EMRE Posted December 21, 2008 Share Posted December 21, 2008 Yirmiüçüncü Lem'a Tabîat Risalesi (Onyedinci Lem'anýn Onaltýncý Notasý iken, ehemmiyetine binaen Yirmiüçüncü Lem'a olmuþtur. Tabîattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmiyecek bir surette öldürüyor; küfrün temel taþýný zîr ü zeber ediyor.) Ýhtar Þu notada, Tabîiyyunun münkir kýsmýnýn gittikleri yolun iç yüzü ne kadar akýldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduðu, lâakal doksan muhali tazammun eden dokuz muhal ile beyan edilmiþ. Sair Risalelerde o muhaller kýsmen izah edildiðinden; burada gâyet muhtasar olmak haysiyetiyle, bazý basamaklar tayyedilmiþtir. Onun için, birdenbire, bu kadar zâhir ve aþikâre bir hurafeyi nasýl bu meþhur âkýl feylesoflar kabul etmiþler, o yolda gidiyorlar, hatýra geliyor. Evet onlar, mesleklerinin iç yüzünü görememiþler. Hem hakikat-ý meslekleri ve mesleklerinin lâzýmý ve muktezasý odur ki; yazýlmýþ herbir muhalin ucunda beyan edilen o çirkin ve müstekreh ve gayr-ý makul (Haþiye) hülâsa-i mezhebleri, mesleklerinin lâzýmý ve zarurî muktezasý olduðunu gâyet bedihî ve kat'î bürhanlarla þübhesi olanlara tafsilen beyan ve isbat etmeye hazýrým. بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ Þu âyet-i kerime, istifham-ý inkârî ile "Cenab-ý Hak hakkýnda þek olmaz ve olmamalý" demekle; vücud ve vahdaniyet-i Ýlahiye, bedahet derecesinde olduðunu gösteriyor. ________________________________ (Haþiye): Bu Risalenin sebeb-i te'lifi; gâyet mütecavizane ve gâyet çirkin bir tarz ile hakaik-i îmaniyeyi tezyif edip, bozulmuþ aklý yetiþmediði þeye hurafe deyip, dinsizliði tabîata baðlayarak, Kur'ana hücum edilmesidir. O hücum ise, þiddetli bir hiddeti (kalbe) kaleme verdi ki, þiddetli ve galiz tokatlarý o mülhidlere ve haktan yüz çeviren bâtýl mezheblilere yedirdi. Yoksa Risale-i Nur'un mesleði, nezihane ve nazikane ve kavl-i leyyindir. sh: » (L:167) Þu sýrrý izahtan evvel bir ihtar: 1338'de Ankara'ya gittim. Ýslâm ordusunun Yunan'a galebesinden neþ'e alan ehl-i îmanýn kuvvetli efkârý içinde, gâyet müdhiþ bir zýndýka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalýþtýðýný gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha îmanýn erkânýna iliþecek! O vakit, þu âyet-i kerime bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiði cihetle ondan istimdad edip, o zýndýkanýn baþýný daðýtacak derecede Kur'an-ý Hakîm'den alýnan kuvvetli bir bürhaný, Arabî Risalesinde yazdým. Ankara'da, Yeni Gün Matbaasý'nda tab'ettirmiþtim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gâyet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkiþaf etti, hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o bürhaný Türkçe olarak bir derece beyan edeceðim. O bürhanýn bazý parçalarý, bazý Risalelerde tam izah edildiðinden; burada icmalen yazýlacaktýr. Sair Risalelerde inkýsam etmiþ olan müteaddid bürhanlar, bu bürhanda kýsmen ittihad ediyor; herbiri bunun bir cüz'ü hükmüne geçiyor. Mukaddime Ey insan! Bil ki, insanlarýn aðzýndan çýkan ve dinsizliði iþmam eden dehþetli kelimeler var. Ehl-i îman, bilmiyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceðiz: Birincisi: "Evcedethü-l esbab" Yâni, "esbab bu þey'i îcad ediyor." Ýkincisi: "Teþekkele binefsihi" Yâni, "kendi kendine teþekkül ediyor, oluyor, bitiyor." Üçüncüsü: "Ýktezathü-t tabîat" Yâni, "tabîîdir, tabîat iktiza edip îcad ediyor." Evet madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem her mevcud san'atlý ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm deðil, yeniden oluyor. Herhalde ey mülhid! Bu mevcudu, meselâ bu hayvaný ya diyeceksin ki, esbab-ý âlem onu îcad ediyor; yâni esbabýn içtimaýnda o mevcud vücud buluyor.. veyahud o kendi kendine teþekkül ediyor.. veyahud tabîat muktezasý olarak, tabîatýn tesiriyle vücuda geliyor.. veyahud bir Kadîr-i Zülcelâl'in kudretiyle îcad edilir. Madem aklen bu dört yoldan baþka yol yoktur, evvelki üç yol muhal, battal, mümteni', gayr-ý kabil olduklarý kat'î isbat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarîk-i vahdaniyet, þeksiz þübhesiz sabit olur. AMMA BÝRÝNCÝ YOL KÝ: Esbab-ý âlemin içtimaiyle teþkil-i eþya ve vücud-u mahlûkattýr. Pek çok muhalatýndan yalnýz üç tanesini zikrediyoruz. sh: » (L:168) BÝRÝNCÝSÝ: Bir eczahanede, gâyet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz þiþeler bulunuyor. O edviyelerden, zîhayat bir macun istenildi. Hem hayatdar harika bir tiryak onlardan yapýlmak îcab etti. Geldik, o eczahanede, o zîhayat macunun ve hayatdar tiryakýn çoklukla efradýný gördük. O macunlardan herbirisini tedkik ettik. Görüyoruz ki: O kavanoz þiþelerden herbirisinden, bir mizan-ý mahsusla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altý yedi dirhem baþkasýndan ve hakeza.. muhtelif mikdarlarda eczalar alýnmýþ. Eðer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alýnsa o macun zîhayat olamaz, hasiyetini gösteremez. Hem o hayatdar tiryaký da tedkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ý mahsus ile bir madde alýnmýþ ki, zerre mikdarý noksan veya ziyade olsa, tiryak hassasýný kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrý bir mizan ile alýnmýþ gibi, ayrý ayrý mikdarda eczalarý alýnmýþ. Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mý ki, o þiþelerden alýnan muhtelif mikdarlar, þiþelerin garib bir tesadüf veya fýrtýnalý bir havanýn çarpmasiyle devrilmesinden, herbirisinden alýnan mikdar kadar yalnýz o mikdar aksýn, beraber gitsinler ve toplanýp o macunu teþkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtýl birþey var mý? Eþek muzaaf bir eþekliðe girse, sonra insan olsa, "Bu fikri kabul etmem" diye kaçacaktýr. Ýþte bu misal gibi; herbir zîhayat, elbette zîhayat bir macundur ve herbir nebat, hayatdar bir tiryak gibidir ki; çok müteaddid eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gâyet hassas bir ölçü ile alýnan maddelerden terkib edilmiþtir. Eðer esbaba, anasýra isnad edilse ve "esbab îcad etti" denilse; aynen eczahanedeki macunun, þiþelerin devrilmesinden vücud bulmasý gibi, yüz derece akýldan uzak, muhal ve bâtýldýr. Elhasýl: Þu eczahane-i kübra-yý âlemde, Hakîm-i Ezelî'nin mizan-ý kaza ve kaderiyle alýnan mevadd-ý hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve herþeye þamil bir irade ile vücud bulabilir. "Kör, saðýr, hududsuz, sel gibi akan küllî anasýr ve tabayi' ve esbabýn iþidir" diyen bedbaht, "O tiryak-ý acib, kendi kendine þiþelerin devrilmesinden çýkýp olmuþtur" diyen divane bir hezeyancý, sarhoþ bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktýr. Evet o küfür; ahmakane, sarhoþane, divanece bir hezeyandýr. ÝKÝNCÝ MUHAL: Eðer herþey, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Zülcelâl'e verilmezse, belki esbaba isnad edilse lâzým gelir ki; âlemin pek çok anasýr ve esbabý, herbir zîhayatýn vücudunda müdahâlesi bulunsun. Halbuki sinek gibi bir küçük mahlukun vücudunda, kemal-i intizam ile gâyet hassas bir mizan ve tamam bir ittifak ile, muhtelif ve birbirine zýd, mübayin esbabýn içtimaý, o kadar zâhir bir muhaldir ki, sinek kanadý kadar þuuru bulunan, "Bu muhaldir, olamaz!" diyecektir. Evet bir sineðin küçücük cismi, sh: » (L:169) kâinatýn ekser anâsýr ve esbabý ile alâkadardýr; belki bir hülâsasýdýr. Eðer Kadîr-i Ezelî'ye verilmezse, o esbab-ý maddiye onun vücudu yanýnda bizzat hazýr bulunmak lâzým; belki onun küçücük cismine girmek gerektir. Belki cisminin küçük bir nümunesi olan gözündeki bir hüceyresine girmeleri îcab ediyor. Çünki sebeb maddî ise, müsebbebin yanýnda ve içinde bulunmasý lâzým geliyor. Þu halde, iki sineðin iðne ucu gibi parmaklarý yerleþmeyen o hüceyrecikte erkân-ý âlem ve anasýr ve tabayiin, maddeten içinde bulunup, usta gibi içinde çalýþtýklarýný kabul etmek lâzým geliyor. Ýþte, Sofestaînin en eblehleri dahi, böyle bir meslekten utanýyorlar. ÜÇÜNCÜ MUHAL: اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ kaide-i mukarreresiyle: "Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudûr edebilir." Hususan o mevcud, gâyet mükemmel bir intizam ve hassas bir mizan içinde ve câmi bir hayata mazhar ise, bilbedahe sebeb-i ihtilâf ve keþmekeþ olan müteaddid ellerden çýkmadýðýný; belki gâyet Kadîr, Hakîm olan bir tek elden çýktýðýný gösterdiði halde; hadsiz ve câmid ve cahil, mütecaviz, þuursuz, karmakarýþýklýk içinde, kör, saðýr esbab-ý tabîiyenin karmakarýþýk ellerine, hadsiz imkânat yollarý içinde ve içtima ve ihtilat ile, o esbabýn körlüðü, saðýrlýðý ziyadeleþtiði halde; o muntazam ve mevzun ve vâhid bir mevcudu onlara isnad etmek, yüz muhali birden kabul etmek gibi akýldan uzaktýr. Haydi bu muhalden kat-ý nazar, esbab-ý maddiyenin elbette tesirleri, mübaþeretle ve temasla olur. Halbuki o esbab-ý tabîiyenin temaslarý, zîhayat mevcudlarýn zâhirleriyledir. Halbuki görüyoruz ki; o esbab-ý maddiyenin elleri yetiþmediði ve temas edemedikleri o zîhayatýn bâtýný, on defa zâhirinden daha muntazam, daha lâtif, san'atça daha mükemmeldir. Esbab-ý maddiyenin elleri ve âletleriyle hiçbir cihetle yerleþemedikleri, belki tam zâhirine de temas edemedikleri küçücük zîhayat, küçücük hayvancýklar, en büyük mahluklardan daha ziyade san'atça acib, hilkatça bedi' bir surette olduklarý halde, o câmid, cahil, kaba, uzak, büyük ve birbirine zýd olan saðýr, kör esbaba isnad etmek, yüz derece kör, bin derece saðýr olmakla olur!.. AMMA ÝKÝNCÝ MES'ELE: "Teþekkele binefsihi"dir. Yâni: Kendi kendine teþekkül ediyor. Ýþte bu cümlenin dahi çok muhalatý var. Çok cihetle bâtýldýr, muhaldir. Nümune için muhalâtýndan üç tanesini beyan ederiz. BÝRÝNCÝSÝ: Ey muannid münkir! Senin enaniyetin seni o kadar ahmaklaþtýrmýþ ki, yüz muhali birden kabul etmeyi, bir derece hükmediyorsun. Çünki sen mevcudsun. Ve basit bir madde ve câmid ve tegay- sh: » (L:170) yürsüz deðilsin. Belki, daima teceddüdde olarak, gâyet muntazam bir makine ve harika ve daima tahavvülde bir saray gibisin. Senin vücudunda her vakit zerreler çalýþýyorlar. Senin vücudun kâinatla, hususan rýzýk münasebetiyle, hususan beka-i nev'i itibariyle alâkadar ve alýþ-veriþi vardýr. Senin vücudunda çalýþan zerreler, o münasebatý bozmamak ve o alâkadarlýðý kýrmamak için dikkat ediyorlar. Öylece ihtiyatla ayaklarýný atýyorlar. Güya bütün kâinata bakýyorlar. Senin münasebatýný kâinatta görüp öyle vaziyet alýyorlar. Sen zâhirî ve bâtýnî duygularýnla, o zerrelerin, o harika vaziyetine göre istifade edersin. Eðer sen vücudundaki zerreleri, Kadîr-i Ezelî'nin kanunuyla hareket eden küçücük memurlarý veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçlarý, herbir zerre bir kalem ucu veya kalem-i kudretin noktalarý, herbir zerre bir nokta olduðunu kabul etmezsen; o vakit senin gözünde çalýþan herbir zerreye öyle bir göz lâzým ki, senin mecmu-u cesedinin her tarafýný görmekle beraber, münasebetdar olduðun bütün kâinatý dahi görecek bir gözü ve bütün senin mazi ve müstakbel ve nesil ve aslýn ve anasýrýnýn menbalarýný ve rýzkýnýn madenlerini bilecek, tanýyacak yüz dâhî kadar bir akýl vermek lâzým geliyor. Senin gibi bu mes'elelerde zerre kadar aklý olmayanýn bir zerresine bin Eflatun kadar bir ilim ve þuur vermek, bin derece divanece bir hurafeciliktir!.. ÝKÝNCÝ MUHAL: Senin vücudun bin kubbeli harika bir saraya benzer ki; her kubbesinde taþlar, direksiz birbirine baþbaþa verip, muallakta durdurulmuþ. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha acibdir. Çünki o saray-ý vücudun, daima kemal-i intizamla tazelenmektedir. Gâyet harika olan ruh, kalb ve mânevî letaiften kat-ý nazar, yalnýz cesedindeki herbir âza, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taþlar gibi birbirleriyle kemal-i müvazene ve intizam ile baþbaþa verip, harika bir bina, fevkalâde bir san'at, göz ve dil gibi acib birer mu'cize-i kudret gösteriyorlar. Eðer bu zerreler, þu âlemin ustasýnýn emrine tâbi' birer memur olmasalar; o vakit herbir zerre, umum o ceseddeki zerrelere hem hâkim-i mutlak hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem her birisine misil hem hâkimiyet noktasýnda zýd, hem yalnýz Vâcib-ül Vücud'a mahsus olan ekser sýfâtýn masdarý, menbaý, hem gâyet mukayyed hem gâyet mutlak bir surette olmakla beraber, sýrr-ý vahdetle yalnýz bir Vâhid-i Ehad'in eseri olabilen gâyet muntazam bir masnu-u vâhidi o hadsiz zerrata isnad etmek; zerre kadar þuuru olan, bunun pek zâhir bir muhal belki yüz muhal olduðunu derkeder. ÜÇÜNCÜ MUHAL: Eðer senin vücudun, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Ezelî'nin kalemiyle mektub olmazsa ve tabîata, esbaba mensub matbu' ise, o vakit senin vücudundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri içinde daire sh: » (L:171) ler misillü, binler mürekkebler adedince tabîat kalýblarýnýn bulunmasý lâzým gelir. Çünki meselâ bu elimizdeki kitab eðer mektub olsa, bir tek kalem, kâtibinin ilmine istinad edip, bütün onlarý yazar. Eðer o, mektub olmazsa ve onun kalemine verilmezse, kendi kendine olmuþ denilse veya tabîata verilse, o vakit matbu' kitab gibi, herbir harfi için ayrý bir demir kalem lâzýmdýr ki tab'edilsin. Nasýlki matbaada hurufat adedince demir harfler bulunur, sonra o harfler vücud bulur; o vakit bir tek kaleme bedel, o hurufat adedince kalemler bulunmasý lâzým gelir. Belki o hurufat içinde bazen olduðu gibi, küçük kalem ile bir büyük harfte bir sahife -ince hatla- yazýlmýþ ise, binler kalem bir tek harf için lâzým geliyor. Belki birbirinin içine girip muntazam bir vaziyetle, senin cesedin gibi bir þekil alýyorsa, o vakit herbir dairede, herbir cüz' için, o mürekkebat adedince kalýplar lâzým geliyor. Haydi, yüz muhal içinde bulunan bu tarzý, mümkün desen dahi, bu muntazam san'atlý demir harfleri ve mükemmel kalýplarý ve kalemleri yapmak için, yine bir tek kaleme verilmezse, o kalemler, o kalýplar, o demir harflerin yapýlmasý için, onlarýn adedlerince yine kalemler, kalýplar ve harfler lâzým. Çünki onlar da yapýlmýþlar ve onlar da muntazam san'atlýdýrlar. Ve hakeza müteselsilen gittikçe gidecek... Ýþte sen de anla! Bu öyle bir fikirdir ki; senin zerratýn adedince muhalat ve hurafeler, içinde bulunuyor. Ey muannid muattýl! Sen de utan, bu dalâletten vazgeç! ÜÇÜNCÜ KELÝME: "Ýktezathü-t tabîat" Yâni; tabîat iktiza ediyor, tabîat yapýyor. Ýþte bu hükmün çok muhalatý var. Nümune için üçünü zikrediyoruz. BÝRÝNCÝSÝ: Eðer mevcudatta, hususan zîhayatta görünen basîrane, hakîmane olan san'at ve îcad, Þems-i Ezelî'nin kalem-i kader ve kudretine verilmezse, belki kör, saðýr, düþüncesiz olan tabîata ve kuvvete isnad edilse lâzým gelir ki; tabîat, îcad için herþeyde hadsiz mânevî makine ve matbaalarý bulundursun; veyahud herþeyde, kâinatý halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet dercetsin. Çünki nasýl þemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarýnda ve katrelerde görünüyor. Eðer o misalî ve aksî güneþçikler, semadaki tek güneþe isnad edilmese, lâzým gelir ki; bir kibrit baþý yerleþmeyen bir zerrecik cam parçasýnda tabîî, fýtrî ve güneþin hasiyetlerine mâlik, zâhiren küçük, manen çok derin bir güneþin haricî vücudunu kabul ederek, zerrat-ý zücaciye adedince tabîî güneþleri kabul etmek lâzým geldiði gibi.. -aynen bu misal gibi- mevcudat ve zîhayat doðrudan doðruya Þems-i Ezelî'nin cilve-i Esmâsýna verilmezse, herbir mevcudda, hususan herbir zîhayatta hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taþýyacak bir tabîatý, bir sh: » (L:172) kuvveti, âdeta bir ilahý içinde kabul etmek lâzým gelir. Bu tarz-ý fikir ise, kâinattaki muhalatýn en bâtýlý, en hurafesidir. Hâlýk-ý Kâinat'ýn san'atýný, mevhum, ehemmiyetsiz, þuursuz bir tabîata veren insan, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha þuursuz olduðunu gösterir. ÝKÝNCÝ MUHAL: Eðer gâyet intizamlý, mizanlý, san'atlý, hikmetli þu mevcudat; nihayetsiz Kadîr, Hakîm bir zata verilmezse, belki tabîata isnad edilse, lâzým gelir ki; tabîat, herbir parça toprakta, Avrupa'nýn umum matbaalarý ve fabrikalarý adedince makineleri, matbaalarý bulundursun.. tâ, o parça toprak, menþe' ve tezgâh olduðu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetiþmelerine ve teþkillerine medâr olabilsin. Çünki çiçekler için saksýlýk vazifesini gören bir kâse toprak içine tohumlarý nöbetle atýlan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrý olan þekil ve heyetlerini teþkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil görülüyor. Eðer Kadîr-i Zülcelâl'e verilmezse; o vakit, o kâsedeki toprakta, herbir çiçek için mânevî, ayrý, tabîî bir makinesi bulunmazsa, bu hal vücuda gelemez. Çünki tohumlar ise nutfeler ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yâni müvellid-ül ma, müvellid-ül humuza, karbon, azotun intizamsýz, þekilsiz, hamur gibi halitasýndan ibaret olmakla beraber, hava, su, hararet, ziya dahi, herbiri basit ve þuursuz ve herþeye karþý sel gibi bir tarzda gittiðinden, o hadsiz çiçeklerin teþkilleri ayrý ayrý ve gâyet muntazam ve san'atlý olarak o topraktan çýkmasý, bilbedahe ve bizzarure iktiza ediyor ki; o kâsede bulunan toprakta, manen Avrupa kadar, mânevî ve küçük mikyasta matbaalarý ve fabrikalarý bulunsun. Tâ ki, bu kadar hayatdar kumaþlarý ve binler ayrý ayrý nakýþlý mensucatlarý dokuyabilsin. Ýþte tabîiyyunlarýn fikr-i küfrîleri, ne derece daire-i akýldan hariç saptýðýný kýyas et. Ve tabîatý mûcid zanneden insan suretindeki ahmak sarhoþlar "mütefennin ve akýllýyýz" diye dâvâ ettikleri halde, akýl ve fenden ne kadar uzak düþtüklerini ve mümteni' ve hiçbir cihetle mümkün olmayan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz ettiklerini gör, gül ve tükür! Eðer desen: Mevcudat, tabîata isnad edilse böyle acib muhaller olur, imtina' derecesinde müþkilât olur; acaba Zat-ý Ehad ve Samed'e verildiði vakit, o müþkilât nasýl kalkýyor? Ve o suubetli imtina, o sühuletli vücuba nasýl inkýlab eder? Elcevap: Birinci muhalde nasýlki güneþin cilve-i in'ikasý, kemal-i sühuletle, külfetsiz en küçük zerrecik câmidden tut, tâ en büyük bir denizin yüzüne kadar feyzini ve tesirini misalî güneþçiklerle gâyet