EMRE Geschrieben 21. Dezember 2008 Teilen Geschrieben 21. Dezember 2008 Yirminci Mektub بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ (Sabah ve akþam namazýndan sonra tekrarý, pek çok fazileti bulunan ve bir rivayet-i sahihada ism-i azam mertebesini taþýyan þu cümle-i tevhidiyenin onbir kelimesi var. Herbir kelimesinde hem birer müjde ve beþaret, hem birer Mertebe-i Tevhid-i Rububiyet, hem bir Ýsm-i Azam noktasýnda bir Kibriya-i Vahdet ve bir Kemal-i Vahdaniyet vardýr. Bu büyük ve ulvî hakikatlarýn izahýný sair Sözlere havale edip, bir va'de binaen, þimdilik mücmel bir hülâsa suretinde; "Ýki Makam", bir "Mukaddime" ile ona bir fihriste yapacaðýz.) Mukaddime Kat'iyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fýtratýn en yüce neticesi Îman-ý Billahtýr. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beþeriyetin en büyük makamý, Îman-ý Billah içindeki Marifetullahtýr. Cinn ve insin en parlak saadeti ve en tatlý nimeti, o Marifetullah içindeki Muhabbetullahtýr. Ve ruh-u beþer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o Muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve þirin nimet ve safi lezzet elbette Marifetullah ve Muhabbetullahtadýr. Onlar, onsuz olamaz. Cenab-ý Hakk'ý tanýyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, sh: » (M: 238) envâra, esrâra; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardýr. Onu hakikî tanýmayan, sevmeyen; nihayetsiz þekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten mübtela olur. Evet þu periþan dünyada, âvâre nev'-i beþer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hâmîsiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanýn sultaný da olsa kaç para eder. Ýþte bu âvâre nev'-i beþer içinde, bu periþan fâni dünyada; insan, sahibini tanýmazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare sergerdan olduðunu herkes anlar. Eðer sahibini bulsa, mâlikini tanýsa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahþetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur. Birinci Makam Þu kelâm-ý tevhidînin, onbir kelimesinin her birinde birer müjde var. Ve o müjdede birer þifa ve o þifada birer lezzet-i mâneviye bulunur. BÝRÝNCÝ KELÝME: لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ da þöyle bir müjde var ki: Hadsiz hâcâta mübtelâ, nihayetsiz a'dânýn hücumuna hedef olan ruh-u insanî þu kelimede öyle bir nokta-i istimdad bulur ki, bütün hâcâtýný temin edecek bir hazine-i rahmet kapýsýný ona açar ve öyle bir nokta-i istinad bulur ki, bütün a'dâsýnýn þerrinden emin edecek bir kudret-i mutlakanýn sâhibi olan kendi Mâbudunu ve Hâlýkýný bildirir ve tanýttýrýr, sahibini gösterir, Mâliki kim olduðunu irâe eder. Ve o irae ile, kalbi vahþet-i mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elîmden kurtarýp, ebedî bir ferahý, daimî bir süruru temin eder. ÝKÝNCÝ KELÝME: وَحْدَهُ Þu kelimede þifalý, saâdetli bir müjde vardýr. Þöyle ki: Kâinatýn ekser enva'ýyla alâkadar ve o alâkadarlýk yüzünden periþan ve keþmekeþ içinde boðulmak derecesine gelen ruh-u beþer ve kalb-i insan وَحْدَهُ kelimesinde bir melce', bir halaskâr bulur ki; onu bütün o keþmekeþten, o periþaniyetten kurtarýr. Yani, وَحْدَهُ mânen der: "Allah birdir. Baþka þeylere müracaat edip sh: » (M: 239) yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temelluk edip boyun eðme, onlarýn arkasýna düþüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünki Sultan-ý Kâinat birdir, herþey'in anahtarý onun yanýnda, her þey'in dizgini onun elindedir; herþey onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun." ÜÇÜNCÜ KELÝME: لاَ شَرِيكَ لَهُ Yani: Nasýlki Ulûhiyetinde ve saltanatýnda þeriki yoktur; "Allah" bir olur, müteaddid olamaz. Öyle de; Rububiyetinde ve icraatýnda ve icâdâtýnda dahi þeriki yoktur. Bazan olur ki; sultan bir olur, saltanatýnda þeriki olmaz.. fakat icraatýnda, onun memurlarý onun þeriki sayýlýrlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mani olurlar. "Bize de müracaat et" derler. Fakat Ezel, Ebed Sultaný olan Cenâb-ý Hak, saltanatýnda þeriki olmadýðý gibi, icraat-ý Rububiyetinde dahi muinlere, þeriklere muhtaç deðildir. Emr u iradesi, havl ü kuvveti olmazsa hiçbir þey, hiçbir þey'e müdahale edemez. Doðrudan doðruya herkes ona müracaat edebilir. Þeriki ve muini olmadýðýndan, o müracaatçý adama "Yasaktýr, onun huzuruna giremezsin" denilmez. Ýþte þu kelime, ruh-u beþer için þöyle bir müjde verir ki: Îmaný elde eden ruh-u beþer; mânisiz, müdahalesiz, hailsiz, mümânaatsýz, her halinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i rahmet mâliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemil-i Zülcelâl, Kadîr-i Zülkemâl'in huzuruna girip, hâcâtýný arzedebilir. Ve rahmetini bulup, kudretine istinad ederek, kemâl-i ferâh ve sürûru kazanabilir. DÖRDÜNCÜ KELÝME: لَهُ الْمُلْكُ Yani: Mülk umumen onundur. Sen, hem onun mülküsün, hem memlûküsün, hem mülkünde çalýþýyorsun. Þu kelime, þöyle þifalý bir müjde veriyor ve diyor: Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünki sen kendini idare edemezsin, o yük aðýrdýr. Kendi baþýna muhafaza edemezsin, belâlardan sakýnýp, levâzýmatýný yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude ýzdýraba düþüp azab çekme, mülk baþkasýnýndýr. O Mâlik, hem Kadîr'dir, hem Rahîm'dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme. Kederi býrak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyý bul. sh: » (M: 240) Hem der ki: Manen sevdiðin ve alâkadar olduðun ve periþaniyetinden müteessir olduðun ve ýslah edemediðin þu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm'in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et, ona býrak.. cefasýný deðil, safasýný çek. O hem Hakîm'dir, hem Rahîm'dir. Mülkünde istediði gibi tasarruf eder, çevirir. Dehþet aldýðýn zaman, Ýbrahim Hakký gibi "Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler" de, pencerelerden seyret, içlerine girme. BEÞÝNCÝ KELÝME: لَهُ الْحَمْدُ Yani: Hamd ve sena, medih ve minnet ona mahsustur, ona lâyýktýr. Demek nimetler onundur ve onun hazinesinden çýkar. Hazine ise, daimîdir. Ýþte þu kelime, þöyle müjde verip diyor ki: Ey insan! Nimetin zevalinden elem çekme. Çünki rahmet hazinesi tükenmez. Ve lezzetin zevalini düþünüp, o elemden feryad etme. Çünki o nimet meyvesi, bir rahmet-i bînihayenin semeresidir. Aðacý bâki ise, meyve gitse de yerine gelen var. Nimetin lezzeti içinde, o lezzetten yüz derece daha ziyade lezzetli bir iltifat-ý rahmeti hamd ile düþünüp, lezzeti birden yüz derece yapabilirsin. Nasýlki bir padiþah-ý zîþanýn sana hediye ettiði bir elma lezzeti içinde yüz belki bin elmanýn lezzetinin fevkinde, bir iltifat-ý þâhâne lezzetini sana ihsas ve ihsân eder. Öyle de: لَهُ الْحَمْدُ kelimesiyle, yani hamd ve þükür ile, yani nimetten in'amý hissetmekle, yani Mün'imi tanýmakla ve in'amýný düþünmekle, yani onun rahmetinin iltifatýný ve þefkatinin teveccühünü ve in'amýnýn devamýný düþünmekle; nimetten bin derece daha leziz, manevî bir lezzet kapýsýný sana açar. ALTINCI KELÝME: يُحْيِى Yani: Hayatý veren odur. Ve hayatý rýzýk ile idame eden de odur. Ve levazýmat-ý hayatý da ihzar eden yine odur. Ve hayatýn âlî gayeleri ona aittir ve mühim neticeleri ona bakar, yüzde doksandokuz meyvesi onundur. Ýþte þu kelime; þöyle fâni ve âciz beþere nida eder, müjde verir ve der: Ey insan! Hayatýn aðýr tekâlifini omuzuna alýp zahmet çekme. Hayatýn fenasýný düþünüp, hüzne düþme. Yalnýz dünyevî ehemmiyetsiz meyvelerini görüp dünyaya geliþinden piþmanlýk gösterme. Belki o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-ý Kayyûm'a aittir. Masarýf ve levâzýmatýný, o tedarik eder. Ve o hayatýn pek kesretli gayeleri ve neticeleri var sh: » (M: 241) ve O'na aittir. Sen, o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak. O hayat sefinesi, ne kadar kýymetdar olduðunu ve ne kadar güzel faideler verdiðini ve o sefine sahibi zâtýn, ne kadar Kerim ve Rahîm olduðunu düþün, mesrur ol ve þükret ve anla ki: Vazifeni istikametle yaptýðýn vakit, o sefinenin verdiði bütün netaic; bir cihetle senin defter-i a'maline geçer, sana bir hayat-ý bâkiyeyi temin eder, seni ebedî ihya eder. YEDÝNCÝ KELÝME: وَ يُمِيتُ Yani: Mevti veren odur. Yani: Hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzad eder. Yani: Hayat-ý fâniyeden, seni hayat-ý bâkiyeye alýr. Ýþte þu kelime, þöylece fâni cin ve inse baðýrýr, der ki: Sizlere müjde! Mevt îdam deðil, hiçlik deðil, fena deðil, inkýraz deðil, sönmek deðil, firak-ý ebedî deðil, adem deðil, tesadüf deðil, fâilsiz bir in'idam deðil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafýndan bir terhistir, bir tebdil-i mekândýr. Saadet-i Ebediye tarafýna, vatan-ý aslîlerine bir sevkiyattýr. Yüzde doksandokuz ahbabýn mecma'ý olan âlem-i berzaha bir visal kapýsýdýr. SEKÝZÝNCÝ KELÝME: وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ Yani: Bütün kâinatýn mevcudatýnda görünen ve vesile-i muhabbet olan kemal ve hüsün ve ihsanýn hadsiz bir derece fevkinde bir cemâl ve kemâl ve ihsanýn sahibi ve bütün mahbublara bedel, birtek cilve-i cemâli kâfi gelen bir Mâbud-u Lemyezel, bir Mahbub-u Lâyezal'in ezelî ve ebedî bir hayat-ý daimesi var ki; þaibe-i zeval ü fenadan münezzeh ve avarýz-ý naks ve kusurdan müberradýr. Ýþte þu kelime, cin ve inse ve bütün zîþuura ve ehl-i muhabbet ve aþka ilân eder ki: Sizlere müjde, mahbublarýnýzdan nihayetsiz firaklarýn yaralarýný tedavi edip merhem süren bir Mahbub-u Bâkî'niz var. Mâdem o var ve Bâki'dir, baþkalarý ne olursa olsun merak çekmeyiniz. Belki o mahbublarda, sebeb-i muhabbetiniz olan hüsn ve ihsan, fazl ve kemâl, o Mahbub-u Bâkî'nin cilve-i cemâl-i bâkisinden çok perdelerden geçip, gayet zayýf bir gölgenin gölgesidir. Onlarýn zevalleri, sizleri incitmesin. Çünki onlar bir nevi âyinelerdir. Âyinelerin deðiþmesi þaþaa-i cemâlin cilvesini tazeleþtirir, güzelleþtirir. Mâdem o var, herþey var. DOKUZUNCU KELÝME: بِيَدِهِ الْخَيْرُ Yani: Her hayýr, onun sh: » (M: 242) elindedir. Her yaptýðýnýz hayrat, onun defterine geçer. Her iþlediðiniz a'mal-i sâliha, yanýnda kaydedilir. Ýþte þu kelime, cin ve inse nidâ edip müjde veriyor. Diyor ki: Ey bîçareler! Mezaristana göçtüðünüz zaman, "Eyvah! Malýmýz harab olup, sa'yimiz heba oldu; þu güzel ve geniþ dünyadan gidip, dar bir topraða girdik." demeyiniz, feryad edip me'yus olmayýnýz... Çünki sizin herþey'iniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazýlmýþtýr. Her hizmetiniz kaydedilmiþtir. Hizmetinizin mükâfatýný verecek ve her hayýr elinde ve her hayrý yapabilecek bir Zât-ý Zülcelâl, sizi celb edip, yer altýnda muvakkaten durdurur. Sonra huzuruna aldýrýr. Ne mutlu sizlere ki; hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti, rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meþakkat