EMRE Posted December 21, 2008 Share Posted December 21, 2008 Onsekizinci Mektub بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ (Bu mektub üç mes'ele-i mühimmedir.) BÝRÝNCÝ MES'ELE-Ý MÜHÝMME: "Fütuhat-ý Mekkiye" sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve "Ýnsan-ý Kâmil" denilen meþhur bir kitabýn sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S) gibi evliya-i meþhure; küre-i arzýn tabakat-ý seb'asýndan ve Kaf Daðý arkasýndaki Arz-ý Beyza'dan ve Fütuhat'ta Meþmeþiye dedikleri acaibden bahsediyorlar; "gördük" diyorlar. Acaba bunlarýn dedikleri doðru mudur? Doðru ise; halbuki, bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem Coðrafya ve fen onlarýn bu dediklerini kabul edemiyor. Eðer doðru olmazsa, bunlar nasýl veli olabilirler? Böyle hilaf-ý vaki ve hilaf-ý hak söyleyen nasýl ehl-i hakikat olabilir? Elcevap: Onlar ehl-i hak ve hakikattýrlar; hem ehl-i velayet ve þuhuddurlar. Gördüklerini doðru görmüþler, fakat ihatasýz olan halet-i þuhudda ve rü'ya gibi rü'yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde haklarý olmadýðý için, kýsmen yanlýþtýr. Rü'yadaki adam kendi rü'yasýný tabir edemediði gibi, o kýsým ehl-i keþf ve þuhud dahi rü'yetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onlarý tabir edecek, "asfiya" denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kýsým ehl-i þuhud dahi, asfiya makamýna çýktýklarý zaman, Kitab ve Sünnet'in irþadýyla yanlýþlarýný anlarlar, tashih ederler; hem etmiþler. Þu hakikatý izah edecek þu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Þöyle ki: Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmýþ. Kendileri aðaç kâsesine sh: » (M: 86) süt saðýp yanlarýna býraktýlar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmýþlardý. Birisi "uykum geldi" deyip yatar. Uykuda bir zaman kalýr. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi birþey, yatanýn burnundan çýkýp, süt kasesine bakýyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çýkar gider, bir geven altýndaki deliðe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o þey döner, yine kavaldan geçer, yatanýn burnuna girer; o da uyanýr. Der ki: "Ey arkadaþ! Acib bir rü'ya gördüm." O da der: "Allah hayýr etsin, nedir?" Der ki: "Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmýþ. O köprünün üstü kapalý, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meþelik gördüm ki, baþlarý hep sivri. Onun altýnda bir maðara gördüm, içine girdim, altun dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?" Uyanýk arkadaþý dedi: "Gördüðün süt denizi, þu aðaç çanaktýr. O köprü de, þu kavalýmýzdýr. O baþý sivri meþelik de þu gevendir. O maðara da, þu küçük deliktir. Ýþte kazmayý getir, sana hazineyi de göstereceðim." Kazmayý getirir. O gevenin altýný kazdýlar, ikisini de dünyada mes'ud edecek altunlarý buldular. Ýþte yatan adamýn gördüðü doðrudur, doðru görmüþ, fakat rü'yada iken ihatasýz olduðu için tabirde hakký olmadýðýndan, âlem-i maddî ile âlem-i manevîyi birbirinden farketmediðinden, hükmü kýsmen yanlýþtýr ki, "Ben hakikî maddî bir deniz gördüm." der. Fakat uyanýk adam, âlem-i misâl ile âlem-i maddîyi farkettiði için tabirde hakký vardýr ki, dedi: "Gördüðün doðrudur, fakat hakikî deniz deðil; belki þu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuþ, kaval da köprü gibi olmuþ ve hakeza..." Demek oluyor ki; âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden farketmek lâzým gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlýþ görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var; fakat dört duvarýný kapayacak dört büyük âyine konulmuþ. Sen içine girdiðin vakit, o dar odayý bir meydan kadar geniþ görürsün. Eðer desen "Odamý geniþ bir meydan kadar görüyorum", doðru dersin. Eðer "Odam bir meydan kadar geniþtir" diye hükmetsen, yanlýþ edersin. Çünki âlem-i misâli, âlem-i hakikîye karýþtýrýrsýn. Ýþte