kolaylýkla gösterdikleri halde, eðer güneþten nisbeti kesilse; o vakit herbir zerrecikte, tabîî ve bizzat bir güneþin haricî vücudu imtina derecesinde bir suubetle sh: » (L:173) olabilmesi, kabul edilmek lâzým gelir. Öyle de; herbir mevcud, doðrudan doðruya Zat-ý Ehad ve Samed'e verilse; vücub derecesinde bir sühulet, bir kolaylýk ile ve bir intisab ve cilve ile, herbir mevcuda lâzým herbir þey, ona yetiþtirilebilir. Eðer o intisab kesilse ve o memuriyet baþýbozukluða dönse ve herbir mevcud kendi baþýna ve tabîata býrakýlsa, o vakit imtina' derecesinde yüzbin müþkilât ve suubetle sinek gibi bir zîhayatýn, kâinatýn küçük bir fihristesi olan gâyet harika makine-i vücudunu îcad eden, içindeki kör tabîatýn, kâinatý halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet sahibi olduðunu farzetmek lâzým gelir. Bu ise bir muhal deðil, belki binler muhaldir. Elhasýl: Nasýlki Zat-ý Vâcib-ül Vücud'un þerik ve nazîri mümteni' ve muhaldir. Öyle de: Rubûbiyetinde ve îcad-ý eþyada baþkalarýnýn müdahâlesi, þerik-i zatî gibi mümteni' ve muhaldir. Amma ikinci muhaldeki müþkilât ise müteaddid Risalelerde isbat edildiði gibi, eðer bütün eþya Vâhid-i Ehad'e verilse; bütün eþya, bir tek þey gibi sühuletli ve kolay olur. Eðer esbaba ve tabîata verilse, bir tek þey, umum eþya kadar müþkilâtlý olduðu, müteaddid ve kat'î bürhanlarla isbat edilmiþ. Bir bürhanýn hülâsasý þudur ki: Nasýlki bir adam, bir padiþaha askerlik veya memuriyet cihetiyle intisab etse, o memur ve o asker o intisab kuvvetiyle, yüzbin defa kuvvet-i þahsiyesinden fazla iþlere medâr olabilir. Ve padiþahý namýna bazen bir þahý esir eder. Çünki gördüðü iþlerin ve yaptýðý eserlerin cihazatýný ve kuvvetini kendi taþýmýyor ve taþýmaya mecbur olmuyor. O intisab münasebetiyle, padiþahýn hazineleri ve arkasýndaki nokta-i istinadý olan ordu; o kuvveti, o cihazatý taþýyor. Demek gördüðü iþler, þahane olarak bir padiþahýn iþi gibi; ve gösterdiði eserler, bir ordu eseri misillü harika olabilir. Nasýlki karýnca, o memuriyet cihetiyle Firavun'un sarayýný harab ediyor. Sinek o intisab ile, Nemrud'u gebertiyor. Ve o intisab ile, buðday tanesi gibi bir çam çekirdeði, koca çam aðacýnýn bütün cihazatýný yetiþtiriyor. (Haþiye) Eðer o intisab kesilse, o memuriyetten terhis edilse, yapacaðý iþlerin cihazatýný ve kuvvetini, belinde ve bileðinde taþýmaða mecburdur. O vakit, o küçücük bileðindeki kuvvet mikdarýnca ve belindeki cephane adedince iþ görebilir. Evvelki vaziyette gâyet kolaylýkla gördüðü iþleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileðinde bir ordu kuvvetini ve belinde bir padiþahýn cihazat-ý harbiye fab _______________________________ (Haþiye): Evet, eðer intisab olsa; o çekirdek, kader-i Ýlahîden bir emir alýr, o harika iþlere mazhar olur. Eðer o intisab kesilse; o çekirdeðin hilkati, koca çam aðacýnýn hilkatinden daha ziyade cihazat ve iktidar ve san'atý iktiza eder. Çünki daðdaki -kudret eseri olan- mücessem çam aðacýnýn bütün âzalarý ve cihazatýyla, o çekirdekteki kader eseri olan mânevî aðaçta mevcud bulunmasý lâzým gelir. Çünki o koca aðacýn fabrikasý, o çekirdektir. Ýçindeki kaderî aðaç, kudretle hariçte tezahür eder, cismanî çam aðacý olur. sh: » (L:174) rikasýný yüklemek lâzým gelir ki; güldürmek için acib hurafeleri ve masallarý hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden utanýyorlar!.. Elhasýl: Vâcib-ül Vücud'a her mevcudu vermek, vücub derecesinde bir sühuleti var. Ve tabîata îcad cihetinde vermek, imtina' derecesinde müþkil ve haric-i daire-i akliyedir. ÜÇÜNCÜ MUHAL: Bu muhali izah edecek bazý Risalelerde beyan edilen iki misal: Birinci Misal: Bütün âsâr-ý medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiþ, hâlî bir sahrada kurulmuþ, yapýlmýþ bir saraya; gâyet vahþi bir adam girmiþ, içine bakmýþ. Binlerle muntazam san'atlý eþyayý görmüþ. Vahþetinden, ahmaklýðýndan, hariçten kimse müdahâle etmeyip, o saray içinde o eþyadan birisi, o sarayý müþtemilatýyla beraber yapmýþtýr diye taharriye baþlýyor. Hangi þeye bakýyor; o vahþetli aklý dahi kabil görmüyor ki, o þey bunlarý yapsýn. Sonra o sarayýn teþkilat proðramýný ve mevcudat fihristesini ve idare kanunlarý içinde yazýlý olan bir defteri görür. Çendan elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki þeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki o sarayý teþkil ve tezyin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecburiye, eþya-yý âhere nisbeten, kavanin-i ilmiyenin bir ünvaný olmak cihetiyle, o sarayýn mecmuuna bu defteri münasebetdar gördüðünden, "Ýþte bu defterdir ki, o sarayý teþkil, tanzim ve tezyin edip bu eþyayý yapmýþ, takmýþ, yerleþtirmiþ." diyerek vahþetini; ahmaklarýn, sarhoþlarýn hezeyanýna çevirmiþ. Ýþte aynen bu misal gibi; hadsiz derecede misaldeki saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve bütün etrafý mu'cizane hikmetle dolu þu saray-ý âlemin içine, inkâr-ý uluhiyete giden tabîiyyun fikrini taþýyan vahþi bir insan girer. Daire-i mümkinat haricinde olan Zat-ý Vâcib-ül Vücud'un eser-i san'atý olduðunu düþünmeyerek ve ondan i'raz ederek, daire-i mümkinat içinde kader-i Ýlahînin yazar bozar bir levhasý hükmünde ve kudret-i Ýlahiyenin kavanin-i icraatýna tebeddül ve tegayyür eden bir defteri olabilen ve pek yanlýþ ve hata olarak "tabîat" namý verilen bir mecmûa-i kavanin-i âdât-ý Ýlahiye ve bir fihriste-i san'at-ý Rabbaniyeyi görür. Ve der ki: "Madem bu eþya bir sebeb ister, hiçbir þeyin bu defter gibi münasebeti görünmüyor. Çendan hiçbir cihetle akýl kabul etmez ki; gözsüz, þuursuz, kudretsiz bu defter, Rubûbiyet-i mutlakanýn iþi olan ve hadsiz bir kudreti iktiza eden îcadý yapamaz. Fakat madem Sâni-i Kadîm'i kabul etmiyorum; öyle ise en münasibi, bu defter bunu yapmýþ ve yapar diyeceðim" der. Biz de deriz: Ey ahmak-ul humakadan tahammuk etmiþ sarhoþ ahmak! Baþýný tabîat bataklýðýndan çýkar, arkana bak; zerrattan, seyyarata kadar bütün sh: » (L:175) mevcudat, ayrý ayrý lisanlarla þEhadet ettikleri ve parmaklarýyla iþaret