Jump to content
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

30. Söz


EMRE

Recommended Posts

Týlsým-ý kâinatý keþfeden, Kur'an-ý Hakîm'in mühim bir týlsýmýný halleden

 

 

 

Otuzuncu Söz

 

 

 

«Ene» ve «zerre»den ibaret bir «elif» bir «nokta»dýr.

 

Þu Söz iki maksaddýr. Birinci Maksad, «Ene»nin mahiyet ve neticesinden; Ýkinci Maksad, «zerre»nin hareket ve vazifesinden bahseder.

 

Birinci Maksad

 

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 

اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاْلجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً

 

Þu âyetin büyük hazinesinden tek bir cevherine iþaret edeceðiz. Þöyle ki:

 

Gök, zemin, dað tahammülünden çekindiði ve korktuðu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir vechi, «Ene»dir. Evet «Ene», zaman-ý Âdemden þimdiye kadar âlem-i insâniyetin etrafýna dal budak salan nuranî bir þecere-i tûba ile, müthiþ bir þecere-i zakkumun çekirdeðidir. Þu azîm hakikata giriþmeden evvel, o hakikatýn fehmini teshil edecek bir mukaddime Beyân ederiz. Þöyle ki:

 

Ene, künûz-u mahfiye olan Esmâ-i Ýlahiyyenin anahtarý olduðu gibi, kâinatýn týlsým-ý muðlakýnýn dahi anahtarý olarak bir

 

sh: » (S:568)

 

muamma-yý müþkilküþadýr, bir týlsým-ý hayretfezâdýr. O ene mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib týlsým olan ene açýlýr ve kâinat týlsýmýný ve âlem-i vücûbun künûzunu dahi açar. Þu mes'eleye dair «Þemme» isminde bir risale-i arabiyemde þöyle bahsetmiþiz ki: Âlemin miftahý insanýn elindedir ve nefsine takýlmýþtýr. Kâinat kapýlarý zâhiren açýk görünürken, hakikaten kapalýdýr. Cenâb-ý Hak, emanet cihetiyle insana ene namýnda öyle bir miftah vermiþ ki; âlemin bütün kapýlarýný açar ve öyle týlsýmlý bir enaniyet vermiþ ki; Hallâk-ý Kâinat'ýn künûz-u mahfiyesini onun ile keþfeder. Fakat ene, kendisi de gâyet muðlâk bir muamma ve açýlmasý müþkil bir týlsýmdýr. Eðer onun hakikî mahiyeti ve sýrr-ý hilkati bilinse; kendisi açýldýðý gibi kâinat dahi açýlýr. Þöyle ki:

 

Sâni-i Hakîm, insanýn eline emanet olarak, Rubûbiyyetinin sýfât ve þuûnatýnýn hakikatlarýný gösterecek, tanýttýracak, iþârat ve nümuneleri câmi' bir ene vermiþtir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kýyâsî olup, evsaf-ý Rubûbiyyet ve þuûnat-ý Ulûhiyyet bilinsin. Fakat vâhid-i kýyâsî, bir mevcûd-u hakikî olmak lâzým deðil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kýyasî teþkil edilebilir. Ýlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzým deðildir.

 

SUAL: Niçin Cenâb-ý Hakk'ýn sýfât ve esmâsýnýn mârifeti, enaniyete baðlýdýr?

 

ELCEVAB: Çünki mutlak ve muhît bir þeyin hududu ve nihayeti olmadýðý için, ona bir þekil verilmez ve üstüne bir Sûret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduðu anlaþýlmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlýk ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. Ýþte Cenâb-ý Hakk'ýn ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sýfât ve esmâsý; muhit, hududsuz, þeriksiz olduðu için onlara hükmedilmez ve ne olduklarý bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri olmadýðýndan, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzým geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rubûbiyyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile mûhit sýfatlara bir hadd-i mevhum vaz'eder. «Buraya kadar benim, ondan sonra onundur» diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onlarýn mahiyetini yavaþ yavaþ anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rubûbiyyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlýkýnýn rubûbiyyetini anlar ve zâhir mâlikiyyetiyle,

 

 

 

sh: » (S:569)

 

Hâlýkýnýn hakikî mâlikiyetini fehmeder ve «Bu hâneye mâlik olduðum gibi, Hâlýk da þu kâinatýn mâlikidir.» der ve cüz'î ilmiyle onun ilmini fehmeder ve kesbî san'atçýðýyla o Sâni'-i Zülcelâl'in ibdâ-i san'atýný anlar. Meselâ: «Ben þu evi nasýl yaptým ve tanzim ettim. Öyle de þu dünya hânesini birisi yapmýþ ve tanzim etmiþ» der. Ve hâkezâ... Bütün sýfât ve þuûnat-ý Ýlâhiyyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlý ahvâl ve sýfât ve hissiyat, ene'de münderiçtir. Demek ene, âyîne-misâl ve vâhid-i kýyâsî ve alet-i inkiþaf ve mâna-yý harfî gibi; mânasý kendinde olmayan ve baþkasýnýn mânasýný gösteren, vücud-u insâniyyetin kalýn ipinden þuurlu bir tel ve mâhiyyet-i beþeriyyenin hullesinden ince bir ip ve þahsiyet-i âdemiyetin kitabýndan bir eliftir ki, o elif'in «iki yüzü» var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnýz feyze kabildir. Vereni kabûl eder, kendi îcad edemez. O yüzde fâil deðil, îcaddan eli kýsadýr. Bir yüzü de þerre bakar ve ademe gider. Þu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Hem onun mahiyyeti, harfiyyedir; baþkasýnýn mânasýný gösterir. Rubûbiyyeti hayâliyyedir. Vücudu o kadar zaîf ve incedir ki; bizzât kendinde hiç bir þeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki eþyanýn derecat ve miktarlarýný bildiren mîzân-ül hararet ve mîzân-ül hava gibi mîzanlar nev'inden bir mîzandýr ki; Vâcib-ül Vücûd'un mutlak ve muhit ve hududsuz sýfâtýný bildiren bir mîzandýr.

 

Ýþte mahiyyetini þu tarzda bilen ve iz'an eden ve ona göre hareket eden قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّيَهَا beþaretinde dahil olur. Emaneti bihakkýn edâ eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduðunu ve ne vazife gördüðünü görür ve âfâkî mâlûmat nefse geldiði vakit, ene'de bir Mûsaddýk görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalýr. Zulmet ve abesiyyete inkýlâb etmez. Vaktâki ene, vazifesini þu Sûretle ifa etti; vâhid-i kýyâsî olan mevhum rubûbiyyetini ve farazî mâlikiyetini terkeder. لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ der. Hakikî ubâdiyyetini takýnýr. Makam-ý «ahsen-i takvîm»e çýkar.

 

Eðer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fýtriyesini terkederek kendine mâna-yý ismiyle baksa, kendini mâlik îtikad etse; o

 

 

 

sh: » (S:570)

 

vakit emanete hýyânet eder, وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّيَهَا altýnda dâhil olur. Ýþte bütün þirkleri ve þerleri ve dalâletleri tevlid eden enaniyetin þu cihetindendir ki; semâvat ve arz ve cibâl tedehhüþ etmiþler, farazî bir þirkten korkmuþlar. Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür topraðý altýnda neþvünema bulur; gittikçe kalýnlaþýr. Vücûd-u insanýn her tarafýna yayýlýr. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insaný bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle âdeta ene olur. Sonra nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip; o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, þeytan gibi, Sâni'-i Zülcelâl'in evâmirine karþý mübâreze eder. Sonra kýyâs-ý binnefs Sûretiyle herkesi, hattâ herþeyi kendine kýyas edip, Cenâb-ý Hakk'ýn mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gâyet azîm bir þirke düþer. اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ meâlini gösterir. Evet nasýl mîrî malýndan kýrk parayý çalan bir adam, bütün hâzýr arkadaþlarýna birer dirhem almasýný kabûl ile hazmedebilir. Öyle de «Kendime mâlikim» diyen adam, «Herþey kendine mâliktir» demeye ve îtikad etmeye mecburdur.

 

Ýþte ene, þu hâinâne vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadýr. Binler fünûnu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duygularý, efkârlarý kâinatýn envâr-ý mârifetini getirdiði vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ýþýklandýracak ve idame edecek bir madde bulmadýðý için sönerler. Gelen herþey, nefsindeki renkler ile boyalanýr. Mahz-ý hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka Sûretini alýr. Çünki þu haldeki ene'nin rengi, þirk ve ta'tildir, Allah'ý inkârdýr. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene'deki karanlýklý bir nokta, onlarý nazarda söndürür, göstermez. Onbirinci Söz'de mahiyet-i insâniyenin ve mahiyet-i insâniyedeki enaniyetin, -mâna-yý harfî cihetiyle- ne kadar hassas bir mizân ve doðru bir mikyas ve muhît bir fihriste ve mükemmel bir harita ve câmi' bir âyine ve kâinata güzel bir takvim, bir ruznâme olduðu gâyet kat'î bir Sûrette tafsil edilmiþtir. Ona müracaat edilsin. O Söz'deki tafsilâta iktifaen kýsa keserek mukaddimeye nihayet verdik. Eðer mukaddimeyi anladýnsa gel, hakikata giriyoruz.

