EMRE Posted December 21, 2008 Share Posted December 21, 2008 Yirmisekizinci Mektub Þu Mektub sekiz mes'eledir. Birinci Risale olan Birinci Mes'ele بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ اِنْ كُنْتُمْ لِلرُّؤْيَا تَعْبُرُونَ Sâniyen: Üç sene evvel benimle görüþtükten üç gün sonra tabiri çýkmýþ, te'vili tezahür etmiþ eski bir rü'yanýzýn, þimdi tabirini istiyorsunuz. Þimdilik o güzel, mübarek, müjdeli rü'ya mürur-u zamana uðramýþ. Mânasýný göstermiþ olan o rü'yaya karþý böyle desem hakkým yok mu: نَه شَبَمْ نَه شَبْ َرَسْتَمْ مَنْ { غُلاَمِ شَمْسَمْ اَزْ شَمْسِ مِى ُويَمْ خَبَرْ آنْ خَيَا لاَتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ { عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ Evet kardeþim, senin ile mahz-ý hakikat dersini müzakereye alýþmýþýz. Hayalâtlara karþý kapýsý açýk olan rü'yalarý, tahkikî bir surette mevzubahs etmek, tahkik mesleðine tam uygun gelmediðinden; o cüz'î hâdise-i nevmiye münasebetiyle, mevtin küçük bir kardeþi olan nevme ait ilmî ve düsturî olarak altý nükte-i hakikatý, âyât-ý Kur'aniyenin iþaret ettiði vecihte beyan edeceðiz. Yedincisinde, senin rü'yana kýsa bir tabir verilecek. Birincisi: Sure-i Yûsuf'un mühim bir esasý, rü'ya-yý Yûsufiye olduðu gibi; وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا âyeti misillü çok âyetlerle, rü'yada ve nevmde perdeli olarak ehemmiyetli hakikatlar var olduðunu gösterir. Ýkincisi: Kur'an ile tefe'üle ve rü'yaya itimada ehl-i hakikat tarafdar deðiller. Çünki Kur'an-ý Hakîm, ehl-i küfrü kesretle ve þiddetli bir tarzda vuruyor. Tefe'ülde, kâfire ait þiddeti, tefe'ül eden insana çýktýðý vakit, yeis veriyor; kalbi müþevveþ ediyor. sh: » (M: 370) Hem rü'ya dahi hayr iken, bazý aks-i hakikatla göründüðü için þer telakki edilir, yeise düþürür, kuvve-i maneviyeyi kýrar, sû'-i zan verir. Çok rü'yalar var ki: Sureti dehþetli, zararlý, mülevves iken; tabiri ve manasý çok güzel oluyor. Herkes rü'yanýn suretiyle mânasýnýn hakikatý mabeynindeki münasebeti bulamadýðý için; lüzumsuz telaþ eder, me'yus olur, keder eder. Ýþte yalnýz bu cihet içindir ki, ehl-i hakikat gibi ve Ýmam-ý Rabbanî misillü baþta نَه شَبَمْ نَه شَبْ َرَسْتَمْ dedim. Üçüncüsü: Hadîs-i sahih ile nübüvvetin kýrk cüz'ünden bir cüz'ü nevmde rü'ya-yý sâdýka suretinde tezahür etmiþ. Demek rü'ya-yý sâdýka hem haktýr, hem nübüvvetin vezaifine taalluku var. Þu üçüncü mes'ele, gayet mühim ve uzun ve nübüvvetle alâkadar ve derin olduðundan, baþka vakte talik ediyoruz; þimdilik o kapýyý açmýyoruz. Dördüncüsü: Rü'ya üç nevidir: Ýkisi, tabir-i Kur'anla اَضْغَاثُ اَحْلاَمٍ da dâhildir; tabire deðmiyor. Mânasý varsa da ehemmiyeti yok. Ya mizacýn inhirafýndan kuvve-i hayaliye þahsýn hastalýðýna göre bir terkibat, tasvirat yapýyor; yahut gündüz veya daha evvel, hattâ bir-iki sene evvel ayný vakitte baþýna gelen müheyyic hâdisatý, hayal tahattur eder; ta'dil ve tasvir eder, baþka bir þekil verir. Ýþte bu iki kýsým اَضْغَاثُ اَحْلاَمٍ dýr, tabire deðmiyor. Üçüncü kýsým ki, rü'ya-yý sadýkadýr. O doðrudan doðruya mahiyet-i insaniyedeki latife-i Rabbaniye, âlem-i þehadetle baðlanan ve o âlemde dolaþan duygularýn kapanmasýyla ve durmasýyla, âlem-i gayba karþý bir münasebet bulur, bir menfez açar. O menfez ile, vukua gelmeye hazýrlanan hâdiselere bakar ve Levh-i Mahfuz'un cilveleri ve mektubat-ý kaderiyenin nümuneleri nev'inden birisine rastgelir, bazý vakýat-ý hakikiyeyi görür. Ve o vakýatta, bazan hayal tasarruf eder, suret libaslarý giydirir. Bu kýsmýn çok enva'ý ve tabakatý var. Bazý aynen gördüðü gibi çýkar, bazan bir ince perde altýnda çýkýyor, bazan kalýnca bir perde ile sarýlýyor. Hadîs-i þerifte gelmiþ ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn bidayet-i vahiyde gördüðü rü'yalar; subhun inkiþafý gibi sh: » (M: 371) zâhir, açýk, doðru çýkýyordu. Beþincisi: Rü'ya-yý sâdýka, hiss-i kablelvukuun fazla inkiþafýdýr. Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz'î-küllî vardýr. Hattâ hayvanlarda dahi vardýr. Hattâ bir zaman ben, bu hiss-i kalbelvukuu, zâhirî ve bâtýnî meþhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda "sâika" ve "þâika" namýyla ayný "sâmia" ve "bâsýra" gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuþtum. Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ý meþhur hislere; -hata ederek- ahmakçasýna "sevk-i tabiî" diyorlar. Hâþâ sevk-i tabiî deðil, belki bir nevi ilham-ý fýtrî olarak insan ve hayvaný kader-i Ýlâhî sevkediyor. Meselâ: Kedi gibi bazý hayvan; gözü kör olduðu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur. Hem rûy-i zeminin sýhhiye memurlarý hükmünde ve bedevî hayvanatýn cenazelerini kaldýrmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllahm kuþlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kablelvuku ilhamýyla ve o sâika-i Ýlâhî ile bildirilir ve bulurlar. Hem yeni dünyaya gelmiþ bir arý yavrusu; yaþý bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o sâika ilhamýyla döner, yuvasýna girer. Hattâ herkesin baþýnda çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapý açýlarak tahminin fevkýnde ayný adam gelir. Hattâ Kürdce durûb-u emsaldendir: نَا ِ ُرْبِينَه َالاَنْدَارْ لِى وَرِينَه Yani: "Kurdun bahsini ettiðin zaman topuzu hazýrla, vur; çünki kurt geliyor." Demek bir hiss-i kablelvuku ile, latife-i Rabbaniye icmalen o adamýn gelmesini hisseder. Fakat aklýn þuuru ihata etmediði için; kasden deðil, ihtiyarsýz olarak bahsetmeye sevkeder. Ehl-i feraset bazan kerâmet gibi geldiðini beyan eder. Hattâ bir zaman bende þu nevi hassasiyet fazla idi. Bu hali bir düstur içine almak istedim, fakat yakýþtýramadým ve yapamadým. Fakat ehl-i salahatta ve bahusus ehl-i velayette bu hiss-i kablelvuku fazla inkiþaf eder, kerâmetkârane âsârýný gösterir. Ýþte umum avam için dahi bir nevi velayete mazhariyet var ki, rü'ya-yý sâdýkada, evliya gibi, gaybî ve istikbalî olan þeyleri görüyorlar. Evet uyku nasýlki avam için rü'ya-yý sâdýka cihetinde sh: » (M: 372) bir mertebe-i velayet hükmündedir; öyle de umum için, gayet güzel ve muhteþem bir sinema-i Rabbaniyenin seyrangâhýdýr. Fakat güzel ahlâklý güzel düþünür. Güzel düþünen, güzel levhalarý görür. Fena ahlâklý fena düþündüðünden, fena levhalarý görür. Hem herkes için, âlem-i þehadet içinde, âlem-i gayba bakan bir penceredir. Hem mukayyed ve fâni insanlar için, saha-i ýtlak bir meydan ve bir nevi bekaya mazhar ve mazi ve müstakbel, hal hükmünde bir temaþagâhtýr. Hem tekâlif-i hayatiye altýnda ezilen ve meþakkat çeken zîruhlarýn istirahatgâhýdýr. Ýþte bu gibi sýrlar içindir ki, Kur'an-ý Hakîm وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا nev'indeki âyetlerle, hakikat-ý nevmiyeyi ehemmiyetle ders veriyor. Altýncýsý ve en mühimmi: Rü'ya-yý sâdýka benim için hakkalyakîn derecesine gelmiþ ve pek çok tecrübatýmla, kader-i Ýlâhînin her þey'e muhît olduðuna bir hüccet-i katý' hükmüne geçmiþtir. Evet bu rü'yalar, benim için hususan bu birkaç sene zarfýnda o dereceye gelmiþtir ki; meselâ yarýn baþýma gelecek en küçük hâdisat ve en ehemmiyetsiz muamelât ve hattâ en âdi muhaverat yazýlý olduðunu ve daha gelmeden muayyen olduðunu ve gecede onlarý görmekle, dilim ile deðil, gözüm ile okuduðum bana kat'î olmuþtur. Bir deðil, yüz deðil, belki bin defa; gecede, hiç düþünmediðim halde gördüðüm bazý adamlar veyahut söylediðim mes'eleler, o gecenin gündüzünde az bir tabir ile aynen çýkýyor. Demek en cüz'î hâdisat vukua gelmeden evvel hem mukayyeddir, hem yazýlmýþtýr. Demek tesadüf yok, hâdisat baþýboþ gelmiyor, intizamsýz deðillerdir. Yedincisi: Senin müjdeli, mübarek ve güzel rü'yanýn tabiri, Kur'an için ve bizim için çok güzeldir. Hem zaman tabir etti ve ediyor, tabirimize ihtiyaç býrakmýyor. Hem kýsmen tabiri güzel olarak çýkmýþ. Sen dikkat etsen anlarsýn. Yalnýz bir-iki noktasýna iþaret ederiz. Yani bir hakikat beyan ederiz. Senin hakikat-ý rü'ya nev'inden olan vakýalar, o hakikatýn temessülâtýdýr. Þöyle ki: O vasi' meydanlýk, âlem-i Ýslâmiyettir. Meydanlýðýn nihayetindeki mescid, Isparta vilayetidir. Etrafý bulanýk çamurlu su, hal ve zamanýn sefahet ve atalet ve bid'atlar bataklýðýdýr. Sen selâmetle, bulaþmadan, sür'atle mescide eriþtiðin; herkesten evvel envar-ý Kur'aniyeye sahib çýkýp, kalbini bozmadan saðlam kaldýðýna iþarettir. Mesciddeki küçük cemaat ise; Hakký, Hulusi, Sabri, sh: » (M: 373) Süleyman, Rüþdü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühdü, Lütfü, Hüsrev, Re'fet gibi Sözler'in hameleleridir. Ufak kürsü ise, Barla gibi küçük bir köydür. Yüksek ses ise, Sözler'deki kuvvet ve sür'at-i intiþarlarýna iþarettir. Birinci safta sana tahsis edilen makam ise, Abdurrahman'dan sana münhal kalan yerdir. O cemaat; telsiz âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyaya ders iþittirmek istemek iþareti ve hakikatý ise inþâallah tamamýyla sonra çýkacak. Þimdi efradý birer küçük çekirdek iseler de, ileride tevfik-i Ýlâhî ile birer þecere-i âliye hükmüne geçerler. Ve birer telsiz telgrafýn merkezi olurlar. Sarýklý küçük genç bir zât ise; Hulusi'ye omuz omuza verecek belki geçecek birisi, naþirler ve talebeler içine girmeye namzeddir. Bazýlarýný zannederim, fakat kat'î hükmedemem. O genç, kuvve-i velayetle meydana atýlacak bir zâttýr. Sair noktalarý sen benim bedelime tabir et. Senin gibi dostlarla uzun konuþmak hem tatlý, hem makbul olduðundan; þu kýsa mes'elede uzun konuþtum, belki de israf ettim. Fakat nevme ait olan âyât-ý Kur'aniyenin bir nevi tefsirine iþaret etmek niyetiyle baþladýðýmdan, inþâallah o israf afvolur veya israf olmaz. * * * Ýkinci Mes'ele olan Ýkinci Risale [Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâm'ýn gözüne tokat vurmuþ, ilâ âhir meâlindeki hadîse dair ehemmiyetli bir münakaþayý kaldýrmak ve halletmek için yazýlmýþtýr.] Eðirdir'de bir münakaþa-i ilmiye iþittim. O münakaþa, hususan þu zamanda yanlýþtýr. Hattâ münakaþayý bilmiyordum. Benden de sual edildi. Mu'teber bir kitabda, Hadîs-i Þeyheyn'in ittifakýna alâmet olan ق iþaretiyle bir hadîs bana gösterildi. "Hadîs midir, deðil midir?" sual edildi. Ben dedim: Böyle mu'teber bir kitabda, Þeyheyn Hadîsinin ittifakýna hükmeden bir zâta itimad etmek lâzým; demek hadîstir. Fakat hadîsin, Kur'an gibi bazý müteþabihatý var. Ancak havas onlarýn mânalarýný bulabilir. Þu hadîsin zâhiri dahi, müþkilât-ý hadîsin müteþabihat kýsmýndan olmak ihtimali var, dedim. Eðer bilseydim medar-ý münakaþa olmuþ, öyle kýsa deðil, belki böyle cevap verecektim: sh: » (M: 374) Evvelâ: Bu çeþit mesaili münakaþa etmenin birinci þartý; insaf ile, hakký bulmak niyetiyle, inadsýz bir surette, ehil olanlarýn mabeyninde, sû'-i telakkiye sebeb olmadan müzakeresi caiz olabilir. O müzakere hak için olduðuna delil þudur ki: Eðer hak, muarýzýn elinde zâhir olsa, müteessir olmasýn, belki memnun olsun; çünki bilmediði þey'i öðrendi. Eðer kendi elinde zâhir olsa, fazla birþey öðrenmedi, belki gurura düþmek ihtimali var. Sâniyen: Sebeb-i münakaþa, eðer hadîs ise; hadîsin meratibini ve vahy-i zýmnînin derecatýný ve tekellümat-ý Nebeviyenin aksamýný bilmek lâzým. Avam içinde müþkilât-ý hadîsiyeyi münakaþa etmek, izhar-ý fazl suretinde avukat gibi kendi sözünü doðru göstermek ve enaniyetini, hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak caiz deðildir. Mâdem þu mes'ele açýlmýþ, medar-ý münakaþa edilmiþ, bîçare avam-ý nâsýn zihninde sû'-i tesir ediyor. Çünki þu gibi müteþabih hadîsleri aklýna sýðýþtýramadýðý için; eðer inkâr etse dehþetli bir kapý açar, yani küçücük aklýna sýðýþmayan kat'î hadîsleri dahi inkâra yol açar. Eðer zâhir-i hadîsin mânasýný tutarak öyle kabul edip neþretse, ehl-i dalaletin itirazatýna ve "hurafattýr" demelerine yol açar. Mâdem bu müteþabih hadîse, lüzumsuz ve zararlý bir tarzda nazar-ý dikkat celbedilmiþ ve bu çeþit hadîsler çok varid olmuþ, elbette þübheleri izale edecek bir hakikatý beyan etmek lâzým gelir. Þu hadîs kat'î olsun veya