ettikleri bir Sâni-i Zülcelâl'i gör.. ve o sarayý yapan ve o defterde sarayýn proðramýný yazan Nakkaþ-ý Ezelî'nin cilvesini gör, fermanýna bak, Kur'anýný dinle.. o hezeyanlardan kurtul!.. Ýkinci Misal: Gâyet vahþi bir adam muhteþem bir kýþla dairesine girer. Gâyet muntazam bir ordunun umumî beraber talimlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle; bir tabur, bir alay, bir fýrka kalkar, oturur, gider; bir ateþ emriyle ateþ ettiklerini müþahede eder. Onun kaba, vahþi aklý, bir kumandanýn, devletin nizamatýyla ve kanun-u padiþahî ile kumandasýný anlamayýp, inkâr ettiðinden, o askerlerin iplerle birbiriyle baðlý olduklarýný tahayyül eder. O hayalî ip, ne kadar harikalý bir ip olduðunu düþünür; hayrette kalýr. Sonra gider.. Ayasofya gibi gâyet muazzam bir câmie, Cuma gününde dâhil olur. O cemaat-ý müslimînin, bir adamýn sesiyle kalkar, eðilir, secde ederek oturduklarýný müþahede eder. Mânevî ve semavî kanunlarýn mecmuundan ibaret olan þeriatý ve þeriat sahibinin emirlerinden gelen mânevî düsturlarýný anlamadýðýndan, o cemaatýn maddî iplerle baðlandýðýný ve o acib ipler onlarý esir edip oynattýðýný tahayyül ederek en vahþi insan suretindeki canavar hayvanlarý dahi güldürecek derecede maskaralý bir fikirle çýkar, gider. Ýþte ayný bu misal gibi: Sultan-ý Ezel ve Ebed'in hadsiz cünudunun muhteþem bir kýþlasý olan þu âleme ve o Mabud-u Ezelî'nin muntazam bir mescidi olan þu kâinata; mahz-ý vahþet olan, inkârlý fikr-i tabîatý taþýyan bir münkir giriyor. O Sultan-ý Ezelî'nin hikmetinden gelen nizamat-ý kâinatýn mânevî kanunlarýný, birer maddî madde tasavvur ederek ve saltanat-ý Rubûbiyetin kavanin-i itibariyesi ve o Mabud-u Ezelî'nin þeriat-ý fýtriye-i kübrasýnýn, mânevî ve yalnýz vücud-u ilmîsi bulunan ahkâmlarýný ve düsturlarýný birer mevcud-u haricî ve maddî birer madde tahayyül ederek, kudret-i Ýlahiyenin yerine, o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnýz vücud-u ilmîsi bulunan o kanunlarý ikame etmek ve ellerine îcad vermek, sonra da onlara "tabîat" namýný takmak ve yalnýz bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvveti, bir zîkudret ve müstakil bir kadîr telakki etmek; misaldeki vahþiden bin defa aþaðý bir vahþettir!.. Elhasýl: Tabîiyyunlarýn, mevhum ve hakikatsýz tabîat dedikleri þey, olsa olsa ve hakikat-ý hariciye sahibi ise; ancak bir san'at olabilir, Sâni olamaz. Bir nakýþtýr, Nakkaþ olamaz. Ahkâmdýr, hâkim olamaz. Bir þeriat-ý fýtriyedir, Þâri' olamaz. Mahluk bir perde-i izzettir, Hâlýk olamaz. Münfail bir fýtrattýr, Fâtýr bir fâil olamaz. Kanundur, kudret deðildir; kâdir olamaz. Mistardýr, masdar olamaz. Elhasýl: Madem mevcudat var. Madem Onaltýncý Nota'nýn baþýnda denildiði gibi; mevcudun vücuduna, taksim-i aklî ile dört yoldan baþka yol sh: » (L:176) tahayyül edilmez. O dört cihetten üçünün -herbirinin üç zâhir muhaller ile butlaný, kat'î bir surette isbat edildi. Elbette bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan vahdet yolu, kat'î bir surette isbat olunuyor. O dördüncü yol ise; baþtaki اَفِى اللّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ âyeti, þeksiz ve þüphesiz bedahet derecesinde Zat-ý Vâcib-ül Vücud'un uluhiyetini ve her þey doðrudan doðruya dest-i kudretinden çýktýðýný ve Semavat ve Arz kabza-i tasarrufunda bulunduðunu gösteriyor. Ey esbabperest ve tabîata tapan bîçare adam! Madem herþeyin tabîatý, herþey gibi mahluktur; çünki san'atlýdýr ve yeni oluyor. Hem her müsebbeb gibi, zâhirî sebebi dahi masnu'dur. Ve madem herþeyin vücudu, pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtýr. O halde, o tabîatý îcad eden ve o sebebi halkeden bir Kadîr-i Mutlak var. Ve o Kadîr-i Mutlak'ýn ne ihtiyacý var ki âciz vesaiti, Rubûbiyetine ve îcadýna teþrik etsin. Hâþâ! Belki doðrudan doðruya müsebbebi, sebeb ile beraber halkederek, cilve-i Esmâsýný ve hikmetini göstermek için, bir tertib ve tanzim ile zâhirî bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle, eþyadaki zâhirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci' olmak için, esbab ve tabîatý dest-i kudretine perde etmiþ; izzetini o suretle muhafaza etmiþ. Acaba bir saatçi, saatin çarklarýný yapsýn; sonra saati çarklarla tertib edip tanzim etsin, daha mý kolaydýr? Yoksa harika bir makineyi, o çarklar içinde yapsýn; sonra saatin yapýlmasýný o makinenin câmid ellerine versin, tâ saati yapsýn, daha mý kolaydýr? Acaba imkân haricinde deðil midir? Haydi o insafsýz aklýnla sen söyle, sen hâkim ol! Veyahud bir kâtib; mürekkeb, kalem, kâðýdý getirdi. Onunla kendi bizzat o kitabý yazsa, daha mý kolaydýr? Yoksa o kâðýd, mürekkeb, kalem içinde o kitabdan daha san'atlý, daha zahmetli, yalnýz o tek kitaba mahsus olarak bir yazý makinesi îcad etsin; sonra o þuursuz makineye "Haydi sen yaz" desin de kendi karýþmasýn, daha mý kolaydýr? Acaba yüz defa yazýdan daha müþkil deðil midir? Eðer desen: Evet bir kitabý yazan makinenin îcadý, o kitabdan yüz defa daha müþkildir. Fakat o makine, ayný kitabýn bir çok nüshalarýný yazmasýna vasýta olmak cihetiyle, belki bir kolaylýk var? Elcevap: Nakkaþ-ý Ezelî, hadsiz kudretiyle nihayetsiz cilve-i Esmâsýný her vakit tazelendirmekle, ayrý ayrý þekilde göstermek için, eþyadaki teþahhuslarý ve hususî sîmâlarý öyle bir surette halketmiþtir ki; hiçbir mektub-u Samedanî ve hiçbir kitab-ý Rabbanî, diðer kitablarýn ayný aynýna olamýyor. Alâküllihal, ayrý mânâlarý ifade etmek için, ayrý bir sîmâsý bulunacak. Eðer gözün varsa, insanýn sîmâsýna bak, gör ki; zaman-ý Âdem'den þimdiye kadar, belki ebede kadar, bu küçük sîmâda, âza-yý esasîde ittifak ile beraber, herbir sîmâ, umum sîmâlara nisbeten, herbirisi sh: » (L:177) ne karþý birer alâmet-i farikasý var olduðu kat'iyen sabittir. Bunun için herbir sîmâ, ayrý bir kitabdýr. Yalnýz san'atýn tanzimi için ayrý bir yazý takýmý ve ayrý bir tertib ve te'lif ister. Ve maddelerini hem getirmek, hem yerleþtirmek ve hem de vücuda lâzým olan herþeyi dercetmek için, bütün bütün baþka bir tezgâh ister. Haydi, farz-ý muhal