bitti; ücret almaða gidiyorsunuz. Evet geçen baharýn defter-i a'mâlinin sahifeleri ve hidemâtýnýn sandukçalarý olan tohumlarý, çekirdekleri muhafaza eden.. ve ikinci baharda gayet þaþaalý, belki yüz derece aslýndan daha bereketli bir tarzda muhafaza eden, neþreden Kadîr-i Zülcelâl, elbette sizin de netâic-i hayatýnýzý öyle muhafaza ediyor ve hizmetinize pek kesretli bir surette mükâfat verecektir. ONUNCU KELÝME: وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ Yani: O Vâhid'dir, Ehad'dir, her þey'e kâdirdir. Hiçbir þey ona aðýr gelmez. Bir baharý halketmek bir çiçek kadar ona kolaydýr. Cennet'i halk etmek, bir bahar kadar ona rahattýr. Her günde, her senede, her asýrda, yeniden yeniye icad ettiði hadsiz masnuatý, nihayetsiz kudretine nihayetsiz lisanlarla þehadet ederler. Ýþte þu kelime dahi þöyle müjde eder. Der ki: Ey insan! Yaptýðýn hizmet, ettiðin ubudiyet boþuboþuna gitmez. Bir dâr-ý mükâfat, bir mahall-i saadet senin için ihzar edilmiþtir. Senin þu fâni dünyana bedel, bâki bir Cennet seni bekler. Ýbadet ettiðin ve tanýdýðýn Hâlýk-ý Zülcelâl'in va'dine îman ve itimad et. Ona va'dinde hulfetmek muhaldir. Kudretinde hiçbir cihetle noksaniyet yoktur. Ýþlerine, acz müdahale edemez. Senin küçük bahçeni halk ettiði gibi, Cennet'i dahi senin için halk edebilir ve halk etmiþ ve sana va'd etmiþ. Ve va'dettiði için, elbette seni onun içine alacak. Mâdem bilmüþahede görüyoruz: Her senede, yer yüzünde, hayvanat ve nebatatýn üçyüzbinden ziyade enva'larýný ve milletlerini, kemâl-i intizam ve mizan ile, kemâl-i sür'at ve sühuletle haþr edip, sh: » (M: 243) neþreder. Elbette böyle bir Kadîr-i Zülcelâl, va'dini yerine getirmeye muktedirdir. Hem mâdem her senede, öyle bir Kadîr-i Mutlak, haþrin ve Cennet'in nümunelerini binler tarzda icad ediyor. Hem mâdem bütün semavî fermanlarý ile saadet-i ebediyeyi va'd edip, Cennet'i müjde veriyor. Hem mâdem bütün icraatý ve þuunatý hak ve hakikattýr ve sýdk ve ciddiyetledir. Hem mâdem âsârýnýn þehadetiyle, bütün kemalât, onun nihayetsiz kemâline delalet ve þehadet eder. Ve hiçbir cihette naks ve kusur onda yoktur. Hem mâdem hulf-ül va'd ve hilaf ve kizb ve aldatmak, en çirkin bir haslet ve naks u kusurdur. Elbette ve elbette o Kadîr-i Zülcelâl, o Hakîm-i Zülkemâl, o Rahîm-i Zülcemâl va'dini yerine getirecek; saadet-i ebediye kapýsýný açacak, Âdem babanýzýn vatan-ý aslîsi olan Cennet'e sizleri ey ehl-i îman idhâl edecektir. ONBÝRÝNCÝ KELÝME: وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ Yani: Ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ý imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapýp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onlarý gönderen Hâlýk-ý Zülcelâline dönecekler ve Mevlâ-yý Kerim'lerine kavuþacaklar. Yani, bu dâr-ý fâniden gidip dâr-ý bâkide huzur-u kibriyaya müþerref olacaklar. Yani, esbab daðdaðasýndan ve vesaitin karanlýk perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîmlerine makarr-ý saltanat-ý ebedîsinde perdesiz kavuþacaklar. Doðrudan doðruya herkes, kendi Hâlýký ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduðunu bilecek ve bulacaklar. Ýþte þu kelime bütün müjdelerin fevkinde þöyle müjde eder. Ve der ki: Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuzikinci Söz'ün âhirinde denildiði gibi: Dünyanýn bin sene mes'udane hayatý, bir saat hayatýna mukabil gelmeyen Cennet hayatýnýn ve o Cennet hayatýnýn dahi bin senesi, bir saat rü'yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelâl'in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Mübtelâ ve meftun ve müþtak olduðunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-ý dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsýnýn bir nevi gölgesi ve bütün Cennet, bütün letaifiyle bir cilve-i rahmeti ve bütün iþtiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve cazibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezel'in, bir Mahbub-u Lâyezal'in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ý ebedîsi olan Cennet'e çaðrýlýyorsunuz. Öyle sh: » (M: 244) ise kabir kapýsýna aðlayarak deðil, gülerek giriniz. Hem þu kelime þöyle müjde veriyor, diyor ki: Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliðe, zulümata, nisyana, çürümeye, daðýlmaya ve kesrette boðulmaya gittiðinizi tevehhüm edip düþünmeyiniz! Siz fenâya deðil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe deðil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata deðil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahib ve Mâlik-i Hakikî'nin tarafýna gidiyorsunuz ve Sultan-ý Ezelî'nin payitahtýna dönüyorsunuz. Kesrette boðulmaya deðil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka deðil, visâle müteveccihsiniz. sh: » (M: 245) Ýkinci Makam (Ýsm-i Azam noktasýnda, tevhidin isbatýna muhtasar bir iþarettir) BÝRÝNCÝ KELÝME: لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ da, bir tevhid-i Ulûhiyet ve Mâbudiyet vardýr. Þu mertebenin gayet kuvvetli bir bürhanýna þöyle iþaret ederiz ki: Þu kâinat yüzünde, hususan zeminin sahifesinde, gayet muntazam bir faaliyet görünüyor. Ve gayet hikmetli bir hallakýyet müþahede ediyoruz. Ve gayet intizamlý bir fettahiyet, yani herþey'e lâyýk bir þekil açmak ve suret vermek aynelyakîn görüyoruz. Hem gayet þefkatli, keremli, rahmetli bir vehhabiyet ve ihsanat görüyoruz. Öyle ise, bizzarure þu hâl ve þu keyfiyet; Faâl, Hallâk, Fettah, Vehhab bir Zât-ý Zülcelal'in vücub-u vücudunu ve vahdetini isbat eder, belki ihsas eder. Evet mevcudatýn mütemadiyen zevalleri, tazelenmeleri gösteriyor ki, o mevcudat; bir Sani'-i Kadîr'in kudsî esmâsýnýn cilveleri ve envar-ý esmâiyesinin gölgeleri ve ef'alinin eserleri ve kalem-i kader ve kudretin nakýþlarý ve sahifeleri ve cemâl-i kemâlinin âyineleridir. Þu hakikat-ý uzmaya ve þu tevhidin mertebe-i ulyasýna, þu kâinatýn sahibi, bütün gönderdiði mukaddes kitablar ve suhuflarýyla o tevhidi gösterdiði gibi; bütün ehl-i hakikat ve kâmilîn-i nev'-i beþer tahkikatlarýyla ve keþfiyatlarýyla, ayný mertebe-i tevhidi gösteriyorlar. Ve kâinat dahi, acz ve fakrýyla beraber, mazhar olduðu daimî mu'cizat-ý san'atýn ve havarik-ý iktidar, hazain-i servetin þehadetiyle, ayný mertebe-i tevhide iþaret eder. Demek Þahid-i Ezelî bütün kütüb ve suhufuyla ve ehl-i þuhud bütün tahkikat ve küþûfuyla ve âlem-i þehadet bütün muntazam ahval ve hakîmane þuunatýyla o mertebe-i tevhidde bil'icma' ittifak ediyorlar. Ýþte o Vâhid-i Ehad'i kabul etmeyen, ya nihayetsiz ilâhlarý kabul edecek veyahut ahmak Sofestaî gibi hem kendini, hem kâinatýn vücudunu inkâr edecek. sh: » (M: 246) ÝKÝNCÝ KELÝME: وَحْدَهُ Ýþte þu kelime sarih bir mertebe-i tevhidi gösterir. Þu mertebeyi dahi, azamî bir surette isbat eden gayet kuvvetli bir bürhanýna þöyle iþaret ederiz ki: Biz gözümüzü açtýkça, kâinat yüzüne nazarýmýzý saldýrdýkça, en evvel gözümüze iliþen, âmm ve mükemmel bir nizamdýr ve þamil, hassas bir mizandýr görüyoruz. Herþey dakik bir nizam ile, hassas bir mizan ve ölçü içindedir. Daha bir parça dikkat-i nazar ettikçe, yeniden yeniye bir tanzim ve tevziniyet gözümüze çarpýyor. Yani: Birisi, intizam ile o nizamý deðiþtiriyor ve tartý ile o mizaný tazelendiriyor. Herþey bir model olup, pek kesretli muntazam ve mevzun sûretler giydiriliyor. Daha ziyade dikkat ettikçe, o tanzim ve tevzin altýnda bir hikmet ve adâlet görünüyor. Her harekette bir hikmet ve maslahat gözetiliyor, bir hak, bir faide takib ediliyor. Daha ziyade dikkat ettikçe, gayet hakîmane bir faaliyet içinde bir kudretin tezahüratý ve herþey'in her þe'nini ihâta eden gayet muhît bir ilmin cilveleri nazar-ý þuurumuza çarpýyor. Demek bütün mevcudattaki þu nizam ve mîzan, umuma âmm bir tanzim ve tevzini ve o tanzim ve tevzin, âmm bir hikmet ve adâleti ve o hikmet ve adâlet, bir kudret ve ilmi gözümüze gösteriyor. Demek bir Kadîr-i Külli Þey ve bir Alîm-i Külli Þey, þu perdeler arkasýnda akla görünüyor. Hem herþey'in evveline ve âhirine bakýyoruz, hususan zîhayat nev'inde görüyoruz ki: Baþlangýçlarý, asýllarý, kökleri, hem meyveleri ve neticeleri öyle bir tarzdadýr ki; güya tohumlarý, asýllarý; birer tarife, birer proðram þeklinde bütün o mevcudun cihazatýný tazammun ediyor. Ve neticesinde ve meyvesinde; yine bütün o zîhayatýn mânasý süzülüp onda tecemmu' eder, tarihçe-i hayatýný ona býrakýr. Güya onun aslý olan çekirdeði, desatir-i îcâdiyesinin bir mecmuasýdýr. Ve meyvesi ve semeresi ise, evamir-i îcâdiyesinin bir fihristesi hükmünde görüyoruz. Sonra o zîhayatýn zâhirine ve bâtýnýna bakýyoruz. Gayet derecede hikmetli bir kudretin tasarrufatý ve nafiz bir iradenin tasviratý ve tanzimatý görünüyor. Yani, bir kuvvet ve kudret icad eder; bir emir ve irade suret giydirir. Ýþte bütün mevcudat, böyle evveline dikkat ettikçe bir ilmin târifenamesi ve âhirine dikkat ettikçe bir Sâni'in plâný ve beyannamesi ve zâhirine baktýkça bir Fâil-i Muhtar'ýn ve Mürid'in gayet san'atlý ve tenasüblü bir hulle-i san'atý ve bâtýnýna baktýkça sh: » (M: 247) bir Kadîr'in gayet muntazam bir makinasýný müþahede ediyoruz. Ýþte þu hal ve þu keyfiyet, bizzarure ve bilbedahe ilân eder ki; hiçbir þey, hiçbir zaman, hiçbir mekân birtek Sani-i Zülcelâl'in kabza-i tasarrufundan hariç olamaz. Herbir þey ve bütün eþya, bütün þuûnatýyla, bir Kadîr-i Mürid'in kabza-i tasarrufunda tedbir edilir. Ve bir Rahmân-ý Rahîm'in tanzimiyle ve lütfuyla güzelleþtiriliyor. Ve bir Hannân-ý Mennân'ýn tezyiniyle süslendiriliyor. Evet baþýnda þuur ve yüzünde gözü bulunana þu kâinat ve þu mevcudattaki nizam ve mîzan ve tanzim ve tevzin; birtek, yekta, Vâhid, Ehad, Kadîr, Mürîd, Alîm, Hakîm bir zâtý vahdaniyet mertebesinde gösterir. Evet her þeyde bir birlik var. Birlik ise, biri gösterir. Meselâ, dünyanýn lâmbasý olan Güneþ birdir; öyle ise, dünyanýn mâliki dahi birdir. Meselâ, zemin yüzündeki zîhayatlarýn hizmetçileri olan hava, ateþ, su birdir; öyle ise, onlarý istihdam eden ve bizlere müsahhar eden dahi birdir. ÜÇÜNCÜ KELÝME: لاَ شَرِيكَ لَهُ Þu kelimeyi, Otuzikinci Söz'ün Birinci Makamý gayet kuvvetli ve þaþaalý bir surette isbat ettiðinden, ona havale ederiz. Onun fevkinde beyan olamaz, ondan daha ileri beyana lüzum yok ve izah edilmez. DÖRDÜNCÜ KELÝME: لَهُ الْمُلْكُ Yani: Ferþ'ten Arþ'a, serâdan süreyyaya, zerrâttan seyyarata, ezelden ebede kadar herbir mevcud, semâvat ve arz, dünya ve âhiret, her þey onun mülküdür. Mâlikiyet mertebe-i uzmasý, tevhid-i azâm suretinde onundur. Þu mertebe-i uzma-i mâlikiyet ve makam-ý a'zam-ý tevhidin bir hüccet-i kübrasý, lâtif bir zamanda ve lâtif bir hatýrada, Arabî ibaresinde, þu âcizin hatýrýna ilka edildi. O lâtif hatýranýn hatýrý için, ayný ibare-i Arabiyeyi kaydedip, sonra mealini yazacaðýz. لَهُ الْمُلْكُ ِلاَنَّ ذَاكَ الْعَالَمَ الْكَبِيرَ كَهذَ الْعَالَمِ الصَّغِيرِ * مَصْنُوعَا قُدْرَتِهِ مَكْتُوبَا قَدَرِهِ * اِبْدَاعُهُ لِذَاكَ صَيَّرَهُ مَسْجِدًا *اِيجَادُهُ لِهذَا صَيَّرَهُ سَاجِدًا اِنْشَاؤُهُ لِذَاكَ صَيَّرَ ذَاكَ مِلْكًا * اِيجَادُهُ لِهذَا صَيَّرَهُ مَمْلُوكًا sh: » (M: 248) صَنْعَتُهُ فِى ذَاكَ تَظَاهَرَتْ كِتَابًا صِبْغَتُهُ فِى هذَا تَزَاهَرَتْ خِطَابًا { قُدْرَتُهُ فِى ذَاكَ تُظْهِرُ حِشْمَتَهُ { رَحْمَتُهُ فِى هذَا تُنَظِّمُ نِعْمَتَهُ { حِشْمَتَهُ فِى ذَاكَ تَشْهَدُ هُوَ الْوَاحِدُ نِعْمَتُهُ فِى هذَا تُعْلِنُ هُوَ اْلاَحَدُ { سِكَّتُهُ فِى ذَاكَ فِى الْكُلِّ وَاْلأَجْزَاءِ { خَاتَمُهُ فِى هذَا فِى الْجِسْمِ وَ اْلاَعْضَاءِ { Birinci Fýkra: ذَاكَ الْعَالَمَ الْكَبِيرَ...