Küre-i Arz'ýn tabakat-ý seb'asýna dair bazý ehl-i keþfin, Kitab ve Sünnet'in mizanýyla tartmadan beyan ettiði tasvirat, yalnýz coðrafya nokta-i nazarýndaki maddî vaziyetten ibaret deðildir. Meselâ, demiþler: "Bir tabaka-i Arz, cinn ve ifritlerindir. Binler sh: » (M: 87) sene geniþliði var. "Halbuki bir-iki senede devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleþemez. Fakat âlem-i mâna ve âlem-i misâlde ve âlem-i berzah ve ervahta, küremizi bir çamýn çekirdeði hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teþekkül eden misâlî þeceresi, o çekirdeðe nisbeten koca ir çam aðacý kadar olduðundan, bir kýsým ehl-i þuhud, seyr-i ruhanîlerinde, Arz'ýn tabakalarýndan bazýlarýný âlem-i misâlde pek çok geniþ görüyorlar; binler sene bir mesafe tuttuklarýný görüyorlar. Gördükleri doðrudur; fakat âlem-i misâl, sureten âlem-i maddîye benzediði için, iki âlemi memzuç görüyorlar; öyle tabir ediyorlar. Âlem-i sahveye döndükleri vakit, mizansýz olduðu için, meþhudatlarýný aynen yazdýklarýndan hilaf-ý hakikat telakki ediliyor. Nasýl küçük bir âyinede büyük bir saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misâliyeleri onda yerleþir. Öyle de âlem-i maddînin bir senelik mesafesinde, binler sene vüs'atinde vücud-u misâlî ve hakaik-i maneviye yerleþir. Hâtime: Þu mes'eleden anlaþýlýyor ki: Derece-i þuhud, derece-i îman-ý bilgaybdan çok aþaðýdýr. Yani: Yalnýz þuhuduna istinad eden bir kýsým ehl-i velayetin ihatasýz keþfiyatý, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin þuhuda deðil, Kur'ana ve vahye, gaybî fakat safi, ihatalý, doðru hakaik-i îmaniyelerine dair ahkâmlarýna yetiþmez. Demek bütün ahval ve keþfiyatýn ve ezvak ve müþahedatýn mizaný: Kitab ve Sünnettir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir. ÝKÝNCÝ MES'ELE-Ý MÜHÝMME: Sual: Vahdet-ül Vücud mes'elesi, çoklar tarafýndan en yüksek makam telakki ediliyor. Halbuki velayet-i kübrada bulunan baþta Hulefa-yý Erbaa olmak üzere Sahabeler ve hem baþta Hamse-i Âl-i Aba olarak Eimme-i Ehl-i Beyt ve hem baþta Eimme-i Erbaa olarak müçtehidîn ve tâbiînden bu çeþit vahdet-ül vücud meþrebi sarihan görülmemiþ. Acaba onlardan sonra çýkanlar daha ileri mi gitmiþler, daha mükemmel bir cadde-i kübra mý bulmuþlar? Elcevap: Hâþâ! Þems-i Risalet'in en yakýn yýldýzlarý ve en karib vereseleri bulunan o asfiyadan hiç kimsenin haddi deðil, daha ileri gidebilsin. Belki cadde-i kübra onlarýndýr. Vahdet-ül Vücud ise, bir meþreb ve bir hal ve bir nâkýs mertebedir. Fakat zevkli, neþ'eli olduðundan, seyr ü sülûkta o mertebeye sh: » (M: 88) girdikleri vakit çoðu çýkmak istemiyorlar, orada kalýyorlar; en münteha mertebe zannediyorlar. Ýþte þu meþreb sahibi, eðer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiþ ve esbab perdesini yýrtmýþ bir ruh ise, istiðrakkârane bir þuhuda mazhar ise; vahdet-ül vücuddan deðil, belki vahdet-üþ þuhuddan neþ'et eden, ilmî deðil, hâlî bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam temin edebilir. Hattâ Allah hesabýna kâinatý inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa esbab içinde dalmýþ ise, maddiyata mütevaggil ise, vahdet-ül vücud demesi, kâinat hesabýna Allah'ý inkâr etmeye kadar çýkar. Evet cadde-i kübra, sahabe ve tâbiîn ve asfiyanýn caddesidir. حَقَائِقُ اْلاَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ cümlesi, onlarýn kaide-i külliyeleridir. Ve Cenâb-ý Hakk'ýn لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ mazmûnu üzere, hiçbir þey ile müþabeheti yok. Tahayyüz ve tecezziden münezzehtir. Mevcudatla alâkasý, hâlýkýyettir. Ehl-i vahdet-ül vücudun dedikleri gibi; mevcudat, evham ve hayalât deðil. Görünen eþya dahi, Cenâb-ý Hakk'ýn âsârýdýr. "Heme Ost" deðil, "Heme Ezost"tur. Yani herþey O deðil, belki herþey Ondandýr. Çünki hâdisat, ayn-ý Kadîm olamaz. Þu mes'eleyi iki temsil ile fehme takrib edeceðiz: Birincisi: Meselâ bir padiþah