaya hiçbir niyet ve arzum yokken, bana eski bir mütegallib ve daima fýrsatý bekliyen ve fikr-i istibdat ve tahakkümü taþýyan bir adam gibi yapýlan bunca tarassut ve tazyikiniz, hangi kanun iledir? Dünyada hiçbir hükûmet, böyle fevkal-kanun ve hiçbir ferdin tasvîbine mazhar olmýyan bir muameleye müsaade etmediði halde; bana karþý yapýlan bu kadar bed muamelere, yalnýz deðil benim küsmem, belki eðer bilse nev-i beþer küser, belki Kâinat küsüyor!.. Üçüncü Ýþâret: Maðlatalý dîvânecesine bir sual. Bir kýsým ehl-i hüküm diyorlar ki: Madem sen bu memlekette duruyorsun, þu memleketin cumhurî kanunlarýna inkýyad etmek lâzým gelirken sen neden inziva perdesi altýnda kendini o kanunlardan kurtarýyorsun. Ezcümle: Þimdiki hükûmetin kanununda, vazife haricinde bir meziyeti, bir fazileti kendine takýp, onunla bir kýsým millete tahakküm edip nüfuzunu icra etmek, müsavat esasýna istinad eden cumhuriyetin bir düsturuna münâfidir. Sen neden vazifesiz olduðun halde elini öptürüyorsun? Halk beni dinlesin diye hodfuruþane bir vaziyet takýnýyorsun? Elcevap: Kanunu tatbik edenler evvelâ kendilerine tatbik ettikten sonra baþkasýna tatbik edebilirler. Siz kendinize tatbik etmediðiniz bir düsturu baþkasýna tatbik etmekle, herkesten evvel siz düsturunuzu, kanununuzu kýrýyorsunuz ve karþý geliyorsunuz; çünki bu müsavat-ý mutlaka kanununun bana tatbikini istiyorsunuz. Ben de derim: Ne vakit bir nefer, bir müþîrin makam-ý içtimaîsine çýkarsa ve milletin o müþîre karþý gösterdikleri hürmet ve teveccühe iþtirak ederse ve onun gibi, o teveccüh ve hürmete mazhar olursa veyahut o müþîr, o nefer gibi âdîleþirse ve o neferin sönük vaziyetini alýrsa ve o müþîrin vazife haricinde hiçbir ehemmiyeti kalmazsa; hem eðer, en zeki ve bir ordunun muzafferiyetine sebebiyet veren bir erkân-ý harb reisi, en aptal bir neferle teveccüh-ü ammede ve hürmet-i muhabbette müsavata girerse o vakit sizin bu müsavat kanununuz hükmünce bana þöyle diyebilirsiniz: «Kendine hoca deme! Hürmeti kabul etme! Faziletini inkâr et! Hizmetçine hiz- sh:» (T: 173) met et! Dilencilere arkadaþ ol!» Eðer deseniz: Bu hürmet ve makam ve teveccüh, vazife baþýnda olduðu vakte mahsustur ve vazifedarlara hasdýr. Sen vazifesiz bir adamsýn, vazifedarlar gibi milletin hürmetini kabul edemezsin. Elcevap: Eðer insan yalnýz bir cesedden ibaret olsa.. ve insan dünyada lâyemûtâne daimî kalsa.. ve kabir kapýsý kapansa.. ve ölüm öldürülse.. o vakit vazife yalnýz askerlik ve idare me'murlarýna mahsus kalýrsa.. sözünüzde dahi bir mânâ olurdu. Fakat madem insan yalnýz cesedden ibaret deðil.. cesedi beslemek için; kalb, dil, akýl dimað koparýlýp o cesede yedirilmez; onlar imha edilmez onlar da idare ister. Ve madem kabir kapýsý kapanmýyor ve madem kabrin öbür tarafýndaki endiþe-i istikbal her ferdin en mühim mes'elesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnýz milletin hayat-ý dünyeviyesine ait içtimâî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasýr deðildir. Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduðu gibi, ebed tarafýna yolculara da hem vesika, hem o zulümatlý yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli deðildir. Böyle bir vazifenin inkârý, ölümün inkâriyle ve her gün اَلْمَوْتُ حَقٌّ dâvâsýný, cenazelerinin mühürüyle imza edip tasdik eden otuzbin þahidin þehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur. Madem mânevî hâcât-ý zaruriyeye istinad eden mânevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakasý ve berzah zulümatýnda kalbin ceb feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarý olan îmandýr ve îmanýn ders ve takviyesidir. Elbette o vazifeyi gören ehl-i mârifet, herhalde küfrân-ý nîmet suretinde kendine edilen nîmet-i Ýlâhiyyeyi ve fazilet-i îmâniyyeyi hiçe sayýp, sefihler ve fâsýklarýn makamýna sukut etmiyecektir. Kendini, aþaðýlarýn bid'alariyle, sefahetleriyle bulaþtýrmayacaktýr!.. Ýþte beðenmediðiniz ve müsavatsýzlýk zannetiðiniz inziva bunun içindir. Ýþte bu hakikatla beraber, beni iþkence ile tâciz eden sizin gibi enaniyette ve bu kanun-u müsavatý kýrmakta fir'avunluk derecesinde ileri giden mütekebbirlere karþý demiyorum. Çünki mütekebbirlere karþý tevazu, tezellül zannedildiðinden, tevazu etmemek gerektir. Belki ehl-i insaf ve mütevâzi ve âdil kýsmýna derim ki: Ben «Felillâhil Hamd» kendi kusurumu, aczimi biliyorum. sh:» (T: 174) Deðil müslümanlar üstünde mütekebbirane bir makam-ý ihtiram istemek, belki her vakit nihayetsiz kusurlarýmý hiçliðimi görüp, istiðfar ile teselli bulup, halklardan ihtiram deðil, dua istiyorum. Hem zannederim benim bu mesleðimi, benim bütün arkadaþlarým biliyorlar. Yalnýz bu kadar var ki: Kur'an-ý Hakîmin hizmeti esnasýnda ve hakaik-ý îmaniyenin dersi vaktinde, o hakaik hesabýna ve Kur'an þerefine, o makamýn iktiza ettiði izzet ve vakar-ý ilmiyeyi ders vaktinde muhafaza edip, baþýmý ehl-i dalâlete eðmemek için, o izzetli vaziyeti muvakkaten takýnýyorum. Zannederim, ehl-i dünyanýn kanunlarýnýn haddi yoktur ki bu noktalara karþý çýkabilsin! Cây-ý Hayret Bir Tarz-ý Muamele: Malûmdur ki, heryerde ehl-i maârif, mârifet ve ilim noktasýnda muhakeme eder. Nerede ve kimde mârifet ve ilmi görse, meslek itibariyle ona karþý bir dostluk ve bir hürmet besler. Hattâ düþman bir hükûmetin bir profesörü bu memlekete gelse, ehl-i maârif, onun ilim ve mârifetine hürmeten onu ziyaret ederler ve ona hürmet ederler. Halbuki Ýngilizin en yüksek meclis-i ilmiyesinin, Meþihat-ý Ýslâmiyeden sorduðu altý sualin cevabýný altýyüz kelime ile Meþihat-ý Ýslâmiyeden istedikleri zaman, bura maârifinin hürmetsizliðine uðrayan bir ehl-i mârifet, o altý suale altý kelime ile mazhar-ý takdir olmuþ bir cevab veren.. ve ecnebilerin en mühim ve hükemalarýn en esaslý düsturlarýna hakiki ilim ve mârifetle muaraza edip galebe çalan.. ve Kur'an'dan aldýðý kuvvet-i mârifet ve ilme istidaneden Avrupa feylesoflarýna meydan okuyan.. ve hürriyetten altý ay evvel Ýstanbulda, hem ulemâyý ve hem de mekteblileri münazaraya davet edip, kendisi bir sual sormadan suallerine noksansýz olarak doðru cevap veren.. (Hâþiye) ve bütün hayatýný bu milletin saadetine hasreden.. ve yüzer risale, o milletin Türkçe olan lisaniyle neþredip o milleti tenvir eden.. hem vatandaþ, hem dindaþ, hem dost, hem kardeþ bir ehl-i mârifete karþý en ziyade sýkýntý veren ve hakkýnda adâvet besliyen ve belki hürmetsizlik eden; bir kýsým maârif dairesine mensub olanlarla, az bir kýsým resmî hocalardýr. Ýþte gel bu hale ne diyeceksin? Medeniyet midir? Maârifperverlik midir? Vatanperverlik midir? Milliyetperverlik midir? Cumhuriyetperverlik midir? Hâþâ! Hâþâ! Hiçbir þey deðil. Belki bir kader-i Ýlâhîdir ki, o kader-i Ýlâhî, o ehl-i mârifet adamýn dostluk ümid ettiði yerden adavet gösterdi ki, hürmet yüzünden ilmi riyaya girmesin ve ihlâsý kazansýn... _____________________________ (Hâþiye): Yeni Said diyor ki: Þu makamda Eski Saidin iftiharkârane söylediði þu sözlere ben iþtirak etmiyorum. Bu risalede sözü ona verdiðim için susturamýyorum. Enaniyetlilere karþý bir parça enaniyetini göstersin, diye sükût ediyorum. sh:» (T: 175) Hâtime Kendimce cây-ý hayret ve medar-ý þükran bir taarruz: Bu fevkalâde enaniyetli ehl-i dünyanýn enaniyet iþinde o kadar hassasiyet var ki, eðer þuuren olsa idi, keramet derecesinde veyahut büyük bir deha derecesinde bir muamele olurdu. O muamele de þudur: Kendi nefsim ve aklým bende hissetmedikleri bir parça riyakârane enaniyet vaziyetini, onlar enaniyetlerinin hassasiyet mizaniyle hissediyorlar gibi, þiddetli bir surette ben hissetmediðim enaniyetimin karþýsýna çýkýyorlar. Bu sekiz dokuz senede, sekiz dokuz defa tecrübem var ki; onlarýn zâlimâne bana karþý muamelelerinin vukuundan sonra, kader-i Ýlâhîyi düþünüp «Ne için bunlarý bana musallat etti» diye nefsimin desiselerini arýyordum. Her defada, ya nefsim þuursuz olarak enaniyete fýtrî meyletmiþ veyahud bilerek beni aldatmýþ anlýyorum. O vakit, kader-i Ýlâhî, o zâlimlerin zulmü içerisinde hakkýmda adalet etmiþ, derdim. Ezcümle: Bu Yazýn, arkadaþlarým güzel bir ata beni bindirdiler. Bir seyrangâha gittim. Þuursuz olarak nefsimde hodfuruþâne bir keyf arzusu uyanmakla ehl-i dünya öyle þiddetli o arzumun karþýsýna çýktýlar ki, yalnýz o gizli arzuyu deðil, belki çok iþtihalarýmý kestiler. Hatta ezcümle; bu defa Ramazandan sonra, eski zamanda gayet büyük, kudsî bir imâmýn bize karþý gaybî kerametiyle iltifatýndan sonra, kardeþlerimin takvâ ve ihlâslarý ve ziyaretçilerin hürmet ve hüsn-ü zanlarý içinde -ben bilmiyerek- nefsim müftehirâne, güya müteþekkirâne perdesi altýnda riyâkarane bir enaniyet vaziyetini almak istedi. Birden bu ehl-i dünyanýn hadsiz hassasiyetle ve hatta riyakârlýðýn zerrelerini de hissedebilir bir tarzda, birden bana iliþtiler. Ben Cenab-ý Hakka þükrediyorum ki, bunlarýn zulmü, bana bir vasýta-i ihlâs oldu... رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ اَللّهُمَّ يَا حَافِظُ يَاحَفِيظُ يَا خَيْرَ ا لْحَافِظِينَ اِحْفَظْنِى وَ احْفَظْ رُفَقَائِ مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَ الشَّيْطَانِ وَ مِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَ اْلاِنْسَانِ وَ مِنْ شَرِّ اَهْلِ الضَّلاَلَةِ وَ اَهْلِ الطُّغْيَانِ آمِينَ آمِينَ آمِينَ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ sh:» (T: 176) Yirmialtýncý Lem'anýn Altýncý Ricasý Bir zaman elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuþ edip, Barla yaylâsýnda Çam Daðýnýn tepesinde yalnýz kaldým. Yalnýzlýkta bir nur arýyordum. Bir gece, o yüksek tepenin baþýndaki yüksek bir çam aðacýnýn üstündeki üstü açýk odacýkta idim. Üç dört gurbeti -birbiri içinde- ihtiyarlýk bana ihtar etti. Altýncý Mektupta izah edildiði gibi, o gece; ýssýz, sessiz, yalnýz aðaçlarýn hýþýrtýlarýndan ve hemhemelerinden gelen hazin bir seda, bir ses; rikkatime, ihtiyarlýðýma, gurbetime ziyade dokundu. Ýhtiyarlýk bana ihtar etti ki: Gündüz nasýl þu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi, öyle de: Senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünya gündüzü de berzah gecesine ve hayatýnýn yazý dahi ölümün kýþ gecesine inkýlâb edeceðini kalbimin kulaðýna söyledi. Nefsim bilmecburiye dedi: «Evet, ben vatanýmdan garip olduðum gibi, bu elli sene zarfýndaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden ayrý düþtüðümden ve arkalarýnda onlara aðlayarak kaldýðýmdan bu vatan gurbetinden daha ziyade hazin ve elîm bir gurbettir. Ve bu gece ve daðýn garîbane vaziyetindeki hazin gurbetten daha ziyade hazin ve elîm bir gurbete yakýnlaþýyorum ki, bütün dünyadan birden müfarakat zamaný yakýnlaþtýðýný ihtiyarlýk bana haber veriyor.» Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, bir nur aradým. Birden Ýman-ý Billâh imdada yetiþti, öyle bir ünsiyet verdi ki; bulunduðum muzaaf vahþet bin defa tezâuf etse idi, yine o teselli kâfi gelirdi. Evet, ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlikýmýz var, bizim için gurbet olamaz, madem o var, bizim için herþey var; madem o var, melâikeleri de var. Öyle ise bu dünya boþ deðil, hâli daðlar, boþ sahralar Cenab-ý Hakkýn ibâdiyle doludur. Zîþuur ibadýndan baþka, onun nuruyla, onun hesabiyle taþý da aðacý da birer mûnis arkadaþ, hükmüne geçer; lisan-ý hal ile bizim ile konuþabilirler ve eðlendirirler. Evet bu kâinatýn mevcudatý adedince ve bu büyük kitab-ý âlemin harfleri sayýsýnca vücuduna þehadet eden ve zîruhlarýn medar-ý þefkat ve rahmet ve inayet olabilen cihazatý ve mat'ûmatý ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, þahitler; bize Rahîm, Kerîm, Enîs, Vedûd olan Hâlikýmýzýn, Sâniimizin, Hâmimizin dergâhýný gösteriyorlar. O dergâhta en makbul bir þefaatçi, acz ve zaaftýr. Ve acz ve zaafýn sh:» (T: 177) tam zamaný da, ihtiyarlýktýr. Böyle bir dergâha makbul bir þefaatçi olan ihtiyarlýktan küsmek deðil, sevmek lâzýmdýr. BEDÝÜZZAMAN SAÝD NURSÎ'NÝN BÝRKAÇ MEKTUBU VE NUR RÝSALELERÝNÝN TE'LÝFÝ ZAMANLARINDA RÝSALE-Ý NUR'U EL YAZILARÝYLE NEÞREDENLERDEN BAZILARININ FIKRALARDIR. YÝRMÝ SEKÝZÝNCÝ MEKTUBUN ÜÇÜNCÜ MES'ELESÝNÝN TETÝMMESÝ OLABÝLÝR KÜÇÜK VE HUSUSÎ BÝR MEKTUPTUR Ahiret kardeþlerim ve çalýþkan talebelerim Hüsrev Efendi ve Re'fet Bey, Sözler namýndaki envâr-ý Kur'âniyyede üç keramet-i Kur'âniyeyi hissediyorduk. Sizler dahi, gayret ve þevkinizle bir dördüncüsünü ilâve ettirdiniz. Bildiðimiz üç ise: Birincisi: Te'lifinde fevkalâde sühûlet ve sürattir. Hattâ beþ parça olan On Dokuzuncu Mektub iki üç günde ve her günde üç dört saat zarfýnda -mecmuu on iki saat eder- kitabsýz, daðda, baðda te'lif edildi. Otuzuncu Söz; hastalýklý bir zamanda, beþ altý saatte te'lif edildi. Yirmi Sekizinci Söz olan Cennet bahsi bir veya iki saatte, Süleyman'ýn Dere Bahçesinde te'lif edildi. Ben ve Tevfik ile Süleyman, bu sürate hayrette kaldýk. Ve hâkeza.. Te'lifinde bu keramet-i Kurâniyye olduðu gibi. Ýkincisi: Yazmasýnda dahi fevkalâde bir sühulet, bir iþtiyak ve usanmamak var. Þu zamanda ruhlara, akýllara usanç veren çok esbab içinde, bu «Söz» lerden biri çýkar; birden çok yerlerde kemal-i iþtiyakla yazýlmaya baþlanýyor. Mühim meþgaleler içinde, onlar her þeye tercih ediliyor. Ve hâkeza... Üçüncü Keramet-i Kur'âniyye: Bunlarýn okunmasý dahi usanç vermiyor. Hususan ihtiyaç hissedilse, okundukça zevk alýnýyor, usanýlmýyor. Ýþte siz dahi, dördüncü bir Keramet-i Kurâniyye'yi isbat ettiniz. Hüsrev gibi, kendine tenbel diyen ve beþ senedir. Sözleri iþittiði halde yazmaya cidden tenbellik edip baþlamýyan bir kardeþimiz, bir ayda on dört kitabý güzel ve dikkatli yazmasý, þüphesiz dördüncü bir keramet-i esrâr-ý Kurâniyyedir. Hususan Otuz Üçüncü Mektub olan Otuz Üç Pencerelerin kýymeti tamamen takdir edilmiþ ki, gayet dikkatle ve güzel yazýlmýþ. Evet o risale, Marifetullah ve Ýman-ý Billâh için en kuvvetli ve en parlak bir risaledir. Yalnýz baþtaki pencereler gayet icmal ve ihtisar ile gidilmiþtir; fakat gittikçe inkiþaf eder; daha ziyade parlar. Zaten sh:» (T: 178) sair te'lifata muhalif olarak ekser «Söz» lerin baþlarý mücmel baþlar, gittikçe