 

sh: » (S:571)

 

Ýþte bak: Âlem-i insâniyette, zaman-ý Âdem'den þimdiye kadar iki cereyan-ý azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insâniyyede dal budak salmýþ, iki þecere-i azîme hükmünde... Biri, silsile-i Nübüvvet ve diyanet; diðeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiþ gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiþ ise, yâni: Silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehâlet edip itâat ederek hizmet etmiþse; âlem-i insâniyyet, parlak bir Sûrette bir saadet, bir hayat-ý içtimaiyye geçirmiþtir. Ne vakit ayrý gitmiþler ise, bütün hayýr ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafýna toplanmýþ ve þerler ve dalâletler, felsefe silsilesinin etrafýna cem'olmuþtur. Þimdi þu iki silsilenin menþe'lerini, esâslarýný bulmalýyýz.

 

 

 

Ýþte diyanet silsilesine itâat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir þecere-i zakkum Sûretini alýp, þirk ve dalâlet zulümatýný etrafýna daðýtýr. Hattâ, kuvve-i akliye dalýnda; Dehriyyûn, Maddiyyûn, Tabiiyyûn meyvelerini, beþer aklýnýn eline vermiþ. Ve kuvve-i gadabiyye dalýnda; Nemrudlarý, Fir'avunlarý, Þeddadlarý (Hâþiye) beþerin baþýna atmýþ. Ve kuvve-i þeheviye-i behîmiye dalýnda; âliheleri, sanemleri ve ulûhiyyet dâva edenleri semere vermiþ, yetiþtirmiþ. O þecere-i zakkumun menþe'i ile silsile-i Nübüvvetin ki bir þecere-i tûba-i ubûdiyyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin baðýnda mübarek dallarý: Kuvve-i akliye dalýnda Enbiya ve Mürselîn ve Evliya ve Sýddýkîn meyvelerini yetiþtirdiði gibi.. kuvve-i dafia; dalýnda âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i câzibe dalýnda; hüsn-ü sîret ve ismetli cemâl-i Sûret ve sehavet ve keremnâmdarlar meyvesini yetiþtiren ve beþer nasýl þu kâinatýn en mükemmel bir meyvesi olduðunu gösteren o þecerenin menþe'i ile beraber ene'nin iki cihetindedir. O iki þecereye menþe' ve medâr, esâslý bir çekirdek olarak ene'nin iki vechini Beyân edeceðiz. Þöyle ki:

 

Ene'nin bir vechini Nübüvvet tutmuþ gidiyor; diðer vechini felsefe tutmuþ geliyor.

 

Nübüvvetin vechi olan birinci vecih: Ubûdiyyet-i mahzanýn

 

______________________________

 

(Hâþiye): Evet Nemrudlarý, Firavunlarý yetiþtiren ve dâyelik edip emziren; eski Mýsýr ve Babil'in ya sihir derecesine çýkmýþ veyahut hususî olduðu için etrafýnda sihir telâkki edilen eski felsefeleri olduðu gibi.. âliheleri eski Yunan kafasýnda yerleþtiren ve esnâmý tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklýðýdýr. Evet tabiatýn perdesi ile Allah'ýn nurunu görmeyen insan, herþeye bir ulûhiyyet verip kendi baþýna Mûsallat eder.

 

sh: » (S:572)

 

menþe'idir. Yâni ene, kendini abd bilir. Baþkasýna hizmet eder, anlar. Mahiyyeti harfiyyedir. Yâni; baþkasýnýn mânasýný taþýyor, fehmeder. Vücudu, tebeîdir. Yâni; baþka birisinin vücudu ile kaim ve îcadýyla sabittir, îtikad eder. Mâlikiyyeti, vehmiyyedir. Yâni kendi mâlikinin izni ile; sûrî, muvakkat bir mâlikiyyeti vardýr, bilir. Hakikatý, zýlliyedir. Yâni, hak ve vâcib bir hakikatýn cilvesini taþýyan mümkin ve miskin bir zýlldir. Vazifesi ise, kendi Hâlýkýnýn sýfât ve þuûnâtýna mikyas ve mîzan olarak, þuurkârane bir hizmettir. Ýþte enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya ene'ye þu vecihle bakmýþlar, böyle görmüþler, hakikatý anlamýþlar. Bütün mülkü Mâlik-ül Mülk'e teslim etmiþler ve hükmetmiþler ki: O Mâlik-i Zülcelâl'in ne mülkünde, ne Rubûbiyyetinde, ne Ulûhiyyetinde þerik ve nazîri yoktur; mûin ve vezire muhtaç deðil; herþeyin anahtarý Onun elindedir; herþeye Kadir-i Mutlaktýr. Esbab, bir perde-i zâhiriyedir; tabiat, bir þeriat-ý fýtriyyesidir ve kanunlarýnýn bir mecmuasýdýr ve kudretinin bir mistarýdýr. Ýþte þu parlak nuranî güzel yüz, hayatdar ve mânidar bir çekirdek hükmüne geçmiþ ki; Hâlýk-ý Zülcelâl bir þecere-i tûba-i ubûdiyyeti ondan halketmiþtir ki, onun mübârek dallarý, âlem-i beþeriyyetin her tarafýný nuranî meyvelerle tezyin etmiþtir. Bütün zaman-ý mâzideki zulümatý daðýtýp, o uzun zaman-ý mâzi; felsefenin gördüðü gibi bir mezar-ý ekber, bir ademistan olmadýðýný.. belki istikbale ve Saadet-i Ebediyyeye atlamak için, ervâh-ý âfilîne bir medâr-ý envar ve muhtelif basamaklý bir mi'rac-ý münevver ve aðýr yüklerini býrakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhlarýn nuranî bir nuristaný ve bir bostaný olduðunu gösterir.

 

Ýkinci vecih ise: Felsefe tutmuþtur. Felsefe ise, ene'ye mâna-yý ismiyle bakmýþ. Yâni, kendi kendine delâlet eder, der. Mânâsý kendindedir, kendi hesabýna çalýþýr, hükmeder. Vücudu; aslî, zâtî olduðunu telakki eder. Yâni zâtýnda bizzât bir vücudu vardýr, der. Bir hakk-ý hayatý var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu'meder. Onu bir hakikat-ý sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtýndan neþ'et eden bir tekemmül-ü zâtî olduðunu bilir ve hakeza.. çok esâsât-ý fâsideye mesleklerini bina etmiþler. O esâsât, ne kadar esâssýz ve çürük olduðunu sâir risalelerimde ve bilhassa Sözlerde hususan Onikinci ve Yirmibeþinci Sözlerde kat'î isbat etmiþiz. Hattâ silsile-i felsefenin en mükemmel ferdleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, Ýbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar; «Ýnsaniyyetin

 

sh: » (S:573)

 

gayet-ül gayâtý, (teþebbüh-ü bil-vâcib)dir.. yâni Vâcib-ül Vücud'a benzemektir» deyip firavunane bir hüküm vermiþler ve enaniyeti kamçýlayýp þirk derelerinde serbest koþturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva'-ý þirk taifelerine meydan açmýþlar. Ýnsaniyyetin esâsýnda münderiç olan acz ve za'f, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapýlarýný kapayýp, ubâdiyyetin yolunu seddetmiþler. Tabiata saplanýp, þirkten tamamen çýkamayýp, þükrün geniþ kapýsýný bulamamýþlar...

 

Nübüvvet ise: Gaye-i insâniyyet ve vazife-i beþeriyyet, ahlâk-ý Ýlâhiyye ile ve secaya-yý hasene ile tahallûk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i Ýlâhiyyeye iltica, za'fýný görüp kuvvet-i Ýlâhiyyeye istinad, fakrýný görüp Rahmet-i Ýlâhiyyeye îtimad, ihtiyacýný görüp gýnâ-yý Ýlâhiyyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ý Ýlâhîye istiðfar, naksýný görüp kemâl-i Ýlâhîye tesbihhan olmaktýr diye, ubûdiyyetkârane hükmetmiþler.

 

Ýþte diyanete itâat etmeyen felsefenin böyle yolu þaþýrdýðý içindir ki; ene kendi dizginini eline almýþ.. dalâletin herbir nev'ine koþmuþ. Ýþte þu vecihteki ene'nin baþý üstünde bir þecere-i zakkum neþvünema bulup, âlem-i insâniyyetin yarýsýndan fazlasýný kaplamýþ.

 

Ýþte o þecerenin kuvve-i þeheviye-i behîmiyye dalýnda, beþerin enzârýna verdiði meyveler ise; esnamlar ve âlihelerdir. Çünki Felsefenin esâsýnda; kuvvet müstahsendir. Hattâ «Elhükmü- lil-galib» bir düsturudur. «Galebe edende bir kuvvet var.» «Kuvvette hak vardýr.» der.(Hâþiye-1) Zulmü mânen alkýþlamýþ; zâlimleri teþci' etmiþtir ve cebbarlarý, ulûhiyyet dâvasýna sevketmiþtir. Hem masnu'daki güzelliði ve nakýþtaki hüsnü, masnûa ve nakþa mal edip, Sâni' ve Nakkaþ'ýn mücerred ve mukaddes cemâlinin cilvesine nisbet etmeyerek.. «Ne güzel yapýlmýþ» yerine.. «Ne güzeldir» der. Perestiþe lâyýk bir sanem hükmüne getirir. Hem herkese satýlan müzahraf, hodfüruþ, gösterici, riyâkâr bir hüsnü istihsan ettiði için riyâkârlarý alkýþlamýþ, sanem-misâlleri kendi âbidlerine âbide(Hâþiye-2) yapmýþtýr. O þecerenin kuvve-i gadabiye dalýnda, bîçâre be

 

_________________________

 

(Hâþiye-1): Düstur-u Nübüvvet, «Kuvvet haktadýr; hak kuvvette deðildir» der, zulmü keser, adâleti te'min eder.