var. O padiþahýn hâkim-i âdil ismiyle bir adliye dairesi var ki, o ismin cilvesini gösteriyor. Bir ismi de halifedir. Bir meþihat ve bir ilmiye dairesi, o ismin mazharýdýr. Bir de Kumandan-ý Azam ismi var. O isim ile devâir-i askeriyede faaliyet gösterir. Ordu, o ismin mazharýdýr. Þimdi biri çýksa dese ki: "O padiþah, yalnýz hâkim-i âdildir; devair-i adliyeden baþka daire yok." O vakit bilmecburiye, adliye memurlarý içinde, hakikî deðil itibarî bir surette, meþihat dairesindeki ulemanýn evsafýný ve ahvalini onlara tatbik edip, zýllî ve hayalî bir tarzda, hakikî adliye içinde tebeî ve zýllî bir meþihat dairesi tasavvur edilir. Hem daire-i askeriyeye ait ahval ve muamelâtýný yine farazî bir tarzda, o memurîn-i adliye içinde itibar edip, gayr-ý hakikî bir daire-i askeriye itibar edilir ve hâkeza... Ýþte þu halde, padiþahýn hakikî ismi ve hakikî hâkimiyeti, hâkim-i âdil ismidir ve adliyedeki hâkimiyettir. Halife, kumandan-ý azam, sultan gibi isimleri hakikî deðiller, itibarîdirler. Halbuki padiþahlýk mahiyeti ve saltanat hakikatý, bütün isimleri hakikî olarak iktiza eder. sh: » (M: 89) Hakikî isimler ise, hakikî daireleri istiyor ve iktiza ediyorlar. Ýþte saltanat-ý uluhiyet Rahmân, Rezzâk, Vehhâb, Hallâk, Fa'âl, Kerîm, Rahîm gibi pek çok esmâ-i mukaddeseyi hakikî olarak iktiza ediyor. O hakikî esma dahi, hakikî âyineleri iktiza ediyorlar. Þimdi ehl-i vahdet-ül vücud mâdem لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ der, hakaik-i eþyayý hayal derecesine indirir. Cenâb-ý Hakk'ýn Vâcib-ül Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa; hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücud rengi olmazsa, daha ziyade safî ve parlak olur. Fakat Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellileri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki o esmalar, Mevcud ismi gibi hakikattýrlar, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar. Ýþte Sahabe ve Asfiya-i Müçtehidîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt, حَقَائِقُ اْلاَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ derler ki, Cenâb-ý Hakk'ýn bütün esmasýyla hakikî bir surette tecelliyatý var. Bütün eþyanýn, Onun icadýyla bir vücud-u ârýzîsi vardýr. Ve o vücud çendan Vâcib-ül Vücud'un vücuduna nisbeten gayet zaîf ve kararsýz bir zýll, bir gölgedir; fakat hayal deðil, vehim deðildir. Cenâb-ý Hak, Hallak ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ediyor. Ýkinci Temsil: Meselâ þu menzilin dört duvarýnda dört tane endam âyinesi bulunsa, herbir âyine içinde her ne kadar o menzil öteki üç âyine ile beraber irtisam ediyor.. fakat herbir âyine, kendinin heyetine ve rengine göre eþyayý kendi içinde ihtiva eyler; kendine mahsus misalî bir menzil hükmündedir. Ýþte þimdi iki adam o menzile girse; birisi birtek âyineye bakar, der ki: "Herþey bunun içindedir." Baþka âyineleri ve âyinelerin içlerindeki suretleri iþittiði vakit, mesmuatýný o tek âyinedeki iki derece gölge olmuþ, hakikatý küçülmüþ, tegayyür etmiþ o âyinenin küçük bir köþesinde tatbik eder. Hem der: "Ben öyle görüyorum, öyle ise hakikat böyledir." Diðer adam ona der ki: "Evet sen görüyorsun.. gördüðün haktýr; fakat vaki'de ve nefsülemirde hakikatýn hakikî sureti öyle deðil. Senin dikkat ettiðin âyine gibi daha baþka âyineler var; gördüðün kadar küçücük, gölgenin gölgesi deðiller." sh: » (M: 90) Ýþte esmâ-i Ýlâhiyenin herbiri, ayrý ayrý birer âyine ister. Hem meselâ: Rahmân, Rezzâk hakikatlý, asýl olduklarý için, kendilerine lâyýk, rýzka ve merhamete muhtaç mevcudatý ister. Rahman nasýl hakikî bir dünyada rýzka muhtaç hakikatlý zîruhlarý ister; Rahîm de, öyle hakikî bir Cennet'i ister. Eðer yalnýz Mevcud ve Vâcib-ül Vücud ve Vâhid-i Ehad isimleri hakikî tutulup öteki isimler onlarýn içine gölge olmak haysiyetiyle alýnsa, o esmâya karþý bir haksýzlýk hükmüne geçer. Ýþte þu sýrdandýr ki: Cadde-i