olarak tabîata bir matbaa nazarýyla baktýk. Fakat bir matbaaya ait olan tanzim ve basmak, yâni muayyen intizamýný kalýba sokmaktan baþka, o tanzimin îcadýndan, îcadlarý yüz derece daha müþkil bir zîhayatýn cismindeki maddeleri, aktar-ý âlemden mizan-ý mahsusla ve has bir intizamla îcad etmek ve getirmek ve matbaa eline vermek için, yine o matbaayý îcad eden Kadîr-i Mutlak'ýn kudret ve iradesine muhtaçtýr. Demek bu matbaalýk ihtimali ve farzý, bütün bütün mânâsýz bir hurafedir. Ýþte bu saat ve kitab misalleri gibi; Sâni-i Zülcelâl, Kadîr-i Külli Þey', esbabý halketmiþ; müsebbebatý da halkediyor. Hikmetiyle, müsebbebatý esbaba baðlýyor. Kâinatýn harekâtýnýn tanzimine dair kavanin-i âdetullahtan ibaret olan þeriat-ý fýtriye-i kübra-yý Ýlahiyenin bir cilvesini ve eþyadaki o cilvesine, yalnýz bir âyine ve bir ma'kes olan tabîat-ý eþyayý, iradesiyle tayin etmiþtir. Ve o tabîatýn vücud-u haricîye mazhar olan vechini, kudretiyle îcad etmiþ ve eþyayý o tabîat üzerinde halketmiþ, birbirine mezcetmiþ. Acaba gâyet derecede makul ve hadsiz bürhanlarýn neticesi olan bu hakikatýn kabulü mü daha kolaydýr.. -acaba vücub derecesinde lâzým deðil midir?- Yoksa câmid, þuursuz, mahluk, masnu, basit olan o sebeb ve tabîat dediðiniz maddelere, herbir þey'in vücuduna lâzým hadsiz cihazat ve âlâtý verip hakîmane, basîrane olan iþleri kendi kendilerine yaptýrmak mý daha kolaydýr? Acaba imtina' derecesinde, imkân haricinde deðil midir? Senin, o insafsýz aklýnýn insafýna havale ediyoruz. Münkir ve tabîatperest diyor ki: Madem beni insafa davet ediyorsun. Ben de diyorum ki; þimdiye kadar yanlýþ gittiðimiz yol, hem yüz derece muhal, hem gâyet zararlý ve nihayet derecede çirkin bir meslek olduðunu itiraf ediyorum. Sâbýk tahkikatýnýzdan zerre mikdar þuuru bulunan anlayacak ki; esbaba, tabîata îcad vermek mümteni'dir, muhaldir. Ve herþeyi doðrudan doðruya Vâcib-ül Vücud'a vermek vâcibdir, zarurîdir. Elhamdülillahi ale-l îman deyip îman ediyorum. Yalnýz bir þüphem var. Cenab-ý Hakk'ýn Hâlýk olduðunu kabul ediyorum; fakat bazý cüz'î esbabýn ehemmiyetsiz þeylerde îcada müdahâleleri ve bir parça medh ü sena kazanmalarý, saltanat-ý Rubûbiyetine ne zarar verir? Saltanatýna noksaniyet gelir mi?" Elcevap: Bazý Risalelerde gâyet kat'î isbat ettiðimiz gibi; hâkimiyetin þe'ni, müdahâleyi reddetmektir. Hatta en edna bir hâkim, bir memur; sh: » (L:178) daire-i hâkimiyetinde oðlunun müdahâlesini kabul etmiyor. Hatta hâkimiyetine müdahâle tevehhümüyle, bazý dindar padiþahlar -halife olduklarý halde- masum evlâdlarýný katletmeleri, bu "redd-i müdahâle kanunu"nun hâkimiyette ne kadar esaslý hükmettiðini gösteriyor. Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padiþaha kadar, hâkimiyetteki istiklaliyetin iktiza ettiði "men-i iþtirak kanunu" tarih-i beþerde çok acib herc ü merc ile kuvvetini göstermiþ. Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin bir gölgesi, bu derece müdahâleyi reddetmeyi ve baþkasýnýn müdahâlesini men'etmeyi ve hâkimiyetinde iþtirak kabul etmemeyi ve makamýnda istiklaliyetini nihayet taassubla muhafazaya çalýþmayý gör, sonra hâkimiyet-i mutlaka Rubûbiyet derecesinde ve âmiriyet-i mutlaka uluhiyet derecesinde ve istiklaliyet-i mutlaka Ehadiyet derecesinde ve istiðna-yý mutlak kadiriyet-i mutlaka derecesinde bir Zat-ý Zülcelâl'de, bu redd-i müdahâle ve men-i iþtirak ve tard-ý þerik, ne derece o hâkimiyetin zarurî bir lâzýmý ve vâcib bir muktezasý olduðunu kýyas edebilirsen et. Amma ikinci þýk þübhen ki: Bazý esbab, bazý cüz'iyatýn bazý ubûdiyetlerine merci' olsa, o Mabud-u Mutlak olan Zat-ý Vâcib-ül Vücud'a müteveccih zerrattan seyyarata kadar mahlûkatýn ubûdiyetlerinden ne noksan gelir? Elcevap: Þu kâinatýn Hâlýk-ý Hakîm'i kâinatý bir aðaç hükmünde halkedip, en mükemmel meyvesini zîþuur ve zîþuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmýþtýr. Ve insanýn en ehemmiyetli, belki insanýn netice-i hilkati ve gaye-i fýtratý ve semere-i hayatý olan þükür ve ibadeti; o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanýttýrmak için kâinatý halkeden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatýn meyvesi olan insaný ve insanýn en yüksek meyvesi olan þükür ve ibadetini baþka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zýd olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatý abes eder mi? Hâþâ ve kellâ... Hem hikmetini ve Rubûbiyetini inkâr ettirecek bir tarzda mahlûkatýn ibadetlerini baþkalara vermeye rýza gösterir mi, hiç müsaade eder mi? Ve hem hadsiz bir derecede kendini sevdirmeyi ve tanýttýrmayý ef'aliyle gösterdiði halde, en mükemmel mahlûkatýnýn þükür ve minnetdarlýklarýný, tahabbüb ve ubûdiyetlerini baþka esbaba vermekle kendini unutturup, kâinattaki makasýd-ý âliyesini inkâr ettirir mi? Ey tabîat-perestlikten vazgeçen arkadaþ! Haydi sen söyle! O diyor: Elhamdülillah, bu iki þübhem hallolmakla beraber, vahdaniyet-i Ýlahiyeye dair ve Mabud-u Bilhak o olduðuna ve ondan baþkalarý ibadete lâyýk olmadýðýna o kadar parlak ve kuvvetli iki delil gösterdin ki, onlarý inkâr etmek, Güneþ'i ve gündüzü inkâr etmek gibi bir mükâberedir. sh: » (L:179) Hâtime Tabîat fikr-i küfrîsini terkeden ve imânâ gelen zat diyor ki: Elhamdülillah, benim þüphelerim kalmadý; yalnýz merakýmý mûcib olan birkaç sualim var. Birinci Sual: Çok tenbellerden ve târik-üs salâtlardan iþitiyoruz; diyorlar ki: Cenab-ý Hakk'ýn bizim ibadetimize ne ihtiyacý var ki, Kur'anda çok þiddet ve ýsrar ile ibadeti terkedeni zecredip Cehennem gibi dehþetli bir ceza ile tehdid ediyor. Ýtidalli ve istikametli ve adâletli olan ifade-i Kur'aniyeye nasýl yakýþýyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz'î hataya karþý, nihayet þiddeti gösteriyor? Elcevap: Evet Cenab-ý Hak senin ibadetine, belki hiçbir þeye muhtaç deðil. Fakat sen ibadete muhtaçsýn, manen hastasýn. Ýbadet ise, mânevî yaralarýna tiryaklar hükmünde olduðunu çok Risalelerde isbat etmiþiz. Acaba bir hasta, o hastalýk hakkýnda, þefkatli bir hekimin ona nâfi' ilâçlarý içirmek hususunda ettiði ýsrara mukabil, hekime dese: "Senin ne ihtiyacýn var, bana böyle ýsrar ediyorsun?" Ne kadar mânâsýz olduðunu anlarsýn. Amma Kur'anýn, terk-i ibadet hakkýnda þiddetli tehdidatý ve dehþetli cezalarý ise; nasýlki bir padiþah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için; âdi bir adamýn, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasýna göre, þiddetli cezaya çarpar. Öyle de; ibadeti ve namazý terk eden adam, Sultan-ý Ezel ve Ebed'in raiyeti hükmünde olan mevcudatýn hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve mânevî bir zulüm eder. Çünki mevcudatýn kemalleri, Sânia müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. Ýbadeti terkeden, mevcudatýn ibadetini görmez ve göremez, belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasýnda yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedanî ve birer âyine-i Esmâ-i Rabbaniye olan mevcudatý; âlî makamlarýndan tenzil ettiðinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, câmid, periþan bir vaziyette telakki ettiðinden, mevcudatý tahkir eder; kemalâtýný inkâr ve tecavüz eder. Evet herkes, kâinatý kendi âyinesiyle görür. Cenab-ý Hak insaný kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmýþtýr. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiþ. O âlemin rengini, o insanýn itikad-ý kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ; gâyet me'yus ve matemli olarak aðlayan bir insan, mevcudatý aðlar ve me'yus suretinde görür; gâyet sürurlu ve neþ'eli, müjdeli ve kemal-i neþ'esinden gülen bir adam, kâinatý neþ'eli, güler gördüðü gibi; mütefekkirane ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatýn hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarýný bir derece keþfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terkeden adam; mevcudatý, hakikat-ý kemalâtýna tamamýyla zýd ve mu sh: » (L:180) halif ve hata bir surette tevehhüm eder ve manen onlarýn hukukuna tecavüz eder. Hem o târik-üs salât, kendi kendine mâlik olmadýðý için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkýný, onun nefs-i emmaresinden almak için, dehþetli tehdid eder. Hem netice-i hilkatý ve gaye-i fýtratý olan ibadeti terkettiðinden, hikmet-i Ýlahiye ve meþiet-i Rabbaniyeye karþý bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpýlýr. Elhasýl: Ýbadeti terkeden, hem kendi nefsine zulmeder; -nefsi ise, Cenab-ý Hakk'ýn abdi ve memlûküdür- hem kâinatýn hukuk-u kemalâtýna karþý bir tecavüz, bir zulümdür. Evet nasýlki küfür, mevcudata karþý bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kâinatýn kemalâtýný bir inkârdýr. Hem hikmet-i Ýlahiyeye karþý bir tecavüz olduðundan, dehþetli tehdide, þiddetli cezaya müstehak olur. Ýþte bu istihkaký ve mezkûr hakikatý ifade etmek için, Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan mu'cizane bir surette o þiddetli tarz-ý ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamýna hakikat-ý belâgat olan mutabýk-ý mukteza-yý hâle mutabakat ediyor. Ýkinci Sual: Tabîattan vazgeçen ve imânâ gelen zat diyor ki: Her mevcud, her cihette, her iþinde ve her þeyinde ve her þe'ninde meþiet-i Ýlahiyeye ve kudret-i Rabbaniyeye tâbi' olmasý, çok azîm bir hakikattýr. Azameti cihetinde dar zihinlerimize sýkýþmýyor. Halbuki gözümüzle gördüðümüz bu nihayet derecede mebzuliyet, hem hilkat ve îcad-ý eþyadaki hadsiz sühulet, hem sâbýk bürhanlarýnýzla tahakkuk eden vahdet yolundaki îcad-ý eþyada nihayet derecede kolaylýk ve sühulet, hem nass-ý Kur'an ile beyan edilen مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ * وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ gibi âyetlerin sarahaten gösterdikleri nihayet derecede kolaylýk, o hakikat-ý azîmeyi, en makbul ve en makul bir mes'ele olduðunu gösteriyorlar. Bu kolaylýðýn sýrrý ve hikmeti nedir? Elcevap: Yirminci Mektub'un Onuncu Kelimesi olan وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ beyanýnda, o sýr gâyet vâzýh ve kat'î ve mukni bir tarzda beyan edilmiþ. Hususan o mektubun zeylinde daha ziyade vuzuh ile isbat edilmiþ ki; bütün mevcudat, Sâni-i Vâhid'e isnad edildiði vakit, bir tek mevcud hükmünde kolaylaþýr. Eðer Vâhid-i Ehad'e verilmezse; bir tek sh: » (L:181) mahlukun îcadý, bütün mevcudat kadar müþkilleþir ve bir çekirdek, bir aðaç kadar suubetli olur. Eðer Sâni-i Hakikîsine verilse, kâinat bir aðaç gibi ve aðaç bir çekirdek gibi ve Cennet bir bahar gibi ve bahar bir çiçek gibi kolaylaþýr, sühulet peyda eder. Ve bilmüþahede görünen hadsiz mebzuliyet ve ucuzluðun ve her nev'in sühuletle kesret-i efradý bulunmasýnýn ve kesret-i sühulet ve sür'atle muntazam, san'atlý, kýymetli mevcudatýn kolayca vücuda gelmesinin sýrlarýna medâr olan ve hikmetlerini gösteren yüzer delillerinden ve baþka Risalelerde tafsilen beyan edilen bir ikisine muhtasar bir iþaret ederiz. Meselâ: Nasýlki yüz nefer, bir zabitin idaresine verilse; bir neferin, yüz zabitin idarelerine verilmesinden yüz derece daha kolay olduðu gibi, bir ordunun teçhizat-ý askeriyesi; bir merkez, bir kanun, bir fabrika ve bir padiþahýn emrine verildiði vakit, âdeta kemmiyeten bir neferin teçhizatý kadar kolaylaþtýðý gibi.. bir neferin teçhizat-ý askeriyesi; müteaddid merkezlere, müteaddid fabrikalara, müteaddid kumandanlara havalesi de, âdeta bir ordunun teçhizatý kadar kemmiyeten müþkilâtlý oluyor. Çünki bir tek neferin teçhizatý için, bütün orduya lâzým olan fabrikalarýn bulunmasý gerektir. Hem bir aðacýn sýrr-ý vahdet cihetiyle, bir kökte, bir merkezde, bir kanun ile mevadd-ý hayatiyesi verildiðinden; binler meyve veren o aðaç, bir meyve kadar sühuletli olduðu bilmüþahede görünür. Eðer vahdetten kesrete gidilse, herbir meyveye lâzým mevadd-ý hayatiye baþka yerden verilse; herbir meyve, bir aðaç kadar müþkilât peyda eder. Belki aðacýn bir enmuzeci ve fihristesi olan bir tek çekirdek dahi, o aðaç kadar suubetli olur. Çünki bir aðacýn hayatýna lâzým olan bütün mevadd-ý hayatiye, birtek çekirdek için de lâzým oluyor. Ýþte bu misaller gibi, yüzler misaller var gösteriyorlar ki; vahdette, nihayet derecede sühuletle vücuda gelen binler mevcud, þirkte ve kesrette, bir tek mevcuddan daha ziyade kolay olur. Sair Risalelerde bu hakikat iki kerre iki dört eder derecede isbat edildiðinden, onlara havale edip, burada yalnýz bu sühulet ve kolaylýðýn ilim ve kader-i Ýlahî ve kudret-i Rabbaniye nokta-i nazarýnda gâyet mühim bir sýrrýný beyan edeceðiz. Þöyle ki: Sen bir mevcudsun. Eðer Kadîr-i Ezelî'ye kendini versen; bir kibrit çakar gibi, hiçten, yoktan, bir emirle, hadsiz kudretiyle, seni bir anda halkeder. Eðer sen kendini ona vermezsen, belki esbab-ý maddiyeye ve tabîata isnad etsen; o vakit sen, kâinatýn muntazam bir hülâsasý, meyvesi ve küçük bir fihristesi ve listesi olduðundan; seni yapmak için, kâinatý ve anasýrý ince elek ile eleyip hassas ölçülerle aktar-ý âlemden senin vücudundaki maddeleri toplamak lâzým gelir. Çünki esbab-ý maddiye yalnýz terkib eder, toplar. Kendilerinde bulunmayaný; hiçten, yoktan yapamadýklarý, sh: » (L:182) bütün ehl-i akýl yanýnda musaddaktýr. Öyle ise, küçük bir zîhayatýn cismini aktar-ý âlemden toplamaya mecbur olurlar. Ýþte vahdette ve tevhidde ne kadar kolaylýk ve þirkte ve dalâlette ne kadar müþkilât var olduðunu anla! Ýkincisi: Ýlim noktasýnda hadsiz bir sühulet vardýr. Þöyle ki: Kader, ilmin bir nevidir ki, herþeyin mânevî ve mahsus kalýbý hükmünde bir mikdar tayin eder. Ve o mikdar-ý kaderî, o þey'in vücuduna bir plân, bir model hükmüne geçer. Kudret îcad ettiði vakit; gâyet sühuletle o kaderî mikdar üstünde îcad eder. Eðer o þey muhit ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadîr-i Zülcelâl'e verilmezse; -sâbýkan geçtiði gibi- binler müþkilât deðil, belki yüz muhalat ortaya düþer. Çünki o mikdar-ý kaderî ve mikdar-ý ilmî olmazsa; binler haricî ve maddî kalýplar, küçücük bir hayvanýn cesedinde istimal edilmek lâzým gelir. Ýþte vahdette nihayetsiz kolaylýk ve dalâlette ve þirkte hadsiz müþkilâtýn bir sýrrýný anla; وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ âyeti, ne kadar hakikatlý ve doðru ve yüksek bir hakikatý ifade ettiðini bil!. Üçüncü Sual: Eskiden düþman, þimdi dost olan mühtedi diyor ki: Þu zamanda çok ileri giden feylesoflar diyorlar ki: "Hiçten hiçbirþey îcad edilmiyor ve hiçbirþey idam edilmiyor; yalnýz bir terkib bir tahlildir ki, kâinat fabrikasýný iþlettiriyor." Elcevap: Nur-u Kur'an ile mevcudata bakmayan feylesoflarýn en ileri gidenleri bakmýþlar ki, tabîat ve esbab vasýtasiyle bu mevcudatýn teþekkülât ve vücudlarýný -sâbýkan isbat ettiðimiz tarzda- imtina' derecesinde müþkilâtlý gördüklerinden, iki kýsma ayrýldýlar. Bir kýsmý Sofestaî olup, insanýn hassasý olan akýldan istifa ederek, ahmak hayvanlardan daha aþaðý düþerek, kâinatýn vücudunu inkâr etmeyi; hatta kendilerinin vücudlarýný dahi inkâr etmesini; dalâlet mesleðinde esbab ve tabîatýn îcad sahibi olmalarýndan daha ziyade kolay gördüklerinden hem kendilerini, hem kâinatý inkâr edip, cehl-i mutlaka düþmüþler. Ýkinci güruh bakmýþlar ki; dalâlette, esbab ve tabîat mûcid olmak noktasýnda, bir sinek ve bir çekirdeðin îcadý, hadsiz müþkilâtý var ve tavr-ý aklýn haricinde bir iktidar iktiza ediyor. Onun için bilmecburiye îcadý inkâr ediyorlar, "yoktan var olmaz" diyorlar ve idamý da muhal görüyorlar, "var yok olmaz" hükmediyorlar. Yalnýz harekât-ý zerrat ile, sh: » (L:183) tesadüf rüzgârlariyle bir terkib ve tahlil ve daðýlmak ve toplanmak suretinde bir vaziyet-i itibariye tahayyül ediyorlar. Ýþte sen gel, ahmaklýðýn ve cehâletin en aþaðý derecesinde, en yüksek akýllý kendini zanneden adamlarý, gör; ve dalâlet, insaný ne kadar maskara ve süfli ve echel yaptýðýný bil; ibret al! Acaba her senede, dörtyüz bin enva'ý birden zemin yüzünde îcad eden ve semavat ve arzý altý günde halkeden ve altý haftada, her baharda, kâinattan daha san'atlý, hikmetli zîhayat bir kâinatý inþa eden bir kudret-i ezeliye, bir ilm-i ezelînin dairesinde, plânlarý ve mikdarlarý taayyün eden mevcudat-ý ilmiyeyi göze göstermeyen bir ecza ile yazýlan ve görünmeyen bir yazýyý göstermek için sürülen bir ecza misillü, gâyet kolay o mâdûmât-ý hariciye olan mevcudat-ý ilmiyeye vücud-u haricî vermeyi o kudret-i ezeliyeden uzak görmek ve îcadý inkâr etmek; evvelki güruh olan Sofestaîlerden daha ziyade ahmakane ve cahilanedir. Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnýz bir cüz-i ihtiyarîden baþka ellerinde olmayan firavunlaþmýþ kendi nefisleri, hiçbir þeyi idam ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi, hiçten, yoktan îcad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabîatýn ellerinde hiçten îcad gelmediði cihetle, ahmaklýklarýndan diyorlar: "Yoktan var olmaz, var da yok olmaz" deyip, bu bâtýl ve hata düsturu, Kadîr-i Mutlak'a teþmil etmek istiyorlar. Evet Kadîr-i Zülcelâl'in iki tarzda îcadý var. Biri; ihtira' ve ibda' iledir. Yâni hiçten, yoktan vücud veriyor ve ona lâzým her þeyi de hiçten îcad edip eline veriyor. Diðeri; inþa ile, san'at iledir. Yâni kemal-i hikmetini ve çok Esmâsýnýn cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatýn anasýrýndan bir kýsým mevcudatý inþa ediyor. Her emrine tâbi' olan zerratlarý ve maddeleri, rezzakýyet kanuniyle onlara gönderir ve onlarda çalýþtýrýr. Evet Kadir-i Mutlak'ýn iki tarzda, hem ibda' hem inþa suretinde îcadý var. Varý yok etmek ve yoðu var etmek; en kolay en sühuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ý zîhayat mahlûkatýn þekillerini, sýfatlarýný, belki zerratlarýndan baþka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karþý, "yoðu var edemez!" diyen adam, yok olmalý!.. Tabîatý býrakan ve hakikata geçen zat diyor ki: Cenab-ý Hakk'a zerrat ededince þükür ve hamd ü sena ediyorum ki, kemal-i îmaný kazandým, evham ve dalâletlerden kurtuldum; ve hiç bir þübhem de kalmadý. اَلْحَمْدُ ِللّهِ عَلَى دِينِ اْلاِسْلاَمِ وَ كَمَالِ اْلاِيمَانِ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ Link to comment Share on other sites More sharing options...
Recommended Posts