 

(Hâþiye-2): Yâni; o sanem-misâller perestiþkârlarýnýn hevesâtlarýna hoþ görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyâ kârane gösteriþ ile ibâdet gibi bir vaziyet gösteriyorlar

 

sh: » (S:574)

 

þerin baþýnda küçük-büyük Nemrudlar, Firavunlar, Þeddadlar meyvelerini yetiþtirmiþ. Kuvve-i akliye dalýnda, âlem-i insâniyetin dimaðýna Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun gibi meyveleri vermiþ; beþerin beynini bin parça etmiþtir...

 

Þimdi þu hakikatý tenvir için, felsefe mesleðinin esâsât-ý fâsidesinden neþ'et eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esâsât-ý sâdýkasýndan tevellüd eden neticelerinin binler müvazenesinden nümune olarak «üç-dört misâl» zikrediyoruz.

 

Meselâ: Nübüvvetin hayat-ý þahsiyyedeki düsturî neticelerinden تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ اللّهِ kaidesiyle «Ahlâk-ý Ýlâhiyye ile muttasýf olup Cenâb-ý Hakk'a mütezellilane teveccüh edip; acz, fakr, kusurunuzu bilip dergâhýna abd olunuz» düsturu nerede... Felsefenin «teþebbüh-ü bil-Vâcib» insâniyyetin gayet-i kemâlidir kaidesiyle «Vâcib-ül Vücud'a benzemeðe çalýþýnýz» hodfürûþâne düsturu nerede! Evet.. nihayetsiz acz, za'f, fakr, ihtiyaç ile yoðrulmuþ olan mahiyyet-i insâniyye nerede! Nihayetsiz Kadir, kavî, ganî ve müstaðnî olan Vâcib-ül Vücud'un mahiyyeti nerede!..

 

Ýkinci Misâl: Nübüvvetin hayat-ý içtimaiyyedeki düsturî neticelerinden ve þems ve kamerden tut, tâ nebâtat hayvanatýn imdadýna ve hayvanat insanýn imdadýna, hattâ zerrat-ý taâmiyye hüceyrat-ý bedenin imdadýna ve muâvenetine koþturulan düstur-u teâvün, kanun-u kerem, nâmus-u ikram nerede! Felsefenin hayat-ý içtimaiyyedeki düsturlarýndan ve yalnýz bir kýsým zâlim ve canavar insanlarýn ve vahþî hayvanlarýn, fýtratlarýný sû'-i istimallerinden neþ'et eden düstur-u cidal nerede! Evet düstur-u cidali o kadar esâslý ve küllî kabûl etmiþler ki, «Hayat bir cidaldir» diye eblehâne hükmetmiþler.

 

Üçüncü Misâl: Nübüvvetin Tevhid-i Ýlâhî hakkýndaki netâic-i âliyesinden ve düstur-u galiyesinden اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ yâni «Her birliði bulunan, yalnýz birden sudûr edecektir.» «Mâdem her þeyde ve bütün eþyada bir birlik var; demek birtek zâtýn îcâdýdýr» diye olan

 

tevhidkârâne düs

 

 

 

sh: » (S:575)

 

turu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u îtikadiyyesinden olan اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ عَنْهُ اِلاَّ الْوَاحِدُ «Birden bir sudûr eder» yâni, «Bir zâttan, bizzât birtek sudûr edebilir. Sâir þeyler, vasýtalar vasýtasýyla ondan sudûr eder» diye Ganiyy-i Ale-l-ýtlak ve Kadir-i Mutlak'ý âciz vesâite muhtaç göstererek, bütün esbâba ve vesâite, Rubûbiyette bir nevi þirket verip Hâlýk-ý Zülcelâl'e, «akl-ý evvel» namýnda bir mahlûku verip, âdeta sâir mülkünü esbâba ve vesâite taksim ederek bir þirk-i azîme yol açan, þirk-âlûd ve dalalet-piþe o felsefenin düsturu nerede?.. Hükemânýn yüksek kýsmý olan Ýþrâkiyyun böyle haltetseler; Maddiyyun, Tabiiyyun gibi aþaðý kýsýmlarý ne kadar haltedeceklerini kýyas edebilirsin.

 

Dördüncü Misâl: Nübüvvetin düstur-u hakîmanesinden وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ sýrrýyla: «Herþeyin, her zîhayatýn neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise; Sâniine ait neticeleri, Fâtýrýna bakan hikmetleri binlerdir. Herbir þeyin, hattâ bir meyvenin; bir aðacýn meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduðu» mahz-ý hakikat olan düstur-u hikmet nerede.. Felsefenin: «Herbir zîhayatýn neticesi kendine bakar veyahut insanýn menafiine aittir» diye, koca bir dað gibi aðaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gâyet mânâsýz bir abesiyet içinde gördüðü hikmetsiz hikmet-i müzahrafe düsturlarý nerede... Þu hakikat, Onuncu Söz'ün Onuncu Hakikatýnda bir derece gösterildiðinden kýsa kestik. Ýþte bu dört misâle, binler misâli kýyas edebilirsin. «Lemaat» namýndaki bir risalede bir kýsmýna iþaret etmiþiz.

 

Ýþte felsefenin þu esâsât-ý fâsidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki: Ýslâm Hükemâsýndan Ýbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhîler, þa'þaa-i sûriyesine meftun olup, o mesleðe aldanýp, o mesleðe girdiklerinden; âdi bir mü'min derecesini ancak kazanabilmiþler. Hattâ Ýmam-ý Gazâlî gibi bir Hüccet-ül Ýslâm, onlara o dereceyi de vermemiþ.

 

Hem mütekellimînin mütebahhirîn ülemâsýndan olan Mu'tezile imamlarý, zînet-i sûrîsine meftun olup, o mesleðe ciddî temas ederek, aklý hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsýk, mübtedi bir mü'

 

 

 

sh: » (S:576)

 

min derecesine çýkabilmiþler. Hem üdebâ-yý Ýslâmiyenin meþhurlarýndan bedbinlikle mâruf Ebû-l Alâ-i Maarrî ve yetîmâne aðlayýþýyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleðin nefs-i emmâreyi okþayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemâlden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip: «Edebsizlik ediyorsunuz, zýndýkaya giriyorsunuz, zýndýklarý yetiþtiriyorsunuz» diye zecirkârane tedib tokatlarýný almýþlar.

 

Hem meslek-i felsefenin esâsât-ý fâsidesindendir ki: Ene, kendi zâtýnda hava gibi zaîf bir mahiyeti olduðu halde, felsefenin meþ'um nazarý ile mânâ-yý ismî cihetiyle baktýðý için; güya buhar-misâl o ene temeyyu edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallûb ediyor. Sonra gaflet ve inkâr ile o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür eder, þeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalýnlaþýp sahibini yutar. Nev'-i insanýn efkârýyla þiþer. Sonra sâir insanlarý, hattâ esbabý kendine ve nefsine kýyas edip, onlara -kabûl etmedikleri ve teberri ettikleri halde- birer firavunluk verir. Ýþte o vakit, Hâlýk-ý Zülcelâl'in evâmirine karþý mübareze vaziyetini alýr. مَنْ يُحْيِى اْلعِظَامَ وَ هِىَ رَمِيمٌ der. Meydan okur gibi Kadîr-i Mutlak'ý acz ile ittiham eder. Hattâ Hâlîk-ý Zülcelâl'in evsafýna müdahale eder. Ýþine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluðunun hoþuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder. Ezcümle:

 

Felâsifenin bir taifesi, Cenâb-ý Hakk'a «Mûcib-i bizzât» demiþler, ihtiyarýný nefyetmiþler; ihtiyarýný isbat eden bütün kâinatýn nihayetsiz þehadetlerini tekzib etmiþler. Feyâ Sübhanallah! Þu kâinatta zerreden þemse kadar bütün mevcûdat taayyünatlarýyla, intizâmatýyla, hikmetleriyle, mizanlarýyla Sâniin ihtiyarýný gösterdikleri halde, þu kör olasý felsefenin gözü görmüyor. Hem bir kýsým felâsife, «Cüz'iyata ilm-i Ýlâhî taallûk etmiyor» diye ilm-i Ýlâhînin âzametli ihâtasýný nefyedip, bütün mevcûdâtýn þehâdât-ý sâdýkalarýný reddetmiþler. Hem felsefe, esbaba tesir verip, tabiat eline îcad verir. Yirmiikinci Söz'de kat'î bir Sûrette isbat edildiði gibi; her þeyde Hâlýk-ý Külli Þey'e has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, câmid, þuûrsuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri

 

 

 

sh: » (S:577)

 

birer mektûbât-ý Samedâniyye hükmünde olan mevcûdâtýn bir kýsmýný ona mal eder.

 

Hem Onuncu Söz'de isbat edildiði gibi, Cenâb-ý Hak bütün esmâsýyla ve kâinat bütün hakaikýyla ve silsile-i Nübüvvet bütün tahkikatýyla ve Kütüb-ü Semâviyye bütün âyâtýyla gösterdikleri haþir ve âhiret kapýsýný bulmayýp, haþri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmiþler. Ýþte bu hurafatlara sâir mes'elelerini kýyas edebilirsin. Evet þeytanlar, güya ene'nin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarýnýn akýllarýný havaya kaldýrýp dalâlet derelerine atýp daðýtmýþtýr. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tâgutlardandýr.