olmasýn, o hakikatý zikretmek gerektir. Ýþte yazdýðýmýz risalelerde, ezcümle Yirmidördüncü Söz'ün Üçüncü Dalýnda Oniki Asýl ile ve Dördüncü Dalýnda ve Ondokuzuncu Mektub'un vahyin taksimatýna dair mukaddemesindeki bir esasýnda tafsilâta iktifaen, burada icmalen o hakikata bir iþaret ederiz. Þöyle ki: Melâike, insan gibi bir surete inhisar etmez; müþahhas iken, bir küllî hükmündedir. Hazret-i Azrâil Aleyhisselâm, kabz-ý ervaha müekkel olan melâikelerin nâzýrýdýr. "Her ölünün ruhunu, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm mý bizzât kabzediyor? Yoksa avaneleri mi kabzediyorlar?" Bu hususta üç meslek var: Birinci Meslek: Azrâil Aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder. Bir iþ bir iþe mani olmaz, çünki nuranîdir. Nuranî bir þey, hadsiz âyineler vasýtasýyla hadsiz yerlerde bizzât bulunabilir ve temessül eder. Nuranînin temessülâtý, o nuranî zâtýn hassasýna sh: » (M: 375) mâliktir; onun ayný sayýlýr, gayrý deðildir. Güneþin âyinelerdeki misalleri, Güneþin ziya ve hararetini gösterdiði gibi; melaike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayrý ayrý âyinelerinde misalleri onlarýn aynýlarýdýr, hassalarýný gösterirler. Fakat âyinelerin kabiliyetine göre temessül ediyorlar. Nasýlki Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm, bir vakitte Dýhye suretinde Sahabeler içinde göründüðü dakikada, binler yerde baþka suretlerde ve Arþ-ý Azam önünde, þarktan garba kadar geniþ ve muhteþem kanadlarýyla secde ediyordu. Heryerde, o yerin kabiliyetine göre temessülü varmýþ; bir anda binler yerde bulunuyormuþ. Ýþte þu mesleðe göre; kabz-ý ruh vaktinde, insanýn âyinesine temessül eden Melek-ül Mevt'in insanî ve cüz'î bir misali, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi bir ulül-azm ve celalli ve hiddetli bir zâtýn tokadýna maruz olmak ve o misalî Melek-ül Mevt'in libasý hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çýkarmak; ne muhaldir, ne fevkalâdedir, ne de gayr-ý makuldür. Ýkinci Meslek odur ki: Hazret-i Cebrâil, Mikâil, Azrâil gibi melâike-i izam, birer nâzýr-ý umumî hükmünde.. kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda avaneleri vardýr. Ve o muavinler, enva'-ý mahlukata göre ayrý ayrýdýrlar. Sulehanýn (Hâþiye-1) ervahýný kabzeden baþkadýr; ehl-i þekavetin ervahýný kabzeden yine baþkadýr. Nasýlki وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا *وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا âyeti iþaret ediyor ki: "Kabz-ý ervah eden, taife taifedir." Bu mesleðe göre; Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâm'a deðil, belki Azrâil'in bir avanesinin misalî cesedine, fýtrî celaletine ve hulkî celadetine ve Cenâb-ý Hakk'ýn yanýnda nazdar olmasýna binaen, ona bir tokat aþketmek gayet makuldür. (Hâþiye-2) (Hâþiye-1): Bizde "Seyda" lakabýyla meþhur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervah-ý evliyanýn kabzýna müekkel Melek-ül Mevt gelmiþ. Seyda baðýrarak demiþ ki: "Ben talebe-i ulûmu çok sevdiðim için, talebe-i ulûmun kabz-ý ervahýna müekkel mahsus taife ruhumu kabzetsin!" diye dergâh-ý Ýlâhiyeye rica etmiþ. Yanýnda oturanlar bu vak'aya þahid olmuþlar. (Hâþiye-2): Hattâ memleketimizde gayet cesur bir adam, sekerat vaktinde Melek-ül Mevti görmüþ. Demiþ: "Beni yatak içinde yakalýyorsun!" Kalkmýþ atýna binmiþ, kýlýncýný eline almýþ, ona meydan okumuþ. Merdane, at üstünde vefat etmiþ. sh: » (M: 376) Üçüncü Meslek: Yirmidokuzuncu Söz'ün Dördüncü Esasýnda beyan edildiði gibi ve ehadîs-i þerifenin delalet ettiði üzere: "Bazý melâikeler var ki, kýrkbin baþý var. Her baþýnda, kýrkbin dili var -Demek, seksenbin gözü dahi var- Herbir dilde, kýrkbin tesbihat var." Evet mâdem melâikeler âlem-i þehadetin enva'ýna göre müekkeldirler; âlem-i ervahta o enva'ýn tesbihatlarýný temsil ediyorlar, elbette öyle olmak lâzýmgelir. Çünki meselâ Küre-i Arz bir mahluktur, Cenâb-ý Hakk'ý tesbih ediyor. Deðil kýrkbin, belki yüzbinler baþ hükmünde enva'larý var. Her nev'in, yüzbinler dil hükmünde efradlarý var ve hâkeza... Demek Küre-i Arz'a müekkel meleðin kýrkbin, belki yüzbinler baþý olmalý. Ve her baþýnda da yüzbinler dil olmalý ve hâkeza... Ýþte bu mesleðe binaen, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâm'ýn her ferde müteveccih bir yüzü ve bakar bir gözü vardýr. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm'ýn, Hazret-i Azrâil Aleyhisselâm'a tokat vurmasý; hâþâ Azrâil Aleyhisselâm'ýn mahiyet-i asliyesine ve þekl-i hakikîsine deðil ve bir tahkir deðil ve adem-i kabul deðil; belki vazife-i risaletin daha devamýný ve bekasýný arzu ettiði için, kendi eceline dikkat eden ve hizmetine sed çekmek isteyen bir göze þamar vurmuþ ve vurur... اَللّهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ * لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ * قُلْ اِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللّهِ هُوَ الَّذِى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَاَمَّا الَّذِينَ فِى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَاْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبّنِاَ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلاَّ اُولُو اْلاََلْبَابِ * * * sh: » (M: 377) Üçüncü Mes'ele olan Üçüncü Risale [Þu mes'ele umum ihvanýmýn ekseri lisan-ý hal ile ve bir kýsmýnýn lisan-ý kal ile ettikleri umumî bir sualin, has ve hususî ve mahremce bir cevabýdýr.] Sual: Senin ziyaretine gelen herkese diyorsun ki: "Benim þahsýmdan bir himmet beklemeyiniz ve þahsýmý mübarek tanýmayýnýz. Ben makam sahibi deðilim. Âdi bir neferin müþir makamýnýn evamirini tebliði gibi, ben de manevî bir müþiriyet makamýnýn evamirini teblið ediyorum. Hem müflis bir adamýn, gayet kýymetdar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânýnýn dellâlý olduðu gibi; ben dahi, mukaddes ve Kur'anî bir dükkânýn dellâlýyým." diyorsun. Halbuki "Aklýmýz ilme muhtaç olduðu gibi, kalbimiz dahi bir feyiz ister, ruhumuz bir nur ister ve hâkeza çok cihetle çok þeyler istiyoruz. Seni hacatýmýza yarayacak adam zannedip, senin ziyaretine geliyoruz. Bize âlimden ziyade bir sahib-i velayet, sahib-i himmet ve sahib-i kemalât lâzým. Eðer hakikat-ý hal dediðin gibi ise, ziyaretinize yanlýþ geldik." lisan-ý halleri diyor. Elcevap: Beþ noktayý dinleyiniz, sonra düþününüz. Ziyaretiniz beyhude mi, yoksa faideli midir? O vakit hükmediniz. Birinci Nokta: Nasýlki bir padiþahýn âdi bir hizmetkârý ve bîçare bir neferi; padiþah namýna feriklere, paþalara hedaya-yý þahanesini ve niþanlarýný veriyor, onlarý minnetdar ediyor. Eðer ferikler ve müþirler, "Bu âdi nefere neden tenezzül edip, elinden ihsan ve niþanlarý alýyoruz?" deseler, maðrurane bir divaneliktir. Eðer o nefer dahi; vazifesinin haricinde müþire kýyam etmezse, kendini ondan yüksek görse, eblehçesine bir divaneliktir. Hem eðer o memnun olan feriklerden birisi, müteþekkirane o neferin kulübeciðine tenezzülen misafir gitse; kuru ekmekten baþka bulmayan o nefer mahcub kalmamak için, o hali gören ve bilen padiþah -elbette o neferini mahcub etmemek için- matbah-ý þahaneden, sâdýk hizmetkârýnýn muhterem misafirine tabla gönderir; öyle de: Kur'an-ý Hakîm'in sâdýk bir hizmetkârý, ne kadar âdi olursa olsun Kur'an namýna, en büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek teblið eder ve en zengin ruhlu olanlara sh: » (M: 378) Kur'anýn âlî elmaslarýný yalvararak mütezellilane deðil, belki müftehirane ve müstaðniyane satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife baþýnda iken tekebbür edemezler. Ve o hizmetkâr dahi, onlarýn ona müracaatýnda, kendine medar-ý gurur bulamaz.. ve haddinden tecavüz etmez. Eðer o hazine-i kudsiyenin müþterileri içinde bazýlarý, o bîçare hizmetkâra velayet nazarýyla baksalar ve büyük tanýsalar; elbette hakikat-ý Kur'aniyenin merhamet-i kudsiyesi þanýndandýr ki, o hizmetkârýný mahcub etmemek için, hazine-i hassa-i Ýlâhiyeden, o hizmetkârýn hiç haberi ve medhali olmadan, onlara meded versin ve himmet ederek feyizdar etsin. Ýkinci Nokta: Ýmam-ý Rabbanî ve Müceddid-i Elf-i Sâni Ahmed-i Farukî (R.A.) demiþ: "Hakaik-i imaniyeden bir tek mes'elenin inkiþafý ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve keramata müreccahtýr. Hem bütün tarîkatlarýn gayesi ve neticesi, hakaik-i îmaniyenin inkiþafý ve vuzuhudur." Mâdem þöyle bir tarîkat kahramaný böyle hükmediyor; elbette hakaik-i îmaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ý Kur'aniyeden tereþþuh eden Sözler, velayetten matlub olan neticeleri verebilirler. Üçüncü Nokta: Bundan otuz sene evvel, Eski Said'in gafil kafasýna müdhiþ tokatlar indi, اَلْمَوْتُ حَقٌّ kaziyesini düþündü. Kendini bataklýk çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradý, bir halaskâr taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldý. Gavs-ý Azam olan Þeyh-i Geylanî Radýyallahü Anh'ýn "Fütuh-ul Gayb" namýndaki kitabýyla tefe'ül etti. Tefe'ülde þu çýktý: اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ Acibdir ki; o vakit ben, Dâr-ül Hikmet-il Ýslâmiye âzasý idim. Güya ehl-i Ýslâmýn yaralarýný tedaviye çalýþan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvelâ kendine bakmalý, sonra hastalara bakabilir. Ýþte Hazret-i Þeyh bana der ki: "Sen kendin hastasýn, kendine bir tabib ara!" Ben dedim: "Sen tabibim ol!" Tuttum, kendimi ona muhatab addederek, o kitabý bana hitab ediyor gibi okudum. Fakat kitabý çok þiddetli idi. Gururumu dehþetli kýrýyordu. Nefsimde þiddetli ameliyat-ý cerrahiye yaptý. Dayanamadým, yarýsýna kadar sh: » (M: 379) kendimi ona muhatab ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadý. O kitabý dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-ý þifakâraneden gelen acýlar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadýmýn kitabýný tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münacatýný dinledim, çok istifaza ettim. Sonra Ýmam-ý Rabbanî'nin Mektubat kitabýný gördüm, elime aldým. Hâlis bir tefe'ül ederek açtým. Acaibdendir ki, bütün Mektubatýnda yalnýz iki yerde "Bediüzzaman" lafzý var. O iki mektub bana birden açýldý. Pederimin ismi Mirza olduðundan, o mektublarýn baþýnda "Mirza Bediüzzaman'a Mektub" diye yazýlý olarak gördüm. Fesübhanallah dedim, bu bana hitab ediyor. O zaman Eski Said'in bir lâkabý, "Bediüzzaman"dý. Halbuki hicretin üçyüz senesinde, Bediüzzaman-ý Hemedanî'den baþka o lâkabla iþtihar etmiþ zâtlarý bilmiyordum. Halbuki Ýmamýn zamanýnda dahi öyle bir adam vardý ki, ona o iki mektubu yazmýþ. O zâtýn hali, benim halime benziyormuþ ki, o iki mektubu kendi derdime deva buldum. Yalnýz Ýmam, o mektublarýnda tavsiye ettiði gibi çok mektublarýnda musýrrane þunu tavsiye ediyor: "Tevhid-i kýble et." Yani: Birini üstad tut, arkasýndan git, baþkasýyla meþgul olma. Þu en mühim tavsiyesi, benim istidadýma ve ahval-i ruhiyeme muvafýk gelmedi. Ne kadar düþündüm: "Bunun arkasýndan mý, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasýndan gideyim?" tahayyürde kaldým. Herbirinde ayrý ayrý cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenâb-ý Hakk'ýn rahmetiyle kalbime geldi ki: "Bu muhtelif turuklarýn baþý ve bu cedvellerin menbaý ve þu seyyarelerin güneþi, Kur'an-ý Hakîm'dir. Hakikî tevhid-i kýble bunda olur. Öyle ise, en a'lâ mürþid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapýþtým. Nâkýs ve periþan istidadým elbette lâyýkýyla o Mürþid-i Hakikî'nin âb-ý hayat hükmündeki feyzini massedip alamýyor; fakat ehl-i kalb ve sahib-i halin derecatýna göre o feyzi, o âb-ý hayatý yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur'andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnýz aklî mesail-i ilmiye deðil; belki kalbî, ruhî, hâlî mesail-i îmaniyedir ve pek yüksek ve kýymetdar maarif-i Ýlâhiye hükmündedirler. Dördüncü Nokta: Sahabelerden ve Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînden en yüksek mertebeli velayet-i kübra sahibi olan zâtlar, nefs-i Kur'andan bütün