الخ Yani: Þu kâinat denilen âlem-i ekber ve insan denilen onun misal-i musaððarý olan âlem-i asgar, kudret ve kader kalemiyle yazýlan âfâkî ve enfüsî vahdaniyet delailini gösteriyorlar. Evet kâinattaki san'at-ý muntazamanýn küçük bir mikyasta, nümunesi insanda vardýr. O daire-i kübradaki san'at, Sâni'-i Vâhid'e þehadet ettiði gibi, þu insanda olan küçük mikyastaki hurdebinî san'at dahi, yine o Sani'a iþaret eder, vahdetini gösterir. Hem nasýlki þu insan gayet manidar bir mektub-u Rabbânîdir, muntazam bir kaside-i kaderdir.. öyle de þu kâinat dahi, ayný o kalem-i kaderle, fakat büyük bir mikyasta yazýlmýþ muntazam bir kaside-i kaderdir. Hiç mümkün müdür ki; hadsiz alâmet-i farika ile bütün insanlara bakan þu insan yüzündeki sikke-i vahdete ve bütün mevcudatý omuz omuza, el ele, baþ baþa veren kâinat üstündeki hâtem-i vahdaniyete, Vâhid-i Ehad'den baþka bir þey'in müdahalesi bulunsun? Ýkinci Fýkra: اِبْدَاعُهُ لِذَاكَ...الخ Meali þudur: Sani-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedi' bir surette halk edip âyât-ý kibriyâsýný üstünde nakþetmiþ ki; kâinatý bir mescid-i kebir þekline döndürmüþ ve insaný dahi öyle bir tarzda îcad edip, ona akýl vererek, onunla o mu'cizat-ý san'atýna ve o bedi' kudretine karþý secde-i hayret ettirerek, ona âyât-ý kibriyâyý okutturup, kemerbeste-i ubûdiyet ettirerek, o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid fýtratýnda yaratmýþtýr. Hiç mümkün müdür ki: Þu mescid-i kebirin içindeki sâcidlerin, âbidlerin mabud-u hakikîleri; o Sâni'-i Vâhid-i Ehad'den baþkasý olabilsin?. sh: » (M: 249) Üçüncü Fýkra: اِنْشَائُهُ لِذَاكَ...الخ Meali þudur ki: O Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâl, âlem-i ekberi, bahusus Küre-i Arz yüzünü öyle bir surette inþa ederek yapmýþtýr ki; birbiri içinde hadsiz daireler olup, herbir daire bir tarla hükmünde olup, vakit-bevakit, mevsim-bemevsim, asýr-beasýr; eker, biçer, mahsulat alýr. Mütemadiyen mülkünü çalýþtýrýr, tasarruf eder. En büyük daire olan zerrat âlemini bir tarla yapýp, her zaman kâinat kadar mahsulatý; kudretiyle, hikmetiyle onda eker, biçer, kaldýrýr. Âlem-i þehadetten âlem-i gayba, daire-i kudretten daire-i ilme gönderir. Sonra mutavassýt bir daire olan zemin yüzünü, aynen öyle bir mezraa yapmýþ ki; mevsim-bemevsim âlemleri, enva'larý içinde eker, biçer, kaldýrýr. Manevî mahsulatýný dahi gaybî, uhrevî, misalî ve manevî âlemlerine gönderir. Daha küçük bir daire olan bir bahçeyi yine yüz defa, bin defa kudretle doldurup, hikmetle boþalttýrýyor. Daha küçük bir daire olan bir zîhayatý, meselâ bir aðacý, bir insaný, yüz defa onun kadar, ondan mahsulat alýr. Demek o Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâl; küçük-büyük, cüz'î-küllî herþey'i birer model hükmünde inþa ederek, yüzler tarzda, taze taze nakýþlarla münakkaþ mensucat-ý san'atýný onlara giydirir; cilve-i esmâsýný, mu'cizat-ý kudretini izhar eder. Kendi mülkünde herbir þey'i, birer sahife hükmünde inþa etmiþ; her sahifede, yüzer tarzda manidar mektubatýný yazar; hikmetinin âyâtýný izhar eder, zîþuurlara okutturur. Þu âlem-i ekberi, mülk þeklinde inþa etmekle beraber; þu insaný dahi öyle bir surette halketmiþtir ve ona öyle cihazat ve âletler ve havas ve hissiyatlar ve bilhassa nefs, heva ve ihtiyaç ve iþtiha ve hýrs ve dava vermiþtir ki; o geniþ mülkünde, bütün mülke muhtaç bir memlûk hükmüne getirmiþtir. Ýþte hiç mümkün müdür ki: Pek büyük olan âlem-i zerrattan tâ bir sineðe kadar bütününü mülk ve tarla yapan ve küçük insaný, o büyük mülke nâzýr ve müfettiþ ve çiftçi ve tüccar ve dellâl ve âbid ve memlûk yaptýran ve kendine, muhterem bir misafir ve sevgili bir muhatab ittihaz eden o Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâl'den baþka, o mülke tasarruf edip, o memlûke seyyid olabilsin? Dördüncü Fýkra: صَنْعَتُهُ فِى ذَاكَ...الخ ibaresidir. Meali þudur ki: Sâni'-i Zülcelâl'in âlem-i ekberdeki san'atý o derece manidardýr ki; o san'at, bir kitab suretinde tezahür edip, kâinatý bir kitab-ý sh: » (M: 250) kebir hükmüne getirdiðinden, akl-ý beþer, hakikî fenn-i hikmet kütübhanesini ondan aldý ve ona göre yazdý. Ve o kitab-ý hikmet, o derece hakikatla baðlý ve hakikattan meded alýyor ki, büyük Kitab-ý Mübin'in bir nüshasý olan Kur'an-ý Hakîm þeklinde ilân edildi. Hem nasýlki kâinattaki san'atý, kemal-i intizamýndan kitab þekline girdi; insandaki sýbgatý ve nakþ-ý hikmeti dahi, hitab çiçeðini açtý. Yani o san'at, o derece manidar ve hassas ve güzeldir ki; o makine-i zîhayattaki cihazatý, fonoðraf gibi nutka geldi, söylettirdi. Ve öyle bir ahsen-i takvim içinde bir sýbga-i Rabbaniye vermiþ ki; o maddî, cismanî, camid kafada; manevî, gaybî, hayatdar olan beyan ve hitab çiçeði açýldý. Ve o insan kafasýndaki kabiliyet-i nutk beyana, o derece ulvî cihazat ve istidad verdi ki; Sultan-ý Ezelî'ye muhatab olacak bir makamda inkiþaf ettirdi, terakki verdi. Yani fýtrat-ý insaniyedeki sýbgat-ý Rabbaniye, hitab-ý Ýlâhî çiçeðini açtý. Hiç mümkün müdür ki: Kitab derecesine gelen bütün mevcudattaki san'ata ve hitab makamýna gelen insandaki o sýbgata, Vâhid-i Ehad'den baþkasý karýþabilsin? Hâþâ!.. Beþinci Fýkra: قُدْرَتُهُ فِى ذَاكَ...الخ ibaresidir. Meâli þudur ki: Kudret-i Ýlâhiye âlem-i ekberde, haþmet-i Rububiyetini gösteriyor. Rahmet-i Rabbaniye ise âlem-i asgar olan insanda, nimetleri tanzim ediyor. Yani Sani'in kudreti, kibriyâ ve celâl noktasýnda, kâinatý öyle muhteþem bir saray þeklinde icad ediyor ki; Güneþ'i büyük bir elektrik lâmbasý, Kamer'i kandil ve yýldýzlarý mumlar meyveleriyle yaldýzlar, elektrikler. Ve zemin yüzünü bir sofra, bir tarla, bir bahçe, bir haliçe ve daðlarý birer mahzen, birer direk, birer kal'a ve hakeza bütün eþyayý büyük bir mikyasta o büyük sarayýn levazýmatý þekline getirerek, þaþaalý bir surette haþmet-i rububiyetini gösterdiði gibi; cemal noktasýnda rahmeti dahi en küçük zîhayata kadar her zîruha enva'-ý nimetini verir, onun ile tanzim eder.. baþtan aþaðýya kadar nimetlerle süsleyip, lütf u keremle tezyin eder ve o haþmet-i celaliyeye karþý cemal-i rahmetini o küçücük lisanlarla o büyük lisana karþý çýkarýr. Yani: Güneþ ve Arþ gibi büyük cirmler, haþmet lisanýyla "ya Celil, ya Kebîr, ya Azîm" dedikleri vakit; sinek ve semek gibi o küçücük zîhayatlar dahi rahmet lisanýyla "ya Cemil, ya Rahîm, ya Kerim" diyerek o musika-i kübraya latif naðamatlarýný katýyorlar, tatlýlaþtýrýyorlar. Hiç mümkün müdür ki: O Celil-i Zülcemâl'den ve o Cemil-i Zülcelâl'den baþka birþey, sh: » (M: 251) kendi baþýyla þu âlem-i ekber ve asgara îcad cihetinde müdahale edebilsin? Hâþâ!.. Altýncý Fýkra: حِشْمَتُهُ فِى ذَاكَ...الخ ibaresidir. Meâli þudur ki: Yani, kâinatýn heyet-i mecmuasýnda tezahür eden haþmet-i Rububiyet, vahdâniyet-i Ýlâhiyeyi isbat edip gösterdiði gibi; zîhayatlarýn cüz'iyatlarýna mukannen erzaklarýný veren nimet-i Rabbaniye dahi, ehadiyet-i Ýlâhiyeyi isbat edip gösterir. Vâhidiyet ise, bütün o mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadýdýr demektir. Ehadiyet ise; herbir þeyde, Hâlýk-ý Külli Þey'in ekser esmâsý tecelli ediyor demektir. Meselâ Güneþin ziyasý, bütün zeminin yüzünü ihata ettiði haysiyetiyle, vâhidiyet misalini gösterir. Ve herbir þeffaf cüz'de ve su katrelerinde, Güneþin ziyasý ve harareti ve ziyasýndaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunmasý, ehadiyet misalini gösterir. Ve herbir þeyde hususan zîhayatta ve bilhassa herbir insanda; o Sani'in ekser esmasý onda tecelli ettiði cihetle, ehadiyeti gösterir. Ýþte þu fýkra iþaret eder ki: Kâinatta tasarruf eden haþmet-i Rububiyet, o koca Güneþ'i þu zemin yüzündeki zîhayatlara bir hizmetkâr, bir lâmba, bir ocak; ve koca Küre-i Zemini onlara bir beþik, bir menzil bir ticaretgâh; ve ateþi, heryerde hazýr bir aþçý ve dost; ve bulutu, süzgeç ve murdia; ve daðlarý, mahzen ve anbar; ve havayý, zîhayata enfas ve nüfusa yelpaze; ve suyu, yeniden hayata girenlere süt emziren dâye ve hayvanata âb-ý hayat veren bir þerbetçi hükmüne getiren Rububiyet-i Ýlâhiye, gayet vazýh bir surette vahdâniyet-i Ýlâhiyeyi gösterir. Evet Hâlýk-ý Vâhid'den baþka kim Güneþ'i Arzlýlara müsahhar bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehad'den baþka kim havayý elinde tutar, pek çok vazifelerle tavzif edip, rûy-i zeminde çevik-çalak bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehad'den baþka kimin haddine düþmüþtür ki, ateþi aþçý yapsýn ve kibrit baþý kadar bir zerrecik ateþe, binler batman eþyayý yuttursun ve hakeza... Herbirþey, herbir unsur herbir ecram-ý ulviye, o haþmet-i rububiyet noktasýnda Vâhid-i Zülcelâl'i gösterir. Ýþte celâl ve haþmet noktasýnda vâhidiyet göründüðü gibi, cemal ve rahmet noktasýnda dahi nimet ve ihsan, ehadiyet-i Ýlâhiyeyi ilân eder. Çünki zîhayatta ve bilhassa insanda, o derece san'at-ý câmia içinde; hadsiz enva'-ý nimeti anlayacak, kabul edecek, isteyecek cihazat ve âletler vardýr ki; bütün kâinatta tecelli sh: » (M: 252) eden bütün esmâsýnýn cilvesine mazhardýr. Âdeta bir nokta-i mihrakýye hükmünde, bütün esmâ-i hüsnâyý birden mahiyetinin âyinesiyle gösterir ve onunla ehadiyet-i Ýlâhiyeyi ilân eder. Yedinci Fýkra: سِكَّتُهُ فِى ذَاكَ فِى الْكُلِّ وَاْلاَجْزَاءِ خَاتَمُهُ فِى هذَا فِى الْجِسْمِ وَاْلاَعْضَاءِ Meâli þudur ki: Sâni'-i Zülcelâl âlem-i ekberin heyet-i mecmuasýnda bir sikke-i kübrasý olduðu gibi, bütün eczasýnda ve enva'ýnda dahi birer sikke-i vahdet koymuþtur. Âlem-i asgar olan insanýn cisminde ve yüzünde birer hâtem-i vahdâniyet bastýðý gibi, herbir âzasýnda dahi, birer mühr-ü vahdeti vardýr. Evet o Kadîr-i Zülcelâl her þeyde, külliyatta ve cüz'iyatta, yýldýzlarda ve zerrelerde birer sikke-i vahdet koymuþtur ki; ona þehadet eder. Ve birer mühr-ü vahdâniyet basmýþtýr ki, ona delâlet eder. Þu hakikat-ý uzma, Yirmiikinci Söz'de ve Otuzikinci Söz'de ve Otuzüçüncü Mektub'un otuzüç aded Penceresinde gayet parlak ve kat'î bir surette îzah ve isbat edildiðinden onlara havâle edip, sözü keser, burada hâtime veririz. BEÞÝNCÝ KELÝME: لَهُ الْحَمْدُ Yani: Bütün mevcudatta sebeb-i medh ü sena olan kemalât onundur. Öyle ise, hamd dahi ona aittir. Ezelden ebede kadar her kimden her