 

فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللَّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى لاَ انْفِصَامَ لَهَا وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

 

Geçen hakikatý tenvir edecek bir seyahat-ý hayâliyye Sûretinde nim-manzum olarak «Lemaat»ta yazdýðým bir vâkýa-i mîsâliyyenin meâlini þurada zikretmeðe münasebet geldi. Þöyle ki:

 

Bu risalenin te'lifinden sekiz sene evvel Ýstanbul'da, Ramazan-ý Þerifte, meslek-i felsefe ile münasebette bulunan Eski Sâid'in Yeni Sâid'e inkýlâb edeceði bir hengâmdadýr ki, Fâtiha-i Þerife'nin âhirinde صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَ الضَّآلِّينَ ile iþaret ettiði üç mesleði düþünürken þöyle bir vâkýa-i hayaliye, bir hâdise-i misâliye, rü'yâya benzer bir hâdise gördüm ki:

 

Kendimi, bir sahra-yý azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü; karanlýklý, sýkýcý ve boðucu bir bulut tabakasý kaplamýþ. Ne nesîm var, ne ziya, ne âb-ý hayat.. hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafý canavarlar, muzýr ve muvahhiþ mahlûklarla dolu olduðunu tevehhüm ettim. Kalbime geldi ki: «Þu zeminin öteki tarafýnda ziya, nesîm, âb-ý hayat var. Oraya geçmek lâzým.» Baktým ki, ihtiyarsýz sevk olunuyorum. Zeminin içinde, tünel-vârî bir maðaraya sokuldum. Gitgide zeminin içinde seyahat ettim. Bakýyorum ki: Benden evvel

 

 

 

sh: » (S:578)

 

o taht-el arz yolda çok kimseler gitmiþler. Her tarafta boðulup kalmýþlar. Onlarýn ayak izlerini görüyordum. Bazýlarýnýn bir zaman seslerini iþitiyordum. Sonra sesleri kesiliyordu.

 

Ey, hayali ile benim seyahat-ý hayâliyyeme iþtirâk eden arkadaþ! O zemin, tabiattýr ve felsefe-i tabiiyyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârý ile hakikata yol açmak için açtýklarý meslektir. Gördüðüm ayak izleri, Eflâtun ve Aristo(Hâþiye) gibi meþâhirlerindir. Ýþittiðim sesler, Ýbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhîlerindir. Evet Ýbn-i Sina'nýn bâzý sözlerini, kanunlarýný bâzý yerlerde görüyordum. Sonra, bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiþ. Demek boðulmuþ. Her ne ise, seni meraktan kurtarmak için hayalin altýndaki hakikatýn bir köþesini gösterdim. Þimdi seyahatýma dönüyorum.

 

Gitgide baktým ki benim elime iki þey verildi. Biri, bir elektrik; o taht-el arz tabiatýn zulümatýný daðýtýr. Diðeri, bir âlet ile dahi azîm kayalar, dað-misâl taþlar parçalanýp bana yol açýlýyor. Kulaðýma denildi ki: «Bu elektrik ile o âlet, Kur'anýn hazinesinden size verilmiþtir.» Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktým ki, öteki tarafa çýktým. Gâyet güzel bir bahar mevsiminde bulutsuz bir güneþ, ruh-efza bir nesîm, hayatdar bir âb-ý leziz, her taraf þenlik içinde bir âlem gördüm. Elhamdülillâh dedim.

 

Sonra baktým ki, ben kendi kendime mâlik deðilim. Birisi beni tecrübe ediyor. Yine evvelki vaziyette o sahra-yý azîmede, boðucu bulut altýnda yine ben kendimi gördüm. Daha baþka bir yolda bir saik beni sevkediyordu. Bu defa taht-ez zemin deðil, belki seyr ü seyahatla yeryüzünü kat'edip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatýmda öyle acâib ve garâibi görüyordum ki, târif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, fýrtýna beni tehdid eder, herþey bana müþkilât peyda eder. Fakat yine Kur'andan bana verilen bir vasýta-i seyahatýmla geçiyordum, galebe çalýyordum. Gitgide bakýyordum, Her tarafta seyyahlarýn cena

 

_______________________________

 

(Hâþiye): Eðer desen: «Sen necisin, bu meþahire karþý meydana çýkýyorsun? Sen bir sinek gibi olup da, kartallarýn uçmalarýna karýþýyorsun?» Ben de derim ki: «Kur'an gibi bir üstâd-ý ezeliyem varken, dalâlet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklýn þâkirdleri olan o kartallara, hakikat ve mârifet yolunda, sinek kanadý kadar da kýymet vermeðe mecbur deðilim. Ben onlardan ne kadar aþaðý isem, onlarýn üstadý dahi, benim üstadýmdan bin defa daha aþaðýdýr. Üstadýmýn himmetiyle, onlarý garkeden madde, ayaðýmý da ýslatamadý. Evet büyük bir padiþahýn, onun kanununu ve evâmirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir þâhýn büyük bir müþirinden daha büyük iþler görebilir.»

 

 

 

sh: » (S:579)

 

zeleri bulunuyor. O seyahatý bitirenler, binde ancak birdir. Her ne ise... O buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip güzel Güneþle karþýlaþtým. Ruh-efzâ nesîmi teneffüs ederek, Elhamdülillah dedim. O cennet gibi o âlemi seyre baþladým.

 

Sonra baktým: Biri var ki, beni orada býrakmýyor. Baþka yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müdhiþ sahraya getirdi. Baktým ki: Yukarýdan inmiþ ayný asansörler gibi muhtelif tarzlarda; bâzý tayyare, bâzý otomobil, bâzý zenbil gibi þeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atýlsa yukarýya çekiliyor. Ben de birisine atladým. Baktým, bir dakika zarfýnda bulutun fevkine beni çýkardý. Gâyet güzel, müzeyyen, yeþil daðlarýn üstüne çýktým. O bulut tabakasý, daðýn yarýsýna kadar gelmemiþti. En lâtif bir nesîm, en leziz bir âb, en þirin bir ziya her tarafta görünüyor. Baktým ki: O asansörler gibi nuranî menziller, her tarafta var. Hattâ iki seyahatýmda ve zeminin öteki yüzünde onlarý görmüþtüm. anlamamýþtým. Þimdi anlýyorum ki þunlar, Kur'an-ý Hakîm'in âyetlerinin cilveleridir.

 

Ýþte وَلاَ الضَّآلِّينَ ile iþaret olunan evvelki yol, tabiata saplananlarýn ve tabiiyyun fikrini taþýyanlarýn mesleðidir ki; onda, hakikata ve nura geçmek için ne kadar müþkilât olduðunu hissettiniz. غَيْرِ الْمَغْضُوبِ ile iþaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite îcad ve tesir verenlerin, Meþâiyyun hükemâsý gibi; yalnýz akýl ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve Vâcib-ül Vücud'un mârifetine yol açanlarýn mesleðidir. اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ile iþaret olunan üçüncü yol ise: Sýrat-ý müstakim ehli olan ehl-i Kur'anýn cadde-i nurâniyyesidir ki, en kýsa, en rahat, en selâmet ve herkese açýk, semâvî ve rahmanî ve nuranî bir meslektir.

 

* * *

 

 

 

sh: » (S: 580)

 

Ýkinci Maksad

 

[Tahavvülât-ý zerrâta dair]

 

Þu âyetin hazinesinden bir zerreye iþaret edecektir.

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لاَ تَاْتِينَا السَّاعَةُ قُلْ بَلَى وَ رَبِّى لَتَاْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّموَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلآَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ

 

[Þu âyetin pek büyük hazinesinden bir miskal zerre miktarýnda, yâni zerre sandukçasýnda olan cevheri gösterir ve zerrenin hareket ve vazifesinden bir nebze bahseder. Þu maksad, bir «Mukaddime» ile «Üç Nokta»dan ibarettir.]

 

Mukaddime

 

Tahavvülât-ý zerrat, Nakkaþ-ý Ezelî'nin kalem-i kudreti, kitab-ý kâinatta yazdýðý âyât-ý tekvîniyyenin hengâmýndaki ihtizazatý ve cevelânýdýr. Yoksa; Maddiyyun ve Tabiiyyunlarýn tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncaðý ve karýþýk, mânâsýz bir hareket deðildir. Çünki: :Bütün mevcûdât gibi zerreler ve herbir zerre, mebde'-i hareketinde «Bismillâh» der. Çünki: Nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldýrýr ve buðday tanesi kadar bir çekirdeðin koca bir çam aðacý gibi bir yükü omuzuna almasý gibi... Hem vazifesinin hitamýnda «Elhamdülillah» der. Çünki bütün ukulü hayrette býrakan hikmetli bir cemâl-i san'at, faideli bir hüsn-ü nakþ göstererek Sâ

 

 

 

sh: » (S:581)

 

ni'-i Zülcelâl'in medâyihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir; meselâ: Nar ve mýsýra dikkat et.

 

Evet tahavvülât-ý zerrat; (Hâþiye), Âlem-i gaybdan olan her

 

___________________________

 

(Hâþiye): Ýkinci Maksad'ýn tahavvülât-ý zerratýn târifine dair olan uzun cümlenin haþiyesidir.