letaiflerinin hisselerini aldýklarýndan ve Kur'an onlar için hakikî ve kâfi bir mürþid olduðundan sh: » (M: 380) gösteriyor ki: Her vakit Kur'an-ý Hakîm, hakikatlarý ifade ettiði gibi, velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder. Evet zâhirden hakikata geçmek iki suretledir: Biri: Tarîkat berzahýna girip, seyr ve sülûk ile kat'-ý meratib ederek hakikata geçmektir. Ýkinci Suret: Doðrudan doðruya, tarîkat berzahýna uðramadan, lütf-u Ýlâhî ile hakikata geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yüksek ve kýsa tarîk þudur. Demek hakaik-i Kur'aniyeden tereþþuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlýk eden Sözler, o hâssaya mâlik olabilirler ve mâliktirler. Beþinci Nokta: Beþ cüz'î misal ile göstereceðiz ki; Sözler talim-i hakaik ettikleri gibi, irþad vazifesini de görüyorlar. Birinci Misal: Ben kendim on deðil, yüz deðil, binler defa müteaddid tecrübatýmla kanaatým gelmiþ ki: Sözler ve Kur'andan gelen Nurlar; aklýma ders verdiði gibi, kalbime de îman hali telkin ediyor, ruhuma îman zevki veriyor ve hâkeza... Hattâ dünyevî iþlerimde; kerâmet sahibi bir þeyhin bir müridi, nasýl þeyhinden hâcâtýna dair meded ve himmet bekliyor; ben de Kur'an-ý Hakîm'in kerametli esrarýndan o hâcâtýmý beklerken, ümid etmediðim ve ummadýðým bir tarzda bana çok defa hasýl oluyor. Yalnýz cüz'iyattan iki küçük misal: Biri: Onaltýncý Mektub'da izahý ve tafsili geçen; Süleyman isminde bir misafirime, katran aðacý baþýnda koca bir ekmek hârika bir tarzda gösterilmiþ. Ýki gün ikimiz, o hediye-i gaybîden yedik. Ýkinci Misal: Gayet küçük ve latif, bugünlerde vaki' olan mes'eleyi söyleyeceðim. Þöyle ki: Fecirden evvel hatýrýma geldi ki; bir zâtýn kalbine vesvese verecek bir tarzda tarafýmdan sözler söylenilmiþti; keþki dedim onu görseydim, kalbindeki daðdaðayý izale etseydim. Ayný dakikada, Nis'e gitmiþ bir parça kitabým bana lâzým idi; keþki elime geçseydi dedim. Sabah namazýndan sonra oturdum; baktým ayný zât, o kitab parçasý elinde olduðu halde içeri girdi. Ona dedim: "Senin elindeki nedir?" Dedi: "Bilmiyorum, kapýnýn önünde Nis'ten gelmiþ diye birisi bana verdi; ben de size getirdim." Fesübhanallah dedim; böyle bir vakitte bu adamýn evinden çýkýp sh: » (M: 381) gelmesi ve þu Söz'ün Nis'den gelmesi, hiç tesadüfe benzemiyor. Ve böyle bir adama þöyle bir parça kitabý ayný dakikada eline verip bana gönderen, elbette Kur'an-ý Hakîm'in himmetidir diyerek, Elhamdülillah dedim; benim en küçük, ehemmiyetsiz, hafî arzu-yu kalbimi bilen birisi, elbette bana merhamet ediyor, beni himaye ediyor; öyle ise dünyanýn minnetini beþ paraya almam. Ýkinci Misal: Biraderzadem merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrýlýp dünyanýn gaflet ve evhamlarýna bulaþtýðý halde, þahsýma karþý haddimden çok fazla hüsn-ü zanný varmýþ. Bende olmayan ve elimden gelmeyen himmeti istiyor ve meded bekliyordu. Kur'an-ý Hakîm'in himmeti imdadýna yetiþti. Haþre dair olan Onuncu Söz'ü, vefatýndan üç ay evvel eline yetiþtirdi. O Söz onu manevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber; âdeta mertebe-i velayete çýkmýþ gibi, vefatýndan evvel yazdýðý mektubunda üç zâhir keramet izhar etmiþ. Yirmiyedinci Mektub'un fýkralarý içinde dercedilmiþ, müracaat olunsun. Üçüncü Misal: Burdur'lu Hasan Efendi isminde ehl-i kalb bir âhiret kardeþim ve talebem vardý. Bana karþý haddimden çok fazla hüsn-ü zan ederek, büyük bir veliden himmet beklemek gibi bîçare benden meded bekliyordu. Birdenbire hiç münasebet yokken, Otuzikinci Söz'ü Burdur köylerinde oturan birisine mütalaa etmek üzere verdim. Sonra Hasan Efendi hatýrýma geldi, dedim: "Þayet Burdur'a gidersen Hasan Efendi'ye ver, beþ-altý gün mütalaa etsin." O adam gitmiþ, doðrudan doðruya Hasan Efendi'ye vermiþ. Hasan Efendi'nin eceli otuz-kýrk gün kalmýþtý. Gayet susamýþ bir adamýn, âb-ý kevser gibi tatlý suya rastgelirken yapýþmasý gibi; öyle de Otuzikinci Söz'e yapýþmýþ, mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkýfýndaki muhabbetullah bahsinde, tamamýyla derdine deva bulmuþ ve bir kutb-u azamdan beklediði feyzi onda bulmuþ. Saðlam olarak câmiye gitmiþ, namaz kýlmýþ, orada ruhunu Rahman'a teslim eylemiþ (Rahmetullahi Aleyh). Dördüncü Misal: Hulusi Bey'in Yirmiyedinci Mektub'daki fýkralarýnýn þehadetiyle; en mühim ve müessir tarîkat olan Nakþî tarîkatýndan ziyade himmet ve meded, feyiz ve nuru; esrar-ý Kur'aniyenin tercümaný olan nurlu Sözler'de bulmuþtur. Beþinci Misal: Kardeþim Abdülmecid, biraderzadem Abdur- sh: » (M: 382) rahman'ýn (Rahmetullahi Aleyh) vefatý üzerine ve daha sair elîm ahvalât içinde bir periþaniyet hissetmiþti. Hem elimden gelmeyen manevî himmet ve meded bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birdenbire mühim birkaç Söz'ü ona gönderdim. O da mütalaa ettikten sonra yazýyor ki: "Elhamdülillah kurtuldum! Çýldýracaktým. Bu Sözler'in herbiri birer mürþid hükmüne geçti. Çendan bir mürþidden ayrýldým, fakat çok mürþidleri birden buldum, kurtuldum." diye yazýyordu. Ben baktým ki, hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleðe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuþ. Daha bu beþ misal gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki: Ulûm-u îmaniye, hususan doðrudan doðruya ihtiyaca binaen ve yaralarýna devaen Kur'an-ý Hakîm'in esrarýndan manevî ilâçlar alýnsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u îmaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacýný hissedenlere ve ciddî ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir. Onlarý satan ve gösteren eczacý ve dellâl ne halde bulunursa bulunsun; âdi olsun, müflis olsun, zengin olsun, makam sahibi olsun, hizmetkâr olsun çok fark yoktur. Evet Güneþ varken mumlarýn ýþýðý altýna girmeye ihtiyaç yok. Mâdem Güneþi gösteriyorum, benden mum ýþýðý -bahusus bende bulunmazsa- istemek manasýzdýr, lüzumsuzdur. Belki onlarýn bana duâ ile, manevî yardým ile, hattâ himmet ile muavenet etmeleri lâzýmdýr. Ve ben onlardan istimdad etmem ve meded istemem, benim hakkýmdýr. Onlar, Nurlardan aldýklarý feyze kanaat etmek, onlarýn üstünde haktýr. سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ * * * sh: » (M: 383) [Yirmisekizinci Mektub'un Üçüncü Mes'elesinin tetimmesi olabilir küçük ve hususî bir mektubdur.] Âhiret kardeþlerim ve çalýþkan talebelerim Hüsrev Efendi ve Re'fet Bey, Sözler namýndaki envar-ý Kur'aniyede üç keramet-i Kur'aniyeyi hissediyorduk. Sizler dahi, gayret ve þevkinizle bir dördüncüsünü ilâve ettirdiniz. Bildiðimiz üç ise: Birincisi: Te'lifinde fevkalâde sühulet ve sür'attir. Hattâ beþ parça olan Ondokuzuncu Mektub iki-üç günde ve her günde üç-dört saat zarfýnda -mecmuu oniki saat eder- kitabsýz, daðda, baðda te'lif edildi. Otuzuncu Söz hastalýklý bir zamanda, beþ-altý saatte te'lif edildi. Yirmisekizinci Söz olan Cennet bahsi bir veya iki saatte, Süleyman'ýn dere bahçesinde te'lif edildi. Ben ve Tevfik ile Süleyman, bu sür'ate hayrette kaldýk. Ve hâkeza... Te'lifinde bu keramet-i Kur'aniye olduðu gibi... Ýkincisi: Yazmasýnda dahi fevkalâde bir sühulet, bir iþtiyak ve usanmamak var. Þu zamanda ruhlara, akýllara usanç veren çok esbab içinde, bu Sözlerden biri çýkar, birden çok yerlerde kemal-i iþtiyakla yazýlmaya baþlanýyor. Mühim meþgaleler içinde, onlar herþey'e tercih ediliyor. Ve hâkeza... Üçüncü Keramet-i Kur'aniye: Bunlarýn okunmasý dahi usanç vermiyor. Hususan ihtiyaç hissedilse, okundukça zevk alýnýyor, usanýlmýyor. Ýþte siz dahi, "Dördüncü bir Keramet-i Kur'aniye"yi isbat ettiniz. Hüsrev gibi, kendine tenbel diyen ve beþ senedir Sözler'i iþittiði halde yazmaya cidden tenbellik edip baþlamayan bir kardeþimiz, bir ayda ondört kitabý güzel ve dikkatli yazmasý, þübhesiz dördüncü bir keramet-i esrar-ý Kur'aniyedir. Hususan Otuzüçüncü Mektub olan otuzüç pencerelerin kýymeti tamamen takdir edilmiþ ki, gayet dikkatle ve güzel yazýlmýþ. Evet o risale, marifetullah ve Îman-ý Billah için en kuvvetli ve en parlak bir risaledir. Yalnýz baþtaki pencereler gayet icmal ve ihtisar ile gidilmiþtir. Fakat gittikçe inkiþaf eder, daha ziyade parlar. Zâten sair te'lifata muhalif olarak ekser Sözler'in baþlarý mücmel baþlar, gittikçe geniþlenir, tenevvür eder. * * * sh: » (M: 384) Dördüncü Risale olan Dördüncü Mes'ele بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ (Ýhvanlarýma medar-ý intibah bir hâdise-i cüz'iyeye dair bir suale cevabdýr.) Aziz kardeþlerim! Sual ediyorsunuz ki: Câmi-i þerifinize, Cum'a gecesinde sebebsiz olarak, mübarek bir misafirin gelmesiyle tecavüz edilmiþ. Bu hâdisenin mahiyeti nedir? Neden sana iliþiyorlar? Elcevap: Dört noktayý, bilmecburiye Eski Said lisanýyla beyan edeceðim. Belki ihvanlarýma medar-ý intibah olur, siz de cevabýnýzý alýrsýnýz. Birinci Nokta: O hâdisenin mahiyeti; hilaf-ý kanun ve sýrf keyfî ve zýndýka hesabýna, Cum'a gecesinde kalbimize telaþ vermek ve cemaata fütur getirmek ve beni misafirlerle görüþtürmemek için, bir desise-i þeytaniye ve münafýkane bir taarruzdur. Garaibdendir ki, o geceden evvel olan perþembe günü tenezzüh için bir tarafa gitmiþtim. Avdetimde güya iki yýlan birbirine eklenmiþ gibi uzunca siyah bir yýlan sol tarafýmdan geldi, benim ile arkadaþýmýn ortasýndan geçti. Arkadaþýma, o yýlandan dehþet alýp korktun mu diye sordum: -Gördün mü? O dedi: Neyi? Dedim: -Bu dehþetli yýlaný! Dedi: Yok, görmedim ve göremiyorum. "Fesübhanallah!" dedim. "Bu kadar büyük bir yýlan, ikimizin ortasýndan geçtiði halde nasýl görmedin?" O vakit hatýrýma bir þey gelmedi. Fakat sonra kalbime geldi ki: "Bu sana iþarettir, dikkat et!" Düþündüm ki, gecelerde gördüðüm yýlanlar nev'indendir. Yani: Gecelerde gördüðüm yýlanlar ise; sh: » (M: 385) hýyânet niyetiyle her ne vakit bir memur yanýma gelse, onu yýlan suretinde görüyordum. Hattâ bir defa müdüre söylemiþtim: "Fena niyetle geldiðin vakit seni yýlan suretinde görüyorum, dikkat et!" demiþtim. Zâten selefini çok vakit öyle görüyordum. Demek þu zâhiren gördüðüm yýlan ise iþarettir ki, hýyanetleri bu defa yalnýz niyette kalmayacak, belki bilfiil bir tecavüz suretini alacak. Bu defaki tecavüz -çendan- zâhiren küçük imiþ ve küçültülmek isteniliyor; fakat vicdansýz bir muallimin teþvikiyle ve iþtirakiyle o memurun verdiði emir; câmi' içinde, namazýn tesbihatýnda iken, "O misafirleri getiriniz!" diye jandarmalara emretmiþ. Maksad da beni kýzdýrmak. Eski Said damarýyla bu fevkalkanun, sýrf keyfî muameleye karþý kovmak ile mukabele etmekti. Halbuki o bedbaht bilmedi ki; Said'in lisanýnda Kur'anýn tezgâhýndan gelen bir elmas kýlýnç varken, elindeki kýrýk odun parçasýyla müdafaa etmez; belki o kýlýncý böyle istimal edecektir. Fakat jandarmalarýn akýllarý baþlarýnda olduðu için, hiçbir devlet, hiçbir hükûmet namazda, câmi'de, vazife-i diniye bitmeden iliþmediði için, namaz ve tesbihatýn hitamýna kadar beklediler. Memur bundan kýzmýþ; "Jandarmalar beni dinlemiyorlar." diye kýrbekçisini arkasýndan göndermiþ. Fakat Cenab-ý Hak beni böyle yýlanlarla uðraþmaya mecbur etmiyor. Ýhvanlarýma da tavsiyem budur ki: Zaruret-i kat'iye olmadan, bunlarla uðraþmayýnýz. "Cevab-ül ahmaký essükût" nev'inden, tenezzül edip onlarla konuþmayýnýz. Fakat buna dikkat ediniz ki: Canavar bir hayvana karþý kendini zaîf göstermek, onu hücuma teþci' ettiði gibi; canavar vicdaný taþýyanlara karþý dahi dalkavukluk etmekle za'f göstermek, onlarý tecavüze sevkeder. Öyle ise dostlar müteyakkýz davranmalý, tâ dostlarýn lâkaydlýklarýndan ve gafletlerinden, zýndýka taraftarlarý istifade etmesinler. Ýkinci Nokta: وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyet-i kerimesi fermanýyla: Zulme deðil yalnýz âlet olaný ve tarafdar olaný, belki edna bir meyledenleri dahi, dehþetle ve þiddetle tehdid ediyor. Çünki rýza-yý küfür, küfür olduðu gibi; zulme rýza da zulümdür. Ýþte bir ehl-i kemal, kâmilane, þu âyetin çok cevahirinden bir cevherini þöyle tabir etmiþtir: Muin-i zalimîn dünyada erbab-ý denaettir Köpektir zevk alan, sayyad-ý bîinsafa hizmetten. sh: » (M: 386) Evet; bazýlarý yýlanlýk ediyor, bazýlarý köpeklik ediyor. Böyle mübarek bir gecede, mübarek bir misafirin, mübarek bir duada iken, hafiyelik edip, güya cinayet yapýyormuþuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu þiirin mealindeki tokada müstehaktýr. Üçüncü Nokta: Sual: Mâdem Kur'an-ý Hakîm'in feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ýslah ve irþad etmeye Kur'anýn himmetine güveniyorsun. Hem bilfiil de yapýyorsun. Neden senin yakýnýnda bulunan bu mütecavizleri çaðýrýp irþad etmiyorsun? Elcevap: Usûl-ü þeriatýn kaide-i mühimmesindendir: اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani: "Bilerek zarara razý olana þefkat edip lehinde bakýlmaz." Ýþte ben çendan Kur'an-ý Hakîm'in kuvvetine istinaden dava ediyorum ki: "Çok alçak olmamak ve yýlan gibi dalalet zehirini serpmekle telezzüz etmemek þartýyla, en mütemerrid bir dinsizi, birkaç saat zarfýnda ikna etmezsem de, ilzam etmeye hazýrým." Fakat nihayet derecede alçaklýða düþmüþ bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarýný pis, muzýr þiþe parçalarýna mübadele eder derecede münafýklýða girmiþ insan suretindeki yýlanlara hakaiki söylemek; hakaike karþý bir hürmetsizliktir. كَتَعْلِيقِ الدُّرَرِ فِى اَعْنَاقِ الْبَقَرِ darb-ý meseli gibi oluyor. Çünki bu iþleri yapanlar, kaç defa hakikatý Risale-i Nur'dan iþittiler. Ve bilerek, hakikatlarý zýndýka dalaletlerine karþý çürütmek istiyorlar. Böyleler, yýlan gibi zehirden lezzet alýyorlar. Dördüncü Nokta: Bana karþý bu yedi senedeki muameleler, sýrf keyfî ve fevkalkanundur. Çünki menfîlerin ve esirlerin ve zindandakilerin kanunlarý meydandadýr. Onlar kanunen akrabasýyla görüþürler, ihtilattan men olunmazlar. Her millet ve devlette ibadet ve taat, tecavüzden masundur. Benim emsallerim, þehirlerde akrabalarýyla ve ahbablarýyla beraber kaldýlar. Ne ihtilattan, ne muhabereden ve ne de gezmekten men olunmadýlar. Ben men olundum. Ve hattâ câmiime ve ibadetime tecavüz edildi. Þafiîlerce, tesbihat içinde kelime-i tevhidin tekrarý sünnet iken, bana terkettirilmeye çalýþýldý. Hattâ Burdur'da eski muhacirlerden Þebab isminde ümmî bir zât, kayýnvalidesiyle beraber tebdil-i hava için buraya gelmiþ. Hemþehrilik itibariyle sh: » (M: 387) benim yanýma geldi. Üç müsellah jandarma ile câmiden istenildi. O memur, hilaf-ý kanun yaptýðý hatayý setretmeye çalýþýp: "Afvedersiniz gücenmeyiniz, vazifedir." demiþ. Sonra, "Haydi git" diyerek ruhsat vermiþ. Bu vakýaya sair þeyler ve muameleler kýyas edilse anlaþýlýr ki: Bana karþý sýrf keyfî muameledir ki; yýlanlarý, köpekleri bana musallat ediyorlar. Ben de tenezzül etmiyorum ki, onlarla uðraþayým. O muzýrlarýn þerlerini def' etmek için, Cenâb-ý Hakk'a havale ediyorum. Zâten sebeb-i tehcir olan hâdiseyi çýkaranlar, þimdi memleketlerindedirler. Ve kuvvetli rüesalar, aþairlerin baþýndadýrlar. Herkes terhis edildi. Baþlarýný yesin dünyalarýyla alâkam olmadýðý halde, beni ve iki zât-ý âheri müstesna býraktýlar. Buna da peki dedim. Fakat o zâtlardan birisi, bir yere müftü nasbolunmuþ; memleketinden baþka her tarafý geziyor ve Ankara'ya da gidiyor. Diðeri Ýstanbul'da kýrk binler hemþehrileri içinde ve herkesle görüþebilir bir vaziyette býrakýlmýþ. Halbuki bu iki zât; benim gibi kimsesiz, yalnýz deðiller.. mâþâallah büyük nüfuzlarý var. Hem... Hem... Halbuki beni bir köye sokmuþlar, en vicdansýz insanlarla beni sýkýþtýrmýþlar. Yirmi dakikalýk bir köye altý senede iki defa gidebildiðim gibi, o köye gitmek ve birkaç gün tebdil-i hava için ruhsat verilmediði bir derecede, beni muzaaf bir istibdad altýnda eziyorlar. Halbuki bir hükûmet ne þekilde olursa olsun, kanunu bir olur. Köyler ve þahýslara göre ayrý ayrý kanun olmaz. Demek hakkýmdaki kanun, kanunsuzluktur. Buradaki memurlar; nüfuz-u hükûmeti, aðraz-ý þahsiyede istimal ediyorlar. Fakat Cenâb-ý Erhamürrâhimîn'e yüzbinler þükür ediyorum ve tahdis-i nimet suretinde derim ki: "Bütün onlarýn bu tazyikat ve istibdadlarý; envar-ý Kur'aniyeyi ýþýklandýran gayret ve himmet ateþine, odun parçalarý hükmüne geçiyor; iþ'al ediyor, parlatýyor. Ve o tazyikleri gören ve gayretin hararetiyle inbisat eden o envar-ý Kur'aniye; Barla yerine bu vilayeti, belki ekser memleketi bir medrese hükmüne getirdi. Onlar, beni bir köyde mahpus zannediyor. Zýndýklarýn raðmýna olarak, bilakis Barla kürsî-i ders olup, Isparta gibi çok yerler medrese hükmüne geçti..." اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * * * sh: » (M: 388) Beþinci Risale olan Beþinci Mes'ele Þükür Risalesi بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, tekrar ile اَفَلاَ يَشْكُرُونَ * اَفَلاَ يَشْكُرُونَ * وَسَنَجْزِى الشَّاكِرِينَ * لَئِنْ شَكَرْتُمْ َلاَزِيدَنَّكُمْ * بَلِ اللّهَ فَاعْبُدْ وَ كُنْ مِنَ الشَّاكِرِينَ gibi âyetlerle gösteriyor ki: Hâlýk-ý Rahman'ýn ibadýndan istediði en mühim iþ, þükürdür. Furkan-ý Hakîm'de gayet ehemmiyetle þükre davet eder. Ve þükür etmemekliði, nimetleri tekzib ve inkâr suretinde gösterip فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ fermanýyla, Sûre-i Rahman'da þiddetli ve dehþetli bir surette otuzbir defa þu âyetle tehdid ediyor. Þükürsüzlüðün, bir tekzib ve inkâr olduðunu gösteriyor. Evet Kur'an-ý Hakîm nasýlki þükrü netice-i hilkat gösteriyor; öyle de Kur'an-ý Kebir olan þu kâinat dahi gösteriyor ki: Netice-i hilkat-i âlemin en mühimmi, þükürdür. Çünki kâinata dikkat edilse görünüyor ki: Kâinatýn teþkilâtý þükrü intac edecek bir surette herbir þey, bir derece þükre bakýyor ve ona müteveccih oluyor. Güya þu þecere-i hilkatin en mühim meyvesi, þükürdür. Ve þu kâinat fabrikasýnýn çýkardýðý mahsulâtýn en a'lâsý, þükürdür. Çünki hilkat-i âlemde görüyoruz ki; mevcudat-ý âlem bir daire tarzýnda teþkil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halkedilmiþ. Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatýn levazýmatýný yetiþtirir. Demek kâinatý halkeden zât, ondan o hayatý intihab ediyor. Sonra görüyoruz ki; zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip, insaný nokta-i merkeziyede býrakýyor. Âdeta zîhayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor; bütün zîhayatý onun etrafýna toplayýp, ona hizmetkâr ve müsahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek Hâlýk-ý Zülcelal, zîhayatlar içinde insaný intihab ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor. sh: » (M: 389) Sonra görüyoruz ki; âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teþkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rýzýk vaz'edilmiþ. Bütün nev'-i insaný ve hattâ hayvanatý rýzka âdeta taaþþuk ettirip, onlarý umumen rýzka hâdim ve müsahhar etmiþ. Onlara hükmeden rýzýktýr. Rýzký da o kadar geniþ ve zengin bir hazine yapmýþ ki, hadsiz nimetleri câmi'dir. Hattâ rýzkýn çok enva'ýndan yalnýz bir nev'inin tatlarýný tanýmak için, lisanda kuvve-i zaika namýnda bir cihaz ile, mat'umat adedince manevî ince ince mizancýklar konulmuþtur. Demek kâinat içinde en acib, en zengin, en garib, en þirin, en câmi', en bedi' hakikat rýzýktadýr. Þimdi görüyoruz ki: Herþey nasýlki rýzkýn etrafýnda toplanmýþ, ona bakýyor; öyle de rýzýk dahi bütün enva'ýyla manen ve maddeten, halen ve kalen þükür ile kaimdir, þükür ile oluyor, þükrü yetiþtiriyor, þükrü gösteriyor. Çünki rýzka iþtiha ve iþtiyak, bir nevi þükr-ü fýtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ý þuurî bir þükürdür ki, bütün hayvanatta bu þükür vardýr. Yalnýz insan, dalalet ve küfür ile o fýtrî þükrün mahiyetini deðiþtiriyor; þükürden, þirke gidiyor. Hem rýzýk olan nimetlerde gayet güzel süslü suretler, gayet güzel kokular, gayet güzel tatmaklar; þükrün davetçileridir, zîhayatý þevke davet eder ve þevk ile bir nevi istihsan ve ihtirama sevkeder, bir þükr-ü manevî ettirir. Ve zîþuurun nazarýný dikkate celbeder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama onu teþvik eder; onun ile kalen ve fiilen þükre irþad eder ve þükür ettirir ve þükür içinde en âlî ve tatlý lezzeti ve zevki ona tattýrýr. Yani gösterir ki: Þu lezzetli rýzýk ve nimet, kýsa ve muvakkat bir lezzet-i zâhiriyesiyle beraber daimî, hakikî, hadsiz bir lezzeti ve zevki taþýyan iltifat-ý Rahmanîyi þükür ile kazandýrýr. Yani: Rahmet hazinelerinin Mâlik-i Keriminin hadsiz lezzetli olan iltifatýný düþündürüp, þu dünyada dahi Cennet'in bâki bir zevkini manen tattýrýr. Ýþte rýzýk, þükür vasýtasýyla o kadar kýymetdar ve zengin bir hazine-i câmia olduðu halde, þükürsüzlük ile nihayet derecede sukut eder. Altýncý Söz'de beyan edildiði gibi: Lisandaki kuvve-i zaika Cenâb-ý Hak hesabýna, yani manevî vazife-i þükraniye ile rýzka müteveccih olduðu vakit, o dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i bînihaye-i Ýlâhiyenin hadsiz matbahlarýna þâkir bir müfettiþ, hâmid bir nâzýr-ý âlîkadr hükmündedir. Eðer nefis hesabýna olsa, yani rýzký in'am edenin þükrünü düþünmeyerek müteveccih olsa; sh: » (M: 390) o dildeki kuvve-i zaika, bir nâzýr-ý âlîkadr makamýndan, batn fabrikasýnýn yasakçýsý ve mide tavlasýnýn bir kapýcýsý derecesine sukut eder. Nasýl rýzkýn þu hizmetkârý þükürsüzlük ile bu dereceye sukut eder, öyle de rýzkýn mahiyeti ve sair hademeleri dahi sukut ediyorlar. En yüksek makamdan, en edna makama inerler. Kâinat Hâlýkýnýn hikmetine zýd ve muhalif bir vaziyete düþerler. Þükrün mikyasý; kanaattýr ve iktisaddýr ve rýzadýr ve memnuniyettir. Þükürsüzlüðün mizaný; hýrstýr ve israftýr, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rastgeleni yemektir. Evet hýrs; þükürsüzlük olduðu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasýta-i zillettir. Hattâ hayat-ý içtimaiyeye sahib olan mübarek karýnca dahi, güya hýrs vasýtasýyla ayaklar altýnda kalmýþ ezilir. Çünki kanaat etmeyip, senede birkaç tane buðday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arý, kanaatýndan dolayý baþlar üstünde uçar. Kanaat ettiðinden, balý insanlara emr-i Ýlâhî ile ihsan eder, yedirir. Evet Zât-ý Akdes'in alem-i zâtîsi ve en âzamî ismi olan Lafzullah'tan sonra en a'zam ismi olan Rahman rýzka bakar ve rýzýktaki þükür ile ona yetiþilir. Hem Rahman'ýn en zâhir manasý Rezzak'týr. Hem þükrün enva'ý var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdýr. Hem þükür içinde, safi bir îman var, hâlis bir tevhid bulunur. Çünki bir elmayý yiyen ve "Elhamdülillah" diyen adam, o þükür ile ilân eder ki: "O elma doðrudan doðruya dest-i kudretin yadigârý ve doðrudan doðruya hazine-i rahmetin hediyesidir" demesi ile ve itikad etmesi ile, her þey'i -cüz'î olsun, küllî olsun- onun dest-i kudretine teslim ediyor. Ve her þeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakikî bir îmaný ve hâlis bir tevhidi, þükür ile beyan ediyor. Ýnsan-ý gafil, küfran-ý nimet ile ne derece hasarete düþtüðünü, çok cihetlerden yalnýz bir vechini söyleyeceðiz. Þöyle ki: Lezzetli bir nimeti insan yese, eðer þükür etse; o yediði nimet o þükür vasýtasýyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiði lezzet ile, Cenab-ý Hakk'ýn iltifat-ý rahmetinin eseri olduðunu düþünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi manevî lübleri ve hülâsalarý ve manevî maddeleri ulvî makamlara gönderip, maddî ve tüflî (posa) ve kýþrî, yani va- sh: » (M: 391) zifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri füzulât olup aslýna, yani anasýra inkýlab etmeðe gidiyor. Eðer þükür etmezse; o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf býrakýr ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur. Þükür ile, zâil rýzýklar; daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Þükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünki o gafile göre rýzkýn akibeti, muvakkat bir lezzetten sonra füzulâttýr. Evet rýzkýn aþka lâyýk bir sureti var; o da, þükür ile o suret görünür. Yoksa ehl-i gaflet ve dalaletin rýzka aþklarý bir hayvanlýktýr. Daha buna göre kýyas et ki, ehl-i dalalet ve gaflet ne derece hasaret ediyorlar. Enva'-ý zîhayat içinde en ziyade rýzkýn enva'ýna muhtaç, insandýr. Cenâb-ý Hak insaný bütün esmâsýna câmi' bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatýný tartacak, tanýyacak cihazata mâlik bir mu'cize-i kudret ve bütün esmâsýnýn cilvelerinin ve san'atlarýnýn inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i Arz suretinde halk etmiþtir. Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve manevî rýzkýn hadsiz enva'ýna muhtaç etmiþtir. Ýnsaný, bu câmiiyete göre en a'lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çýkarmak vasýtasý, þükürdür. Þükür olmazsa, esfel-i safilîne düþer; bir zulm-ü azîmi irtikâb eder. Elhasýl: En â'lâ ve en yüksek tarîk olan tarîk-ý ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasýndan en büyük esasý þükürdür ki; o dört esas þöyle tabir edilmiþ: "Der tarîk-ý acz-mendî lâzým âmed çâr çîz: Acz-i mutlak, fakr-ý mutlak, þevk-i mutlak, þükr-ü mutlak ey azîz..." اَللّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الشَّاكِرِينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الشَّاكِرِينَ وَ الْحَامِدِينَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * * * sh: » (M: 392) Altýncý Risale olan Altýncý Mes'ele Teksir Mektubat mecmuasýnda neþredildiðinden buraya dercedilmedi. * * * Yedinci Risale olan Yedinci Mes'ele بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ قُلْ بِفَضْلِ اللّهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ Þu mes'ele "Yedi Ýþaret"tir. Evvelâ tahdis-i nimet suretinde birkaç sýrr-ý inayeti izhar eden "Yedi Sebeb"i beyan ederiz: Birinci Sebeb: Eski Harb-i Umumî'den evvel ve evâilinde, bir vakýa-i sâdýkada görüyorum ki: Ararat Daðý denilen meþhur Aðrý Daðý'nýn altýndayým. Birden o dað, müdhiþ infilâk etti. Daðlar gibi parçalarý, dünyanýn her tarafýna daðýttý. O dehþet içinde baktým ki, merhum validem yanýmdadýr. Dedim: "Ana korkma! Cenâb-ý Hakk'ýn emridir; o Rahîm'dir ve Hakîm'dir." Birden o halette iken, baktým ki mühim bir zât, bana âmirane diyor ki: "Ý'caz-ý Kur'aný beyan et." Uyandým, anladým ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkýlabdan sonra, Kur'an etrafýndaki surlar kýrýlacak. Doðrudan doðruya Kur'an kendi kendine müdafaa edecek. Ve Kur'ana hücum edilecek, i'cazý onun çelik bir zýrhý olacak. Ve þu i'cazýn bir nev'ini þu zamanda izharýna, haddimin fevkýnde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduðumu anladým. Mâdem i'caz-ý Kur'aný bir derece beyan, Sözler'le oldu. Elbette o i'cazýn hesabýna geçen ve onun reþehatý ve berekâtý nev'inden olan hizmetimizdeki inayatý izhar etmek, i'caza yardýmdýr ve izhar etmek gerektir. Ýkinci Sebeb: Mâdem Kur'an-ý Hakîm mürþidimizdir, sh: » (M: 393) üstadýmýzdýr, imamýmýzdýr, herbir âdâbda rehberimizdir; O, kendi kendini medhediyor. Biz de onun dersine ittibaan, onun tefsirini medhedeceðiz. Hem mâdem yazýlan Sözler onun bir nevi tefsiridir ve o risalelerdeki hakaik, Kur'anýn malýdýr ve hakikatlarýdýr. Ve mâdem Kur'an-ý Hakîm ekser surelerde, hususan الر larda حم lerde kendi kendini kemal-i haþmetle gösteriyor, kemalâtýný söylüyor, lâyýk olduðu medhi kendi kendine ediyor. Elbette Sözler'de in'ikas etmiþ Kur'an-ý Hakîm'in lemaat-ý i'caziyesinden ve o hizmetin makbuliyetine alâmet olan inayat-ý Rabbaniyenin izharýna mükellefiz. Çünki o üstadýmýz öyle eder ve öyle ders verir. Üçüncü Sebeb: Sözler hakkýnda tevazu suretinde demiyorum; belki bir hakikatý beyan etmek için derim ki: Sözler'deki hakaik ve kemalât, benim deðil Kur'anýndýr ve Kur'andan tereþþuh etmiþtir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ý Kur'aniyeden süzülmüþ bazý katarattýr. Sair risaleler dahi umumen öyledir. Mâdem ben öyle biliyorum ve mâdem ben fâniyim, gideceðim; elbette bâki olacak birþey ve bir eser, benimle baðlanmamak gerektir ve baðlanmamalý. Ve mâdem ehl-i dalalet ve tuðyan, iþlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir; elbette sema-yý Kur'anýn yýldýzlarýyla baðlanan risaleler, benim gibi çok itirazata ve tenkidata medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile baðlanmamalý. Hem mâdem örf-i nâsta, bir eserdeki mezaya, o eserin masdarý ve menba'ý zannettikleri müellifinin etvarýnda aranýlýyor ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi ve o cevahir-i galiyeyi kendim gibi bir müflise ve onlarýn binde birini kendinde gösteremeyen þahsiyetime mal etmek, hakikata karþý büyük bir haksýzlýk olduðu için risaleler kendi malým deðil, Kur'anýn malý olarak, Kur'anýn reþehat-ý meziyyatýna mazhar olduklarýný izhar etmeye mecburum. Evet lezzetli üzüm salkýmlarýnýn hasiyetleri, kuru çubuðunda aranýlmaz. Ýþte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim. Dördüncü Sebeb: Bâzan tevâzu', küfran-ý ni'meti istilzam ediyor; belki küfran-ý nimet olur. Bazan da tahdis-i nimet, iftihar olur. Ýkisi de zarardýr. Bunun çare-i yegânesi ki; ne küfran-ý nimet çýksýn, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtlarý ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün'im-i Hakikî'nin eser-i in'âmý sh: » (M: 394) olarak göstermektir. Meselâ: Nasýlki murassa' ve müzeyyen bir elbise-i fahireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleþsen, halk sana dese: "Mâþâallah çok güzelsin, çok güzelleþtin." Eðer sen tevazukârane desen: "Hâþâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?" O vakit küfran-ý nimet olur ve hulleyi sana giydiren mâhir san'atkâra karþý hürmetsizlik olur. Eðer müftehirane desen: "Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz." O vakit, maðrurane bir fahirdir. Ýþte fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: "Evet ben güzelleþtim, fakat güzellik libasýndýr ve dolayýsýyla libasý bana giydirenindir, benim deðildir." Ýþte bunun gibi, ben de sesim yetiþse, bütün Küre-i Arz'a baðýrarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattýrlar; fakat benim deðildirler, Kur'an-ý Kerim'in hakaikinden telemmu' etmiþ þualardýr. وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى * وَ لكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ düsturuyla derim ki: وَ مَا مَدَحْتُ الْقُرْآنَ بِكَلِمَاتِى * وَ لكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتِى بِالْقُرْآنِ yani: "Kur'anýn hakaik-i i'cazýný ben güzelleþtiremedim, güzel gösteremedim; belki Kur'anýn güzel hakikatlarý, benim tabiratlarýmý da güzelleþtirdi, ulvîleþtirdi." Mâdem böyledir; hakaik-i Kur'anýn güzelliði namýna, Sözler namýndaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlýða terettüb eden inayat-ý Ýlâhiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir. Beþinci Sebeb: Çok zaman evvel bir ehl-i velayetten iþittim ki; o zât, eski velilerin gaybî iþaretlerinden istihraç etmiþ ve kanaatý gelmiþ ki: "Þark tarafýndan bir nur zuhur edecek, bid'alar zulümatýný daðýtacak." Ben, böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazýr etmek lâzým gelir. Ve anladýk ki, bu hizmetimizle o nuranî zâtlara zemin ihzar ediyoruz. Mâdem kendimize ait deðil, elbette Sözler namýndaki nurlara ait olan inayat-ý Ýlâhiyeyi beyan etmekte medar-ý fahr ve gurur olamaz; belki medar-ý hamd ve þükür ve tahdis-i nimet olur. sh: » (M: 395) Altýncý Sebeb: Sözler'in te'lifi vasýtasýyla Kur'ana hizmetimize bir mükâfat-ý âcile ve bir vasýta-i teþvik olan inayat-ý Rabbaniye, bir muvaffakýyettir. Muvaffakýyet ise, izhar edilir. Muvaffakýyetten geçse; olsa olsa bir ikram-ý Ýlâhî olur. Ýkram-ý Ýlâhî ise, izharý bir þükr-ü manevîdir. Ondan dahi geçse, olsa olsa hiç ihtiyarýmýz karýþmadan bir keramet-i Kur'aniye olur. Biz mazhar olmuþuz. Bu nevi ihtiyarsýz ve habersiz gelen bir kerametin izharý, zararsýzdýr. Eðer âdi keramatýn fevkýne çýksa, o vakit olsa olsa Kur'anýn i'caz-ý manevîsinin þu'leleri olur. Mâdem i'caz izhar edilir, elbette i'caza yardým edenin dahi izharý i'caz hesabýna geçer; hiç medar-ý fahr ve gurur olamaz, belki medar-ý hamd ve þükrandýr. Yedinci Sebeb: Nev'-i insanýn yüzde sekseni ehl-i tahkik deðildir ki, hakikata nüfuz etsin ve hakikatý hakikat tanýyýp kabul etsin. Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan iþittikleri mesaili takliden kabul ederler. Hattâ kuvvetli bir hakikatý, zaîf bir adamýn elinde zaîf görür ve kýymetsiz bir mes'eleyi, kýymetdar bir adamýn elinde görse, kýymetdar telakki eder. Ýþte ona binaen, benim gibi zaîf ve kýymetsiz bir bîçarenin elindeki hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyenin kýymetini, ekser nâsýn nokta-i nazarýnda düþürmemek için, bilmecburiye ilân ediyorum ki: Ýhtiyarýmýz ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam ediyor; biz bilmeyerek, bizi mühim iþlerde çalýþtýrýyor. Delilimiz de þudur ki: Þuurumuz ve ihtiyarýmýzdan hariç bir kýsým inayata ve teshilâta mazhar oluyoruz. Öyle ise, o inayetleri baðýrarak ilân etmeye mecburuz. Ýþte geçmiþ yedi esbaba binaen, küllî birkaç inayet-i Rabbaniyeye iþaret edeceðiz. Birinci Ýþaret: Yirmisekizinci Mektub'un Sekizinci Mes'elesinin Birinci Nüktesi'nde beyan edilmiþtir ki, "tevafukat"týr. Ezcümle: Mu'cizat-ý Ahmediye Mektubatýnda, Üçüncü Ýþaretinden tâ Onsekizinci Ýþaretine kadar altmýþ sahife; habersiz, bilmeyerek bir müstensihin nüshasýnda iki sahife müstesna olmak üzere mütebâki bütün sahifelerde -kemal-i müvazenetle- ikiyüzden ziyade "Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm" kelimeleri birbirine bakýyorlar. Kim insaf ile iki sahifeye dikkat etse, tesadüf olmadýðýný tasdik edecek. Halbuki tesadüf, olsa olsa bir sahifede kesretli emsal kelimeleri bulunsa, yarý yarýya tevafuk olur, ancak bir-iki sahifede tamamen tevafuk sh: » (M: 396) edebilir. O halde böyle umum sahifelerde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesi; iki olsun üç olsun, dört olsun veya daha ziyade olsun, kemal-i mizan ile birbirinin yüzüne baksa; elbette tesadüf olmasý mümkün deðildir. Hem sekiz ayrý ayrý müstensihin bozamadýðý bir tevafukun, kuvvetli bir iþaret-i gaybiye, içinde olduðunu gösterir. Nasýlki ehl-i belâgatýn kitablarýnda, belâgatýn derecatý bulunduðu halde; Kur'an-ý Hakîm'deki belâgat, derece-i i'caza çýkmýþ. Kimsenin haddi deðil ki ona yetiþsin. Öyle de; mu'cizat-ý Ahmediyenin bir âyinesi olan Ondokuzuncu Mektub ve mu'cizat-ý Kur'aniyenin bir tercümaný olan Yirmibeþinci Söz ve Kur'anýn bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarýnda tevafukat, umum kitablarýn fevkýnde bir derece-i garabet gösteriyor. Ve ondan anlaþýlýyor ki; mu'cizat-ý Kur'aniye ve mu'cizat-ý Ahmediye'nin bir nevi kerametidir ki, o âyinelerde tecelli ve temessül ediyor. Ýkinci Ýþaret: Hizmet-i Kur'aniyeye ait inayat-ý Rabbaniyenin ikincisi þudur ki: Cenab-ý Hak, benim gibi kalemsiz, yarým ümmî, diyar-ý gurbette, kimsesiz, ihtilattan men'edilmiþ bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kýlýnç olan kardeþleri bana muavin ihsan etti. Zaîf ve âciz omuzuma çok aðýr gelen vazife-i Kur'aniyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi. Kemal-i kereminden, yükümü hafifleþtirdi. O mübarek cemaat ise; -Hulusi'nin tabiriyle- telsiz telgrafýn âhizeleri hükmünde ve -Sabri'nin tabiriyle- nur fabrikasýnýn elektriklerini yetiþtiren makineler hükmünde ayrý ayrý meziyetleri ve kýymetdar muhtelif hasiyetleriyle beraber, -yine Sabri'nin tabiriyle- bir tevafukat-ý gaybiye nev'inden olarak, þevk ve sa'y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette esrar-ý Kur'aniyeyi ve envar-ý îmaniyeyi etrafa neþretmeleri ve her yere eriþtirmeleri ve þu zamanda (yani hurufat deðiþmiþ, matbaa yok, herkes envar-ý îmaniyeye muhtaç olduðu bir zamanda) ve fütur verecek ve þevki kýracak çok esbab varken, bunlarýn fütursuz, kemal-i þevk ve gayretle bu hizmetleri, doðrudan doðruya bir keramet-i Kur'aniye ve zâhir bir inayet-i Ýlâhiyedir. Evet velayetin kerameti olduðu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardýr. Samimiyetin dahi kerameti