kime karþý gelen ve gelecek medh ü sena ona aittir. Çünki sebeb-i medh olan nimet ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-ý hamd olan herþey onundur, ona aittir. Evet âyât-ý Kur'aniyenin iþaratýyla, bütün mevcudattan daimî bir surette dergâh-ý Ýlâhiyeye giden bir ubudiyettir, bir tesbihtir, bir secdedir, bir duadýr ve bir hamd ü senadýr ki; daimî o dergâha gidiyor. Þu hakikat-ý Tevhidi isbat eden bir bürhan-ý azama þöyle iþaret ederiz ki: Þu kâinata baktýðýmýz vakit, baðistan þeklinde; sakfý ulvî yýldýzlarla yaldýzlanmýþ, zemini zînetli mevcudatla þenlenmiþ surette görünüyor. Ýþte þu baðistandaki muntazam nuranî ecram-ý ulviye ve hikmetli ve zînetli mevcudat-ý süfliye, umumen herbiri lisan-ý mahsusuyla derler ki: Biz bir Kadîr-i Zülcelâl'in mu'cizat-ý kudretiyiz. Bir Hâlýk-ý Hakîm ve bir Sani'-i Kadîr'in vahdetine þehadet ederiz. Ve þu baðistan-ý âlem içindeki Küre-i Arz'a bakýyoruz, sh: » (M: 253) görüyoruz ki: Bir bahçe þeklinde rengârenk yüzbinler süslü çiçekli nebatat taifeleri onda serilmiþ ve çeþit çeþit yüzbinler enva'-ý hayvanat onda serpilmiþtir. Ýþte þu zemin bahçesinde bütün o süslü nebatat ve zînetli hayvanat, muntazam suretleriyle ve mevzun þekilleriyle ilân ediyorlar ki: Biz birtek Sani'-i Hakîm'in san'atýndan birer mu'cizesi, birer hârikasýyýz ve vahdaniyetin birer dellâlý, birer þahidiyiz. Hem o bahçedeki aðaçlarýn baþlarýna bakar görürüz ki: Gayet derecede alîmane, hakîmane, kerimane, latifane, cemilane yapýlmýþ muhtelif suretlerde meyveleri, çiçekleri görüyoruz. Ýþte þunlar bil'umum bir lisan ile ilân ederler ki: Biz, bir Rahman-ý Zülcemâl'in ve bir Rahîm-i Zülkemâl'in mu'ciznüma hediyeleriyiz, hayret-nüma ihsanlarýyýz. Ýþte baðistan-ý kâinattaki ecram ve mevcudat ve Küre-i Arz bahçesindeki nebatat ve hayvanat ve eþcar ve nebatatýn baþlarýndaki ezhar ve semerat; nihayet derecede yüksek bir sada ile þehadet eder, ilân eder, derler ki: Bizim Hâlýkýmýz ve Musavvirimiz ve bizi hediye veren Kadîr-i Zülcemâl, Hakîm-i Bîmisal, Kerim-i Pürneval herþey'e kadirdir. Hiçbir þey ona aðýr gelmez. Hiçbir þey daire-i kudretinden hariç olamaz. Kudretine nisbeten, zerreler yýldýzlar birdir. Küllî, cüz'î kadar kolaydýr. Cüz', küll kadar kýymetlidir. En büyük, en küçük kadar kudretine nisbeten rahattýr. Küçük, büyük kadar san'atlýdýr.. belki san'atça bazý küçük, büyükten daha büyüktür. Bütün mazideki acaib-i kudreti olan vukuat þehadet eder ki; o Kadîr-i Mutlak, bütün istikbaldeki acaib-i imkânata muktedirdir. Dünü getiren, yarýný getirdiði gibi; maziyi icad eden o Zât-ý Kadîr, istikbali dahi icad eder. Dünyayý yapan o Sani-i Hakîm, âhireti de yapar. Evet Mabud-u Bilhak yalnýz O Kadîr-i Zülcelâl olduðu gibi, Mahmud-u Bil'ýtlak yine yalnýz O'dur. Ýbadet O'na mahsus olduðu gibi, hamd ve sena dahi O'na hastýr. Hiç mümkün müdür ki: Semavat ve Arz'ý halkeden bir Sani'-i Hakîm, Semavat ve Arz'ýn en mühim neticesi ve kâinatýn en mükemmel meyvesi olan insanlarý baþýboþ býraksýn, esbab ve tesadüfe havale etsin, hikmet-i bâhiresini abesiyete kalbetsin? Hâþâ!.. Hiç mümkün müdür ki: Hakîm, Alîm bir zât, bir aðacý gayet ehemmiyetle tedbir ve tasvir edip ve gayet derecede hikmetle idare ve terbiye ettiði halde; o aðacýn gayesi, faidesi olan meyvelerine bakmayýp ehemmiyet vermesin; hýrsýz ellere, boþ yerlere daðýlsýn, zayi' olsun? Elbette bakmamak, ehemmiyet ver- sh: » (M: 254) memek olamaz. Çünki aðaca ehemmiyet vermek, meyveleri içindir... Ýþte, þu kâinatýn zîþuuru ve en mükemmel meyvesi ve neticesi ve gayesi, insandýr. Þu kâinatýn Sani-i Hakîm'i mümkün müdür ki, þu zîþuur meyvelerin meyveleri olan hamd ve ibadeti, þükür ve muhabbeti baþkalara verip hikmet-i bâhiresini hiçe indirsin veyahut kudret-i mutlakasýný acze kalbettirsin.. veyahut ilm-i muhîtini cehle çevirsin? Yüzbin def'a hâþâ! Hiç mümkün müdür ki: Þu kâinat sarayýnýn binasýndaki makasýd-ý Rabbaniyenin medârý olan zîþuur ve zîþuurun serfirazý olan nev'-i insanýn mazhar olduðu nimetlere mukabil izhar ettikleri þükür ve ibadeti, o saray-ý kâinatýn Sani'inden baþkasýna gitsin. Ve o Sani-i Zülcelal, o gayet-ül gaye olan þükür ve ibadeti baþkalara gitmesine müsaade etsin. Hem hiç mümkün müdür ki: Hadsiz enva'-ý ni'metiyle kendini zîþuurlara sevdirsin; ve hadsiz mu'cizat-ý san'atýyla kendini onlara tanýttýrsýn; sonra onlarýn þükür ve ibadetlerini, hamd ve muhabbetlerini, marifet ve minnetdarlýklarýný esbaba ve tabiata terkedip ehemmiyet vermesin; hikmet-i mutlakasýný inkâr ettirsin; saltanat-ý rububiyetini hiçe indirsin! Yüzbin defa hâþâ ve kellâ!.. Hiç mümkün müdür ki: Bir baharý halkedemeyen ve bütün meyveleri icad edemeyen ve yer yüzünde sikkeleri bir olan bütün elmalarý inþa edemeyen; onlarýn bir misal-i musaggarý olan bir elmayý halkedip ve o elmayý nimet olarak birisine yedirsin, þükrünü kazansýn, Mahmud-u Bil'ýtlak'a hamd noktasýnda iþtirak etsin? Hâþâ!.. Çünki bir elmayý halkeden kim ise, bütün dünyaya gelen elmalarý icad eden yine O olabilir. Çünki sikke birdir. Hem elmalarý icad eden kim ise, bütün dünyada medar-ý rýzk olan hububat ve semeratý halkeden yine O'dur. Demek en küçük cüz'î bir zîhayata, en cüz'î bir nimeti veren, doðrudan doðruya kâinatýn Hâlýkýdýr ve Rezzak-ý Zülcelâl'dir. Öyle ise þükür ve hamd, doðrudan doðruya O'na aittir. Öyle ise hakikat-ý kâinat, daima hak lisanýyla der: لَهُ الْحَمْدُ مِنْ كُلِّ اَحَدٍ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ ALTINCI KELÝME: يُحْيِى Yani: Hayat veren yalnýz O'dur. Öyle ise, her þey'in Hâlýký dahi yalnýz O'dur. Çünki: Kâinatýn sh: » (M: 255) ruhu, nuru, mayesi, esasý, neticesi, hülâsasý hayattýr. Hayatý veren kim ise, bütün kâinatýn Hâlýký da Odur. Hayatý veren elbette O'dur, Hayy u Kayyûm'dur. Ýþte þu mertebe-i tevhidin bürhan-ý azamýna þöyle iþaret ederiz ki: -Baþka bir Söz'de izah ve isbat edildiði gibi- zemin yüzünün sahrasýnda çadýrlarý kurulmuþ gayet muhteþem zîhayatlar ordusunu görüyoruz. Evet Hayy u Kayyum'un hadsiz ordularýndan, her bahar mevsiminde yeni silâh altýna alýnmýþ, gaibden gelen taze bir ordu meydana çýkmýþ görüyoruz. Þu orduya bakýyoruz ki: Nebatat taifelerinden ikiyüzbinden ziyade ve hayvanat milletlerinden yine yüzbinden fazla çeþit çeþit muhtelif kavimler görüyoruz. Herbir milletin, herbir taifenin elbisesi ayrý, erzaký ayrý, talimatý ayrý, terhisatý ayrý, silâhlarý ayrý, müddet-i askeriyeleri ayrý olduðu halde; bir kumandan-ý azam hadsiz kudret ve hikmetiyle ve nihayetsiz ilim ve iradesiyle, bitmez rahmetiyle, tükenmez hazinesiyle, hiçbirini unutmayarak, þaþýrmayarak, karýþtýrmayarak, geciktirmeyerek.. ayrý ayrý bütün o üçyüz binden ziyade milletleri ve taifeleri kemal-i intizam ile, tamam-ý mizan ile, vakti vaktine ayrý ayrý erzaklarýný, ayrý ayrý elbiselerini, ayrý ayrý silâhlarýný vererek, ayrý ayrý talimat yaptýrarak, ayrý ayrý terhisat ettiðini, gözü bulunan bilmüþahede görür ve kalbi bulunan biaynelyakîn tasdik eder. Ýþte hiç mümkün müdür ki: Þu ihya ve idareye ve þu terbiye ve iaþeye; o orduyu bütün þuunatýyla ihata eden bir ilm-i muhitin ve o orduyu bütün levazýmatýyla idare eden bir kudret-i mutlakanýn sahibinden baþkasý karýþabilsin, müdahale edebilsin, onda hissesi olsun? Yüzbinler defa hâþâ!.. Malûmdur ki: Bir taburda on millet bulunsa, ayrý ayrý techiz etmesi on tabur kadar güç olduðundan; âciz insanlar, ister istemez bir tarzda techize mecbur olmuþlar. Halbuki Hayy u Kayyûm þu muhteþem ordusu içinde, üçyüzbinden ziyade milletlere, ayrý ayrý techizat-ý hayatiyeyi veriyor. Hem külfetsiz, müþkilatsýz, kolay bir tarzda, hafif bir þekilde, gayet hakîmane ve intizam-perverane veriyor. Ve koca orduya, birtek lisan ile, هُوَ الّذِى يُحْيِى dedirtip; kâinat mescidinde o cemaat-ý uzmaya اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ اْلحَىُّ الْقَيُّومُ لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَنَوْمٌ ilh... okutturuyor... sh: » (M: 256) YEDÝNCÝ KELÝME: وَ يُمِيتُ Yani: Mevti veren O'dur. Yani: Hayatý veren O olduðu gibi; hayatý alan, mevti veren dahi yine O'dur. Evet mevt, yalnýz tahrib ve sönmek deðildir ki esbaba verilsin, tabiata havale edilsin. Belki nasýl bir tohum zâhiren ölüp çürüyor, fakat bâtýnen bir sünbülün hayatýna ve yoðurmasýna.. yani cüz'î tohumluk hayatýndan, küllî sünbül hayatýna geçiyor. Öyle de mevt dahi zâhiren bir inhilâl ve bir intifa göründüðü halde, hakikatta insan için, hayat-ý bâkiyeye ünvan ve mukaddeme ve mebde' oluyor. Öyle ise hayatý veren ve idare eden Kadîr-i Mutlak, yine elbette mevti dahi O icad eder. Þu kelimedeki mertebe-i uzma-yý tevhidin bir bürhan-ý azamýna þöyle iþaret ederiz ki: Otuzüçüncü Mektub'un Yirmidördüncü Penceresi'nde beyan edildiði gibi: Þu mevcudat, irade-i Ýlâhiye ile seyyaledir. Þu kâinat, emr-i Rabbanî ile seyyaredir. Þu mahlukat, izn-i Ýlâhî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akýyor.. âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i þehadette vücud-u zâhirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yaðýyor, iniyor. Ve emr-i Rabbanî ile, mütemadiyen istikbalden gelip, hâle uðrayarak teneffüs eder, maziye dökülür. Ýþte þu mahlukatýn þu seyelaný, gayet hakîmane rahmet ve ihsan dairesinde; ve þu seyeraný, gayet alîmane hikmet ve intizam dairesinde; ve þu cereyaný, gayet Rahîmane þefkat ve mizan dairesinde baþtan aþaðýya kadar hikmetlerle maslahatlarla neticelerle ve gayelerle yapýlýyor. Demek bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Hakîm-i Zülkemâl mütemadiyen tavaif-i mevcudatý ve her taife içindeki cüz'iyatý ve o taifelerden teþekkül eden âlemleri, kudretiyle hayat verip tavzif eder. Sonra hikmetiyle terhis edip, mevte mazhar eder; âlem-i gayba gönderir. Daire-i kudretten, daire-i ilme çevirir. Ýþte hiç mümkün müdür ki: Þu kâinatý, heyet-i mecmuasýyla çevirmeðe muktedir olmayan ve bütün zamanlara hükmü geçmeyen ve âlemleri hayata ve mevte bir ferd gibi mazhar etmeðe kudreti yetmeyen ve baharlarý, bir çiçek gibi hayat verip, yer yüzüne takýp, sonra mevt ile ondan koparýp alamayan bir zât; mevt ve imateye sahib çýkabilsin? Evet en cüz'î bir zîhayatýn mevti dahi, hayatý gibi bütün hakaik-i hayat ve enva'-ý mevt elinde bulunan bir Zât-ý Zülcelal'in kanunuyla, izniyle, emriyle, kuvvetiyle, ilmiyle olmak zarurîdir. SEKÝZÝNCÝ KELÝME: وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ Yani: Hayatý daimîdir, sh: » (M: 257) ezelî ve ebedîdir. Mevt ve fena, adem ve zeval ona ârýz olamaz. Çünki hayat, O'na zâtîdir. Zâtî olan, zâil olamaz. Evet ezelî olan elbette ebedîdir. Kadîm olan, elbette bâkidir. Vâcib-ül Vücud olan, elbette sermedîdir. Evet bir hayat ki, bütün vücud, bütün envarýyla onun gölgesidir. Nasýl adem O'na ârýz olabilir? Evet bir hayat ki, vâcib bir vücud O'nun lâzýmý ve ünvanýdýr; elbette adem ve fena hiçbir cihetle O'na