geniþler, tenevvür eder. Yirmisekizinci Mektubun Yedinci Meselesi بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ قُلْ بِفَضْلِ اللّهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ Þu mesele «Yedi Ýþaret» tir. Evvelâ, tahdis-i nimet suretinde birkaç sýrr-ý inayeti izhar eden «Yedi Sebeb» i beyan ederiz. Birinci Sebeb: Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vâkýa-i sâdýkada görüyorum ki: Ararat Daðý denilen meþhur Aðrý Daðýnýn altýndayým. Birden o dað, müthiþ infilâk etti; daðlar gibi parçalarý, dünyanýn her tarafýna daðýttý. O dehþet içinde baktým ki, merhum validem yanýmdadýr. Dedim: «Ana, korkma! Cenab-ý Hakkýn emridir; O rahîmdir ve hakîmdir» Birden o hâlette iken, baktým ki mühim bir zat, bana âmirane diyor ki: «Ý'caz-ý Kur'aný beyan et.» Uyandým, anladým ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkýlâbtan sonra, Kur'ân etrafýndaki surlar kýrýlacak. Doðrudan doðruya Kur'ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'âna hücum edilecek; i'cazý Onun çelik bir zýrhý olacak. Ve þu i'cazýn bir nev'inin þu zamanda izharýna -haddimin fevkinde olarak- benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduðumu anladým. Madem Ý'caz-ý Kur'an'ý bir derecede beyan, Sözlerle oldu. Elbette o i'cazýn hesabýna geçen ve O'nun reþahatý ve berekâtý nev'inden olan hizmetimizdeki inâyâtý izhar etmek, i'caza yardýmdýr ve izhar etmek gerektir. Ýkinci Sebeb: Madem Kur'ân-ý Hakîm mürþidimizdir, üstadýmýzdýr, imamýmýzdýr, herbir âdâbda rehberimizdir; O kendi kendini methediyor. Biz de O'nun dersine ittibaen, O'nun tefsirini methedeceðiz. Hem madem yazýlan Sözler onun bir nevi tefsiridir, ve o risaleler ki Hakaik-ý Kur'âniyyenin malýdýr ve hakikatlarýdýr; ve sh:» (T: 179) madem Kur'ân-ý Hakîm ekser sûrelerde, hususan الر larda حم lerde kendi kendini kemal-i haþmetle gösteriyor; kemâlâtýný söylüyor; lâyýk olduðu mehdi kendi kendine ediyor. Elbette sözlerde in'ikâs etmiþ Kurân-ý Hakîmin lemeat-ý i'caziyyesinden ve o hizmetin makbuliyetine alâmet olan inâyât-ý Rabbaniye'nin izharýna mükellefiz. Çünkü, o üstadýmýz öyle eder ve öyle ders verir. Üçüncü Sebeb: Sözler hakkýnda tevazu suretinde demiyorum, belki bir hakikatý beyan etmek için derim ki: « Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim deðil Kur'ânýndýr ve Kur'ândan tereþþuh etmiþtir.» Hattâ Onuncu Söz, yüzer Âyât-ý Kur'âniyyeden süzülmüþ bazý katarattýr. Sair risaleler dahi umumen öyledir. Madem ben öyle biliyorum ve madem ben fâniyim, gideceðim: elbette bâki olacak bir þey ve bir eser, benimle baðlanmamak gerektir ve baðlanmamalý. Ve madem ehl-i dalâlet ve tuðyan, iþlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir; elbette Semâ-yý Kur'ânýnýn yýldýzlariyle baðlanan risaleler, benim gibi çok itirazata ve tenkidata medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile baðlanmamalý. Hem madem örf-i nâsda, bir eserdeki mezâya, o eserin masdarý ve menbaý zannettikleri müellifin etvarýnda aranýlýyor ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi ve o cevahir-i galileyi kendim gibi bir müflise ve onlarýn binde birini kendinde gösteremeyen þahsiyetime maletmek, hakikata karþý büyük bir haksýzlýk olduðu için risaleler kendi malým deðil, Kur'ânýn malý olarak Kur'ânýn reþehat-ý meziyyatýna mazhar olduklarýný izhar etmeye mecburum. Evet, lezzetli üzüm salkýmlarýnýn hâsiyetleri, kuru çubuðunda aranýlmaz! Ýþte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim. Dördüncü Sebeb: Bazan tevazu, küfran-ý nimeti istilzam ediyor; belki küfran-ý nimet olur. Bazan da tahdis-i nimet, iftihar olur. Ýkisi de zarardýr. Bunun çare-i yegânesi ki: -ne küfran-ý nimet çýksýn, ne de iftihar olsun- meziyyet ve kemâlâtlarý ikrar edip fakat temellük etmeyerek, Mün'im-i Hakikînin eser-i in'amý olarak göstermektedir. Meselâ: Nasýl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleþsen, halk sana dese: «Maþaallah, çok güzelsin, çok güzelleþtin.» Eðer sen sh:» (T: 180) tevazukârane desen: «Hâþâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik!» O vakit küfran-ý nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir sanatkâra karþý hürmetsizlik olur. Eðer müftehirane desen: «Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz...» O vakit, maðruraren bir fahirdir. Ýþte; fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: «Evet ben güzelleþtim, fakat güzellik libasýndýr ve dolayýsiyle libasý bana giydirenindir, benim deðildir.» Ýþte bunun gibi, ben de sesim yetiþse, bütün küre-i arza baðýrarak derim ki: «Sözler güzeldirler, hakikattýrlar, fakat benim deðildirler, Kur'ân-ý Kerîmin hakaikinden telemmu' etmiþ þualardýr...» وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى * وَ لكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ düsturuyla derim ki: وَ مَا مَدَحْتُ الْقُرْآنَ بِكَلِمَاتِى * وَ لكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتِى بِالْقُرْآنِ yâni: «Kur'ânýn hakaik-i i'cazýný ben güzelleþtiremedim, güzel gösteremedim, belki Kur'ânýn güzel hakikatlarý, benim tâbiratlarýmý da güzelleþtirdi, ulvîleþtirdi.» Madem böyledir; hakaik-ý Kur'ânýn güzelliði namýna, «Sözler» namýndaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlýða terettüp eden Ýnâyât-ý Ýlâhiyyeyi izhar etmek, makbul bir tahdîs-i nimettir. Beþinci Sebeb: Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten iþittim ki; o zat, eski velîlerin gaybî iþeretlerinden istihraç etmiþ ve kanaatý gelmiþ ki: «Þark tarafýndan bir nur zuhur edecek, bid'alar zulümatýný daðýtacak.» Ben, böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazýr etmek lâzým gelir. Ve anladýk ki, bu hizmetimizle o nuranî zatlara zemin ihzar ediyoruz. Madem kendimize ait deðil, elbette Sözler namýndaki nurlara ait olan inâyât-ý Ýlâhiyyeyi beyan etmekte medar-ý fahr ve gurur olamaz; belki medar-ý hamd ve þükür ve tahdîs-i nimet olur. Altýncý Sebeb: Sözlerin te'lifi vasýtasiyle Kur'âna hizmetimize bir mükâfat-ý âcile ve bir vasýta-i teþvik olan inâyât-ý Rabbaniyye, bir muvaffakiyettir. Muvaffakiyet ise, izhar edilir. Muvaffakiyetten geçse, olsa olsa bir ikram-ý Ýlâhî olur. Ýkram-ý Ýlâhî ise; izharý, bir þükr-ü mânevîdir. Ondan dahi geçse; olsa olsa, hiç ihtiyarýmýz karýþmadan bir Keramet-i Kur'âniyye olur. Biz mazhar olmuþuz. Bu nevi ihtiyarsýz ve habersiz gelen bir kerametin izharý, sh:» (T: 181) zararsýzdýr. Eðer âdi kerâmâtýn fevkine çýksa, o vakit olsa olsa Kur'ânýn i'caz-ý mânevîsinin þûleleri olur. Madem i'caz hesabýna geçer, hiç medar-ý fahr ve gurur olamaz, belki medar-ý hamd ve þükrandýr. Yedinci Sebeb: Nev-i insanýn yüzde sekseni ehl-i tahkik deðildir ki, hakikata nüfuz etsin ve hakikatý hakikat tanýyýp kabul etsin. Belki sûrete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan iþittikleri mesâili, taklîden kabul ederler. Hattâ kuvvetli bir hakikatý, zaif bir adamýn elinde zaif görür; ve kýymetsiz bir mes'eleyi kýymetdar bir adamýn elinde görse, kýymetdar telâkki eder. Ýþte ona binaen, benim gibi zaif ve kýymetsiz bir biçarenin elindeki hakaik-ý îmaniyye ve Kur'aniyyenin kýymetini, ekser nâsýn nokta-i nazarýnda düþürmemek için bilmecburuye ilan ediyorum ki: ihtiyarýmýz ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam ediyor; biz bilmiyerek, bizi mühim iþlerde çalýþtýrýyor. Delilimiz de þudur ki: Þuurumuz ve ihtiyarýmýzdan hariç bir kýsým inâyâta ve teshilâta mazhar oluyoruz. Öyle ise, o inayetleri baðýrarak ilân etmeye mecburuz. Ýþte geçmiþ «Yedi Esbab» a binaen, küllî birkaç inâyet-i Rabbaniyye'ye iþaret edeceðiz. Birinci Ýþaret: Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Mes'elesinin Birinci nüktesinde beyan edilmiþtir ki, «tevâfukat» týr. Ezcümle: Mu'cizat-ý Ahmediyye Mektubatýnda, Üçüncü iþaretinden tâ On Sekizinci Ýþaretine kadar altmýþ sahife, habersiz, bilmeyerek, bir müstensihin nüshasýnda, iki sahife müstesna olmak üzere mütebaki bütün sahifelerde -kemâl-i müvazenetle- iki yüzden ziyade «Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm» kelimeleri birbirine bakýyorlar. Kim insaf ile iki sahifeye dikkat etse, tesadüf olmadýðýný tasdik edecek. Halbuki tesadüf, olsa olsa bir sahifede kesretli emsâl kelimeleri bulunsa, yarý yarýya tevafuk olur; ancak bir iki sahifede tamamen tevafuk edebilir. O halde böyle umum sahifelerde Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesi; iki olsun, üç olsun, dört olsun veya daha ziyade olsun, kemal-i mizan ile birbirinin yüzüne baksa; elbette tesadüf olmasý mümkün deðildir. Hem sekiz ayrý ayrý müstensihin bozamadýðý bir tevafukun, kuvvetli bir iþaret-i gaybiyye içinde olduðunu gösterir. Nasýl ki ehl-i belâgatýn kitablarýnda, belâgatýn derecatý bulunduðu halde, Kur'ân-ý Hakîmdeki belâgat, derece-i i'caza çýkmýþ. Kimsenin haddi deðil ki ona yetiþsin. Öyle de: Mu'cizat-ý Ah- sh:» (T:182) mediyyenin bir âyinesi olan On Dokuzuncu Mektub ve Mu'cizat-ý Kurâniyyenin bir tercümaný olan Yirmi Beþinci Söz ve Kur'ânýn bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarýnda tevafukat, umum kitablarýn fevkinde bir derece-i garabet gösteriyor. Ve ondan anlaþýlýyor ki: Mu'cizat-ý Kur'âniyye ve Mu'cizat-ý Ahmediyyenin bir nevi kerametidir ki, o âyinelerde tecelli ve temessül ediyor. Ýkinci Ýþaret: Hizmet-i Kur'âniyyeye ait inâyât-ý Rabbaniyye'nin ikincisi þudur ki: Cenab-ý Hak, benim gibi kalemsiz, yarým ümmî, diyar-ý gurbette, kimsesiz, ihtilâttan menedilmiþ bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kýlýnç olan kardeþleri bana muavin ihsan etti. Zaif ve âciz omuzuma çok aðýr gelen vazife-i Kur'aniyyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi; kemal-i kereminden yükümü hafifleþtirdi. O mübarek cemaat ise; Hulûsi'in tâbiriyle, telsiz telgrafýn âhizeleri hükmünde ve Sabri'nin tâbiriyle, nur fabrikasýnýn elektriklerini yetiþtiren makineler hükmünde ayrý ayrý meziyetleri ve kýymettar muhtelif hasiyetleriyle beraber; yine Sabri'nin tâbiriyle bir tevafukat-ý gaybiyye nev'inden olarak, þevk ve sa'y ü gayret ve ciddiyette, birbirine benzer bir surette, esrar-ý Kur'âniyyeyi envar-ý îmaniyyeyi etrafa neþretmeleri ve her yere eriþtirmeleri; ve þu zaman da (yâni hurufat deðiþmiþ, matbaa yok, herkes envar-ý îmaniyyeye muhtaç olduðu bir zamanda) ve fütur verecek ve þevki kýracak çok esbab varken bunlarýn fütursuz, kemal-i þevk ve gayretle bu hizmetleri, doðrudan doðruya bir keramet-i Kurâniyye ve zâhir bir inâyet-i Ýlâhiyyedir. Evet, velâyetin kerameti olduðu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardýr; samimiyetin dahi kerameti vardýr... Bâhusus, Lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeþlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ þöyle bir cemaatin þahs-ý mânevîsi, bir velîyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur. Ýþte ey kardeþlerim ve ey hizmet-i Kur'ânda arkadaþlarým! Bir kal'ayý fetheden bir bölüðün çavuþuna bütün þerefi ve bütün ganimeti vermek nasýl zulümdür, bir hatâdýr; öyle de: Þahs-ý mânevînizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hâsýl olan fütuhattaki inâyâtý benim gibi bir biçareye veremezsiniz!... Elbette böyle mübarek bir cemaatte, tevafûkat-ý gaybiyyeden daha ziyade kuvvetli bir iþaret-i gaybiyye var ve ben görüyorum; fakat herkese ve umu- sh:» (T: 183) ma gösteremiyorum. Üçüncü Ýþaret: Risale-i Nur eczalarý, bütün mühim hakaik-i îmaniyye ve Kur'âniyyeyi hattâ en muannide karþý dahi parlak bir surette isbatý, çok kuvvetli bir iþaret-i gaybiyye ve bir Ýnayet-i Ýlâhiyyedir. Çünkü: Hakaik-i îmaniyye ve Kur'âniyye içinde öyleleri var ki, en büyük bir dâhi telâkki edilen Ýbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiþ, «Akýl buna yol bulamaz...» demiþ. Onuncu Söz Risalesi, o zatýn dehasiyle yetiþemediði hakaiki avamlara da, çocuklara da bildiriyor. Hem meselâ: Sýrr-ý kader ve cüz-ü ihtiyarînin halli için, koca Sa'd-ý Teftezanî gibi bir allâme, kýrk elli sahifede -meþhur Mukaddemat-ý Ýsna Aþer namiyle «Telvih» nam kitabýnda- ancak hallettiði ve ancak havassa bildirdiði ayný mesail, Kadere dair olan Yirmi Altýncý Sözde, Ýkinci Mebhasýn iki sahifesinde tamamiyle, hem herkese bildirecek bir tarzda beyaný, eser-i inâyet olmazsa nedir? Hem bütün ukulü hayrette býrakan ve hiçbir felsefenin eliyle keþfedilemeyen ve sýrr-ý hilkat-i âlem ve týlsým-ý kâinat denilen ve Kur'ân-ý Azîmüþþanýn i'cazýyla keþfedilen o týlsým-ý müþkil-küþa ve o muamma-yý hayret-nüma, Yirmi Dördüncü Mektub ve Yirmi Dokuzuncu Sözün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Sözün tahavvülât-ý zerratýn altý adet hikmetinde keþfedilmiþtir. Kâinattaki faaliyet-i hayret-nümasýnýn týlsýmýný ve hilkat-i kâinatýn ve âkýbetinin muammasýný ve tahavvülât-ý zerrattaki harekâtýn sýrr-ý hikmetini keþf ve beyan etmiþlerdir; meydandadýr, bakýlabilir. Hem sýrr-ý Ehadiyet ile, þeriksiz vahdet-i Rububiyeti, hem nihayetsiz kurbiyet-i Ýlâhiyye ile, nihayetsiz bu'diyetimiz olan hayret-engiz hakikatlarý kemal-i vuzuh ile On Altýncý Söz ve Otuz Ýkinci Söz beyan ettikleri gibi kudret-i Ýlâhiyyeye nisbeten zerrat ve seyyarât müsavi olduðunu ve Haþr-i Âzam'da umum zîruhun ihyasý, bir nefsin ihyasý kadar o kudrete kolay olduðunu; ve þirkin, hilkat-i kâinatta müdahelesi imtina' derecesinde akýldan uzak olduðunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektubdaki, وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ kelimesi beyanýnda ve üç temsili havi onun zeyli, þu azîm sýrr-ý vahdeti keþfetmiþtir. Hem hakaik-i îmaniyye ve Kur'âniyyede öyle bir geniþlik var ki; en büyük zekâ-i beþerî ihata edemediði halde; benim gibi zihni sh:» (T: 184) müþevveþ, vaziyeti periþan, müracaat edilecek kitab yokken sýkýntýlý ve sür'atle yazan bir adamda o hakaikin ekseriyet-i mutlakasý dekaikiyle zuhuru; doðrudan doðruya Kur'ân-ý Hakîmin i'caz-ý mânevîsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir iþaret-i gaybiyyedir. Dördüncü Ýþaret: Elli, altmýþ risaleler öyle bir tarzda ihsan edilmiþ ki; deðil benim gibi az düþünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tedkike vakit bulamayan bir insanýn, belki büyük zekâlardan mürekkep bir ehl-i tedkikin sa'y ve gayretiyle yapýlmayan bir tarzda te'lifleri, doðrudan doðruya bir eser-i inayet olduklarýný gösteriyor. Çünki: Bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, temsilât vasýtasiyle, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikýn çoðunu, büyük âlimler, tefhim edilmez deyip; deðil avama, belki havassa da bildiremiyorlar. Ýþte en uzak hakikatlarý, en yakýn bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede, benim gibi Türkçesi az, sözleri muðlâk, çoðu anlaþýlmaz ve zâhir hakikatlarý dahi müþkülleþtiriyor diye eskidenberi iþtihar bulmuþ ve eski eserleri o sû-i iþtiharý tasdik etmiþ bir þahsýn elinde bu hârika teshilât ve sühulet-i beyan; elbette bilâþüphe bir eser-i inâyettir ve onun hüneri olamaz ve Kur'ân-ý Kerîmin i'caz-ý mânevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ý Kur'âniyyenin bir temessülüdür ve in'ikâsýdýr. Beþinci Ýþaret: Risaleler, umumiyetle pek çok intiþar ettiði halde; en büyük âlimden tut, tâ en âmi adama kadar ve ehl-i kalb büyük bir velîden tut, tâ en muannid dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-ý nâs ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okuduklarý ve bir kýsmý tokatlarýný yedikleri halde, tenkid edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doðrudan doðruya bir eser-i inayet-i Rabbaniyye ve bir keramet-i Kur'âniyye olduðu gibi; çok tetkikat ve taharriyatýn neticesiyle ancak husûl bulan o çeþit risaleler, fevkalâde bir süratle, hem idrakimi ve fikrimi müþevveþ eden sýkýntýlý inkýbaz vakitlerinde yazýlmasý dahi bir eser-i inâyet ve bir ikram-ý Rabbanîdir. Evet, ekser kardeþlerim ve yanýmdaki umum arkadaþlarým ve müstensihler biliyorlar ki; On Dokuzuncu Mektubun beþ parçasý birkaç gün zarfýnda her gün iki üç saatte ve mecmuu on iki saatte hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazýlmasý hattâ en mühim bir parça ve o parçada lâfz-ý Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde zâhir bir Hatem-i Nübüvveti gösteren Dördüncü sh:» (T: 185) Cüz; üç dört saatte, daðda, yaðmur aldýnda ezber yazýlmýþ. Ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve bir dakik bir risale, altý saat içinde bir baðda yazýlmýþ. Ve Yirmi Sekizinci Söz, Süleyman'ýn bahçesinde, bir, nihayet iki saat içinde yazýlmasý gibi, ekser risaleler böyle olmasý; ve eskidenberi sýkýntýlý ve münkabýz olduðum zaman, en zâhir hakikatlarý dahi beyan edemediðimi belki bilemediðimi yakýn dostlarým biliyorlar. Hususan o sýkýntýya hastalýk da ilâve edilse, daha ziyade beni dersten, te'liften menetmekle beraber en mühim Sözler ve risaleler, en sýkýntýlý ve hastalýklý zamanýmda, en süratli bir tarzda yazýlmasý; doðrudan doðruya bir inâyet-i Ýlâhiyye ve bir ikram-ý Rabbanî ve bir keramet-i Kur'âniyye olmazsa nedir? Hem, hangi kitab olursa olsun (böyle Hakaik-i Ýlâhiyyeden ve îmaniyyeden bahsetmiþ ise) -alâ külli hal- bir kýsým mesaili, bir kýsým insanlara zarar verir.. ve zarar verdikleri için, her mes'ele herkese neþredilmemiþ. Halbuki þu risaleler ise; þimdiye kadar hiç kimsede, -çoklardan sorduðum halde- sû-i te'sir ve aksülâmel ve tahdiþ-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doðrudan doðruya bir iþaret-i gaybiyye ve bir inâyet-i Rabbaniyye olduðu bizce muhakkaktýr. Altýncý Ýþaret: Þimdi bence kat'iyet peyda etmiþtir ki; ekser hayatým, ihtiyar ve iktidarýmýn þuur ve tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiþ ve öyle garip bir surette ona cereyan verilmiþ; tâ Kur'ân-ý Hakîme hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Âdeta bütün hayat-ý ilmiyyem, mukaddemât-ý ihzariyye hükmüne geçmiþ. Ve Sözler ile Ý'caz-ý Kur'ânýn izharý, onun neticesi olacak bir surette olmuþtur. Hattâ þu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebebsiz ve arzumun hilâfýnda tecerrüdüm; ve meþrebime muhalif yalnýz bir köyde imrar-ý hayat etmekliðim; ve eskidenberi ülfet ettiðim hayat-ý içtimaiyyenin çok rabýtalarýndan ve kaidelerinden nefret edip terketmekliðim; doðrudan doðruya bu Hizmet-i Kur'âniyyeyi hâlis, sâfi bir surette yaptýrmak için bu vaziyet verildiðine þüphem kalmamýþtýr. Hattâ çok defa bana verilen sýkýntý ve zulmen bana karþý olan tazyikat perdesi altýnda, bir dest-i inâyet tarafýndan, merhametkârâne, Kur'ânýn esrarýna hasr-ý fikr ettirmek ve nazarý daðýtmamak için yapýlmýþtýr kanaatindeyim. Hattâ eskiden mütalâaya çok müþtak olduðum halde, bütün bütün sair kitaplarýn mütalâasýndan bir men', bir mücanebet ruhuma verilmiþtir. Böyle gurbette medar-ý teselli ve ünsiyet olan mütalâayý bana terkettiren, anladým ki, doðrudan doðruya Âyât-ý Kur'âniyyenin üstad-ý mutlak olmalarý içindir. sh:» (T: 186) Hem yazýlan eserler, risaleler -ekseriyet-i mutlakasý- hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, âni ve def'i olarak ihsan edilmiþ. Sonra bazý dostlarýma gösterdiðim vakit demiþler: «Þu zamanýn yaralarýna devadýr.» Ýntiþar ettikten sonra ekser kardeþlerimden anladým ki, tam þu zamandaki ihtiyaca muvafýk ve derde lâyýk bir ilâç hükmüne geçiyor. Ýþte ihtiyar ve þuurumun dairesi haricinde, mezkûr hâletler ve sergüzeþt-i hayatým ve ulûmlarýn enva'larýndaki hilâf-ý âdet ihtiyarsýz tetebbuatým, böyle bir netice-i kudsiyeye müncer olmak için, kuvvetli bir inâyet-i Ýlâhiyye ve bir ikram-ý Rabbanî olduðuna bende þüphe býrakmamýþtýr. Yedinci Ýþaret: Bu hizmetimiz zamanýnda, beþ altý sene zarfýnda, bilâmübalâða yüz eser-i ikram-ý Ýlâhî ve inâyet-i Rabbaniyye ve keramet-i Kur'âniyyeyi gözümüzle gördük. Bir kýsmýný, On Altýncý Mektubda iþaret ettik; bir kýsmýný, Yirmi Altýncý Mektubun Dördüncü Mebhasýnýn mesail-i müteferrikasýnda, bir kýsmýný, Yirmi Sekizinci Mektubun Üçüncü Mes'elesinde beyan ettik. Benim yakýn arkadaþlarým bunu biliyorlar. Daimî arkadaþým Süleyman Efendi çoklarýný biliyor. Hususan, Sözlerin ve risalelerin neþrinde ve tashihatýnda ve yerlerine yerleþtirmekte ve tesvid ve tebyîzinde, fekalme'mûl kerametkârane bir teshilâta mazhar oluyoruz; keramet-i Kur'âniyye olduðuna þüphemiz kalmýyor. Bunun misalleri yüzlerdir: Hem maiþet hususunda o kadar þefkatle besleniyoruz ki; en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam eden sahib-i inâyet tatmin etmek için fevkalme'mûl bir surette ihsan ediyor. Ve hâkeza... Ýþte bu hal, gayet kuvvetli bir iþaret-i gaybiyyedir ki, biz istihdam olunuyoruz; hem rýza dairesinde, hem inayet altýnda bize hizmet-i Kur'âniyye yaptýrýlýyor. اَلْحَمْدُ لِلّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ تَسْلِيمًا كَثِيرًا آمِينَ sh:» (T:187) Mahrem Bir Suale Cevaptýr Þu sýrr-ý inayet, eskiden mahremce yazýlmýþ. On Dördüncü Sözün âhirine ilhak edilmiþti; her nasýlsa ekser müstensihler unutup yazmamýþlardý; demek münasip ve lâyýk mevkii burasý imiþ ki, gizli kalmýþ. Benden sual ediyorsun: «Neden senin Kur'ândan yazdýðýn Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nâdiren