vardýr. Bahusus Lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeþlerin içinde ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ þöyle bir cemaatin þahs-ý manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur. sh: » (M: 397) Ýþte ey kardeþlerim ve ey hizmet-i Kur'anda arkadaþlarým! Bir kal'ayý fetheden bir bölüðün çavuþuna bütün þerefi ve bütün ganîmeti vermek nasýl zulümdür, bir hatadýr; öyle de þahs-ý manevînizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hasýl olan fütuhattaki inayatý benim gibi bir bîçareye veremezsiniz. Elbette böyle mübarek bir cemaatte, tevafukat-ý gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir iþaret-i gaybiye var ve ben görüyorum; fakat herkese ve umuma gösteremiyorum. Üçüncü Ýþaret: Risale-i Nur eczalarý, bütün mühim hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyeyi hattâ en muannide karþý dahi parlak bir surette isbatý, çok kuvvetli bir iþaret-i gaybiye ve bir inayet-i Ýlâhiyedir. Çünki hakaik-i îmaniye ve Kur'aniye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dâhî telakki edilen Ýbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiþ, "Akýl buna yol bulamaz!" demiþ. Onuncu Söz Risalesi, o zâtýn dehasýyla yetiþemediði hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor. Hem meselâ: Sýrr-ý Kader ve cüz'-i ihtiyarînin halli için, koca Sa'd-ý Taftazanî gibi bir allâme; kýrk-elli sahifede, meþhur Mukaddemat-ý Ýsna Aþer namýyla telvih nam kitabýnda ancak hallettiði ve ancak havassa bildirdiði ayný mesaili, kadere dair olan Yirmialtýncý Söz'de, Ýkinci Mebhasýn iki sahifesinde tamamýyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyaný, eser-i inayet olmazsa nedir? Hem bütün ukûlü hayrette býrakan ve hiçbir felsefenin eliyle keþfedilemeyen ve sýrr-ý hilkat-ý âlem ve týlsým-ý kâinat denilen ve Kur'an-ý Azîmüþþan'ýn i'cazýyla keþfedilen o týlsým-ý müþkil-küþa ve o muamma-yý hayret-nüma, Yirmidördüncü Mektub ve Yirmidokuzuncu Söz'ün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Söz'ün tahavvülât-ý zerratýn altý aded hikmetinde keþfedilmiþtir. Kâinattaki faaliyet-i hayret-nümanýn týlsýmýný ve hilkat-i kâinatýn ve akibetinin muammasýný ve tahavvülât-ý zerrattaki harekâtýn sýrr-ý hikmetini keþf ve beyan etmiþlerdir, meydandadýr, bakýlabilir. Hem sýrr-ý ehadiyet ile, þeriksiz vahdet-i rububiyeti; hem nihayetsiz kurbiyet-i Ýlâhiye ile, nihayetsiz bu'diyetimiz olan hayretengiz hakikatlarý kemal-i vuzuh ile Onaltýncý Söz ve Otuzikinci Söz beyan ettikleri gibi; kudret-i Ýlâhiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat müsavi olduðunu ve haþr-i azamda umum zîruhun ihyasý, bir nefsin ihyasý kadar o kudrete kolay olduðunu ve þirkin sh: » (M: 398) hilkat-ý kâinatta müdahalesi imtina' derecesinde akýldan uzak olduðunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektub'daki وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ kelimesi beyanýnda ve üç temsili hâvi onun zeyli, þu azîm sýrr-ý vahdeti keþfetmiþtir. Hem hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyede öyle bir geniþlik var ki, en büyük zekâ-i beþerî ihata edemediði halde; benim gibi zihni müþevveþ, vaziyeti periþan, müracaat edilecek kitab yokken, sýkýntýlý ve sür'atle yazan bir adamda, o hakaikin ekseriyet-i mutlakasý dekaikiyle zuhuru; doðrudan doðruya Kur'an-ý Hakîm'in i'caz-ý manevîsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir iþaret-i gaybiyedir. Dördüncü Ýþaret: Elli-altmýþ risaleler (*) öyle bir tarzda ihsan edilmiþ ki; deðil benim gibi az düþünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tedkike vakit bulamayan bir insanýn; belki büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tedkikin sa'y ve gayretiyle yapýlmayan bir tarzda te'lifleri, doðrudan doðruya bir eser-i inayet olduklarýný gösteriyor. Çünki bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasýtasýyla, en âmi ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoðunu büyük âlimler "tefhim edilmez" deyip, deðil avama, belki havassa da bildiremiyorlar. Ýþte en uzak hakikatlarý, en yakýn bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçesi az, sözleri muðlak, çoðu anlaþýlmaz ve zâhir hakikatlarý dahi müþkilleþtiriyor diye eskiden beri iþtihar bulmuþ ve eski eserleri o sû'-i iþtiharý tasdik etmiþ bir þahsýn elinde bu hârika teshilât ve sühulet-i beyan; elbette bilâþüphe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur'an-ý Kerim'in i'caz-ý manevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ý Kur'aniyenin bir temessülüdür ve in'ikasýdýr. Beþinci Ýþaret: Risaleler umumiyetle pek çok intiþar ettiði halde, en büyük âlimden tut, tâ en âmi adama kadar ve ehl-i kalb büyük bir veliden tut, tâ en muannid dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-ý nâs ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okuduklarý ve bir kýsmý tokatlarýný yedikleri halde tenkid edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doðrudan doðruya bir eser-i inayet-i Rabbaniye ve bir keramet-i Kur'aniye olduðu gibi, çok ______________________ (*) Þimdi yüzotuzdur. sh: » (M: 399) tedkikat ve taharriyatýn neticesiyle ancak husul bulan o çeþit risaleler, fevkalâde bir sür'atle, hem idrakimi ve fikrimi müþevveþ eden sýkýntýlý inkýbaz vakitlerinde yazýlmasý dahi, bir eser-i inayet ve bir ikram-ý Rabbanîdir. Evet ekser kardeþlerim ve yanýmdaki umum arkadaþlarým ve müstensihler biliyorlar ki; Ondokuzuncu Mektub'un beþ parçasý, birkaç gün zarfýnda hergün iki-üç saatte ve mecmuu oniki saatte hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazýlmasý; hattâ en mühim bir parça ve o parçada lafz-ý Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde zâhir bir hâtem-i nübüvveti gösteren dördüncü cüz, üç-dört saatte, daðda, yaðmur altýnda ezber yazýlmýþ; ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve dakik bir risale, altý saat içinde bir baðda yazýlmýþ; ve Yirmisekizinci Söz, Süleyman'ýn bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazýlmasý gibi, ekser risaleler böyle olmasý; ve eskiden beri sýkýntýlý ve münkabýz olduðum zaman, en zâhir hakikatlarý dahi beyan edemediðimi, belki bilemediðimi yakýn dostlarým biliyorlar. Hususan o sýkýntýya hastalýk da ilâve edilse, daha ziyade beni dersten, te'liften men'etmekle beraber; en mühim Sözler ve risaleler, en sýkýntýlý ve hastalýklý zamanýmda, en sür'atli bir tarzda yazýlmasý; doðrudan doðruya bir inayet-i Ýlâhiye ve bir ikram-ý Rabbanî ve bir keramet-i Kur'aniye olmazsa nedir? Hem hangi kitab olursa olsun, böyle hakaik-i Ýlâhiyeden ve îmaniyeden bahsetmiþ ise, alâküllihal bir kýsým mesaili, bir kýsým insanlara zarar verir ve zarar verdikleri için, her mes'ele herkese neþredilmemiþ. Halbuki þu risaleler ise; þimdiye kadar hiç kimsede, -çoklardan sorduðum halde- sû'-i tesir ve aks-ül amel ve tahdiþ-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doðrudan doðruya bir iþaret-i gaybiye ve bir inayet-i Rabbaniye olduðu bizce muhakkaktýr. Altýncý Ýþaret: Þimdi bence kat'iyet peyda etmiþtir ki; ekser hayatým ihtiyar ve iktidarýmýn, þuur ve tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiþ ve öyle garib bir surette ona cereyan verilmiþ; tâ Kur'an-ý Hakîm'e hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Âdeta bütün hayat-ý ilmiyem, mukaddemat-ý ihzariye hükmüne geçmiþ. Ve Sözler ile i'caz-ý Kur'anýn izharý, onun neticesi olacak bir surette olmuþtur. Hattâ þu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebebsiz ve arzumun hilafýnda tecerrüdüm ve sh: » (M: 400) meþrebime muhalif yalnýz bir köyde imrar-ý hayat etmekliðim; ve eskiden beri ülfet ettiðim hayat-ý içtimaiyenin çok rabýtalarýndan ve kaidelerinden nefret edip terketmekliðim; doðrudan doðruya bu hizmet-i Kur'aniyeyi hâlis, sâfi bir surette yaptýrmak için bu vaziyet verildiðine þübhem kalmamýþtýr. Hattâ çok defa bana verilen sýkýntý ve zulmen bana karþý olan tazyikat perdesi altýnda, bir dest-i inayet tarafýndan merhametkârane, Kur'anýn esrarýna hasr-ý fikr ettirmek ve nazarý daðýtmamak için yapýlmýþtýr kanaatindeyim. Hattâ eskiden mütalaaya çok müþtak olduðum halde; bütün bütün sair kitablarýn mütalaasýndan bir men', bir mücanebet ruhuma verilmiþti. Böyle gurbette medar-ý teselli ve ünsiyet olan mütalaayý bana terkettiren, anladým ki, doðrudan doðruya âyât-ý Kur'aniyenin üstad-ý mutlak olmalarý içindir. Hem yazýlan eserler, risaleler, -ekseriyet-i mutlakasý- hariçten hiçbir sebeb gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hacete binaen, âni ve def'î olarak ihsan edilmiþ. Sonra bazý dostlarýma gösterdiðim vakit, demiþler: "Þu zamanýn yaralarýna devadýr." Ýntiþar ettikten sonra ekser kardeþlerimden anladým ki, tam þu zamandaki ihtiyaca muvafýk ve derde lâyýk bir ilâç hükmüne geçiyor. Ýþte ihtiyar ve þuurumun dairesi haricinde, mezkûr haletler ve sergüzeþt-i hayatým ve ulûmlarýn enva'larýndaki hilaf-ý âdet ihtiyarsýz tetebbuatým; böyle bir netice-i kudsiyeye müncer olmak için, kuvvetli bir inayet-i Ýlâhiye ve bir ikram-ý Rabbanî olduðuna bende þüphe býrakmamýþtýr. Yedinci Ýþaret: Bu hizmetimiz zamanýnda, beþ-altý sene zarfýnda, bilâmübalaða yüz eser-i ikram-ý Ýlâhî ve inayet-i Rabbaniye ve keramet-i Kur'aniyeyi gözümüzle gördük. Bir kýsmýný, Onaltýncý Mektub'da iþaret ettik; bir kýsmýný, Yirmialtýncý Mektub'un Dördüncü Mebhasý'nýn mesail-i müteferrikasýnda; bir kýsmýný, Yirmisekizinci Mektub'un Üçüncü Mes'elesinde beyan ettik. Benim yakýn arkadaþlarým bunu biliyorlar. Daimî arkadaþým Süleyman Efendi çoklarýný biliyor. Hususan Sözler'in ve risalelerin neþrinde ve tashihatýnda ve yerlerine yerleþtirmekte ve tesvid ve tebyizinde, fevkalme'mul kerametkârane bir teshilâta mazhar oluyoruz. Keramet-i Kur'aniye olduðuna þüphemiz kalmýyor. Bunun misalleri yüzlerdir. Hem maiþet hususunda o kadar þefkatle besleniyoruz ki; en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam eden sahib-i inayet tat- sh: » (M: 401) min etmek için; fevkalme'mul bir surette ihsan ediyor. Ve hâkeza... Ýþte bu hal gayet kuvvetli bir iþaret-i gaybiyedir ki, biz istihdam olunuyoruz. Hem rýza dairesinde, hem inayet altýnda bize hizmet-i Kur'aniye yaptýrýlýyor. اَلْحَمْدُ لِلّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ تَسْلِيمًا كَثِيرًا آمِينَ * * * Mahrem bir suale cevaptýr [Þu sýrr-ý inayet eskiden mahremce yazýlmýþ, Ondördüncü Söz'ün âhirine ilhak edilmiþti. Her nasýlsa ekser müstensihler unutup yazmamýþlardý. Demek münasip ve lâyýk mevkii burasý imiþ ki, gizli kalmýþ.] Benden sual ediyorsun: "Neden senin Kur'andan yazdýðýn Sözler'de bir kuvvet, bir te'sir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nâdiren bulunur. Bazan bir satýrda, bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede, bir kitab kadar te'sir bulunuyor?" Elcevap: -Güzel bir cevaptýr- Þeref, i'caz-ý Kur'ana ait olduðundan ve bana ait olmadýðýndan, bilâ-perva derim: Ekseriyet itibariyle öyledir. Çünki: Yazýlan Sözler tasavvur deðil tasdiktir; teslim deðil, îmandýr; marifet deðil, þehadettir, þuhuddur; taklid deðil tahkiktir; iltizam deðil, iz'andýr; tasavvuf deðil hakikattýr; dava deðil, dava içinde bürhandýr. Þu sýrrýn hikmeti budur ki: Eski zamanda, esasat-ý îmaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatlarý makbul idi, kâfi idi. Fakat þu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmýþ olduðundan, her derde lâyýk devayý ihsan eden sh: » (M: 402) Hakîm-i Rahîm olan Zât-ý Zülcelâl, Kur'an-ý Kerim'in en parlak mazhar-ý i'cazýndan olan temsilâtýndan bir þu'lesini; acz ve za'fýma, fakr ve ihtiyacýma merhameten hizmet-i Kur'ana ait yazýlarýma ihsan etti. Felillahilhamd sýrr-ý temsil dürbünüyle, en uzak hakikatlar gayet yakýn gösterildi. Hem sýrr-ý temsil cihet-ül vahdetiyle, en daðýnýk mes'eleler toplattýrýldý. Hem sýrr-ý temsil merdiveniyle, en yüksek hakaika kolaylýkla yetiþtirildi. Hem sýrr-ý temsil penceresiyle; hakaik-ý gaybiyeye, esasat-ý Ýslâmiyeye þuhuda yakýn bir yakîn-i îmaniye hasýl oldu. Akýl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduðu gibi, þeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu. Elhasýl: Yazýlarýmda ne kadar güzellik ve te'sir bulunsa, ancak temsilât-ý Kur'aniyenin lemaatýndandýr. Benim hissem; yalnýz þiddet-i ihtiyacýmla talebdir ve gayet aczimle tazarruumdur. Derd benimdir, deva Kur'anýndýr. * * * Yedinci Mes'elenin Hâtimesidir [sekiz inayet-i Ýlâhiye suretinde gelen iþarat-ý gaybiyeye dair gelen veya gelmek ihtimali olan evhamý izale etmek ve bir sýrr-ý azîm-i inayeti beyan etmeye dairdir.] Þu Hâtime "Dört Nükte"dir: Birinci Nükte: Yirmisekizinci Mektub'un Yedinci Mes'elesinde yedi-sekiz küllî ve manevî inayat-ý Ýlâhiyeden hissettiðimiz bir iþaret-i gaybiyeyi, "Sekizinci Ýnayet" namýyla "tevafukat" tabiri altýndaki nakýþta o iþaratýn cilvesini gördüðümüzü iddia etmiþtik. Ve iddia ediyoruz ki: Bu yedi-sekiz küllî inayatlar, o derece kuvvetli ve kat'îdirler ki, herbirisi tek baþýyla o iþarat-ý gaybiyeyi isbat eder. Farz-ý muhal olarak bir kýsmý zaîf görülse, hattâ inkâr edilse; o iþarat-ý gaybiyenin kat'iyetine halel vermez. O sekiz inayatý inkâr edemeyen, o iþaratý inkâr edemez. Fakat tabakat-ý nâs muhtelif olduðu, hem kesretli tabaka olan tabaka-i avam gözüne daha ziyade itimad ettiði için; o sekiz inayatýn içinde en kuvvetlisi deðil, belki en zâhirîsi tevafukat olduðundan; -çendan ötekiler daha kuvvetli, fakat bu daha umumî olduðu için- ona gelen evhamý def'etmek maksadýyla, bir müvazene nev'inden, bir hakikatý beyan etmeye mecbur kaldým. Þöyle ki: sh: » (M: 403) O zâhirî inayet hakkýnda demiþtik: Yazdýðýmýz risalelerde, Kur'an kelimesi ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde öyle bir derece tevafukat görünüyor.. hiçbir þüphe býrakmýyor ki, bir kasd ile tanzim edilip, müvazi bir vaziyet verilir. Kasd ve irade ise, bizlerin olmadýðýna delilimiz: Üç-dört sene sonra muttali' olduðumuzdur. Öyle ise bu kasd ve irade, bir inayet eseri olarak gaybîdir. Sýrf i'caz-ý Kur'an ve i'caz-ý Ahmediyeyi te'yid suretinde o iki kelimede tevafuk suretinde o garib vaziyet verilmiþtir. Bu iki kelimenin mübarekiyeti, i'caz-ý Kur'an ve i'caz-ý Ahmediyeye bir hâtem-i tasdik olmakla beraber; sair misil kelimeleri dahi, ekseriyet-i azîme ile tevafuka mazhar etmiþler. Fakat onlar, birer sahifeye mahsus. Þu iki kelime, bir-iki risalenin umumunda ve ekser risalelerde görünüyor. Fakat mükerrer demiþiz: Bu tevafukun aslý, sair kitablarda da çok bulunabilir; amma kasd ve irade-i âliyeyi gösterecek bu derece garabette deðildir. Þimdi bu davamýzý çürütmek kabil olmadýðý halde, zâhir nazarlarda çürümüþ gibi görmekte bir-iki cihet olabilir: Birisi: "Sizler düþünüp, öyle bir tevafuku rast getirmiþsiniz." diyebilirler. "Böyle bir þey yapmak kasd ile olsa, rahat ve kolay bir þeydir." Buna karþý deriz ki: Bir davada iki þahid-i sâdýk kâfidir. Bu davamýzdaki kasd ve irademiz taalluk etmeyerek, üç-dört sene sonra muttali' olduðumuza yüz þahid-i sâdýk bulunabilir. Bu münasebetle bir nokta söyleyeceðim: Bu keramet-i i'caziye, Kur'an-ý Hakîm belâgat cihetinde derece-i i'cazda olduðu nev'inden deðildir. Çünki i'caz-ý Kur'anda, kudret-i beþer o yolda giderek o dereceye yetiþemiyor. Þu keramet-i i'caziye ise, kudret-i beþerle olamýyor; kudret, o iþe karýþamýyor. Karýþsa sun'î olur, bozulur. (Hâþiye) Üçüncü Nükte: Ýþaret-i hâssa, iþaret-i âmme münasebetiyle bir sýrr-ý dakik-i Rububiyet ve Rahmaniyete iþaret edeceðiz: Bir kardeþimin güzel bir sözü var. O sözü, bu mes'eleye mevzu edeceðim. Sözü de þudur ki: Bir gün güzel bir tevafukatý ona ____________________________ (Hâþiye): Ondokuzuncu Mektub'un Onsekizinci Ýþaretinde; bir nüshada, bir sahifede dokuz Kur'an tevafuk suretinde bulunduðu halde birbirine hat çektik, mecmuunda Muhammed lafzý çýktý. O sahifenin mukabilindeki sahifede sekiz Kur'an tevafukla beraber, mecmuunda Lâfzullah çýktý. Tevafukatta böyle bedi' þeyler çok var. Bu Hâþiyenin mealini gözümüzle gördük. Bekir, Tevfik, Süleyman, Galib, Said sh: » (M: 404) gösterdim, dedi: "Güzel! Zâten her hakikat güzeldir. Fakat bu Sözler'deki tevafukat ve muvaffakýyet daha güzeldir." Ben de dedim: Evet herþey ya hakikaten güzeldir, ya bizzât güzeldir veya neticeleri itibariyle güzeldir. Ve bu güzellik, Rububiyet-i âmmeye ve þümul-ü rahmete ve tecelli-i âmmeye bakar. Dediðin gibi, bu muvaffakýyetteki iþaret-i gaybiye daha güzeldir. Çünki bu, rahmet-i hâssaya ve Rububiyet-i hâssaya ve tecelli-i hâssaya bakar bir surettedir. Bunu bir temsil ile fehme takrib edeceðiz. Þöyle ki: Bir padiþahýn umumî saltanatý ve kanunu ile, merhamet-i þahanesi umum efrad-ý millete teþmil edilebilir. Her ferd, doðrudan doðruya o padiþahýn lütfuna, saltanatýna mazhardýr. O suret-i umumiyede, efradýn çok münasebat-ý hususiyesi vardýr. Ýkinci cihet, padiþahýn ihsanat-ý hususiyesidir ve evamir-i hâssasýdýr ki; umumî kanunun fevkýnde, bir ferde ihsan eder, iltifat eder, emir verir. Ýþte bu temsil gibi; Zât-ý Vâcib-ül Vücud ve Hâlýk-ý Hakîm ve Rahîm'in umumî Rububiyet ve þümul-ü rahmeti noktasýnda herþey hissedardýr. Her þey'in hissesine isabet eden cihette, hususî onunla münasebetdardýr. Hem kudret ve irade ve ilm-i muhitiyle her þeye tasarrufatý, her þey'in en cüz'î iþlerine müdahalesi, Rububiyeti vardýr. Herþey, her þe'ninde ona muhtaçtýr. O'nun ilim ve hikmetiyle iþleri görülür, tanzim edilir. Ne tabiatýn haddi var ki, o daire-i tasarruf-u Rububiyetinde saklansýn ve te'sir sahibi olup müdahale etsin ve ne de tesadüfün hakký var ki, o hassas mizan-ý hikmet dairesindeki iþlerine karýþsýn. Risalelerde yirmi yerde kat'î hüccetlerle tesadüfü ve tabiatý nefyetmiþiz ve Kur'anýn kýlýncýyla idam etmiþiz, müdahalelerini muhal göstermiþiz. Fakat Rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ý zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarýnda hikmeti ve sebebi bilinmeyen iþlerde, tesadüf namýný vermiþler. Ve hikmetleri ihata edilmeyen bazý ef'al-i Ýlâhiyenin kanunlarýný -tabiat perdesi altýnda gizlenmiþ- görememiþler, tabiata müracaat etmiþler. Ýkincisi, hususî Rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ý Rahmanîsidir ki, umumî kanunlarýn tazyikatý altýnda tahammül edemeyen ferdlerin imdadýna Rahman-ür Rahîm isimleri imdada yetiþirler. Hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarýrlar. Onun için her zîhayat, hususan insan, her anda ondan istimdad eder ve meded alabilir. sh: » (M: 405) Ýþte bu hususî Rububiyetindeki ihsanatý, ehl-i gaflete karþý da tesadüf altýna gizlenmez ve tabiata havale edilmez. Ýþte bu sýrra binaendir ki; Ý'caz-ý Kur'an ve Mu'cizat-ý Ahmediye'deki iþarat-ý gaybiyeyi, hususî bir iþaret telakki ve itikad etmiþiz. Ve bir imdad-ý hususî ve muannidlere karþý kendini gösterecek bir inayet-i hâssa olduðunu yakîn ettik. Ve sýrf lillah için ilân ettik. Kusur etmiþsek Allah afvetsin. Âmîn. رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا * * * [sözler'in tebyizinde kýymetdar hizmeti sebkat eden muallim Ahmed Galib'in fýkrasýdýr.] "Elde Kur'an gibi bürhan-ý hakikat varken, Münkiri ilzam için gönlüme sýklet mi gelir. Sözün özdür ey can, tekellüf deðil! Ledün ilminin zübde-i pâkidir Bu, sümmettedarik tasannuf deðil! Bu bir hikmet-i nur-u irfandýr Ki ehva ve laðv ve tefelsüf deðil! Müzekki-i nefs ve musaffi-i ruh, Mürebbi-i dildir, tasavvuf deðil! O Sözler bütün marifet þemsidir; Sözüm doðrudur, bir teellüf deðil! Ýçin nurudur, lafza akseylemiþ; Bir-iki satýrda teradüf deðil! Mutabýk lafýzlar birbirine; Bu aslâ tasannu', tesadüf deðil! Dizilmiþ nizamla bütün harfleri; Tevafuktur, aslâ tehalüf deðil! Bu bir cilve-i sýrr-ý i'cazdýr; Ki Kur'andandýr, tecevvüf deðil! Bu hüsn-ü tesadüf güzeldir güzel; Bu babda ne dense tezâuf deðil! sh: » (M: 406) Said-i Bediüzzaman-ý Nursî Beyaný bedi'dir, taattuf deðil! Teselliye ermemiþ elinde kalem, Eder arz-ý dîdar, taharrüf deðil! Tevafuk, sözünde ona çok mudur? Tefevvuk, onun için teþerrüf deðil! Ýsabet buna savb-ý Hak'tan gelir, Bu kasdî deðildir, tasarruf deðil! Bunu görmeyen bed nazarlar için, Telehhüf derim ben, teessüf deðil! Ki var manevî hayretim galiben, Beyaným bu yolda tazarruf deðil! Çok iþte Hak onu muvaffak ede, Tevafuk, makam-ý tevakkuf deðil! Ahmed Galib (Rahmetullahi Aleyh) * * * [Merhum Binbaþý Âsým Bey'in fýkrasýdýr.] Kasem ederim, doðrudur sözü özüyle beraber. Bu hakikatý kabul ve tasdik etmeyen bedmayeler, Kalýr dalalet ve vadi-i hüsranda nice seneler. Bunlarý irþad edip kurtarmaktýr hüner, Hidayet eriþse eðer, o vakit boyun eðer. Cümlenin ýslahýný niyaz edip Hâlýk'a yalvaralým, Hep envar-ý Kur'aniye olan Sözler'i okuyup anlatalým, Bu yolda bizler de feyz alýp dilþad olalým, Fenayý bekaya tebdilde rýza-yý Bâri'ye kavuþalým. Sad-hezar tahsine lâyýk bîbaha fýkra-i Galib, Bu hakikatlarý söylemekle olur þübhesiz galib. Binbaþý Âsým (Rahmetullahi Aleyh) * * * sh: » (M: 407) Sekizinci Risale olan Sekizinci Mes'ele [Þu Mes'ele altý sualin cevabý olup "Sekiz Nükte"dir.] Birinci Nükte: Bir dest-i inayet altýnda hizmet-i Kur'aniyede istihdam edildiðimize dair çok enva'-ý iþarat-ý gaybiyeyi hissettik ve bazýlarýný gösterdik. Þimdi o iþaratýn bir yenisi daha þudur ki: Ekser Sözler'de tevafukat-ý gaybiye var. (Hâþiye) Ezcümle: Resul-i Ekrem kelimesinde ve Aleyhissalâtü Vesselâm ibaresinde ve Kur'an lafz-ý mübarekesinde, bir nevi cilve-i i'caz temessül ettiðine bir iþaret var. Ýþarat-ý gaybiye ne kadar gizli ve zaîf de olsa, hizmetin makbuliyetine ve mes'elelerin hakkaniyetine delalet ettiði için bence çok ehemmiyetlidir ve çok kuvvetlidir. Hem gururumu kýrar ve sýrf bir tercüman olduðumu kat'iyen bana gösterdi. Hem hiç medar-ý iftihar benim için birþey býrakmýyor, yalnýz medar-ý þükran olan þeyleri gösteriyor. Hem mâdem Kur'ana aittir ve i'caz-ý Kur'an hesabýna geçiyor ve kat'iyen cüz'-i ihtiyarimiz karýþmýyor ve hizmette tenbellik edenleri teþvik ediyor ve risalenin hak olduðuna kanaat veriyor ve bizlere bir nevi ikram-ý Ýlâhîdir ve izharý tahdis-i nimettir ve aklý gözüne inmiþ mütemerridleri iskât ediyor; elbette izharý lâzýmdýr, inþâallah zararsýzdýr. Ýþte þu iþarat-ý gaybiyenin birisi de þudur ki: Cenâb-ý Hak kemal-i rahmet ve kereminden, Kur'ana ve imana hizmet ile meþgul olan bizleri teþvik ve kulûbümüzü tatmin için; bir ikram-ý Rabbanî ve bir ihsan-ý Ýlâhî suretinde hizmetimizin makbuliyetine alâmet ve yazdýðýmýz hak olduðuna iþaret-i gaybiye nev'inden, bütün risalelerimizde ve bilhassa Mu'cizat-ý Ahmediye ve Ý'caz-ý Kur'an ve Pencereler Risalelerinde, tevafukat-ý gaybiye nev'inden bir letafet ihsan etmiþtir. Yani, bir sahifede, misil olarak gelen kelimeleri birbirine baktýrýyor. Bunda bir iþaret-i gaybiye veriliyor ki: "Bir irade-i gaybî ile tanzim edilir. Ýhtiyarýnýza ve þuurunuza güvenmeyiniz. Ýhtiyarýnýzýn haberi olmadan ve þuurunuz yetiþmeden, hârika nakýþlar ve intizamlar yapýlýyor." Bahusus Mu'cizat-ý Ahmediye Risalesinde lafz-ý Resul-i Ekrem ve lafz-ý Salavat bir âyine hükmüne geçip, o tevafu- __________________ (Hâþiye): Tevafukat ise, ittifaka iþarettir; ittifak ise, ittihada emaredir, vahdete alâmettir; vahdet ise, tevhidi gösterir; tevhid ise, Kur'anýn dört esasýndan en büyük esasýdýr. sh: » (M: 408) kat-ý gaybiye iþaretini sarih gösteriyor. Yeni, acemi bir müstensihin yazýsýnda, beþ sahife müstesna, mütebâki ikiyüzden fazla salavat-ý þerife birbirine müvazi olarak bakýyorlar. Þu tevafukat ise; þuursuz yalnýz on adette bir-iki tevafuka sebeb olabilen tesadüfün iþi olmadýðý gibi, san'atta meharetsiz, yalnýz manaya hasr-ý nazar ederek gayet sür'atle bir-iki saatte otuz-kýrk sahifeyi te'lif eden ve kendi yazmayan ve yazdýran benim gibi bir bîçarenin düþünüþü dahi elbette deðildir. Ýþte altý sene sonra, yine Kur'anýn irþadýyla ve Ýþarat-ül Ý'caz olan tefsirin dokuz اِنَّا nýn tevafuk suretiyle gelen