ârýz olamaz. Evet bir hayat ki; bütün hayatlar mütemadiyen O'nun cilvesiyle zuhura gelir ve bütün hakaik-i sabite-i kâinat O'na istinad eder, O'nunla kaimdir; elbette hiçbir cihetle fena ve zeval O'na ârýz olamaz. Evet bir hayat ki; O'nun bir lem'a-i cilvesi, maruz-u fena ve zeval olan eþya-yý kesîreye bir vahdet verip bekaya mazhar eder ve daðýlmaktan kurtarýr ve vücudunu muhafaza eder ve bir nevi bekaya mazhar eder. Yani hayat; kesrete bir vahdet verir, ibka eder. Hayat gitse; daðýlýr, fenaya gider. Elbette öyle hadsiz lemaat-ý hayatiye bir cilvesi olan hayat-ý vâcibeye, zeval ve fena yanaþamaz. Þu hakikata þahid-i katý', þu kâinatýn zeval ve fenasýdýr. Yani mevcudat vücudlarýyla, hayatlarýyla nasýlki o Hayy-ý Lâyemut'un hayatýna ve o hayatýn vücub-u vücuduna delalet ve þehadet ederler (Hâþiye); öyle de: Mevtleriyle, zevalleriyle o hayatýn bekasýna, sermediyetine delalet eder ve þehadet ederler. Çünki mevcudat zevale gittikten sonra, arkalarýnda yine kendileri gibi hayata mazhar olup yerlerine geldiklerinden gösteriyor ki; daimî bir zîhayat var ki, mütemadiyen cilve-i hayatý tazelendiriyor. Nasýlki Güneþ'e karþý cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarcýklar parlar gider. Gelenler ayný parlamayý gösterip, taife taife arkasýnda parlayýp sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle; yüksek daimî bir Güneþ'in devamýna delalet ederler. Öyle de, þu mevcudat-ý seyyaredeki hayat ve mevtin deðiþmeleri ve münavebeleri, bir Hayy-ý Bâki'nin beka ve devamýna þehadet ederler. Evet þu mevcudat âyinelerdir. Fakat zulmet nura âyine olduðu gibi, hem karanlýk ne derece þiddetli ise o derece nurun parlamasýný gösterdiði gibi, çok cihetlerle zýddiyet noktasýnda âyinedarlýk ederler. Meselâ: Nasýlki mevcudat acziyle kudret-i _________________________ (Hâþiye): Hazret-i Ýbrahim Aleyhisselâm'ýn Nemrud'a karþý imâte ve ihyâda Güneþ'in tulû' ve gurubuna intikali, cüz'î imâte ve ihyâdan küllî imâte ve ihyâya intikaldir ve bir terakkidir. O delilin en parlak ve en geniþ dairesini göstermektir. Yoksa bir kýsým ehl-i tefsirin dedikleri gibi, hafî delili býrakýp, zâhir delile çýkmak deðildir. sh: » (M: 258) Sani'a âyinedarlýk eder, fakrýyla gýnasýna âyinedar olur. Öyle de, fenasýyla bekasýna âyinedarlýk eder. Evet zeminin yüzü ve yüzündeki eþcarýn kýþtaki vaziyet-i fakiraneleri ve baharda þaþaa-paþ olan servet ve gýnalarý gayet kat'î bir surette, bir Kadîr-i Mutlak ve Ganiyy-i Alelýtlak'ýn kudret ve rahmetine âyinedarlýk eder. Evet bütün mevcudat, güya lisan-ý hal ile, Veysel Karanî gibi þöyle münacat ederler; derler ki: "Yâ Ýlâhenâ! Rabbimiz sensin! Çünki biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden sensin!.. Hem sensin Hâlýk! Çünki biz mahlûkuz, yapýlýyoruz. Hem Rezzak sensin! Çünki biz rýzka muhtacýz, elimiz yetiþmiyor. Demek bizi yapan ve rýzkýmýzý veren sensin. Hem sensin Mâlik! Çünki biz memlûküz. Bizden baþkasý bizde tasarruf ediyor. Demek mâlikimiz sensin. Hem sen Aziz'sin, izzet ve azamet sahibisin! Biz zilletimize bakýyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek senin izzetinin âyinesiyiz. Hem sensin Ganiyy-i Mutlak! Çünki biz fakiriz. Fakrýmýzýn eline yetiþmediði bir gýna veriliyor. Demek gani sensin, veren sensin. Hem sen Hayy-ý Bâki'sin! Çünki biz ölüyoruz. Ölmemizde ve dirilmemizde, bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz. Hem sen Bâki'sin! Çünki biz, fena ve zevalimizde senin devam ve bekaný görüyoruz. Hem cevab veren, atiyye veren sensin! Çünki biz umum mevcudat, kalî ve hâlî dillerimizle daimî baðýrýp istiyoruz, niyaz edip yalvarýyoruz. Arzularýmýz yerlerine geliyor, maksudlarýmýz veriliyor. Demek bize cevab veren sensin. Ve hâkeza..." Bütün mevcudatýn, küllî ve cüz'î herbirisi birer Veysel Karânî gibi, bir münacat-ý maneviye suretinde bir âyinedarlýklarý var. Acz ve fakr ve kusurlarýyla, kudret ve kemâl-i Ýlahîyi ilân ediyorlar. DOKUZUNCU KELÝME: بِيَدِهِ الْخَيْرُ Yani: Bütün hayrat onun elinde, bütün hasenat onun defterinde, bütün ihsanat onun hazinesindedir. Öyle ise hayr isteyen ondan istemeli, iyilik arzu eden ona yalvarmalý... Þu kelimenin hakikatýný kat'î bir surette göstermek için, ilm-i Ýlâhînin hadsiz delillerinden bir geniþ deliline, emarelerine ve lem'alarýna þöyle iþaret eder ve deriz ki: Þu kâinatta görünen ef'al ile tasarruf edip icad eden Sani'in, bir sh: » (M: 259) muhit ilmi var. Ve o ilim, onun zâtýnýn hâssa-i lâzýme-i zaruriyesidir, infikaki muhaldir. Nasýlki Güneþ'in zâtý bulunup ziyasý bulunmamak kabil deðil; öyle de binler derece ondan ziyade kabil deðildir ki, þu muntazam mevcudatý icad eden zâtýn ilmi ondan infikak etsin. Þu ilm-i muhit, o zâta lâzým olduðu gibi, taalluk cihetiyle herþey'e dahi lâzýmdýr. Yani, hiçbir þey ondan gizlenmesi kabil deðildir. Perdesiz, Güneþ'e karþý zemin yüzündeki eþya, Güneþ'i görmemesi kabil olmadýðý gibi; o Alîm-i Zülcelal'in nur-u ilmine karþý eþyanýn gizlenmesi, bin derece daha gayr-ý kabildir, muhaldir. Çünki huzur var. Yani herþey daire-i nazarýndadýr ve mukabildir ve daire-i þuhudundadýr ve herþey'e nüfuzu var. Þu camid Güneþ, þu âciz insan, þu þuursuz röntgen þuaý gibi zînurlar; hâdis, nâkýs ve ârýzî olduklarý halde, onlarýn nurlarý, mukabilindeki her þey'i görüp nüfuz ederlerse; elbette vâcib ve muhit ve zâtî olan nur-u ilm-i ezelîden hiçbir þey gizlenemez ve haricinde kalamaz. Þu hakikata iþaret eden kâinatýn hadd ü hesaba gelmez alâmetleri, âyetleri vardýr. Ezcümle: Bütün mevcudatta görünen bütün hikmetler, o ilme iþaret eder. Çünki hikmet ile iþ görmek ilim ile olur. Hem bütün inayetler, tezyinatlar o ilme iþaret eder. Ýnayetkârane, lütufkârane iþ gören; elbette bilir ve bilerek yapar. Hem herbiri birer mizan içindeki bütün intizamlý mevcudat ve herbiri birer intizam içindeki bütün mizanlý ve ölçülü hey'at, yine o ilm-i muhîte iþaret eder. Çünki intizam ile iþ görmek, ilim ile olur. Ölçü ile, tartý ile san'atkârane yapan; elbette kuvvetli bir ilme istinaden yapar. Hem bütün mevcudatta görünen muntazam miktarlar, hikmet ve maslahata göre biçilmiþ þekiller, bir kazanýn düsturuyla ve kaderin pergârýyla tanzim edilmiþ gibi meyvedar vaziyetler ve heyetler, bir ilm-i muhiti gösteriyor. Evet eþyaya ayrý ayrý muntazam suretler vermek, herþey'in mesalih-i hayatiyesine ve vücuduna lâyýk mahsus bir þekil vermek, bir ilm-i muhît ile olur, baþka surette olamaz. Hem bütün zîhayata, herbirisine lâyýk bir tarzda, münasib vakitte, ummadýðý yerde rýzýklarýný vermek; bir ilm-i muhît ile olur. Çünki rýzký gönderen; rýzka muhtaç olanlarý bilecek, tanýyacak, vaktini bilecek, ihtiyacýný idrak edecek, sonra rýzkýný lâyýk bir tarzda verebilir. Hem umum zîhayatýn, ibham ünvaný altýnda bir kanun-u sh: » (M: 260) taayyüne baðlý olan ecelleri, ölümleri bir ilm-i muhîti gösteriyor. Çünki her taifenin, gerçi ferdlerin zâhiren muayyen bir vakt-i eceli görünmüyor, fakat o taifenin iki had ortasýnda mahdud bir zamanda ecelleri muayyendir. O ecel hengâmýnda, o þey'in arkasýnda vazifesini idame edecek olan neticesinin, meyvesinin, çekirdeðinin muhafazasý ve bir taze hayata inkýlab ettirmesi; yine o ilm-i muhîti gösteriyor. Hem bütün mevcudata þamil, herbir mevcuda lâyýk bir surette rahmetin taltifatý; bir rahmet-i vâsia içinde bir ilm-i muhîti gösteriyor. Çünki meselâ zîhayatýn etfallerini süt ile iaþe eden ve zeminin suya muhtaç nebatatýna yaðmur ile yardým eden; elbette etfali tanýr, ihtiyaçlarýný bilir ve o nebatatý görür ve yaðmurun onlara lüzumunu derkeder sonra gönderir ve hakeza... Bütün hikmetli, inayetli rahmetinin hadsiz cilveleri; bir ilm-i muhîti gösteriyor. Hem bütün eþyanýn san'atýndaki ihtimamat ve san'atkârane tasvirat ve mâhirane tezyinat, bir ilm-i muhîti gösteriyor. Çünki binler vaziyet-i muhtemele içinde, muntazam ve müzeyyen, san'atlý ve hikmetli bir vaziyeti intihab etmek, derin bir ilim ile olur. Bütün eþyadaki þu tarz-ý intihabat, bir ilm-i muhîti gösteriyor. Hem icad ve ibda'-ý eþyada kemal-i sühulet, bir ilm-i ekmele delalet eder. Çünki bir iþde kolaylýk ve bir vaziyette sühulet, derece-i ilim ve meharetle mütenasibdir. Ne kadar ziyade bilse, o derece kolay yapar. Ýþte þu sýrra binaen herbiri birer mu'cize-i san'at olan mevcudata bakýyoruz ki; hayret-nüma bir derecede sühuletle, kolaylýkla, külfetsiz, daðdaðasýz, kýsa bir zamanda fakat mu'ciznüma bir surette îcad edilir. Demek hadsiz bir ilim vardýr ki, hadsiz sühuletle yapýlýr ve hakeza... Mezkûr emareler gibi binler alâmet-i sadýka var ki, þu kâinatta tasarruf eden zâtýn muhît bir ilmi vardýr. Ve herþey'i bütün þuunatýyla bilir, sonra yapar. Mâdem þu kâinat sahibinin böyle bir ilmi vardýr; elbette insanlarý ve insanlarýn amellerini görür ve insanlar neye lâyýk ve müstehak olduklarýný bilir, hikmet ve rahmetin muktezasýna göre onlarla muamele eder ve edecek. Ey insan! Aklýný baþýna al, dikkat et! Nasýl bir zât seni bilir ve bakar, bil ve ayýl!.. sh: » (M: 261) Eðer denilse: Yalnýz ilim kâfi deðildir, irade dahi lâzýmdýr. Ýrade olmazsa, ilim kâfi gelmez? Elcevap: Bütün mevcudat nasýlki bir ilm-i muhîte delalet ve þehadet eder. Öyle de: O ilm-i muhît sahibinin irade-i külliyesine dahi delalet eder. Þöyle ki: Herbir þey'e, hususan herbir zîhayata pek çok müþevveþ ihtimalât içinde, muayyen bir ihtimal ile ve pek çok akîm yollar içinde neticeli bir yol ile ve pek çok imkânat içinde mütereddid iken gayet muntazam bir teþahhus verilmesi; hadsiz cihetlerle bir irade-i külliyeyi gösteriyor. Çünki herþey'in vücudunu ihata eden hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde ve semeresiz akîm yollarda ve karýþýk ve yeknesak sel gibi mizansýz akan câmid unsurlardan gayet hassas bir ölçü ile, nazik bir tartý ile ve gayet ince bir intizam ile, nazenin bir nizam ile verilen mevzun þekil ve muntazam teþahhus; bizzarure ve bilbedahe belki bilmüþahede, bir irade-i külliyenin eseri olduðunu gösterir. Çünki hadsiz vaziyetler içinde bir vaziyeti intihab etmek; bir tahsis, bir tercih, bir kasd ve bir irade ile olur ve amd ve arzu ile tahsis edilir. Elbette tahsis, bir muhassýsý iktiza eder. Tercih, bir müreccihi ister. Muhassýs ve müreccih ise iradedir. Meselâ: Ýnsan gibi yüzler muhtelif cihazat ve âlâtýn makinasý hükmünde olan bir vücudun, bir katre sudan.. ve yüzer muhtelif azasý bulunan bir kuþun, basit bir yumurtadan.. ve yüzer muhtelif kýsýmlara ayrýlan bir aðacýn, basit bir çekirdekten icadlarý; kudret ve ilme þehadet ettikleri gibi, gayet kat'î ve zarurî bir tarzda onlarýn Sani'inde bir irade-i külliyeye delalet ederler ki, o irade ile, o þey'in herþey'ini tahsis eder ve o irade ile her cüz'üne, her uzvuna, her kýsmýna ayrý, has bir þekil verir, bir vaziyet giydirir. Elhasýl: Nasýlki eþyada, meselâ hayvanattaki ehemmiyetli âzanýn, esasat ve netâic