 

Kur'an-ý Hakîm'de «Ýmam-ý Mübin» ve «Kitab-ý Mübin», mükerrer yerlerde zikredilmiþtir. Ehl-i tefsir, «ikisi birdir»; bir kýsmý, «Ayrý ayrýdýr» demiþler. Hakikatlarýna dair Beyânâtlarý muhteliftir. Hülâsa: «Ýlm-i Ýlâhî'nin unvanlarýdýr» demiþler. Fakat Kur'anýn feyzi ile þöyle kanaatým gelmiþ ki: «Ýmam-ý Mübîn», Ýlim ve emr-i Ýlahînin bir nev'ine bir unvandýr ki, âlem-i þehadetten ziyade âlem-i gayba bakýyor. Yâni zaman-ý halden ziyade mâzi ve müstakbele nazar eder. Yâni, herþey'in vücud-u zâhirîsinden ziyade aslýna, nesline ve köklerine ve tohumlarýna bakar. Kader-i Ýlâhînin bir defteridir. Þu defterin vücudu, Yirmialtýncý Söz'de, hem Onuncu Söz'ün hâþiyesinde isbat edilmiþtir. Evet þu «Ýmam-ý Mübîn», bir nevi ilim ve emr-i Ýlahînin bir unvanýdýr. Yâni, eþyanýn mebâdileri ve kökleri ve asýllarý, kemâl-i intizâm ile eþyanýn vücudlarýný gâyet san'atkârane intaç etmesi cihetiyle elbette desâtir-i ilm-i Ýlâhînin bir defteri ile tanzim edildiðini gösteriyor ve eþyanýn neticeleri, nesilleri, tohumlarý; ileride gelecek mevcûdâtýn proðramlarýný, fihristelerini tâzammun ettiklerinden elbette evâmir-i Ýlâhiyenin bir küçük mecmuasý olduðunu bildiriyorlar. Meselâ: Bir çekirdek bütün aðacýn teþkilâtýný tanzim edecek olan proðramlarý ve fihristeleri ve o fihriste ve proðramlarý tâyin eden o evâmir-i tekvîniyyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir. Elhasýl «Ýmam-ý Mübîn», mâzi ve müstakbelin ve âlem-i gaybýn etrafýnda dal-budak salan þecere-i hilkatýn bir proðramý, bir fihristesi hükmündedir. Þu mânâdaki «Ýmam-ý Mübîn», kader-i Ýlâhînin bir defteri, bir mecmua-i desâtiridir. O desâtirin imlâsý ile ve hükmü ile zerrat, vücud-u eþyadaki hidematýna ve harekâtýna sevkedilir. Amma «Kitab-ý Mübîn» ise, âlem-i gaybdan ziyade, âlem-i þehadete bakar. Yâni, mâzi ve müstakbelden ziyade, zaman-ý hâzýra nazar eder ve ilim ve emirden ziyade, kudret ve irade-i Ýlâhiyenin bir unvaný, bir defteri, bir kitabýdýr. «Ýmam-ý Mübîn» Kader defteri ise, «Kitab-ý Mübin» Kudret defteridir. Yâni herþey vücudunda, mahiyetinde ve sýfât ve þuunatýnda kemâl-i san'at ve intizâmlarý gösteriyor ki; bir kudret-i kâmilenin desâtiri ile ve bir irade-i nâfizenin kavânîni ile vücud giydiriliyor. Sûretleri tâyin, teþhis edilip; birer mikdâr-ý muayyen, birer þekl-i mahsus veriliyor. Demek o kudret ve iradenin küllî ve umumî bir mecmua-i kâvânini, bir defter-i ekberi vardýr ki; herbir þey'in hususî vücudlarý ve mahsus sûretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. Ýþte þu defterin vücudu «Ýmam-ý Mübin» gibi kader ve cüz'-i ihtiyârî mesâilinde isbat edilmiþtir. Ehl-i gaflet ve dalâlet ve felsefenin ahmaklýðýna bak ki: Kudret-i Fâtýra'nýn o Levh-i Mahfûzunu ve hikmet ve irade-i Rabbâniyyenin o basîrâne kitabýnýn eþyadaki cilvesini, aksini, misâlini hissetmiþler. Hâþâ, «Tabiat» nâmýyla tesmiye etmiþler, körletmiþler. Ýþte «Ýmam-ý Mübîn»in imlâsý ile, yâni kaderin hükmüyle ve düsturu ile kudret-i Ýlâhiyye, îcad-ý eþyada herbiri birer âyet olan silsile-i mevcûdatý, «Levh-i Mahv-Ýsbat» denilen zamanýn sahife-i misâliyyesinde yazýyor, îcadediyor, zerratý tahrik ediyor.

 

Demek harekât-ý zerrat; o kitabetten, o istinsahtan; mevcûdat âlem-i gaybdan âlem-i þehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdýr, bir harekâttýr. Amma «Levh-i Mahv-Ýsbat» ise, sâbit ve dâim olan Levh-i Mahfuz-u Âzam'ýn daire-i mümkinatta, yâni mevt ve hayata, vücud ve fenâya daima mazhar olan eþyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasýdýr ki, hakikat-ý zaman odur. Evet herþeyin bir hakikatý olduðu gibi, zaman dediðimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikatý dahi «Levh-i Mahv-Ýsbat»taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.

 

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ

 

sh: » (S: 582)

 

þey'in geçmiþ aslýnda ve gelecek neslindeki intizâmata medâr ve ilim ve emr-i Ýlâhînin bir unvaný olan «Ýmam-ý Mübîn»in düsturlarý ve imlâsý tahtýnda ve zaman-ý hâzýr ve âlem-i þehadetten teþkil ve icad-ý eþyada tasarrufa medâr ve kudret ve irade-i Ýlâhiyyenin bir unvaný olan «Kitab-ý Mübîn»den istinsah ile ve seyyal zamanýn hakikatý ve sahife-i misâliyyesi olan «Levh-i Mahv-Ýsbat»ta kelimât-ý kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttýr ve mânidar ihtizazattýr.

 

BÝRÝNCÝ NOKTA: Ýki Mebhastýr.

 

Birinci Mebhas: Her zerrede -hem harekâtýnda, hem sükûnetinde- iki güneþ gibi iki nur-u Tevhid parlýyor. Çünki: Onuncu Söz'ün Birinci Ýþaretinde icmâlen ve Yirmiikinci Söz'de tafsîlen isbat edildiði gibi; herbir zerre, eðer memur-u Ýlâhî olmazsa ve Onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve Ýlim ve Kudretiyle tahavvül etmezse; o vakit herbir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herþeyi görür bir gözü, herþeye bakar bir yüzü, herþeye geçer bir sözü bulunmak lâzým gelir. Çünki: Anâsýrýn herbir zerresi, herbir cism-i zîhayatta muntâzaman iþler veya iþleyebilir. Eþyanýn intizâmatý ve kavânîn-i teþekkülâtý birbirine muhaliftir. Onlarýn nizâmatý bilinmezse, iþlenilmez; iþlenilse de yanlýþsýz yapýlmaz. Halbuki: Yanlýþsýz yapýlýyor. Öyle ise; o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle iþliyorlar veyahut kendilerinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâzým geliyor. Evet, havanýn herbir zerresi, herbir zîha

 

 

 

sh: » (S:583)

 

yatýn cismine, herbir çiçeðin herbir meyvesine, herbir yapraðýn binasýna girip iþleyebilir. Halbuki onlarýn teþkilâtlarý ayrý ayrý tarzdadýr, baþka baþka nizâmatý var. Bir incir meyvesinin fabrikasý, faraza çuha makinesi gibi olsa; bir nar meyvesinin fabrikasý da þeker makinesi gibi olacaktýr ve hâkezâ.. o binalarýn, o cisimlerin proðramlarý birbirinden baþkadýr. Þimdi þu zerre-i havâiye, bütün onlara girer veya girebilir ve gâyet hakîmane ve üstadane yanlýþsýz olarak iþler, vaziyetler alýr. Vazifesi bittikten sonra kalkar gider. Ýþte müteharrik havanýn müteharrik zerresi, ya nebâtata ve hayvanata, hattâ meyvelerine ve çiçeklerine giydirilen Sûretlerin, mikdarlarýn teþkilâtýný, biçimini bilmesi lâzýmgeldiði veyahut onlar, bir bilenin emir ve iradesiyle memur olmasý lâzým geldiði gibi; sâkin toprak, sâkin olan herbir zerresi; bütün çiçekli nebâtatýn ve meyvedâr aðaçlarýn tohumlarýna medâr ve menþe' olmak kabil olduðundan hangi tohum gelse o zerrede, yâni misliyet itibariyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprakta kendine mahsus bir fabrika ve bütün levâzýmatýna ve teþkilâtýna lâzým bütün cihazatý bulunduðundan; o zerrede ve o zerrenin kulübeciði olan o bir avuç toprakta; eþcar ve nebâtat ve çiçekler ve meyveler enva'ý adedince muntâzam mânevî makine ve fabrikalarý bulunmasý veyahut mu'cizekâr, herþeyi hiçten îcad eder ve herþeyin herþeyini ve her cihetini bilir bir ilim ve kudret bulunmasý lâzýmdýr veyahut bir Kadîr-i Mutlak, bir Alîm-i Küll-i Þey'in emir ve izniyle, havl ve kuvveti ile o vazifeler gördürülür.