irþadýyla sonra muttali' olmuþum. Müstensihler ise benden iþittikleri vakit, hayret içinde hayrette kaldýlar. Nasýlki lafz-ý Resul-i Ekrem ve lafz-ý salavat; Ondokuzuncu Mektub'da, mu'cizat-ý Ahmediye'nin bir nev'inin, bir nevi küçük âyinesi hükmüne geçti. Öyle de: Yirmibeþinci Söz olan i'caz-ý Kur'anda ve Ondokuzuncu Mektub'un Onsekizinci Ýþaretinde lafz-ý Kur'an dahi; kýrk tabakadan, yalnýz gözüne itimad eden tabakasýna karþý, bir nevi mu'cizat-ý Kur'aniyenin, o nev'in kýrk cüz'ünden bir cüz'ü, tevafukat-ý gaybiye suretinde bütün risalelerde tecelli etmekle beraber, o cüz'ün kýrk cüz'ünden bir cüz'ü, lafz-ý Kur'an içinde tezahür etmiþ. Þöyle ki: Yirmibeþinci Söz'de ve Ondokuzuncu Mektub'un Onsekizinci Ýþaretinde; yüz defa Kur'an lafzý tekerrür etmiþ; pek nâdir olarak bir-iki kelime hariç kalmýþ, mütebâkisi bütün birbirine bakýyor. Ýþte meselâ: Ýkinci Þua'nýn kýrküçüncü sahifesinde yedi "Kur'an" lafzý var, birbirine bakýyor. Ve sahife ellialtýda sekizi birbirine bakýyor, yalnýz dokuzuncu müstesna kalmýþ. Ýþte þu -þimdi gözümüzün önünde- altmýþdokuzuncu sahifedeki beþ lafz-ý Kur'an, birbirine bakýyor. Ve hâkeza... Bütün sahifelerde gelen mükerrer lafz-ý Kur'an, birbirine bakýyor. Pek nâdir olarak, beþ-altý taneden bir tane hariç kalýyor. Sair tevafukat ise, -iþte gözümüzün önünde- sahife otuzüçte, onbeþ aded اَمْ lafzý var; ondördü birbirine bakýyor. Hem gözümüzün önünde þu sahifede dokuz îman lafzý var, birbirine bakýyor; yalnýz birisi, müstensihin fasýla vermesiyle az inhiraf etmiþ. Hem þu -gözümüzün önündeki- sahifede iki "mahbub" var, -biri üçüncü satýrda, biri onbeþinci satýr- sh: » (M: 409) dadýr; kemal-i mîzanla birbirine bakýyor. Onlarýn ortasýnda dört "aþk" dizilmiþ, birbirine bakýyorlar. Daha sair tevafukat-ý gaybiye bunlara kýyas edilsin. Hangi müstensih olursa olsun; satýrlarý, sahifeleri ne þekilde olursa olsun alâküllihal bu tevafukat-ý gaybiye öyle bir derecede var ki; þüphe býrakmýyor ki, ne tesadüfün iþi ve ne de müellifin ve müstensihlerin düþünüþüdür. Fakat bazý hatta daha ziyade tevafukat göze çarpýyor. Demek, þu risalelere mahsus bir hatt-ý hakikî vardýr. Bazýlarý, o hatta yakýnlaþýyor. Garaibdendir ki, en mâhir müstensihlerin deðil, belki acemilerin yazýlarýnda daha ziyade görülür. Bundan anlaþýlýyor ki; Kur'anýn bir nevi tefsiri olan Sözler'deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin deðil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur'aniyenin mübarek kametlerine yakýþacak mevzun, muntazam üslûb libaslarý, kimsenin ihtiyar ve þuuruyla biçilmez ve kesilmez; belki onlarýn vücududur ki, öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârýz. Dördüncü Nükte: Beþ altý suali tazammun eden birinci sualinizde: "Meydan-ý haþre cem' ve keyfiyet nasýl ve üryan mý olacak? Ve dostlarla görüþmek için ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý þefaat için nasýl bulacaðýz? Hadsiz insanlarla birtek zât nasýl görüþecek? Ehl-i Cennet ve Cehennem'in libaslarý nasýl olacak? Ve bize kim yol gösterecek?" diyorsunuz. Elcevap: Þu sualin cevabý, gayet mükemmel ve vâzýh olarak, kütüb-ü ehadîsiyede vardýr. Meþreb ve mesleðimize ait yalnýz bir-iki nükteyi söyleyeceðiz. Þöyle ki: Evvelâ: Bir mektubda; meydan-ý haþir, Küre-i Arz'ýn medar-ý senevîsinde olduðunu ve Küre-i Arz þimdiden manevî mahsulâtýný o meydanýn elvahlarýna gönderdiði gibi; senevî hareketiyle, bir daire-i vücudun temessül ve o daire-i vücudun mahsulâtýyla bir meydan-ý haþrin teþekkülüne bir mebde' olduðu ve Küre-i Arz denilen þu sefine-i Rabbaniyenin merkezindeki Cehennem-i Suðra'yý Cehennem-i Kübra'ya boþalttýðý gibi, sekenesini de meydan-ý haþre boþaltacaðý beyan edilmiþtir. Sâniyen: Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözler baþta olarak sair Sözler'de, gayet kat'î bir surette o haþrin meydaný ile beraber vücudu kat'î olarak isbat edilmiþtir. sh: » (M: 410) Sâlisen: Görüþmek ise, Onaltýncý Söz'de ve Otuzbir ve Otuziki'de kat'iyen isbat edilmiþtir ki; bir zât nuraniyet sýrrýyla, bir dakikada binler yerde bulunup, milyonlar adamlarla görüþebilir. Râbian: Cenâb-ý Hak, insandan baþka zîruh mahlukatýna fýtrî birer libas giydirdiði gibi; meydan-ý haþirde sun'î libaslardan üryan olarak, fakat fýtrî bir libas giydirmesi, ism-i Hakîm muktezasýdýr. Dünyada sun'î libasýn hikmeti, yalnýz soðuk ve sýcaktan muhafaza ve zînet ve setr-i avrete münhasýr deðildir; belki mühim bir hikmeti, insanýn sair nevilerdeki tasarruf ve münasebetine ve kumandanlýðýna iþaret eden bir fihriste ve bir liste hükmündedir. Yoksa kolay ve ucuz, fýtrî bir libas giydirebilirdi. Çünki bu hikmet olmazsa; muhtelif paçavralarý vücuduna sarýp giyen insan, þuurlu hayvanatýn nazarýnda ve onlara nisbeten bir maskara olur, manen onlarý güldürür. Meydan-ý haþirde, o hikmet ve münasebet yok. O liste de olmamasý lâzým gelir. Hâmisen: Rehber ise, senin gibi Kur'anýn nuru altýna girenlere, Kur'andýr. الم lerin الر larýn حم lerin baþlarýna bak, anla ki; Kur'an ne kadar makbul bir þefaatçý, ne kadar doðru bir rehber, ne kadar kudsî bir nur olduðunu gör! Sâdisen: Ehl-i Cennet ve Ehl-i Cehennem'in libaslarý ise, Yirmisekizinci Söz'de hurilerin yetmiþ hulle giymesine dair beyan edilen düstur burada da câridir. Þöyle ki: Ehl-i Cennet olan bir insan, Cennet'in her nev'inden her vakit istifade etmek, elbette arzu eder. Cennet'in gayet muhtelif enva'-ý mehasini var. Her vakit bütün Cennet'in enva'ýyla mübaþeret eder. Öyle ise Cennet'in mehasininin nümunelerini, küçük bir mikyasta kendine ve hurilerine giydirir. Kendisi ve hurileri birer küçük Cennet hükmüne geçer. Nasýlki bir insan, bir memlekette münteþir bulunan çiçekler enva'ýný, nümunegâh küçük bir bahçesinde cem'eder ve bir dükkâncý, bütün mallarýndaki nümuneleri bir listede cem'eder ve bir insan, tasarruf ettiði ve hükmettiði ve münasebetdar olduðu enva'-ý mahlukatýn nümunelerini, kendine bir elbise ve bir levazýmat-ý beytiye yapýyor, öyle de: Ehl-i Cennet olan bir insan, hususan bütün duygularýyla ve cihazat-ý maneviyesiyle ubudiyet etmiþ ve Cennet'in lezaizine istihkak kesbetmiþ ise; herbir duygusunu memnun ede- sh: » (M: 411) cek, herbir cihazatýný okþayacak, herbir letaifini zevklendirecek bir tarzda; Cennet'in herbir nev'inden birer mehasini gösterecek bir tarz-ý libasý, kendilerine ve hurilerine rahmet-i Ýlâhiye tarafýndan giydirilecek. Ve o müteaddid hulleler bir cinsten, bir neviden olmadýðýna delil, þu mealdeki hadîstir ki: "Huriler yetmiþ hulle giydikleri halde, bacaklarýndaki ilikleri görünür, setretmiyor." Demek en üstündeki hulleden, tâ en alttaki hulleye kadar ayrý ayrý mehasinle, ayrý ayrý tarzda, hissiyatý ve duygularý zevklendirecek, memnun edecek mertebeler var. Ehl-i Cehennem ise; nasýlki dünyada gözüyle, kulaðýyla, kalbiyle, eliyle, aklýyla ve hâkeza bütün cihazatýyla günahlar iþlemiþ; elbette Cehennem'de onlara göre elem verecek, azab çektirecek ve küçük bir Cehennem hükmüne gelecek muhtelif-ül cins parçalardan yapýlmýþ elbise giydirilmek, hikmete ve adalete münafî görünmüyor. Beþinci Nükte: Sual ediyorsunuz ki: Zaman-ý fetrette, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn ecdadý bir din ile mütedeyyin mi idiler? Elcevap: Hazret-i Ýbrahim Aleyhisselâm'ýn, bilâhare gaflet ve manevî zulümat perdeleri altýnda kalan ve hususî bazý insanlarda cereyan eden bâkiye-i dini ile mütedeyyin olduðuna rivayat vardýr. Elbette Hazret-i Ýbrahim Aleyhisselâm'dan gelen ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ý netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teþkil eden efrad, elbette din-i hak nurundan lâkayd kalmamýþlar ve zulümat-ý küfre maðlub olmamýþlar. Fakat zaman-ý fetrette وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتّىَ نَبْعَثَ رَسُولاً sýrrýyla; ehl-i fetret, ehl-i necattýrlar. Bil'ittifak, teferruattaki hatiatlarýndan muahazeleri yoktur. Ýmam-ý Þafiî ve Îmam-ý Eþ'arîce; küfre de girse, usûl-i îmanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattýr. Çünki teklif-i Ýlâhî irsal ile olur ve irsal dahi, ýttýla' ile teklif takarrur eder. Mâdem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiþ; o ehl-i fetret zamanýna hüccet olamaz. Ýtaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî kaldýðý için hüccet olamaz. Altýncý Nükte: Dersiniz ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn ecdadlarýndan nebi gelmiþ midir? Elcevap: Hazret-i Ýsmail Aleyhisselâm'dan sonra bir nass-ý kat'î yoktur. Ecdadlarýndan olmayan, yalnýz Hâlid Ýbn-i Sinan ve Han- sh: » (M: 412) zele namýnda iki nebi gelmiþtir. Fakat ecdad-ý Nebi'den, Kâ'b Ýbn-i Lüeyy'in meþhur ve sarih ve tansis tarzýndaki bu þiiri ki: عَلَى غَفْلَةٍ يَاْتِى النَّبِىُّ مُحَمَّدٌ * فَيُخْبِرُ اَخْبَارًا صَدُوقًا خَبِيرُهَا demesi, mu'cizekârane ve nübüvvetdarane bir söze benzer. Ýmam-ý Rabbanî hem delile, hem keþfe istinaden demiþ ki: Hindistan'da çok nebiler gelmiþtir. Fakat bazýlarýnýn ya hiç ümmeti olmamýþ veyahut mahdud birkaç adama münhasýr kaldýðý için iþtihar bulmamýþlar veyahut nebi ismi verilmemiþ. Ýþte Ýmam'ýn bu düsturuna binaen, ecdad-ý Nebi'den bu nevi nebilerin bulunmasý mümkün. Yedinci Nükte: Diyorsunuz ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn peder ve valideleri ve ceddi Abdülmuttalib'in îmanlarý hakkýnda akva ve esahh olan haber hangisidir? Elcevap: Yeni Said on senedir yanýnda baþka kitablarý bulundurmuyor, bana Kur'an yeter diyor. Böyle teferruat mesailinde, bütün kütüb-ü ehadîsi tedkik edip, en akvasýný yazmaða vaktim müsaade etmiyor. Yalnýz bu kadar derim ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn peder ve valideleri ehl-i necattýr ve ehl-i Cennet'tir ve ehl-i îmandýr. Cenâb-ý Hak, Hâbib-i Ekreminin mübarek kalbini ve o kalbin taþýdýðý ferzendane þefkatini, elbette rencide etmez. Eðer denilse: Mâdem öyledir; neden onlar Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a îmana muvaffak olamadýlar? Neden bi'setine yetiþemediler? Elcevap: Cenâb-ý Hak, Habib-i Ekreminin peder ve validesini, kendi keremiyle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn ferzendane hissini memnun etmek için, valideynini minnet altýnda bulundurmuyor. Valideynlik mertebesinden, manevî evlâd mertebesine getirmemek için; hâlis kendi minnet-i Rububiyeti altýna alýp, onlarý mes'ud etmek ve Habib-i Ekremini de memnun etmekliði rahmeti iktiza etmiþ ki, valideynini ve ceddini, ona zâhirî ümmet etmemiþ. Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmiþtir. Evet âlî bir müþirin, yüzbaþý rütbesinde olan pederi huzuruna girmesi; birbirine zýd iki hissin taht-ý te'sirinde bulunur. Padiþah o müþir olan Yaver-i Ekremine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor. sh: » (M: 413) Sekizinci Nükte: Diyorsunuz ki: Amcasý Ebu Tâlib'in îmaný hakkýnda esahh nedir? Elcevap: Ehl-i Teþeyyu', îmanýna kail; Ehl-i Sünnet'in ekserisi, îmanýna kail deðiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebu Tâlib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn risaletini deðil; þahsýný, zâtýný gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî o þahsî þefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir. Evet ciddî bir surette Cenâb-ý Hakk'ýn Habib-i Ekremini sevmiþ ve himaye etmiþ ve tarafdarlýk göstermiþ olan Ebu Tâlib'in; inkâra ve inada deðil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen, makbul bir îman getirmemesi üzerine Cehennem'e gitse de; yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cennet'i, onun hasenatýna mükâfaten halkedebilir. Kýþta bazý yerde baharý halkettiði ve zindanda -uyku vasýtasýyla- bazý adamlara zindaný saraya çevirdiði gibi, hususî Cehennem'i, hususî bir nevi Cennet'e çevirebilir... وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّهِ * لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * * * Link to comment Share on other sites More sharing options...
Recommended Posts