itibariyle birbirlerine benzeyiþleri ve tevafuklarý ve birtek sikke-i vahdet izhar etmeleri, nasýl kat'î olarak delâlet ediyor ki; umum hayvanatýn Sani'i birdir, Vâhid'dir, Ehad'dir. Öyle de: O hayvanatýn ayrý ayrý teþahhuslarý ve sîmalarýndaki baþka baþka hikmetli taayyün ve temeyyüzleri delâlet eder ki; onlarýn Sani-i Vâhid'i, fâil-i muhtardýr ve iradelidir; istediðini yapar, istemediðini yapmaz; kasd ve irade ile iþler. Mâdem ilm-i Ýlâhîye ve irade-i Rabbaniyeye mevcudat adedince, belki mevcudatýn þuûnatý adedince delâlet ve þehadet vardýr. Elbette bir kýsým feylesoflarýn irade-i Ýlâhiyeyi nefy ve bir kýsým ehl-i bid'atýn kaderi inkâr ve bir kýsým ehl-i dalaletin, cüz'iyata adem-i ýttýlaýný sh: » (M: 262) iddia etmeleri ve tabiiyyunun, bir kýsým mevcudatý tabiat ve esbaba isnad etmeleri; mevcudat adedince muzaaf bir yalancýlýktýr ve mevcudatýn þuunatý adedince muzaaf bir dalâlet divaneliðidir. Çünki hadsiz þehadet-i sâdýkayý tekzib eden, hadsiz bir yalancýlýk iþlemiþ olur. Ýþte, meþiet-i Ýlahiye ile vücuda gelen iþlerde; "Ýnþâallah Ýnþâallah" yerinde, bilerek "tabiî tabiî" demek, ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduðunu kýyas et... ONUNCU KELÝME: وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ Yani: Hiçbir þey ona aðýr gelemez. Daire-i imkânda ne kadar eþya var, o eþyaya gayet kolay vücud giydirebilir. Ve o derece ona kolay ve rahattýr ki: اِنمَّاَ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا ilh... sýrrýyla, güya yalnýz emreder, yapýlýr. Nasýlki gayet mâhir bir san'atkâr; ziyade kolay bir tarzda, elini iþe dokundurur dokundurmaz, makina gibi iþler. Ve o sür'at ve mehareti ifade için denilir ki: O iþ ve san'at, ona o kadar müsahhardýr ki; güya emriyle, dokunmasýyla iþler oluyor; san'atlar vücuda geliyor. Öyle de: Kadîr-i Zülcelâl'in kudretine karþý eþyanýn nihayet derecede müsahhariyet ve itaatine ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve sühuletle iþ gördüðüne iþareten, اِنمَّاَ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ferman eder. Þu hakikat-ý uzmanýn hadsiz esrarýndan beþ sýrrýný beþ nüktede beyan edeceðiz: Birincisi: Kudret-i Ýlâhiyeye nisbeten en büyük þey, en küçük þey kadar kolaydýr. Bir nev'in umum efradýyla icadý, bir ferd kadar külfetsiz ve rahattýr. Cennet'i halketmek, bir bahar kadar kolaydýr. Bir baharý îcad etmek, bir çiçek kadar rahattýr. Þu sýrrý îzah ve isbat eden haþre dair Onuncu Söz'ün âhirinde, hem melâike ve beka-i ruh ve haþre dair Yirmidokuzuncu Söz'de haþir mes'elesinde, Ýkinci Esas'ýn beyanýnda zikredilen "nuraniyet sýrrý", "þeffafiyet sýrrý", "mukabele sýrrý", "müvazene sýrrý", "intizam sýrrý", "itaat sýrrý", altý temsil ile isbat edilerek gösterilmiþtir ki: Kudret-i Ýlâhiyeye nisbeten yýldýzlar, zerreler gibi kolaydýr; hadsiz efrad bir ferd kadar külfetsiz ve rahatça îcad edilir. Mâdem o iki Söz'de bu altý sýr isbat edilmiþ, onlara havâle ederek burada kýsa keseriz. sh: » (M: 263) Ýkincisi: Kudret-i Ýlâhiyeye nisbeten herþey müsavi olduðuna delîl-i kâtý' ve bürhan-ý sâtý' þudur ki: Hayvanat ve nebatatýn îcadýnda, gözümüzle görüyoruz, hadsiz bir sehavet ve kesret içinde, nihayet derecede bir itkan, bir hüsn-ü san'at bulunuyor. Hem nihayet derecede karýþýklýk ve ihtilat içinde, nihayet derecede bir imtiyaz ve tefrik görünüyor. Hem nihayet derecede mebzuliyet ve vüs'at içinde, nihayet derecede san'atça kýymetdarlýk ve hilkatça güzellik bulunuyor. Hem nihayet derecede san'atkârane bir surette, çok cihazata ve çok zamana muhtaç olmakla beraber; gayet derecede sühuletle ve sür'atle îcad ediliyor. Âdeta birden ve hiçten o mu'cizat-ý san'at vücuda geliyor. Ýþte bilmüþahede her mevsimde rûy-i zeminde gördüðümüz bu faaliyet-i kudret, kat'iyen delâlet eder ki: Þu ef'alin menba'ý olan kudrete nisbeten; en büyük þey, en küçük þey kadar kolaydýr ve hadsiz efradýn îcadý ve idareleri, bir ferd kadar rahatça îcad ve idare edilir. Üçüncüsü: Þu kâinatta, þu görünen tasarrufat ve ef'al ile hükmeden Sâni'-i Kadîr'in kudretine nisbeten, en büyük küll en küçük cüz' kadar kolay gelir. Efradça kesretli bir küllînin îcadý, bir tek cüz'înin îcadý kadar sühuletlidir. Ve en âdi bir cüz'îde, en yüksek bir kýymet-i san'at gösterilebilir. Þu hakikatýn sýrr-ý hikmeti üç menba'dan çýkar: Evvelâ: Ýmdad-ý vâhidiyetten. Sâniyen: Yüsr-ü vahdetten. Sâlisen: Tecelli-i ehadiyetten. Birinci menba' olan imdad-ý vâhidiyet: Yani herþey ve bütün eþya, bir tek zâtýn mülkü olsa; o vakit vâhidiyet cihetiyle herbir þey'in arkasýnda, bütün eþyanýn kuvvetini tahþid edebilir. Ve bütün eþya, birtek þey gibi kolayca idare edilir. Þu sýrrý, þöyle bir temsil ile fehme takrib için deriz; meselâ: Nasýlki bir memleketin tek bir padiþahý bulunsa, o padiþah o vahdet-i saltanat kanunu cihetiyle, herbir neferin arkasýnda bir ordu kuvvet-i mâneviyesini tahþid edebilir.. ve edebildiði için; o tek nefer, bir þahý esir edebilir ve þahýn fevkinde padiþahý namýna hükmedebilir. Hem o padiþah, vâhidiyet-i saltanat sýrrýyla, bir neferi ve bir memuru istihdam ve idare ettiði gibi, bütün orduyu ve bütün memurlarýný idare edebilir. Güya vâhidiyet-i saltanat sýrrýyla herkesi, herþey'i, bir ferdin imdadýna gönderebilir. Ve herbir ferdi, bütün efrad sh: » (M: 264) kadar bir kuvvete istinad edebilir; yani ondan meded alabilir. Eðer o vâhidiyet-i saltanat ipi çözülse ve baþýbozukluða dönse; o vakit herbir nefer, hadsiz bir kuvveti birden kaybedip, yüksek bir makam-ý nüfuzdan sukut eder, âdi bir adam makamýna gelir. Ve onlarýn idare ve istihdamlarý, efrad adedince müþkilat peyda eder. Aynen öyle de وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى þu kâinatýn Sâni'i, Vâhid olduðundan; herbir þeye karþý, bütün eþyaya müteveccih olan esmâyý tahþid eder. Ve nihayetsiz bir san'atla, kýymetdar bir surette îcad eder. Lüzum olsa, bütün eþya ile birtek þey'e bakar, baktýrýr, meded verir ve kuvvetli yapar. Ve bütün eþyayý dahi o vâhidiyet sýrrýyla; birtek þey gibi îcad eder, tasarruf eder, idare eder. Ýþte, þu imdad-ý vâhidiyet sýrrýyladýr ki; þu kâinatta nihayet derecede mebzuliyet ve ucuzluk içinde, nihayet derecede san'atça ve kýymetçe yüksek ve âlî bir keyfiyet görünüyor. Ýkinci menba' olan yüsr-ü vahdet: Yani birlik usûlüyle bir merkezde, bir elden, bir kanunla olan iþler; gayet derecede kolaylýk veriyor. Müteaddid merkezlere, müteaddid kanuna, müteaddid ellere daðýlsa müþkilât peyda eder. Meselâ: Nasýlki bir ordunun bütün neferatýnýn bir merkezden, bir kanunla, bir kumandan-ý azam emriyle esasat-ý techiziyeleri yapýlsa; birtek nefer kadar kolay olur. Eðer ayrý ayrý fabrikalarda, ayrý ayrý merkezlerde techizatlarý yapýlsa; bir ordunun techizine lâzým olan bütün askerî fabrikalar, birtek neferin techizatý için lâzým gelir. Demek eðer vahdete istinad edilse; bir ordu, bir nefer kadar kolay olur. Eðer vahdet olmazsa; bir nefer, bir ordu kadar techizin esasatý cihetinde müþkilât peyda eder. Hem bir aðacýn meyvelerine -vahdet noktasýnda- bir merkeze, bir kanuna, bir köke istinaden madde-i hayatiye verilse; binler meyveler, tek bir meyve gibi kolay olur. Eðer herbir meyve, ayrý ayrý merkeze rabtedilse ve ayrý ayrý yerden mevadd-ý hayatiyeleri gönderilse; herbir meyve, bütün aðaç kadar müþkilât peyda eder. Çünki bütün aðaca lâzým olan mevadd-ý hayatiye, herbir meyve için dahi lâzýmdýr. Ýþte þu iki temsil gibi, وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى þu kâinatýn Sâni'i, Vâhid-i Ehad olduðu için, vahdetle iþ görür ve vahdetle iþ gördüðü için, bütün eþya birtek þey kadar kolay olur. Hem birtek þeyi, san'atça bütün eþya kadar kýymetli yapabilir. Ve hadsiz efradý, gayet kýymetdar bir sûrette sh: » (M: 265) îcad ederek; þu görünen hadsiz mebzuliyet ve nihayetsiz ucuzluk lisanýyla, cûd-u mutlakýný gösterir ve hadsiz sehavetini ve nihayetsiz hallâkýyetini izhar eder. Üçüncü menba' olan tecelli-i ehadiyet: Yani Sâni-i Zülcelâl cisim ve cismanî olmadýðý için, zaman ve mekân onu kayýd altýna alamaz. Ve kevn ü mekân, onun þuhuduna ve huzuruna müdahale edemez. Ve vesait ve ecram, onun fiiline perde çekemez. Teveccühünde tecezzi ve inkýsam olmaz. Bir þey, bir þey'e mani olmaz. Hadsiz ef'ali, bir fiil gibi yapar. Onun içindir ki; bir çekirdekte koca bir aðacý manen dercettiði gibi, bir âlemi birtek ferdde dercedebilir. Bütün âlem, birtek ferd gibi dest-i kudretinde çevrilir. Þu sýrrý baþka Sözlerde izah ettiðimiz gibi, deriz ki: Nasýlki nuraniyet itibariyle bir derece kayýdsýz olan Güneþ'in timsali, herbir cilalý parlak þeyde temessül eder. Binlerle, milyonlarla âyineler nuruna mukabil gelse, birtek âyine gibi inkýsam etmeden bizzât herbirinde cilve-i misaliyesi bulunur. Eðer âyinenin istidadý olsa, Güneþ azametiyle onda âsârýný gösterebilir. Bir þey, bir þey'e mani olamaz. Binler, bir gibi ve binler yere, bir yer gibi kolay girer. Herbir yer, binler yer kadar o güneþin cilvesine mazhar olur. Ýþte وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى þu kâinat Sani'-i Zülcelâlinin nur olan bütün sýfatýyla ve nuranî olan bütün esmâsýyla, teveccüh-ü ehadiyet sýrrýyla öyle bir tecellisi var ki; hiçbir yerde olmadýðý halde, heryerde hazýr ve nâzýrdýr. Teveccühünde inkýsam olmaz. Ayný anda, her yerde, külfetsiz, müzahamesiz her iþi yapar. Ýþte þu imdad-ý vâhidiyet ve yüsr-ü vahdet ve tecelli-i ehadiyet sýrrýyladýr ki; bütün mevcudat, birtek Sani'a verildiði vakit; o bütün mevcudat, bir tek mevcud gibi kolay ve sühuletli olur. Ve herbir mevcud, hüsn-ü san'atça, bütün mevcudat kadar kýymetli olabilir. Nasýlki mevcudatýn hadsiz mebzuliyeti içinde, herbir ferdde hadsiz dekaik-ý san'atýn bulunmasý bu hakikatý gösteriyor. Eðer o mevcudat, doðrudan doðruya birtek Sâni'a verilmezse; o zaman herbir mevcud, bütün mevcudat kadar müþkilatlý olur ve bütün mevcudat, birtek mevcud kýymetine sukut eder, iner. Þu halde ya hiçbir þey vücuda gelmeyecek veya gelse de kýymetsiz, hiçe inecektir. Ýþte þu sýrdandýr ki: Ehl-i felsefenin en ziyade ileri gidenleri olan Sofestaîler, tarîk-ý haktan yüzlerini çevirdiklerinden, küfür sh: » (M: 266) ve dalâlet tarîkýna bakmýþlar; görmüþler ki: Þirk yolu, tarîk-ý haktan ve tevhid yolundan yüzbin defa daha müþkilâtlýdýr, nihayet derecede gayr-ý mâkuldür. Onun için bilmecburiye herþey'in vücudunu inkâr ederek akýldan istifa etmiþler. Dördüncüsü: Þu kâinatta þu görünen ef'al ile tasarruf eden Zât-ý Kadîr'in kudretine nisbeten Cennet'in îcadý, bir bahar kadar kolay ve bir baharýn îcadý, bir çiçek kadar kolaydýr. Ve bir çiçeðin mehasin-i san'atý ve letaif-i hilkati, bir bahar kadar letafetli ve kýymetli olabilir. Þu hakikatýn sýrrý üç þeydir: Birincisi: Sâni'deki vücub ile tecerrüd. Ýkincisi: Mahiyetinin mübâyenetiyle adem-i takayyüd. Üçüncüsü: Adem-i tahayyüz ile adem-i tecezzidir. Birinci