Kübra, elbette velayet-i kübra sahibleri olan Sahabe ve Asfiya ve Tâbiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve Eeimme-i Müçtehidînin caddesidir ki, doðrudan doðruya Kur'anýn birinci tabaka þakirdleridir. سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ ÜÇÜNCÜ MES'ELE: Hikmet ve akýl ile halledilmeyen bir mes'ele-i mühimme. كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِى شَاْنِ فَعّالٌ لِمَا يُرِيدُ Sual: Kâinattaki mütemadiyen þu hayret-engiz faaliyetin sýrrý ve hikmeti nedir? Neden þu durmayanlar durmuyorlar, daima dönüp tazeleniyorlar? Elcevap: Þu hikmetin izahý bin sahife ister. Öyle ise izahýný býrakýp gayet muhtasar bir icmalini iki sahifeye sýðýþtýracaðýz. Ýþte nasýlki bir þahýs, bir vazife-i fýtriyeyi veyahut bir vazife-i içtimaiyeyi yapsa ve o vazife için hararetli bir surette çalýþsa; elbette ona dikkat eden anlar ki, o vazifeyi ona gördüren iki þeydir: Birisi: Vazifeye terettüb eden maslahatlar, semereler, faidelerdir ki; ona "ille-i gaiye" denilir. Ýkincisi: Bir muhabbet, bir iþtiyak, bir lezzet vardýr ki: Hararetle o vazifeyi yaptýrýyor ki, ona "dâî ve muktazî" tabir edilir. Meselâ: Yemek yemek, iþtihadan gelen bir lezzet, bir iþtiyaktýr ki, onu yemeðe sevkeder. Sonra da yemeðin neticesi, vücudu beslemektir; sh: » (M: 91) hayatý idâme etmektir. Öyle de: وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى þu kâinattaki dehþet-engiz ve hayret-nümâ hadsiz faaliyet, iki kýsým esmâ-i Ýlâhiyeye istinad ederek iki hikmet-i vâsia içindir ki, herbir hikmeti de nihayetsizdir: Birincisi: Cenâb-ý Hakk'ýn esmâ-i hüsnasýnýn hadd ü hesaba gelmez enva'-ý tecelliyatý var. Mahlukatýn tenevvüleri, o tecelliyatýn tenevvüünden geliyor. O esmâ ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani, nakýþlarýný göstermek isterler. Yani nakýþlarýnýn âyinelerinde cilve-i cemâllerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabýný ve mevcudat mektubatýný ânen fe-ânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye manidar yazmak ve her bir mektubu, Zât-ý Mukaddes ve Müsemmâ-yý Akdes ile beraber, bütün zîþuurlarýn nazar-ý mütalaasýna göstermek ve okutturmak iktiza ederler. Ýkinci sebeb ve hikmet: Nasýlki mahlukattaki faaliyet bir iþtiha, bir iþtiyak, bir lezzetten geliyor. Ve hattâ herbir faaliyette kat'iyen lezzet vardýr; belki herbir faaliyet, bir nevi lezzettir. Öyle de Vâcib-ül Vücud'a lâyýk bir tarzda ve istiðna-i zâtîsine ve gýnâ-i mutlakýna muvafýk bir surette ve kemâl-i mutlakýna münasib bir þekilde hadsiz bir þefkat-i mukaddese ve hadsiz bir muhabbet-i mukaddese var. Ve o þefkat-i mukaddese ve o muhabbet-i mukaddeseden gelen hadsiz bir þevk-i mukaddes var. Ve o þevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürûr-u mukaddes var. Ve o sürûr-u mukaddesten gelen -tâbir caiz ise- hadsiz bir lezzet-i mukaddese var. Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlûkatýn faaliyet-i kudret içinde ve istidadlarý kuvveden fiile çýkmasýndan ve tekemmül etmesinden neþ'et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zât-ý Rahmân-ý Rahîm'e ait -tabir caiz ise- hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ý mukaddes vardýr ki, hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor. Ýþte þu hikmet-i dakikayý felsefe ve fen ve hikmet bilmediði içindir ki, þuursuz tabiatý ve kör tesadüfü ve câmid esbabý; þu gayet derecede alîmâne, hakîmâne, basîrâne faaliyete karýþtýrmýþlar, dalâlet zulümatýna düþüp nûr-u hakikatý bulamamýþlar. sh: » (M: 92) قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى كَاشِفِ طِلْسِمِ كَائِنَاتِكَ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْمَوْجُودَاتِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ مَا دَامَ اْلاَرْضُ وَ السَّموَاتُ اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى Said Nursî Link to comment Share on other sites More sharing options...
Recommended Posts