bulunur. Bazan bir satýrda, bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede, bir kitab kadar tesir bulunuyor?...» Elcevap: Þeref, Ý'caz-ý Kur'âna ait olduðundan ve bana ait olmadýðýndan, bilâperva derim: «Ekseriyet itibariyle öyledir.» Çünkü: Yazýlan sözler tasavvur deðil, tasdiktir; teslim deðil, îmandýr; marifet deðil, þehadettir, þuhuddur; taklid deðil, tahkikdir; iltizam deðil, iz'andýr; tasavvuf deðil, hakikattýr; dâvâ deðil, dâvâ içinde bürhandýr. Þu sýrrýn hikmeti budur ki: Eski zamanda esâsât-ý îmaniyye mahfuzdu, teslim kavi idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa beyanatlarý makbul idi; kâfi idi. Fakat þu zamanda dalâlet-i fenniye, elini, esâsata ve erkâna uzatmýþ olduðundan, her derde lâyýk devayý ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ý Zülcelâl, Kur'ân-ý Kerîmin en parlak mazhar-ý i'cazýndan olan temsilâtýndan bir þûlesini; acz ve zaafýma, fakr ve ihtiyacýma merhameten, hizmet-i Kur'âna ait yazýlarýma ihsan etti. Felillâhilhamd, sýrr-ý temsil cihetül-vahdetiyle, en daðýnýk meseleler toplattýrýldý. Hem sýrr-ý temsil dürbünüyle en uzak hakikatlar gayet yakýn gösterildi. Hem sýrr-ý temsil merdiveniyle, en yüksek hakaika kolaylýkla yetiþtirildi. Hem sýrr-ý temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyyeye, esâsât-ý Ýslâmiyyeye þuhuda yakýn bir yakîn-i imaniyye hâsýl oldu. Akýl ile beraber vehim ve hayâl hattâ nefs ve hevâ teslime mecbur olduðu gibi, þeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu. Elhâsýl: Yazýlarýmda ne kadar güzellik ve te'sir bulunsa, ancak Temsilât-ý Kur'âniyyenin lemeatýndandýr. Benim hissem, yalnýz þiddet-i ihtiyacýmla talebdir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, deva Kur'ânýndýr. sh:» (T: 188) Yedinci Mes'elenin Hatimesidir -Sekiz Ýnayet-i Ýlâhiyye suretinde gelen- iþârât-ý gaybiyyeye dair gelen veya gelmek ihtimali olan evhamý izale etmek ve bir sýrr-ý azîm-i inâyeti beyan etmeye dairdir. Þu hâtime «Dört Nükte» dir. Birinci Nükte: Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Mes'elesinde, yedi sekiz küllî ve mânevî inâyât-ý Ýlâhiyyeden hissettiðimiz bir iþeret-i gaybiyyeyi, «Sekizinci inâyet» namiyle «tevâfukat» tâbiri altýndaki nakþ'da o iþârâtýn cilvesini gördüðümüzü iddia etmiþtik. Ve iddia ediyoruz ki: Bu yedi sekiz küllî inâyâtlar o derece kuvvetli ve kat'îdirler ki, her birisi tek baþiyle o iþârât-ý gaybiyyeyi isbat eder. -farz-ý muhal olarak- bir kýsmý zaif görülse hattâ inkâr edilse, o iþârât-ý gaybiyyenin kat'îyetine halel vermez. O sekiz inâyâtý inkâr edemiyen, o iþârâtý inkâr edemez. Fakat tabakat-ý nâs muhtelif olduðu, hem kesretli tabaka olan tabaka-i avam gözüne daha ziyade itimad ettiði için, o sekiz inâyâtýn içinde en kuvvettlisi deðil, belki ne zâhirîsi tevafukat olduðundan; -çendan ötekiler daha kuvvetli, fakat bu daha umumî olduðu için- ona gelen evhamý defetmek maksadiyle, bir muvazene nev'inden; bir hakikatý beyan etmeye mecbur kaldým. Þöyleki: O zahirî inayet hakkýnda demiþtik: Yazdýðýmýz risalelerde Kur'ân kelimesi ve Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde öyle bir derece tevafukat görünüyor ki, hiçbir þüphe býrakmýyor. Bir kasd ile tanzim edilip, muvazi bir vaziyet verilir. Kasd ve irade ise, bizlerin olmadýðýna delilimiz: Üç-dört sene sonra muttali olduðumuzdur. Öyle ise, bu kasd ve irade bir inayet eseri olarak gaybîdir. Sýrf Ý'caz-ý Kur'ân ve Ý'caz-ý Ahmediyye'yi te'yid suretinde ve iki kelimede tevafuk suretinde o garip vaziyet verilmiþtir. Bu iki kelimenin mübarekiyeti i'caz-ý kur'an ve Ý'caz-ý Ahmediyye'ye bir hatem-i tasdik olmakla beraber; sair misil kelimeleri dahi, ekseriyet-i azîme ile tevafuka mazhar etmiþler; fakat onlar, birer sahifeye mahsus, þu iki kelime, bir iki risalenin umumunda ve ekser risalelerde görünüyor. Fakat mükerrer demiþiz: Bu tevafukun aslý sair kitablarda da çok bulunabilir; amma, kasd ve irade-i âliyeyi gösterecek bu derece garabette deðildir. Þimdi bu dâvâmýzý çürütmek kabil olmadýðý halde zâhir nazarlarda çürümüþ gibi görmekte, bir iki cihet olabilir: sh:» (T: 189) Birisi: «Sizler, düþünüp, böyle bir tevafuku rastgetirmiþsiniz» diyebilirler... Böyle bir þey yapmak kasd ile olsa, rahat ve kolay bir þeydir. Buna karþý deriz ki: Bir dâvâda iki þâhid-i sâdýk kâfidir. Bu dâvamýzdaki kasd ve irademiz taallûk etmiyerek, üç dört sene sonra muttali olduðumuza yüz þâhid-i sâdýk bulunabilir. Bu münasebetle bir nokta söyleyeceðim. Bu keramet-i i'caziyye, Kur'ân-ý Hakîm belâgat cihetinde derece-i i'cazda olduðu nev'inden deðildir. Çünkü: Ý'caz-ý Kur'ânda, kudret-i beþer o yolda giderek o dereceye yetiþemiyor. Þu keramet-i i'caziyye ise, kudret-i beþerle olamýyor; kudret-i beþer, o iþe karýþamýyor. (Hâþiye) Üçüncü Nükte: Ýþaret-i hassa, iþaret-i âmme münasebetiyle bir sýrr-ý dakik-i Rububiyet ve Rahmaniyete iþaret edeceðiz. Bir kardeþimin güzel bir sözü var. O sözü, bu meseleye mevzu edeceðim. Sözü de þudur ki: Bir gün güzel bir tevafukatý ona gösterdim, dedi: «Güzel, zaten her hakikat güzeldir; fakat bu Sözlerdeki tevafukat ve muvaffakiyet daha güzeldir.» Ben de dedim: «Evet, her þey ya hakikaten güzeldir, ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibariyle güzeldir.» Ve bu güzellik, Rububiyet-i Âmmeye ve þümûl-ü rahmete ve tecelli-i âmmeye bakar. Dediðin gibi, bu muvaffakiyetteki iþaret-i gaybiyye daha güzeldir. Çünkü bu, rahmet-i hassaya ve rububiyet-i hassaya ve tecelli-i hassaya bakar bir surettedir. Bunu bir temsil ile fehme takrib edeceðiz. Þöyle ki: Bir padiþahýn umumî saltanatý ve kanunu ile merhamet-i þâhânesi, umum efrad-ý millete teþmil edilebilir. Her fert doðrudan doðruya o padiþahýn lûtfuna, saltanatýna mazhardýr. O suret-i umumiyyede, efradýn çok münasebât-ý hususiyesi vardýr. Ýkinci cihet, padiþahýn ihsanat-ý hususiyesidir ve evamir-i hassasýdýr ki; umumî kanunun fevkinde, bir ferde ihsan eder, iltifat eder, emir verir. Ýþte bu temsil gibi, Zât-ý Vâcibül-Vücud ve Hâlik-ý Hakîm ve Rahîmin umumî Rububiyet ve þümûl-ü rahmeti noktasýnda her þey hissedardýr, her þeyin hissesine isabet eden cihette hususî _____________________________ (Hâþiye): On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci Ýþaretinde; bir nüshada, bir sahifede dokuz Kur'an tevafuk suretinde bulunduðu halde birbirine hat çekdik, mecmuunda Muhammed lafzý çýktý. O sahifenin mukabilindeki sahifede sekiz Kur'an tevafukla beraber, mecmuunda Lâfzullah çýktý. Tevafukatta böyle bedi' þeyler çok var. Bu hâþiyenin mealini gözümüzle gördük. Bekir, Tevfik, Süleyman, Galib, Said. sh:» (T: 190) onunla münasebattardýr. Hem kudret ve irade ve ilm-i muhitiyle her þeye tasarrufatý, her þeyin en cüz'î iþlerine müdahalesi, Rububiyeti vardýr. Herþey, her þe'ninde Ona muhtaçtýr. Onun ilim ve hikmetiyle iþleri görülür, tanzim edilir. Ne tabiatýn haddi var ki, o daire-i tasarruf-u Rububiyetinde saklansýn ve te'sir sahibi olup müdahale etsin; ve ne de tesadüfün hakký var ki, o hassas mizan-ý hikmet dairesindeki iþlerine karýþsýn. Risalelerde -yirmi yerde- kat'î hüccetlerle tesadüfü ve tabiatý nefyetmiþiz ve Kur'ân kýlýncýyla idam etmiþiz; müdahalelerini muhal göstermiþiz. Fakat, Rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ý zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarýnda, hikmeti ve sebebi bilinmeyen iþlerde, tesadüf namýný vermiþler. Ve hikmetleri ihata edilmeyen bazý Ef'al-i Ýlâhaiyyenin kanunlarýný (tabiat perdesi altýnda gizlenmiþ) görememiþler, tabiata müracaat etmiþler: Ýkincisi; hususî Rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ý Rahmanîsidir ki, umumî kanunlarýn tazyikatý altýnda tahammül edemiyen fertlerin imdadýna Rahman-ý Rahîm isimleri imdada yetiþirler, hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarýrlar. Onun için her zîhayat, hususan insan, her anda ondan istimdat eder ve medet alabilir. Ýþte bu hususî Rububiyetindeki ihsanatý, ehl-i gaflete karþý da tesadüf altýna gizlenmez ve tabiata havale edilmez. Ýþte bu sýrra binaendir ki, i'caz-ý Kur'ân ve i'caz-ý Ahmediye'deki iþârât-ý gaybiyyeyi, hususî bir iþaret telâkki ve itikad etmiþiz. Ve bir imdad-ý hususî ve muannidlere karþý kendini gösterecek bir inayet-i hassa olduðunu yakîn ettik. Ve sýrf Lillâh için ilâh ettik. Kusur etmiþsek ALLAH affetsin, âmin... رَبَّنَا لاَتُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَآ اَوْ اَخْطَاْنَا * * * Kardeþlerim, Size, üstad ve talebeler ve ders arkadaþlarý içinde faide verecek bir fikrimi beyan edeceðim. Þöyle ki: Sizler -haddimin fevkinde- bir cihette talebemsiniz.. ve bir cihette ders arkadaþlarýmsýnýz.. ve bir cihette muin ve müþavirlerimsiniz. sh:» (T: 191) Aziz kardeþlerim, üstadýnýz lâyuhtî deðil, onu hatâsýz zannetmek hatâdýr. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla, bahçeye zarar vermez; bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kýymetten düþürtmez. Hasenenin on sayýlmasiyle, seyyienin bir sayýlmak sýrriyle, insaf odur ki; bir seyyie, bir hatâ görünse de, sair hasenata karþý kalbi bulandýrýp itiraz etmemektir. Hakaike dair mesailde, külliyatlarý ve bazan da tafsilâtlarý sünûhat-ý ilhamiye nev'inden olduðundan; hemen umumiyetle þüphesizdir, kat'îdir. Biliniz, kardeþlerim ve ders arkadaþlarým! Benim hatâmý gördüðünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrûr olacaðým. Hattâ baþýma vursanýz, Allah razý olsun diyeceðim. Hakkýn hatýrýný muhafaza için baþka hatýrlara bakýlmaz. Nefs-i emmarenin enaniyeti hesabýna, hakkýn hatýrý olan bilmediðimiz bir hakikatý müdafaa deðil, «Alerre's vel'ayn» kabul ederim. Bilirsiniz ki, þu zamanda, þu vazife-i imaniye çok mühimdir; benim gibi zaif, fikri çok cihetlerde inkýsam etmiþ bir biçareye yükletmemeli; elden geldiði kadar yardým etmeli. Cenab-ý Hak, kemal-i rahmetinden, iki senedir ciddî hakaike nisbeten; yemiþler, fâkiheler nev'inden tevafukat-ý lâtife ile ezhanýmýzý taltif etti, zihnimizi neþ'elendirdi. Kemal-i merhametinden, o tevafukat-ý lâtife meyveleriyle ciddî bir hakikat-ý Kur'âniyyeye zihnimizi sevketti ve ruhumuza o meyveleri gýda ve kut yaptý. Hurma gibi hem fâkihe, hem kut oldu. Hem hakikat, hem ziynet ve meziyet birleþti. Kardeþlerim, bu zamanda, dalâlet ve gaflete karþý pek çok mânevî kuvvete muhtacýz. Maatteessüf, ben þahsým itibariyle çok zaif ve müflisim. Hârika kerametim yok ki, bu hakaiki onunla isbat edeyim. Ve kudsî bir himmetim yok ki, onunla kulûbu celbedeyim. Ulvî bir deham yok ki onunla, ukulü teshir edeyim. Belki, Kur'ân-ý Hakîmin dergâhýnda bir dilenci hadîm hükmündeyim. Bu muannid ehl-i dalâletin inadýný kýrmak ve insafa getirmek için Kur'ân-ý Hakîmin esrarýndan bazan istimdat ederim. Kerâmât-ý Kur'âniye olarak, tevafukatta bir ikram-ý Ýlâhî hissettim, iki elimle sarýldým. Evet Kur'ândan tereþþuh eden «Ýþârâtül-Ý'caz» ve «Risale-i Haþir» de kat'î bir iþaret hissettim. Emsalleri bulunsun bulunmasýn, bence bir keramet-i Kur'âniyyedir. * * * sh:» (T: 192) بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ Aziz, sýddýk, çalýþkan kardeþim, Senin gördüðün vazife-i Kur'âniyyenin hepsi mübarektir. Cenab-ý Hak sizi muvaffak etsin, fütur vermesin, þevkinizi arttýrsýn. Uhuvvet için bir düstûr beyan edeceðim. O düstûru cidden nazara almalýsýnýz. Hayat, vahdet ve ittihadýn neticesidir. Ýmtizackârâne ittihad gittiði vakit, mânevî hayat da gider. وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ iþaret ettiði gibi, tesanüd bozulsa cemaatin tadý kaçar. Bilirsiniz ki; üç elif ayrý ayrý yazýlsa, kýymeti üçtür; tesanüd-ü adedî ile yazýlsa, yüz onbir kýymetinde olduðu gibi, sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrý ayrý ve taksimül-a'mâl olmamak cihetiyle hareket etseler, kuvvetleri üç-dört adam kadardýr. Eðer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin ayný olmak derecede bir tefani sýrriyle hareket etseler; o dört adam, dörtyüz adam kuvvetinin kýymetindedirler. Sizler, koca Isparta deðil, belki büyük bir memleketi tenvir edecek elektriklerin makinistleri hükmündesiniz... Makinenin çarklarý birbirine muavenete mecburdur. Birbirini kýskanmak deðil, belki bilâkis birbirinin fazla kuvvetinden memnun olurlar. Þuurlu farzettiðimiz bir çark, daha kuvvetli bir çarký görse memnun olur; çünkü vazifesini tahfif ediyor. Hak ve hakikatýn, Kur'ân ve imanýn hizmeti olan büyük bir hazine-i âliyeyi omuzlarýnda taþýyan zatlar; kuvvetli omuzlar altýna girdikçe iftihar eder, minnettar olur, þükreder. Sakýn birbirinize tenkid kapýsýný açmayýnýz. Tenkid edilecek, kardeþlerinizden hariç dairelerde çok var. Ben nasýl meziyetinizle iftihar ediyorum; o meziyetlerden ben mahrum kaldýkça, sizde bulunduðundan memnun oluyorum; kendimindir telâkki ediyorum. Siz de üstadýnýzýn nazariyle birbirinize bakmalýsýnýz.. âdetâ her biriniz, ötekinin faziletlerine nâþir olunuz. Said Nursî * * * sh:» (T: 193) Sevgili ve Muhterem Üstadým, «Söz» lerinizin, yani risalelerinizin herbiri, birer deva-yý azîmdir. «Söz» lerinizden, pek çok feyiz alýyorum. O kadar ki, okudukça tekrar etmeyi istiyorum. Ve tekrarýnda duyduðum Ýlâhî bir zevki târif edemeyeceðim. Bugün «Söz» lerinizden deðil hepsini, bir tanesini alan insafla okursa hakký teslime; ve münkir ise, gittiði yolu terke; fâsýk ise, tövbeye mecbur olacaðýna kat'iyyen ümitvarým... Hüsrev * * * Nur Risalelerine çok müþtak ve onlarýn mütalâasýndan intibaha gelen bir doktara yazýlan mektuptur: Merhaba, ey kendi hastalaðýný teþhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum! Senin hararetli mektubunun gösterdiði intibah-ý ruhî, þayan-ý tebriktir. Biliniz ki, mevcudat içinde en kýymettar, hayattýr; ve vazifeler içinde en kýymettar, hayata hizmettir; ve hidemat-ý hayatiye içinde en kýymettar, hayat-ý fâniyenin hayat-ý bakiyeye inkýlâb etmesi için sa'yetmektir. Þu hayatýn bütün kýymeti ve ehemmiyeti ise, hayat-ý bakiyeye çekirdek ve mebde' ve menþe' cihetindedir. Yoksa, hayat-ý ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda þu hayat-ý fâniyeye hasr-ý nazar etmek; âni bir þimþeði, sermedî bir güneþe tercih etmek gibi bir divaneliktir. Hakikat nazarýnda herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gafil doktorlardýr. Eðer eczahane-i kudsiye-i Kur'âniyeden tiryak-misal îmanî ilâçlarý alabilseler, hem kendi hastalýklarýný, hem beþeriyetin yaralarýný tedavi ederler. Ýnþâallah, senin þu intibahýn senin yarana bir merhem olacaðý gibi, seni dahi doktorlarýn marazýna bir ilâç yapar. Hem bilirsin; me'yus ve ümitsiz bir hastaya mânevî bir teselli, bazan bin ilâçtan daha nâfidir. Halbuki tabiat bataklýðýnda boðulmuþ bir tabib, o biçare marîzin elîm ye'sine bir zulmet daha katar. Ýnþâallah, bu intibahýn, seni öyle bîçarelere medar-ý teselli ve nurlu bir tabib yapar. Bilirsin ki ömür kýsadýr, lüzumlu iþler pek çoktur. Acaba be- sh:» (T: 194) nim gibi sen dahi kafaný teftiþ etsen, malûmatýn içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz odun yýðýnlarý gibi câmid þeyleri bulursun. Çünkü ben teftiþ ettim, çük lüzumsuz þeyleri buldum. Ýþte, o fennî malûmatý, o felsefî maarifi; faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzýmdýr. Sen dahi, Cenab-ý Haktan bir intibah iste ki; senin fikrini, Hakîm-i Zülcelâlin hesabýna çevirsin, o odunlara bir ateþ verip nurlandýrsýn; lüzumsuz maarif-i fenniye, kýymettar maarif-i Ýlâhiyye hükmüne geçsin. Zeki dostum! Kalb çok arzu ederdi; ehl-i fenden, envar-ý imaniyyede ve esrar-ý Kur'âniyeye iþtiyak derecesinde ihtiyacýný hissetmek cihetinde Hulûsi Beye benzeyecek adamlar ileri atýlsýn. Hem madem, Sözler, senin vicdanýnla konuþabilirler; herbir Sözü, þahsýmdan deðil, belki Kur'ânýn dellâlýndan sana bir mektubdur ve eczahane-i kudsiye-i Kur'âniyeden birer reçetedir farzet. Gaybubet içinde, hâzýrane bir müsahabe dairesini onlarla aç. Hem arzu ettiðin vakit bana mektup yaz; ben cevap vermesem de gücenme. Çünkü eskidenberi mektuplarý pek az yazarým. Hattâ üç senedir, kardeþimin çok mektuplarýna karþý, bir tek cevap yazdým. Said Nursî * * * RÝSALE-Ý NUR TESVÝDÝNDE ÇOK HÝZMETÝ SEBKAT EDEN TEMÝZ KALBLÝ, ÝHLÂSLI BÝR HÂFIZ, MÜDAKKÝ BÝR HOCA OLAN HÂFIZ HÂLÝDÝN BÝR FIKRASIDIR Risale-i Nur'un Müellifi Bediüzzaman, nadire-i cihan, hâdim-i Kur'an Said Nursî hakkýnda hissiyatýmdan binden birini beyan ediyorum: Üstadým, kendisi Nur ism-i celîline mazhardýr. Bu ism-i þerif, kendileri hakkýnda bir ism-i âzamdýr. Kendi karyesinin adý Nurs, validesinin ismi Nuriye, Kâdirî üstadýnýn ismi Nureddin, Nakþî üstadýnýn ismi, Seyyid Nur Mehmed, Kur'ân üstadlarýndan Hâfýz Nuri, hizmet-i Kur'âniyede hususî imamý Zinnureyn, fikrini ve kalbini tenvir eden Âyet-i Nur olmasý ve müþkül mesailini izaha vasýta olan nur temsilâtý gayet kýymettardýr. Resailin mecmuuna «Risale-i Nur» tesmiyesi, Nur ismi onun hakkýnda ism-i âzam sh:» (T: 195) olduðunu te'yid etmektedir. «Risale-i Nur» adlý hârika te'lifatýnýn bir kýsmý arabî olmakla beraber, Risale-i Nur eczalarý þimdiye kadar yüz ondokuza balið olmuþtur. (*). Her bir risale kendi mevzuunda hârikadýr. Gayet yüksek olmakla beraber «Onuncu Söz» ismiyle iþtihar eden, haþre ait olan risalesi pek hârikadýr, câmidir. Ulemaca sýrf naklî olan haþri ve neþri, gayet kuvvetli ve kat'î delâil-i akliye ile isbat etmiþtir. Onunla çoklarý imanýný kurtarmýþ. هُوَ الَّذِى جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَآءً وَالْقَمَرَ نُورًا Âyetinin sýrriyle diyebilirim ki: Risale-i Nur; bir kamer-i marifettir ki, þems-i hakikat olan Kur'ân-ý Mu'cizül-Beyandan nurunu istifaza eylemiþ ki, نُورُ الْقَمَرِ مُسْتَفَادٌ مِنَ الشَّمْسِ olan meþhur kaziye-i felekiyeye masadak olmuþtur. Hem diyebilirim ki: Üstadým; Kur'ân hakkýnda bir kamer hükmünde olup, sema-i risaletin þemsi olan Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan nuru istifade edip «Risale-i Nur» þeklinde tezahür etmiþ. Üstadým, baþkalarýnda nadiren bulunan mümtaz hasletlerin zâhirî tavrýnýn pek fevkinde bir vaziyet gösteriyor. Zâhir hale bakýlsa, ilmihali bilmiyor gibi görünür, birden bakarsýn bir derya kesiliyor. Mezun olduðu miktarý, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan istifadesi olmadýðý vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. «Bende nur yok, kýymet yok» der. Bu hasleti de tam tevazudur. مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللَّهُ Hadîsiyle, tam âmil olmasýdýr. Ýþte; bu haslet icabatýndandýr ki, bizim gibi talebelerinden bazý mesail-i ilmiyede muhalefet bulunsa, onlarýn sözlerini içinde arar; hak bulduðu vakit kemal-i tevazu ile ve lezzetle kabul ederek teslim eder. «Maþâallah, siz benden daha iyi bildiniz.. Allah razý olsun.» der. Hak ve hakikatý, nefsin gurur ve enaniyetine daima tercih eder. Hattâ ben bazý meselelerde muhalefet ediyordum. Bana karþý gayet mültefit, memnunane bir tavýr alýr; eðer yanlýþ yap- _____________________________________ (*) Þimdi yüz otuz'a balið olmuþtur. sh:» (T: 196) sam, güzelce damarýma dokunmayarak beni îkaz eder. Eðer güzel bir þey söylemiþ isem, çok memnun olur. Üstadým; bilhassa hikmet-i hakikiye fenninde, yani hikmet-i þeriat ve Ýslâmiyet noktasýnda pek hârikadýr ve hikmet-i beþeriyede dahi çok ileridir. Hattâ o ilimde Eflâtun ve Ýbn-i Sinâ'yý geçmiþ diyebilirim. Bundan on üç sene evvel; Darül-Hikmetil-Ýslâmiye âzasýndan iken, küçüktenberi, þimdiye kadar izn-i Ýlâhî ile onun bir muini ve nâsýrý ve muhafýzý olan kutb-u Rabbanî ve kandil-i nuranî Abdülkadir-i Geylâni (R.A.) Hazretlerinin «Fütuhül-Gayb» risalesini tefe'ülen açtýðý esnada, اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ ibaresi çýktý. O ibare, onun hakkýnda pek mânidar olarak, Eski Saidi (R.A.) Yeni Saide (R.A.) çevirmesine sebebiyet vermiþtir. Eski Said olduðu zamanlarda, Ýngilizlerin dinî suallerine gayet lâtif ve müskit bir cevap vermiþtir. Ve Ýlm-i Mantýkta, Ýbn-i Sinâ'nýn te'lifatýný geçecek «Ta'likat» namýnda hârika bir risalesi var. Eþkâl-i mantýkiyeyi «Kýyas-ý Ýstikraî» cihetiyle on bine kadar iblâð edip, hiçbir âlimin yetiþemediði bir derece-i ihata göstermiþ, «Sünûhat» isminde bir risalesinde gördüm ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm âlem-i mânada bir medresede ona ders verdiðini görmüþ; o ders-i mânevîye binane «Ýþârâtül-Ý'caz» namýndaki hârika tefsiri yazmýþ. Bana bir gün dedi ki: - Harb-i Umumî hâdisat ve netaicleri mâni olmasaydý, Ýþârâtü'l-Ý'caz'ý, Allahýn izniyle altmýþ cilt yazacaktým. Ýnþâallah Risale-i Nur, âhiren, o mutasavver hârika tefsirin yerini tutacak. Üstadýmla yedi-sekiz sene müsahabetim esnasýnda mühîm meþhudatým çoktur. Fakat اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى بَحْرِ mucibince, deryaya delâlet maksadiyle bu fýkra kâfi görüldü. Çünkü üstadýmdan iftirak zamaný idi; acele yazdým. Üstadým وَالصًّاحِبِ بِالْجَنْبِ Âyetinin sýrriyle, çok defa yanlarýnda beni musabih bulmak hakkýný ve teveccüh duasiyle yerine getireceklerine eminim. Hâfýz Hâlid * * * Link to comment Share on other sites More sharing options...
Recommended Posts