Sýr: Vücub ve tecerrüdün hadsiz kolaylýða ve nihayetsiz sühulete sebebiyet vermeleri, gayet derin bir sýrdýr. Onu bir temsil ile fehme takrib edeceðiz. Þöyle ki: Vücud mertebeleri muhteliftir. Ve vücud âlemleri ayrý ayrýdýr. Ayrý ayrý olduklarý için, vücudda rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir daðý kadardýr ve o daðý istiab eder. Meselâ: Âlem-i þehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hâfýza âlem-i mânadan bir kütübhane kadar vücudu içine alýr. Ve âlem-i haricîden olan týrnak kadar bir âyine-i vücudun, âlem-i misal tabakasýndan koca bir þehri içine alýr. Ve o âlem-i haricîden olan o âyine ve o hâfýzanýn þuurlarý ve kuvve-i icâdiyeleri olsaydý, bir zerrecik vücud-u haricîleri kuvvetiyle, o vücud-u manevîde ve misalîde hadsiz tasarrufat ve tahavvülât yapabilirlerdi. Demek vücud rüsuh peyda ettikçe, kuvvet ziyadeleþir; az bir þey, çok hükmüne geçer. Hususan vücud rüsuh-u tam kazandýktan sonra, maddeden mücerred ise, kayýd altýna girmezse; o vakit cüz'î bir cilvesi, sair hafif tabakat-ý vücudun çok âlemlerini çevirebilir. Ýþte وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى þu kâinatýn Sani'-i Zülcelâli, Vâcib-ül Vücud'dur. Yani: Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni'dir, zevali muhaldir ve tabakat-ý vücudun en rasihi, en esaslýsý, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sair tabakat-ý vücud, onun vücuduna nisbeten gayet zaîf bir gölge hükmündedir. Ve o sh: » (M: 267) derece vücud-u Vâcib rasih ve hakikatlý ve vücud-u mümkinat o derece hafif ve zaîftir ki; Muhyiddin-i Arabî gibi çok ehl-i tahkik, sair tabakat-ý vücudu, evham ve hayal derecesine indirmiþler; لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ demiþler. Yani: Vücud-u Vâcib'e nisbeten baþka þeylere vücud denilmemeli; onlar, vücud ünvanýna lâyýk deðillerdir diye hükmetmiþler. Ýþte Vâcib-ül Vücud'un hem vâcib, hem zâtî olan kudretine karþý; mevcudatýn hem hâdis, hem ârýzî vücudlarý ve mümkinatýn hem kararsýz, hem kuvvetsiz sübutlarý; elbette nihayet derecede kolay ve hafif gelir. Bütün ruhlarý haþr-i azamda ihya edip muhakeme etmek; bir baharda, belki bir bahçede, belki bir aðaçta haþr ve neþrettiði yaprak ve çiçek ve meyveler kadar kolaydýr. Ýkinci Sýr: Mübayenet-i mahiyet ve adem-i takayyüdün kolaylýða sebebiyeti ise þudur ki: Sani'-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden deðildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez. Öyle ise: Kâinat dairesindeki manialar, kayýtlar onun önüne geçemez; onun icraatýný takyid edemez. Bütün kâinatý birden tasarruf edip çevirebilir. Eðer kâinat yüzündeki görünen tasarrufat ve ef'al, kâinata havale edilse, o kadar müþkilât ve karýþýklýða sebebiyet verir ki; hiçbir intizam kalmadýðý gibi, hiçbir þey dahi vücudda kalmaz; belki vücuda gelemez. Meselâ: Nasýlki kemerli kubbelerdeki ustalýk san'atý, o kubbedeki taþlara havale edilse ve bir taburun zabite ait idaresi, neferata býrakýlsa; ya hiç vücuda gelmez veyahut çok müþkilât ve karýþýklýk içinde intizamsýz bir vaziyet alacak. Halbuki o kubbelerdeki taþlara vaziyet vermek için, taþ nev'inden olmayan bir ustaya verilse ve taburdaki neferatýn idaresi, mertebe itibariyle zabitlik mahiyetini haiz olan bir zabite havale edilse; hem san'at kolay olur, hem tedbir ve idare sühuletli olur. Çünki taþlar ve neferler birbirine mani' olurlar; usta ve zabit ise, manisiz her noktaya bakar, idare eder. Ýþte وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى Vâcib-ül Vücud'un mâhiyet-i kudsiyesi, mâhiyat-ý mümkinat cinsinden deðildir. Belki bütün hakaik-i kâinat, o mâhiyetin esmâ-i hüsnâsýndan olan Hak isminin þualarýdýr. Mâdem mâhiyet-i mukaddesesi hem Vâcib-ül Vücud'dur, hem maddeden mücerreddir, hem bütün mâhiyata sh: » (M: 268) muhaliftir; misli, misâli, mesîli yoktur. Elbette o Zât-ý Zülcelâl'in o kudret-i ezeliyesine nisbeten bütün kâinatýn idaresi ve terbiyesi; bir bahar, belki bir aðaç kadar kolaydýr. Haþr-i azam ve dâr-ý âhiret, Cennet ve Cehennem'in îcadý; bir güz mevsiminde ölmüþ aðaçlarýn yeniden bir baharda ihyalarý kadar kolaydýr. Üçüncü Sýr: Adem-i tahayyüz ve adem-i tecezzinin nihayet derecede olan kolaylýða sebebiyet vermelerinin sýrrý ise þudur ki: Mâdem Sani'-i Kadîr mekândan münezzehtir, elbette kudretiyle her mekânda hâzýr sayýlýr. Ve mâdem tecezzi ve inkýsam yoktur; elbette her þeye karþý, bütün esmâsýyla müteveccih olabilir. Ve mâdem heryerde hâzýr ve herþey'e müteveccih olur.. öyle ise mevcudat ve vesait ve ecram onun ef'âline mümânaat etmez, ta'vik etmez, belki hiç lüzum yok. Faraza lüzum olsa, elektriðin telleri gibi ve aðacýn dallarý gibi ve insanýn damarlarý gibi; eþya, vesile-i teshilat ve vasýta-i vusul-ü hayat ve sebeb-i sür'at-i ef'âl hükmüne geçer. Ta'vik, takyid, men' ve müdahale þöyle dursun; belki teshil ve tesri' ve îsale vesile hükmüne geçer. Demek Kadîr-i Zülcelal'in tasarrufat-ý kudretine herþey itâat ve inkýyad cihetinde -ihtiyaç yok- eðer ihtiyaç olsa kolaylýða vesile olur. Elhasýl: Sani'-i Kadîr külfetsiz, mualecesiz, sür'atle, sühuletle herþey'i o þey'e lâyýk bir surette halkeder. Külliyatý, cüz'iyat kadar kolay îcad eder. Cüz'iyatý, külliyat kadar san'atlý halkeder. Evet külliyatý ve semavatý ve arzý halkeden kimse, semavat ve arzda olan cüz'iyatý ve efrad-ý zîhayatiyeyi halkeden elbette yine odur ve ondan baþka olamaz. Çünki o küçük cüz'iyat; o külliyatýn meyveleri, çekirdekleri, misal-i musaððarlarýdýr. Hem o cüz'iyatý îcad eden kim ise, cüz'iyatý ihâta eden unsurlarý ve semavat ve arzý dahi o halketmiþtir. Çünki görüyoruz ki; cüz'iyat külliyata nisbeten birer çekirdek, birer küçük nüsha hükmündedir. Öyle ise o cüz'îleri halkeden zâtýn elinde, anasýr-ý külliye ve semavat ve arz bulunmalýdýr. Tâ ki, hikmetinin düsturlarýyla ve ilminin mizanlarýyla o küllî ve muhit mevcudatýn hülâsalarýný, mânalarýný, nümunelerini; o küçücük misal-i musaððarlar hükmünde olan cüz'iyatta dercedebilsin. Evet acaib-i san'at ve garaib-i hilkat noktasýnda cüz'iyat, külliyattan geri deðil; çiçekler, yýldýzlardan aþaðý deðil; çekirdekler, aðaçlarýn madûnunda deðil; belki çekirdekteki nakþ-ý kader olan manevî aðaç, baðdaki nesc-i kudret olan mücessem aðaçtan daha acibdir. Ve hilkat-ý insaniye, hilkat-ý âlemden daha acibdir. Nasýlki bir cevher-i ferd üstünde, sh: » (M: 269) esîr zerratýyla bir Kur'an-ý hikmet yazýlsa, semâvat yüzündeki yýldýzlarla yazýlan bir Kur'an-ý azametten kýymetçe daha ehemmiyetli olabilir. Öyle de; çok küçük cüz'iyatlar var, mu'cizat-ý san'atça külliyattan üstündür. Beþincisi: Sâbýk beyanatýmýzda, icad-ý mahlukatta görünen hadsiz kolaylýk, gayet derecede çabukluk, nihayetsiz sür'at-i ef'âl, nihayetsiz sühuletle îcad-ý eþyanýn sýrlarýný, hikmetlerini bir derece gösterdik. Ýþte þu nihayetsiz sür'at ve hadsiz sühuletle vücud-u eþya, ehl-i hidâyete þöyle kat'î bir kanaat verir ki: Mahlûkatý îcad eden zâtýn kudretine nisbeten; Cennetler baharlar kadar, baharlar bahçeler kadar, bahçeler çiçekler kadar kolay gelir. مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ sýrrýyla, nev'-i beþerin haþr ve neþri, birtek nefsin imâte ve ihyâsý gibi sühuletlidir. اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ tasrihiyle, bütün insanlarý haþirde ihya etmek; istirahat için daðýlan bir orduyu bir boru sesiyle toplamak kadar kolaydýr. Ýþte þu hadsiz sür'at ve nihayetsiz sühulet, bilbedâhe kudret-i Sâni'in kemâline ve herþey ona nisbeten kolay olduðuna delil-i kat'î ve bürhan-ý yakînî olduðu halde; ehl-i dalâletin nazarýnda, Sâni'in kudretiyle eþyanýn teþkili ve îcadý -ki, vücub derecesinde sühuletlidir. Bin derece muhal olan- kendi kendine teþekkül ile iltibasa sebeb olmuþtur. Yani bazý âdi þeylerin vücuda gelmelerini çok kolay gördükleri için, onlarýn teþkilini, teþekkül tevehhüm ediyorlar. Yani îcad edilmiyorlar, belki kendi kendine vücud buluyorlar. Ýþte gel ahmaklýðýn nihayetsiz derecatýna bak ki; nihayetsiz bir kudretin delilini, onun ademine delil yapar; nihayetsiz muhalât kapýsýný açar. Çünki o halde Sâni'-i Âlem'e lâzým olan nihayetsiz kudret ve muhît ilim gibi evsaf-ý kemâl, her mahlukun her zerresine verilmek lâzým gelir; tâ kendi kendine teþekkül edebilsin. ONBÝRÝNCÝ KELÝME: وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ Yani: Dâr-ý fâniden dâr-ý bâkiye dönülecek ve Kadîm-i Bâki'nin makarr-ý saltanat-ý ebediyesine gidilecek ve kesret-i esbabdan Vâhid-i Zülcelal'in daire-i kudretine gidilecek, dünyadan âhirete geçilecek. Merciiniz onun dergâhýdýr, melceiniz onun rahmetidir ve hakeza... sh: » (M: 270) Þu kelimenin bunlar gibi ifade ettiði pek çok hakikatlar var. Þu hakikatlarýn içinde, saadet-i ebediye ile Cennet'e döneceðinizi ifade eden hakikat ise: Onuncu Söz'ün oniki bürhan-ý kat'î-yi yakîniyle ve Yirmidokuzuncu Söz'ün pek çok delâil-i katýayý tazammun eden altý esasýyla o derece kat'î isbat edilmiþtir ki, baþka beyana hacet býrakmýyor. Gurub eden güneþin ertesi sabah yeniden tulû' edeceði kat'iyetinde, o iki Söz isbat etmiþler ki: Þu dünyanýn manevî güneþi olan hayat dahi, harab-ý dünya ile gurubundan sonra haþrin sabahýnda bâki bir surette tulû' edecektir. Ve cin ve insin bir kýsmý saadet-i ebediyeye ve bir kýsmý da þekavet-i ebediyeye mazhar olacaktýr. Mâdem Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözler bu hakikatý kemaliyle isbat etmiþler, sözü onlara havale edip yalnýz deriz ki: Sâbýk beyanatta kat'î isbat edildiði üzere: Nihayetsiz bir ilm-i muhît ve hadsiz bir irade-i külliye ve nihayetsiz bir kudret-i mutlaka sahibi olan þu kâinatýn Sani-i Hakîm'i ve þu insanlarýn Hâlýk-ý Rahîm'i bütün semavî kitablarý ve fermanlarýyla Cennet'i ve saadet-i ebediyeyi nev'-i beþerin ehl-i îmanýna va'detmiþtir. Mâdem va'detmiþtir, elbette yapacaktýr. Çünki va'dinde hulf etmek ona muhaldir. Çünki va'dini îfa etmemek, gayet çirkin bir noksandýr. Kâmil-i Mutlak noksandan münezzeh ve mukaddestir. Va'dettiðini yapmamak, ya cehlinden veya aczinden yapamaz. Halbuki o Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Külli Þey hakkýnda cehl ve acz muhal olduðundan, hulf-ü va'd dahi muhaldir. Hem baþta Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm olarak bütün enbiya ve evliya ve asfiya ve ehl-i îman mütemadiyen o Rahîm-i Kerim'den, va'dettiði saâdet-i ebediyeyi rica edip yalvarýyorlar ve niyaz edip istiyorlar. Hem bütün esmâ-i hüsnâ ile beraber istiyorlar. Çünki baþta þefkati ve rahmeti, adâleti ve hikmeti ve Rahman ve Rahîm, Âdil ve Hakîm isimleri ve Rububiyeti ve saltanatý ve Rab ve Allah isimleri gibi ekser esmâ-i hüsnâsý, daire-i âhireti ve saadet-i ebediyeyi iktiza ve istilzam ederler ve tahakkukuna þehadet ve delâlet ediyorlar. Belki -Onuncu Söz'de isbat edildiði gibi- bütün mevcudat bütün hakaikýyla dâr-ý