 

Evet nasýlki bir acemi, ham, âmi, âdi, hem kör bir adam; Avrupa'ya gitse; bütün fabrikalara, tezgâhlara girse, üstâdâne kemâl-i intizâm ile herbir san'atta, herbir binada iþler, öyle eserler yapar ki nihayet derecede hikmetli, san'atlý, herkesi hayrette býrakýyor. Zerre miktar þuuru olan bilir ki: O adam, kendi baþý ile iþlemiyor, belki bir üstad-ý küll; ona ders verir, iþlettirir. Hem nasýlki bir kör, âciz, yerinden kalkamýyor, basit bir kulübeciðinde oturmuþ bir adam bulunuyor. Halbuki o kulübeciðe bir dirhem gibi küçük bir taþ, kemik ve pamuk gibi birer madde veriliyor. Halbuki o kulübecikten batmanlarla þeker, toplarla çuha, binlerle mücevherat, gâyet san'atlý, murassaatlý libaslar, lezzetli taamlar çýkýp gelse; zerre miktar aklý olan demeyecek mi ki: «O adam, gâyet mu'cizekâr bir zâtýn menþe-i mu'cizâtý olan fabrikasýnýn bir mandalý veyahut miskin bir kapýcýsýdýr.» Aynen öyle de: Havanýn zerreleri, herbiri birer Mek-

 

 

 

sh: » (S:584)

 

tûbât-ý Samedâniyye, birer antika-i san'at-ý Rabbâniyye, birer mu'cize-i kudret, birer hârika-i hikmet olan nebâtat ve eþcar, ezhar ve Esmârdaki harekât ve hidematlarý; bir Sâni'-i Hakîm-i Zülcelâl'in, bir Fâtýr-ý Kerîm-i Zülcemâl'in emir ve iradesiyle hareket ettiðini ve topraðýn zerreleri dahi herbiri birer ayrý makine ve tezgâh, birer ayrý matbaa, birer ayrý hazine, birer ayrý antika ve Sâni'-i Zülcelâl'in esmâsýný ilân eden birer ayrý ilânname ve Kemâlâtýný söyleyen birer ayrý kaside hükmünde olan o tohumcuklarýnýn, o çekirdeklerinin sünbüllerine, aðaçlarýna menþe' ve medâr olmalarý; Emr-i Kün Feyekûn'e mâlik, her þey emrine müsahhar bir Sâni'-i Zülcelâl'in emriyle, izniyle, iradesiyle, kuvvetiyle olmasý; iki kerre iki dört eder gibi kat'îdir. Âmenna.

 

Ýkinci Mebhas: Zerratýn harekâtýndaki vazifelere, hikmetlere küçük bir iþarettir.

 

Evet, akýllarý gözlerine sukut etmiþ Maddiyyunlarýn hikmetsiz hikmetleri, abesiyyet esâsýna istinad eden felsefeleri nazarýnda tesadüfle baðlý olan tahavvülât-ý zerratý, bütün düsturlarýna üss-ül esâs tutup, masnuat-ý Ýlâhiyyeye masdar göstermiþler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatý; hikmetsiz, mânasýz, karmakarýþýk bir þeye isnad etmeleri, ne kadar hilâf-ý akýl olduðunu zerre miktar þuuru bulunan bilir.

 

Þimdi; Kur'an-ý Hakîm'in hikmeti nokta-i nazarýnda tahavvülât-ý zerratýn pekçok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardýr. وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ gibi çok âyetlerle hikmetlerine ve vazifelerine iþaret eder. Nümune olarak birkaçýna iþaret ediyoruz.

 

Birincisi: Cenâb-ý Vâcib-ül Vücud'un tecelliyat-ý îcâdiyyesini tecdid ve tazelendirmek için her birtek ruhu model gibi ederek, her sene mu'cizât-ý kudretinden taze birer cesed giydirmek ve her birtek kitabdan ayrý ayrý bin muhtelif kitabý, hikmetiyle istinsah etmek ve birtek hakikatý baþka baþka Sûrette göstermek ve kâinatlarýn ve âlemlerin ve mevcûdâtlarýn, taife taife arkasýndan gelmelerine yer vermek ve zemin hâzýrlamak için Fâtýr-ý Zülcelâl kudretiyle zerratý tahrik ve tavzif etmiþtir.

 

Ýkincisi: Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelâl; þu dünyayý, bâhusus rûy-i zemin tarlasýný bir mülk Sûretinde yaratmýþtýr. Yâni; neþvünemaya,

 

sh: » (S:585)

 

taze taze mahsulât vermeðe kabil bir Sûrette müheyya etmiþtir. Tâ ki, nihayetsiz mu'cizât-ý kudretini orada ekip biçsin. Ýþte þu zemin yüzündeki tarlasýnda, zerratý hikmetle tahrik ederek, intizâm dairesinde tavzif edip, her asýrda, her fasýlda, her ayda, belki her günde belki her saatte mu'cizât-ý kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir, yeryüzü avlusuna baþka baþka mahsulât verdirir. Nihayetsiz hazine-i rahmetinin hedâyâsýný, nihayetsiz kudretinin mu'cizâtýnýn nümunelerini harekât-ý zerrat ile izhar eder.

 

Üçüncüsü: Nihayetsiz tecelliyat-ý Esmâ-i Ýlâhiyyenin nakýþlarýný göstermekle, o esmânýn cilvelerini ifade için mahdud bir zeminde hadsiz nukuþ göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtlarý yazmak için Nakkaþ-ý Ezelî zerratý, kemâl-i hikmetle tahrik edip kemâl-i intizâmla tavzif etmiþtir. Evet, geçen senenin mahsulâtýyla þu senenin mahsulâtýnýn mahiyetleri bir hükmündedir. Fakat, maânîleri baþka baþkadýr. Taayyünât-ý itibariyyeyi deðiþtirmekle, maânîleri deðiþir ve çoðalýr. Taayyünât-ý itibariyye ve teþahhusat-ý muvakkate, tebdil edildikleri ve zâhiren fâni olduklarý halde; onlarýn maânî-i cemileleri muhafaza olunup, sâbit ve bâki kalýr. Þu aðacýn geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhlarý olmadýðýndan, þu bahardaki emsâlinin, hakikatça aynýlarýdýr. Yalnýz teþahhusat-ý itibariyyede fark var. Fakat o itibarî teþahhuslar, her vakit tecelliyatý tazelenmekte olan þuunat-ý Esmâ-i Ýlahiyyenin maânîlerini ifade için, þu bahardakiler ayrý teþahhusatla onlarýn yerine geldiler.

 

Dördüncüsü: Hadsiz âlem-i misâl gibi gâyet geniþ âlem-i melekût ve gayr-ý mahdud sâir uhrevî âlemlere birer mahsulât veya tezyinat veya levazýmat gibi onlara münasib þeyleri yetiþtirmek için þu dar mezraa-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhýnda ve tarlasýnda Hakîm-i Zülcelâl, zerratý tahrik edip; kâinatý seyyale ve mevcûdâtý seyyare ederek, þu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pek çok mahsulât-ý mâneviyye yetiþtiriyor. Nihayetsiz hazine-i kudretinden nihayetsiz bir seyli, dünyadan akýttýrýp âlem-i gayba ve bir kýsmýný âhiret âlemlerine döküyor.

 

Beþincisi: Nihayetsiz Kemâlât-ý Ýlâhiyyeyi, hadsiz celevât-ý cemâliyyeyi ve gayetsiz tecelliyat-ý celâliyyeyi ve gayr-ý mütenâhî tesbihat-ý Rabbâniyyeyi þu dar ve mahdud zeminde ve mütenâhî ve az bir zamanda göstermek için zerratý kemâl-i hikmetle kudretiyle tahrik edip, kemâl-i intizâmla tavzif ederek; mütenâhî bir za

 

sh: » (S:586)

 

manda, mahdud bir zeminde gayr-ý mütenâhî tesbihat yaptýrýyor. Gayr-ý mahdud tecelliyat-ý cemâliyye ve celâliyye ve kemâliyyesini gösteriyor. Çok hakaik-i gaybiye ve çok semerat-ý uhreviyye ve fânîlerin bâkî olan hüviyyet ve Sûretlerinden pekçok nukuþ-u misâliyye ve çok mânidar nüsuc-u levhiyyeyi icad ediyor. Demek zerreyi tahrik eden; þu makasýd-ý azîmeyi, þu hikem-i cesîmeyi gösteren bir zâttýr. Yoksa herbir zerrede, güneþ gibi bir dimað bulunmasý lâzým gelir.

 

Daha bu beþ nümune gibi belki beþbin hikmetle tahrik olunan zerratýn tahavvülâtýný, o akýlsýz feylesoflar hikmetsiz zannetmiþler ve hakikatta biri enfüsî, diðeri âfâkî iki hareket-i cezbekâranede zikir ve tesbih-i Ýlâhî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zu'metmiþler.

 

Ýþte bundan anlaþýlýyor ki; onlarýn ilimleri ilim deðil, cehildir. Hikmetleri, hikmetsizliktir.

 

(Üçüncü Noktada altýncý uzun bir hikmet daha söylenecektir.)

 

ÝKÝNCÝ NOKTA: Herbir zerrede, Vâcib-ül vücud’un vücuduna ve vahdetine iki þâhid-i sâdýk vardýr. Evet zerre acz ve cümûduyla beraber þuurkârane büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldýrmakla Vâcib-ül Vücud’un vücuduna kat’î þehadet ettiði gibi, harekâtýnda nizâmat-ý umumiyeye tevfik-i hareket edip her girdiði yerde ona mahsus nizâmatý müraat etmekle, her yerde kendi vataný gibi yerleþmesiyle; Vâcib-ül Vücud’un vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zâtýn ehadiyetine þehadet eder. Yâni zerre kimin ise, gezdiði bütün yerler de onundur. Demek zerre, -çünki âcizdir, yükü nihayetsiz aðýrdýr ve vazifeleri nihayetsiz çoktur- bir Kadîr-i Mutlak’ýn ismiyle, emriyle kaim ve müteharrik olduðunu bildirir. Hem kâinatýn nizâmat-ý külliyesini bilir bir tarzda tevfik-i hareket etmesi ve her yere mânisiz girmesi; tek bir Alîm-i Mutlak’ýn kudretiyle, hikmetiyle iþlediðini gösterir. Evet nasýlki bir nefer; takýmýnda, bölüðünde, taburunda, alayýnda, fýrkasýnda ve hâkezâ herbir dairede birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi oluduðunu ve o nisbetleri, o vazifeleri bilmekle tevfik-i hareket etmek, nizâmat-ý askeriye tahtýnda tâlim ve tâlimat görmekle bütün o dairelere kumanda eden birtek kumandan-ý âzamýn emrine ve kanununa tebaiyetle oluyor. Öyle de; herbir zerre, birbiri içinde

 

sh: » (S:587)

 

ki mürekkebatta birer münasib vaziyeti, ayrý ayrý maslahatlý birer nisbeti, ayrý ayrý muntâzam birer vazifesi, ayrý ayrý hikmetli neticeleri bulunduðundan elbette o zerreyi, o mürekkebatta bütün nisbet ve vazifelerini muhafaza edip netice ve hikmetleri bozmayacak bir tarzda yerleþtirmek; bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olan bir Zâta mahsustur. Meselâ: Tevfik'in (*) göz bebeðinde yerleþen zerre, gözün asab-ý muharrike ve hassâse ve þerâyin ve evride gibi damarlara karþý münasib vaziyet almasý ve yüzde ve sonra baþta ve gövdede, daha sonra heyet-i mecmua-i insâniyyede herbirisine karþý birer nisbeti, birer vazifesi, birer faydasý kemâl-i hikmetle bulunmasý gösteriyor ki; bütün o cismin bütün âzâsýný icad eden bir zât, o zerreyi o yerde yerleþtirebilir. Ve bilhassa rýzk için gelen zerreler, rýzk kafilesinde seyr ü sefer eden o zerreler, o kadar hayret-fezâ bir intizâm ve hikmetle seyr ü seyahat ederler ve öyle tavýrlarda, tabakalarda intizâmperverane geçip gelirler ve öyle þuurkârane ayak atýp hiç þaþýrmayarak gele gele tâ beden-i zîhayatta dört süzgeçle süzülüp rýzka muhtaç âza ve hüceyratýn imdadýna yetiþmek için kandaki küreyvat-ý hamrâya yüklenip bir kanun-u keremle imdada yetiþirler. Ondan bilbedâhe anlaþýlýr ki: Þu zerreleri binler muhtelif menzillerden geçiren, sevk eden; elbette ve elbette bir Rezzâk-ý Kerîm, bir Hallâk-ý Rahîm'dir ki, kudretine nisbeten zerreler, yýldýzlar omuz omuza müsavidirler.

 

Hem her bir zerre, öyle bir nakþ-ý san'atta iþler ki; ya bütün zerratla münasebettar, herbirisine ve umumuna hem hâkim ve hem herbirisine ve umumuna mahkûm bir vaziyette bulunmakla, o hayretfezâ san'atlý nakþý ve hikmetnümâ nakýþlý san'atý bilir ve îcad eder. Bu ise, binler defa muhaldir. Veya bir Sâni'-i Hakîm'in kanun-u kader ve kalem-i kudretinden çýkan, harekete memur birer noktadýr. Nasýlki meselâ: Ayasofya kubbesindeki taþlar, eðer mimarýnýn emrine ve san'atýna tâbi olmazlarsa; herbir taþý, Mimar Sinan gibi dülgerlik san'atýnda bir mehareti ve sâir taþlara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yâni «Geliniz, düþmemek, sukut etmemek için baþbaþa vereceðiz» diye bir hüküm sahibi olmasý lâzýmdýr. Öyle de: Binler defa Ayasofya kubbesinden daha san'atlý, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler, kâinat ustasýnýn emrine tâbi olmazlarsa; herbirine Sâni'-i Kâinat'ýn evsâfý kadar evsâf-ý kemâl verilmesi lâzým gelir.

 

______________________

 

(*) Nur'un birinci kâtibidir.

 

sh: » (S:588)

 

Feyâ Subhânallah! Zýndýk maddiyyun gâvurlar bir Vâcib-ül Vücud'u kabûl etmediklerinden, zerrat adedince bâtýl âliheleri kabûl etmeðe mezheblerine göre muztar kalýyorlar. Ýþte þu cihette münkir kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa; nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i mutlaktýr.

 

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Þu nokta, Birinci Nokta'nýn âhirinde va'd olunan altýncý hikmet-i azîmeye bir iþarettir. Þöyle ki:

 

Yirmisekizinci Söz'ün Ýkinci Suâlinin cevabýndaki hâþiyede denilmiþti ki: Tahavvülât-ý zerratýn ve zîhayat cisimlerde zerrat harekâtýnýn binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandýrmaktýr ve âlem-i uhreviyye binasýna lâyýk zerreler olmak için, hayattar ve mânidar olmaktýr. Güya cism-i hayvanî ve insanî hattâ nebatî; terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhane, bir kýþla, bir mekteb hükmündedir ki; câmid zerreler ona girerler, nurlanýrlar. Âdeta bir tâlim ve tâlimata mazhar olurlar, letâfet peyda ederler. Birer vazifeyi görmekle âlem-i bekaya ve bütün eczasýyla hayattar olan dâr-ý âhirete zerrat olmak için liyakat kesbederler.

 

Sual: Zerratýn harekâtýnda þu hikmetin bulunmasý ne ile bilinir?

 

Elcevab:

 

Evvelâ, bütün masnuatýn bütün intizâmatýyla ve hikmetleriyle sâbit olan Sâniin hikmetiyle bilinir. Çünki: En cüz'î bir þeye küllî hikmetleri takan bir hikmet; seyl-i kâinatýn içinde en büyük faaliyet gösteren ve hikmetli nakýþlara medâr olan harekât-ý zerratý hikmetsiz býrakmaz. Hem en küçük mahlûkatý, vazifelerinde ücretsiz, maaþsýz, Kemâlsiz býrakmayan bir hikmet, bir hâkimiyyet; en kesretli ve esâslý memurlarýný, hizmetkârlarýný nursuz, ücretsiz býrakmaz.

 

Sâniyen: Sâni'-i Hakîm, anâsýrý tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i Kemâl hükmünde) mâdeniyyat derecesine çýkarmasýyla ve mâdeniyyata mahsus tesbihatlarý onlara bildirmesiyle ve mâdeniyyatý tahrik ve tavzif edip nebâtat mertebe-i hayatiyyesinin makamýný vermesiyle ve nebatatý rýzk ederek tahrik ve tavzif ile hayvanat mertebe-i letâfetini onlara ihsan etmesiyle ve hayvanattaki zerratý tavzif edip rýzk yoluyla hayat-ý insâniyye derecesine çýkarmasýyla ve insanýn vücudundaki zerratý süze süze tasfiye ve taltif ederek tâ dimaðýn ve kalbin en nazik ve lâtif yerinde makam

 

sh: » (S:589)

 

vermesiyle bilinir ki; harekât-ý zerrat hikmetsiz deðil, belki kendine lâyýk bir nevi Kemalâta koþturuluyor.

 

Sâlisen: Zîhayat cisimlerin zerratý içinde çekirdek ve tohumdaki gibi bir kýsým zerreler öyle mânevî bir nura, bir letâfete, bir meziyyete mazhar oluyorlar ki, sair zerrelere ve o koca aðaca bir ruh, bir sultan hükmüne geçer. Ýþte azîm bir aðacýn bütün zerratý içinde bir kýsým zerrelerin þu mertebeye çýkmalarý, o aðacýn tabaka-i hayatýnda çok devirleri ve nazik vazifeleri görmesiyle olduðundan gösteriyor ki: Sâni'-i Hakîm'in emriyle vazife-i fýtrat içinde zerrâtýn enva'-ý harekâtýna göre onlara tecelli eden esmânýn hesabýna ve þerefine olarak birer mânevî letâfet, birer mânevî nur, birer makam, birer mânevî ders almalarýný gösteriyor.

 

Elhasýl: Mâdem Sâni'-i Hakîm her þey için o þeye münasib bir nokta-i Kemal ve ona lâyýk bir mertebe-i feyz-i vücud tâyin edip ve o þeye, o nokta-i Kemâle sa'yedip gitmek için bir istidad vererek ona sevk ediyor ve bütün nebatat ve hayvanatta þu kanun-u Rubûbiyyet câri olmakla beraber, cemadatta dahi câridir ki; âdi topraða, elmas derecesine ve cevâhir-i âliye mertebesine bir terakkiyat veriyor ve þu hakikatta muazzam bir «Kanun-u Rubûbiyyet»in ucu görünüyor.

 

Hem mâdem o Hâlýk-ý Kerîm, tenasül kanun-u azîminde istihdam ettiði hayvanata ücret olarak birer maaþ gibi birer lezzet-i cüz'iyye veriyor. Ve arý ve bülbül gibi, sâir hidemat-ý Rabbâniyyede istihdam olunan hayvanlara birer ücret-i kemâl verir. Þevk ve lezzete medar birer makam veriyor ve þunda bir muazzam «Kanun-u Kerem»in ucu görünüyor.

 

Hem madem her þey'in hakikatý, Cenâb-ý Hakk'ýn bir isminin tecellisine bakar, ona baðlýdýr; ona âyinedir. O þey, ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o ismin þerefinedir; o isim öyle ister. O þey bilse, bilmese; o güzel vaziyet, hakikat nazarýnda matlubtur. Ve þu hakikattan gayet muazzam bir «Kanun-u Tahsin ve Cemâl»in ucu görünüyor.

 

Hem mâdem Fâtýr-ý Kerîm, düstur-u kerem iktizasýyla bir þey'e verdiði makamý ve kemâli, o þey'in müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemâli geriye almýyor. Belki, o zîkemalin meyvelerini, neticelerini, mânevî hüviyyetini ve mânâsýný, ruhlu ise ruhunu ibka ediyor. Meselâ: Dünyada insaný mazhar ettiði kemalâtýn mânalarýný, meyvelerini ibka ediyor. Hattâ müteþekkir bir mü'minin yediði zâil meyvelerin þükrünü, hamdini; mücessem bir meyve-i cennet sûretinde

 

 

 

sh: » (S:590)

 

tekrar ona veriyor. Ve þu hakikatta muazzam bir «Kanun-u Rahmet»in ucu görünüyor.

 

Hem mâdem Hallâk-ý Bîmisal israf etmiyor, abes iþleri yapmýyor. Hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmiþ, vefat etmiþ mahlûklarýn enkaz-ý maddiyyesini bahar masnuatýnda istîmal ediyor; onlarýn binalarýnda dercediyor. Elbette يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ sýrrýyle, وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ iþaretiyle þu dünyada câmid, þuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ý arziyyenin: elbette taþý, aðacý, herþey'i zîhayat ve zîþuur olan âhiretin bâzý binalarýnda derc ve istimâli mukteza-yý hikmettir. Çünki: Harab olmuþ dünyanýn zerratýný dünyada býrakmak veya ademe atmak israftýr. Ve þu hakikattan pek muazzam bir «Kanun-u Hikmet»in ucu görünüyor.

 

Hem madem þu dünyanýn pek çok âsârý ve mâneviyyatý ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefînin mensucat-ý amelleri, sahâif-i ef'alleri, ruhlarý, cesedleri âhiret pazarýna gönderiliyor. Elbette o semerata ve mânalara hizmet eden ve arkadaþlýk eden zerrat-ý arziyye dahi, vazife noktasýnda kendine göre tekemmül ettikten sonra, yâni nur-u hayata çok def'a hizmet ve mazhar olduktan sonra ve hayatî tesbihâta medar olduktan sonra þu harab olacak dünyanýn enkazý içinde, þu zerratý dahi öteki âlemin binasýnda dercetmek mukteza-yý adl ve hikmettir. Ve þu hakikattan pek muazzam bir «Kanun-u Adl»in ucu görünüyor.

 

Hem madem ruh cisme hâkim olduðu gibi; câmid maddelerde dahi kaderin yazdýðý evâmir-i tekviniyye, o maddelere hâkimdir. O maddeler, kaderin mânevî yazýsýna göre mevki ve nizâm alabilirler. Meselâ: Yumurtalarýn enva'ýnda ve nutfelerin aksamýnda ve çekirdeklerin esnafýnda ve tohumlarýn ecnasýnda kaderin ayrý ayrý yazdýðý evâmir-i tekvîniyye cihetiyle ayrý ayrý makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve o madde îtibariyle mahiyetleri (Haþiye) bir hük-

 

____________________________

 

(Haþiye) Evet bütün onlar bu dört unsurdan mürekkeptir. Müvellid-ül-Mâ, müvellid-ül-humuza, azot, karbon gibi maddelerden teþkil olunuyorlar. Maddece bir sayýlabilirler. Farklarý yalnýz kaderin mânevî yazýsýndadýr.

 

sh: » (S: 591)

 

münde olan o maddeler, hadsiz muhtelif mevcûdâta menþe' oluyorlar. Ayrý ayrý makam ve nur sahibi oluyorlar. Elbette hidemat-ý hayatiyye ve hayattaki tesbihat-ý Rabbâniyyede defaatla bir zerre bulunmuþ ise ve hizmet etmiþ ise, o zerrenin mânevî alnýnda o mânalarýn hikmetlerini, hiçbir þey'i kaybetmeyen kader kalemiyle kaydetmesi; mukteza-yý ihâta-i ilmîdir. Ve þunda pek muazzam bir «Kanun-u Ýlm-i Muhit»in ucu görünüyor.

 

Öyle ise zerreler (Haþiye-1) baþýboþ deðiller.

 

Netice-i Kelâm: Geçmiþ yedi kanun, yâni Kanun-u Rubûbiyyet, Kanun-u Kerem, Kanun-u Cemâl, Kanun-u Rahmet, Kanun-u Hikmet, Kanun-u Adl, Kanun-u Ýhatâ-i ilmî gibi pekçok muazzam kanunlarýn görünen uçlarý arkalarýnda birer Ýsm-i A'zam ve o Ýsm-i A'zamýn tecellî-i â'zamýný gösteriyor. Ve o tecellîden anlaþýlýyor ki: Sâir mevcudat gibi þu dünyadaki tahavvülât-ý zerrat dahi, gâyet âli hikmetler için kaderin çizdiði hudud üzerine kudretin verdiði evâmir-i tekvîniyyeye göre hassas bir mîzan-ý ilmî ile cevelân ediyorlar. Âdeta baþka yüksek bir âleme (Haþiye-2) gitmeðe hâzýrlanýyorlar. Öyle ise zîhayat cisimler, o seyyah zerrelere güya birer mekteb, birer kýþla, birer misafirhane-i terbiye hükmündedir. Ve öyle olduðuna bir hads-i sâdýkla hükmedilebilir.

 

ELHASIL: Birinci Sözde denildiði ve isbat edildiði gibi: Her þey «Bismillah» der. Ýþte bütün mevcûdât gibi herbir zerre ve zerratýn herbir tâifesi ve mahsus herbir Cemaati, lisan-ý hâl ile «Bismillah» der, hareket eder.

 

__________________________

(Haþiye-1) Þu cevap, yedi «Madem» kelimelerine bakar.

 

(Haþiye-2) Çünki: Bilmüþahede gâyet cevâdâne bir faaliyetle þu âlem-i kesif ve süflîde pek kesretle nur-u hayatý serpmek ve iþ'al etmek, hattâ en hasis maddelerde ve taaffün etmiþ cisimlerde kesretle taze bir nur-u hayatý ýþýklandýrmak, o kesif ve hasis maddeleri nur-u hayatla letafetlendirmek, cilâlandýrmak; sarahate yakýn iþaret ediyor ki: Gayet lâtif, ulvî, nazif, hayattar diðer bir âlemin hesabýna þu kesif, câmid âlemi; zerratýn hareketiyle, hayatýn nuruyla cilâlandýrýyor, eritiyor, güzelleþtiriyor. Güya lâtif bir âleme gitmek için, zînetlendiriyor. Ýþte, beþer haþrini aklýna sýðýþtýramayan dar akýllý adamlar, Kur'anýn nuruyle rasad etseler görecekler ki: Bütün zerratý bir ordu gibi haþredecek kadar muhit bir «Kanun-u Kayyûmiyyet» görünüyor. Bilmüþahede tasarruf ediyor.

 

sh: » (S: 592)

 

Evet, geçmiþ üç nokta sýrrýyle: Herbir zerre, mebde'-i hareketinde lisan-ý hâl ile بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ der. Yâni: «Ben, Allah'ýn namýyle, hesabýyle, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.» Sonra netice-i hareketinde, herbir masnu' gibi herbir zerre, herbir tâifesi, lisan-ý hâl ile اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ der ki, bir kaside-i medhiyye hükmünde olan san'atlý bir mahlûkun nakþýnda, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir. Belki herbiri; mânevî, Rabbanî, muazzam, hadsiz baþlý bir fonoðrafýn birer pilaðý hükmünde olan masnûlarýn üstünde dönen ve tahmidât-ý Rabbâniyye kasideleriyle o masnuatý konuþturan ve tesbihat-ý Ýlâhiyye neþîdelerini okutturan birer iðne baþý sûretinde kendini gösteriyorlar...

 

دَعْوَيهُمْ فِيهَا سُبْحَانَكَ اللّهُمَّ َوَتحِيَّتُهُمْ فِيهَا سَلاَمٌ وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُاَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ اِخْوَانِهِ وَ سَلِّمْ وَسَلِّمْنَا وَ سَلِّمْ دِينَنَا آمِينَ يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ

 

 

 

 

 

* * *

 

 

Link to comment
Share on other sites

Guest
This topic is now closed to further replies.
×
×
  • Create New...