âhirete iþaret ediyorlar. Hem ferman-ý azam olan Kur'an-ý Hakîm binler âyât ve beyyinatýyla ve berahin-i sâdýka-i kat'iyesiyle o hakikatý gösteriyor ve tâlim ediyor. Ve nev'-i beþerin mâbihil iftiharý olan Habib-i Ekrem binler mu'cizat-ý bâhireye istinad ederek bütün hayatýnda, bütün kuvvetiyle o hakikatý ders vermiþ, isbat etmiþ, ilân etmiþ, görmüþ ve göstermiþ. sh: » (M: 271) اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ وَ بَارِكْ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اَهْلِ الْجَنَّةِ فِى الْجَنَّةِ وَ احْشُرْنَا وَ نَاشِرَهُ وَ رُفَقَائَهُ و َصَاحِبَهُ سَعِيدًا وَ وَالِدِينَا وَ اِخْوَانَنَا وَ اَخَوَاتِنَا تَحْتَ لِوَائِهِ وَرْزُقْنَا شَفَاعَتَهُ وَ اَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا * رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ * وَ تُبْ عَلَيْنَا اِنَّكَ اَنْتَ التّوّابُ الرّحِيمُ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * * * sh: » (M: 272) Yirminci Mektub'un Onuncu Kelimesine Zeyldir بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ اَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ { ضَرَبَ اللّهُ مَثَلاً رَجُلاً فِيهِ شُرَكَاءُ مُتَشَاكِسُونَ Sual: Sen çok yerlerde demiþsin ki: "Vahdette nihayet derecede kolaylýk var; kesrette ve þirkte nihayet müþkilât oluyor. Vahdette vücub derecesinde bir sühulet var; þirkte, imtina' derecesinde bir suûbet var." diyorsun. Halbuki gösterdiðin müþkilât ve muhalât, vahdet tarafýnda da cereyan eder. Meselâ diyorsun: "Eðer zerreler memur olmazlarsa; herbir zerrede, ya bir ilm-i muhît veya bir kudret-i mutlaka veya hadsiz manevî makinalar, matbaalar bulunmak lâzým gelir. Bu ise yüz derece muhaldir. Halbuki o zerreler memur-u Ýlahî de olsalar, yine öyle bir mazhariyet lâzým gelir.. tâ hadsiz muntazam vazifelerini yapabilsinler. Bunun hallini isterim." Elcevap: Çok Sözlerde îzah ve isbat etmiþiz ki: Bütün mevcudat birtek Sâni'a verilse, birtek mevcud gibi kolay ve sühuletli olur. Eðer müteaddid esbaba ve tabiata isnad edilse; birtek sinek, semavat kadar; bir çiçek, bir bahar kadar; bir meyve, bir bahçe kadar müþkilâtlý ve suûbetli olur. Mâdem þu mes'ele baþka Sözler'de îzah ve isbat edilmiþ; onlara havale edip, þurada yalnýz üç iþaret ile, o hakikata karþý nefsin itminanýný temin edecek üç temsil beyan edeceðiz: Birinci Temsil: Meselâ þeffaf parlak bir zerrecik, bizzât kendi baþýyla kalsa bir kibrit baþý kadar bir nur içinde yerleþmez ve ona masdar olamaz. Kendi cirmi kadar ve mahiyeti mikdarýnca bil'asale cüz'î zerre gibi bir nuru olabilir. Fakat o zerrecik, Güneþe sh: » (M: 273) intisab edip ona karþý gözünü açýp baksa; o vakit o koca Güneþ'i ziyasýyla, elvan-ý seb'asýyla, hararetiyle hattâ mesafesiyle içine alabilir ve bir nevi tecelli-i azamýna mazhar olur. Demek o zerre kendi kendine kalsa, bir zerre kadar ancak iþ görebilir. Eðer Güneþ'e memur ve mensub ve mir'at sayýlsa; Güneþ gibi, Güneþ'in icraatýndaki bir kýsým cüz'î nümunelerini gösterebilir. Ýþte وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى herbir mevcud, hattâ herbir zerre, eðer kesrete ve þirke ve esbaba ve tabiata ve kendi kendine isnad edilse; o vakit herbir zerre, herbir mevcud, ya bir ilm-i muhît ve kudret-i mutlaka sahibi olmalý veyahut hadsiz manevî makine ve matbaalar, içinde teþekkül etmeli; tâ ona tevdi' edilen acib vazifeleri yapabilsin. Eðer o zerreler Vâhid-i Ehad'e isnad edilse; o vakit her bir masnu, herbir zerre ona mensub olur, onun memuru hükmüne geçer. Þu intisabý onu tecelliye mazhar eder. Bu mazhariyet ve intisabla, nihayetsiz bir ilim ve kudrete istinad eder. Hâlýkýnýn kuvvetiyle, milyonlar defa kuvvet-i zâtîsinden fazla iþleri, vazifeleri; o intisab ve istinad sýrrýyla yapar. Ýkinci Temsil: Meselâ: Ýki kardeþ var. Birisi cesur, kendine güvenir. Diðeri hamiyetli, milliyet-perverdir. Bir muharebe zamanýnda kendine güvenen adam devlete intisab etmez, kendi baþýyla iþ görmek ister. Kendi kuvvetinin menba'larýný belinde taþýmaya mecbur olur. Techizatýný, cephanelerini kendi kuvvetine göre çekmeye muztardýr. O þahsî ve küçük kuvvet mikdarýnca, düþman ordusunun bir onbaþýsýyla ancak mücadele eder; fazla birþey elinden gelmez. Öteki kardeþ kendine güvenmiyor ve kendisini âciz, kuvvetsiz biliyor.. padiþaha intisab etti, askere kaydedildi. O intisab ile, koca bir ordu ona nokta-i istinad oldu. Ve o istinad ile arkasýnda, padiþahýn himmetiyle bir ordunun manevî kuvveti tahþid edilebilir bir kuvve-i maneviye ile harbe atýldý. Tâ düþmanýn maðlub ordusu içindeki þahýn büyük bir müþirine rastgeldi; kendi padiþahý namýna, "Seni esir ediyorum! Gel!" der. Esir eder getirir. Þu halin sýrrý ve hikmeti þudur ki: Evvelki baþýbozuk, kendi menba'-ý kuvvetini ve techizatýný kendisi taþýmaya mecbur olduðu için, gayet cüz'î iþ görebildi. Þu memur ise; kendi kuvvetinin menbaýný taþýmaya mecbur deðil, belki onu ordu ve padiþah taþýyor. Mevcud telgraf ve telefon teline makinasýný küçük bir tel ile rabtetmek gibi, þu adam bu intisabla sh: » (M: 274) kendini o hadsiz kuvvete rabteder. Ýþte وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى eðer her mahlûk, her zerre doðrudan doðruya Vâhid-i Ehad'e isnad edilse ve onlar ona intisab etseler; o vakit o intisab kuvvetiyle ve seyyidinin havliyle, emriyle; karýnca, Firavun'un sarayýný baþýna yýkar, baþaþaðý atar.. sinek, Nemrud'u gebertip Cehennem'e atar.. bir mikrop, en cebbar bir zalimi kabre sokar.. buðday tanesi kadar çam çekirdeði, bir dað gibi bir çam aðacýnýn destgâhý ve makinasý hükmüne geçer.. havanýn zerresi, bütün çiçeklerin, meyvelerin ayrý ayrý iþlerinde, teþekkülâtlarýnda muntazaman, güzelce çalýþabilir. Bütün bu kolaylýk, bilbedahe memuriyet ve intisabdan ileri geliyor. Eðer iþ baþýbozukluða dönse, esbaba ve kesrete ve kendi kendilerine býrakýlýp þirk yolunda gidilse, o vakit herþey, cirmi kadar ve þuuru mikdarýnca iþ görebilir. Üçüncü Temsil: Meselâ iki arkadaþ var. Hiç görmedikleri bir memleketin ahvaline dair istatistikli bir nevi coðrafya yazmak istiyorlar. Birisi, o memleketin padiþahýna intisab edip, telgraf ve telefon dairesine girer. On paralýk bir tel ile, kendi telefon makinasýný devletin teline rabteder. Her yer ile görüþür, muhabere eder, malûmat alýr. Gayet muntazam ve mükemmel coðrafya istatistiðine ait san'atkârane bir eser yapar. Öteki arkadaþ ise, ya elli sene mütemadiyen gezecek ve müþkilâtla heryeri görüp her hâdiseyi iþitecek veyahut milyonlarla lirayý sarfedip, devletin tel ve telefon temdidatý kadar ve padiþah gibi telgraf sahibi olacak. Tâ evvelki arkadaþý gibi o mükemmel eseri yapsýn. Öyle de: وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى eðer hadsiz eþya ve mahlûkat Vâhid-i Ehad'e verilse, o vakit o irtibat ile herþey birer mazhar olur. O Þems-i Ezelî'nin tecellisine mazhariyetle, kavanin-i hikmetine ve desatir-i ilmiyesine ve nevamis-i kudretine irtibat peyda eder. O vakit havl ve kuvvet-i Ýlâhiye ile herþey'i görür bir gözü ve her yere bakar bir yüzü ve her iþe geçer bir sözü hükmünde bir cilve-i Rabbaniyeye mazhar olur. Eðer o intisab kesilse; o þey, bütün eþyadan dahi inkýta' eder, cirmi kadar bir küçüklüðe sýðýþýr. O halde bir Ulûhiyet-i Mutlaka sahibi olmalý sh: » (M: 275) ki, evvelki vaziyette gördüðü iþleri görebilsin. Elhâsýl: Vahdet ve îman yolunda, vücub derecesinde bir sühulet ve kolaylýk var. Þirk ve esbabda, imtina derecesinde müþkilât ve suûbet var. Çünki bir vâhid, külfetsiz olarak kesîr eþyaya bir vaziyet verir ve bir neticeyi istihsal eder. Eðer o vaziyeti almayý ve o neticeyi istihsal etmeyi, o eþya-yý kesîreye havale edilse; o vakit pek çok külfetle ve pek çok hareketlerle ancak o vaziyet alýnýr ve o netice istihsal edilir. Meselâ Üçüncü Mektub'da denildiði gibi: Semavat meydanýnda, Þems ve Kamer kumandasý altýnda yýldýzlar ordusunu harekete getirmekle, her gece ve her sene, þaþaalý tesbihkârane bir seyeran ve cereyan vermek demek olan cazibedar, sevimli vaziyet-i semaviye ve mevsimlerin deðiþmesi gibi büyük maslahatlarýn vücud bulmasý demek olan o ulvî, hikmetli netice-i Arziye, eðer vahdete verilse; o Sultan-ý Ezel kolayca Küre-i Arz gibi bir neferi, o vaziyet ve o netice için ecram-ý ulviyeye kumandan tayin eder. O vakit Arz, emir aldýktan sonra, memuriyet neþ'esinden mevlevî gibi zikr ü semaa kalkar; az bir masrafla o güzel vaziyet hasýl olur, o mühim netice vücud bulur. Eðer Arz'a, "Sen dur, karýþma!" denilse; ve o netice ve o vaziyetin istihsali de semavata havale edilse; ve vahdetten, kesrete ve þirke gidilse; hergün ve her sene, binler derece Küre-i Arz'dan büyük olan milyonlar adedince yýldýzlar hareket etmek, milyarlar sene mesafeyi yirmidört saatte ve bir senede kestirmek lâzýmdýr. Netice-i Meram: Kur'an ve ehl-i îman, hadsiz masnûatý bir Sâni'-i Vâhid'e verir. Doðrudan doðruya her iþi ona isnad eder. Vücub derecesinde sühuletli bir yolda gider, sevkeder. Ve ehl-i þirk ve tuðyan, bir masnu-u vâhidi hadsiz esbaba isnad ederek, imtina' derecesinde suûbetli bir yolda gider. Þu halde Kur'an yolunda, bütün masnuatla; dalâlet yolunda, bir masnu-u vâhid beraberdirler. Hattâ belki bütün eþyanýn vâhidden sudûru, bir vâhidin hadsiz eþyadan sudûrundan çok derece eshel ve kolaydýr. Nasýlki bir zabit, bin neferin tedbirini, bir nefer gibi kolay yapar ve bir neferin tedbiri, bin zabite havale edilse; bin nefer kadar müþkilâtlý olur, keþmekeþe sebebiyet verir. Ýþte þu hakikatý þu âyet-i azîme, ehl-i þirkin baþýna vuruyor, daðýtýyor: ضَرَبَ اللّهُ مَثَلاً رَجُلاً فِيهِ شُرَكَاءُ مُتَشَاكِسُونَ وَرَجُلاً سَلَمًا لِرَجُلٍ sh: » (M: 276) هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلاً َاْلحَمْدُ لِلّهِ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ اَللُّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَائِنَاتِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ وَالْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اَللّهُمَّ يَا اَحَدُ يَا وَاحِدُ يَا صَمَدُ يَا مَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ يَا مَنْ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ يَا مَنْ يُحْىِ وَ يُمِيتُ يَا مَنْ بِيَدِهِ الْخَيْرُ يَا مَنْ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْئٍ قَدِيرٌ* يَا مَنْ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ بِحَقِّ اَسْرَارِ هذِهِ الْكَلِمَاتِ اِجْعَلْ نَاشِرَ هذِهِ الرِّسَالَةِ وَ رُفَقَائَهُ وَ صَاحِبَهُ سَعِيدًا مِنَ الْمُوَاحِّدِينَ الْكَامِلِينَ وَ مِنَ الصِّدِّيقِينَ الْمُحَقِّقِينَ وَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ الْمُتَّقِينَ آمِينَ اَللّهُمَّ بِحَقِّ سِرِّ اَحَدِيَّتِكَ اِجْعَلْ نَاشِرَ هذَ الْكِتَابِ نَاشِرًا ِلاَسْرَارِ الَّتَوْحِيدِ وَ قَلْبَهُ مَظْهَرًا ِلاَنْوَارِ اْلاِيمَانِ وَ لِسَانَهُ نَاطِقًا بِحَقَائِقِ الْقُرْآنِ آمِينَِ آمِينَِ آمِينَ Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge