Jump to content
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

25. Söz


Webmaster

Recommended Posts

Yirmibeþinci Söz

 

Mu'cizât-ý Kur'aniye Risalesi

 

 

 

Elde Kur'an gibi bir mu'cize-i bâki varken, baþka bürhân aramak aklýma zaid görünür.

 

Elde Kur'an gibi bir bürhân-ý hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sýklet mi gelir?

 

 

 

ÝHTAR

 

(Þu Söz'ün baþýnda beþ þu'leyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Þû'le'nin âhirlerinde eski hurufâtla tab'etmek için gâyet sür'atle yazmaða mecbur olduk. Hattâ Bâzý gün yirmi-otuz sahifeyi iki-üç saat içinde yazýyorduk. Onun için üç Þû'leyi ihtisâren, icmâlen yazarak iki þû'leyi de þimdilik terkettik. Bana ait kusurlar ve noksaniyetler ve iþkâl ve hatâlara nazar-ý insaf ve müsamahâ ile bakmalarýný ihvanlarýmýzdan bekleriz.)

 

Bu Mu'cizât-ý Kur'aniye Risalesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafýndan medâr-ý tenkid olmuþ veya ehl-i fen tarafýndan itiraza uðramýþ veya cinnî ve insî þeytanlarýn vesvese ve þübhelerine maruz olmuþ âyetlerdir. Ýþte bu "Yirmibeþinci Söz" öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlarýný ve nüktelerini Beyân etmiþ ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i'câzýn lemaâtý ve belâgât-ý Kur'aniyenin kemâlâtýnýn menþe'leri olduðu, ilmî kaideleriyle isbat edilmiþ. Bulantý vermemek için onlarýn þübheleri zikredilmeden cevab-ý kat'î verilmiþ. وَ الشَّمْسُ َتجْرِى وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا gibi. Yalnýz Yirminci Söz'ün Birinci Makamý'nda üç-dört âyette þübheleri söylenmiþ. Hem bu Mu'cizât-ý Kur'aniye Risalesi gerçi gâyet muhtasar ve acele yazýlmýþ ise de, fakat ilm-i belâgat ve ulûm-u Arabiye noktasýnda, âlimlere hayret verecek derecede âlimâne ve derin ve kuvvetli bir tarzda Beyân edilmiþ. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müþevveþ hâletler içinde te'lif edildiðinden ifade ve ibaresinde kusur var olmasýyla beraber ilim noktasýnda çok ehemmiyetli mes'elelerin hakikatýný Beyân etmiþ.

 

Said Nursî

 

 

 

sh: » (S: 382)

 

 

 

Mu'cizât-ý Kur'aniye Risalesi

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هَذَا اْلقُرْاَنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهوَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا

 

 

 

Mahzen-i mu'cizât ve Mu'cize-i kübrâ-yý Ahmediye (A.S.M.) olan Kur'an-ý Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyân'ýn hadsiz vücuh-u i'câzýndan kýrka yakýn vücuh-u i'câziyeyi arabî risalelerimde ve arabî Risale-i Nur'da ve «Ýþarât-ül Ý'caz» namýndaki tefsirimde ve geçen þu yirmidört Sözlerde iþaretler etmiþiz. Þimdi onlardan yalnýz beþ vechini bir derece Beyân ve sâir vücuhu içlerinde icmâlen dercederek ve bir mukaddeme ile onun târif ve mahiyetine iþaret edeceðiz.

 

Mukaddeme üç cüz'dür.

 

Birinci cüz': KUR'AN NEDÝR? Târifi nasýldýr?

 

Elcevab: (Ondokuzuncu Söz'de Beyân edildiði ve sâir sözlerde isbat edildiði gibi) Kur'an, þu kitab-ý kebir-i kâinatýn bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-i tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ý ebedîsi.. ve þu âlem-i gayb ve þehadet kitabýnýn müfessiri... Ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i Ýlahiyenin mânevî hazinelerinin keþþâfý.. ve sutûr-u hâdisâtýn altýnda muzmer hakaikýn miftahý.. ve âlem-i þehadette âlem-i gaybýn lisaný.. ve þu âlem-i þehadet perdesi arkasýnda olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ý ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ý ezeliye-i Sübhâniyyenin hazinesi..

 

 

 

sh: » (S: 383)

 

ve þu Ýslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneþi, temeli, hendesesi.. ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritasý... Ve Zât ve Sýfât ve Esmâ ve þuun-u Ýlahiyenin kavl-i þârihi, tefsir-i vâzýhý, bürhân-ý katýý, tercüman-ý sâtýý... Ve þu âlem-i insâniyetin mürebbisi.. ve insâniyet-i kübrâ olan Ýslâmiyetin mâ ve ziyâsý.. ve nev-i beþerin hikmet-i hakikiyesi.. ve insâniyeti saadete sevkeden hakikî mürþidi ve hâdîsi... ve insana hem bir kitab-ý þeriat, hem bir kitab-ý dua, hem bir kitab-ý hikmet, hem bir kitab-ý ubûdiyet, hem bir kitab-ý emir ve davet, hem bir kitab-ý zikir, hem bir kitab-ý fikir, hem bütün insanýn bütün hâcât-ý mâneviyesine merci' olacak çok kitablarý tâzammun eden tek, câmi' bir KÝTAB-I MUKADDES'tir. Hem bütün evliya ve sýddýkîn ve urefa ve muhakkikînin muhtelif meþreblerine ve ayrý ayrý mesleklerine, her birindeki meþrebin mezâkýna lâyýk ve o meþrebi tenvir edecek ve herbir mesleðin mesâkýna muvafýk ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütübhane hükmünde bir Kitab-ý Semâvî'dir.

 

Ýkinci cüz' ve tetimme-i târif: KUR'AN, arþ-ý âzamdan, Ýsm-i âzamdan, her Ýsmin mertebe-i âzamýndan geldiði için, (Onikinci Söz'de Beyân ve isbat edildiði gibi) Kur'an, bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah'ýn kelâmýdýr. Hem bütün mevcûdâtýn Ýlâhý ünvanýyla Allah'ýn fermanýdýr. Hem bütün Semâvât ve Arzýn Hâlýký namýna bir hitabdýr. Hem Rubûbiyet-i Mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ý âmme-i Sübhâniye hesabýna bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhita nokta-i nazarýnda bir Defter-i Ýltifatat-ý Rahmâniyedir. Hem ulûhiyetin âzamet-i haþmeti haysiyetiyle, baþlarýnda bâzan þifre bulunan bir muhabere mecmuasýdýr. Hem Ýsm-i âzamýn muhitinden nüzul ile arþ-ý âzamýn bütün muhatýna bakan ve teftiþ eden hikmetfeþan bir Kitab-ý Mukaddes'tir. Ve þu sýrdandýr ki, «Kelâmullah» ünvaný Kemâl-i liyakatla Kur'ana verilmiþ ve daima da veriliyor. Kur'andan sonra sâir enbiyanýn kütüb ve suhuflarý derecesi gelir. Sâir nihayetsiz Kelimât-ý Ýlâhiyyenin ise bir kýsmý dahi has bir itibarla, cüz'î bir ünvan ile, hususî bir tecelli ile, cüz'î bir isim ile ve has bir Rububiyyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zâhir olan ilhâmât Sûretinde bir mükâlemedir. Melek ve beþer ve hayvanatýn ilhamlarý, külliyet ve hususiyet îtibariyle çok muhteliftir.

 

Üçüncü Cüz': Kur'an, asýrlarý muhtelif bütün enbiyânýn kütüblerini ve meþrebleri muhtelif bütün evliyânýn risalelerini ve mes-

 

sh: » (S: 384)

 

lekleri muhtelif bütün asfiyânýn eserlerini icmâlen tâzammun eden ve cihat-ý sittesi parlak ve evhâm u þübehâtýn zulümatýndan Mûsaffâ ve nokta-i istinadý, bilyakîn vahy-i semâvî ve kelâm-ý ezelî.. ve hedefi ve gayesi, bilmüþahede saadet-i ebediye.. içi, bilbedâhe hâlis hidâyet.. üstü, bizzarure envâr-ý îman.. altý, biilmelyakîn delil ve bürhân.. saðý, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan.. solu, biaynelyakîn teshir-i akýl ve iz'an... Meyvesi, bihakkalyakîn Rahmet-i Rahman ve dâr-ý cinan... Makamý ve revacý, bilhads-is sadýk makbul-ü melek ve ins ü can bir Kitab-ý Semâvî'dir.

 

 

 

Kur'anýn târifine dair üç cüz'ündeki sýfatlarýn herbiri baþka yerlerde kat'î isbat edilmiþ veya isbat edilecektir. Dâvâmýz mücerred deðil, her birisi bürhân-ý kat'î ile müberhendir.

 

BÝRÝNCÝ ÞU'LE: Bu þu'lenin üç þuaý var.

 

BÝRÝNCÝ ÞUA: Derece-i i'câzda belâgat-ý Kur'aniyedir. O belâgat ise, nazmýn cezâletinden ve hüsn-ü metânetinden ve üslûblarýnýn bedâatinden, garib ve müstahsenliðinden ve Beyânýnýn beraatinden, fâik ve safvetinden ve maânîsinin kuvvet ve hakkâniyyetinden ve lâfzýnýn fesahâtinden, selâsetinden tevellüd eden bir belâgat-ý hârikulâdedir ki, benî-Âdemin en dâhî ediblerini, en hârika hatiblerini, en mütebahhir ülemâsýný muârazaya davet edip binüçyüz senedir meydan okuyor, onlarýn damarlarýna þiddetle dokunuyor. Muârazaya davet ettiði halde, kibir ve gururlarýndan baþýný semâvâtâ vuran o dâhîler, Ona muâraza için aðýz açamayýp Kemâl-i zilletle boyun eðdiler. Ýþte belâgatýndaki vech-i i'câzý iki Sûretle iþaret ederiz:

 

Birinci Sûret: Ý'câzý vardýr ve mevcûddur. Çünki Ceziret-ül Arab ahalisi o asýrda ekseriyet-i mutlaka îtibariyle ümmî idi. Ümmîlikleri için mefâhirlerini ve vukuat-ý tarihiyyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardým edecek durub-u emsallerini kitabet yerine þiir ve belâgat kaydýyla muhafaza ediyorlardý. Mânidar bir kelâm, þiir ve belâgat câzibesiyle eslaftan ahlafa hâfýzalarda kalýp gidiyordu. Ýþte þu ihtiyac-ý fýtrî neticesi olarak o kavmin mânevî çarþý-yý ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesâhât ve belâgat metâý idi. Hattâ bir kabilenin belîð bir edibi, en büyük bir kahramân-ý millîsi gibi idi. En ziyâde onunla iftihar ediyorlardý. Ýþte Ýslâmiyetten sonra âlemi zekâlarýyla idare eden o zeki kavim, þu en revaçlý ve medâr-ý iftiharlarý ve ona þiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvam-ý âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar

 

 

 

sh: » (S: 385)

 

kýymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle Mûsalaha ediyorlardý. Hattâ onlarýn içinde «Muallakat-ý Seb'a» namýyla yedi edibin yedi kasidesini altunla Kâ'be'nin duvarýna yazmýþlar, onunla iftihar ediyorlardý. Ýþte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlý olduðu bir anda Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân nüzul etti. Nasýlki zaman-ý Mûsa Aleyhisselâm'da sihir ve zaman-ý Îsâ Aleyhisselâm'da týb revaçta idi. Mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. Ýþte o vakit bülegâ-yý Arabý, en kýsa bir Sûresine mukabeleye davet etti: وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ fermanýyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: «Îman getirmezseniz mel'unsunuz. Cehennem'e gireceksiniz.» Damarlarýna þiddetle vuruyor. Gururlarýný dehþetli Sûrette kýrýyor. O kibirli akýllarýný istihfaf ediyor. Onlarý bidâyeten îdâm-ý ebedî ile ve sonra da Cehennem'de îdâm-ý ebedî ile beraber dünyevî îdâm ile de mahkûm ediyor. Der: «Ya muâraza ediniz, yahut can ve malýnýz helâkettedir.»

 

Ýþte eðer muâraza mümkün olsaydý acaba hiç mümkün mü idi ki, bir-iki satýrla muâraza edip dâvasýný ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müþkilatlý muharebe tarîký ihtiyar edilsin! Evet o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi, siyasetle idare ettiði halde, en kýsa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin? En tehlikeli ve bütün mal ve canýný belaya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir! Çünki bir edibleri, birkaç hurufatla muâraza edebilseydi; Kur'an, dâvasýndan vazgeçerdi. Onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardý. Halbuki muharebe gibi dehþetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün deðildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bis-süyûfa mecbur oldular. Hem Kur'aný tanzir etmek, taklidini yapmak için gâyet þiddetli iki sebeb vardý. Birisi; düþmanýn hýrs-ý muârazasý. Diðeri; dostlarýnýn þevk-i taklîdidir ki, þu iki sâik-i þedid altýnda milyonlar Arabî kitablar yazýlmýþ ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi olsun her kim Ona ve onlara baksa kat'iyen diyecek ki: «Kur'an, bunlara benzemez. Hiçbirisi Onu tanzir edemez.» Þu halde, ya Kur'an bütününün altýndadýr. Bu ise, bütün dost ve düþmanýn ittifakýyla battaldýr, muhaldir. Veya Kur'an, o yazýlan umum kitablarýn fevkýndedir.

 

 

 

sh: » (S: 386)

 

Eðer desen: Nasýl biliyoruz ki, kimse muârazaya teþebbüs etmedi? Kimse kendine güvenemedi mi ki, meydana çýksýn? Birbirinin yardýmý da mý faide etmedi?

 

Elcevab: Eðer muâraza mümkün olsaydý, alâküllihal kat'î teþebbüs edilecekti. Çünki izzet ve namus mes'elesi, can ve mal tehlikesi vardý. Eðer teþebbüs edilseydi, alâküllihal kat'î tarafdar pek çok bulunacaktý. Çünki hakka muarýz ve muannid daima kesretli idi. Eðer tarafdar bulsaydý, alâküllihal iþtihar bulacaktý. Çünki: Küçük bir mücadele, beþerin nazar-ý istiðrabýný celbedip destanlarda iþtihar eder. Þöyle acib bir mücadele ve vukuat ise gizli kalamaz. Ýslâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en þenî' þeylere kadar nakledilir, meþhur olur. Halbuki: Muârazaya dair Müseylime-i Kezzâb'ýn bir-iki fýkrasýndan baþka nakledilmemiþ. O Müseylime'de çendan belâgat varmýþ. Fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle mâlik olan Beyân-ý Kur'ana nisbet edildiði için, onun sözleri hezeyan Sûretinde tarihlere geçmiþtir. Ýþte Kur'anýn belâgatýndaki i’câz, kat'iyen iki kerre iki dört eder gibi mevcûddur ki, iþ böyle oluyor.

 

Ýkinci Sûret: Belâgatýndaki i'câz-ý Kur'anînin hikmetini Beþ Nokta'da Beyân edeceðiz.

 

Birinci Nokta: Kur'anýn nazmýnda bir cezâlet-i hârika var. O nazýmdaki cezâlet ve metâneti, «Ýþarat-ül Ý'caz» baþtan aþaðýya kadar bu cezâlet-i nazmiyyeyi Beyân eder. Saatýn saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizâmýný tekmil eden ne ise, Kur'an-ý Hakîm'in herbir cümledeki, hey'âtýndaki nazým ve kelimelerindeki nizâm ve cümlelerin birbirine karþý münasebatýndaki intizâmý öyle bir tarzda «Ýþarât-ül Ý'cazda âhirine kadar Beyân edilmiþtir. Kim isterse ona bakabilir ve bu nazýmdaki cezâlet-i hârikayý bu Sûrette görebilir. Yalnýz bir-iki misâl, bir cümlenin hey'atýndaki nazmý göstermek için zikredeceðiz.

 

Meselâ: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ Bu cümlede, azabý dehþetli göstermek için en azýnýn þiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek cümlenin bütün heyetleri de bu taklile bakýp ona kuvvet verecek. Ýþte لَئِنْ lâfzý, teþkiktir. Þek, kýllete bakar. مَسَّ lâfzý, azýcýk dokunmak-

 

sh: » (S: 387)

 

týr. Yine kýlleti ifade eder. نَفْحَةٌ lâfzý maddesi, bir kokucuk olup kýlleti ifade ettiði gibi, sîgasý bire delâlet eder. Masdar-ý merre tâbir-i sarfiyyesinde biricik demektir, kýlleti ifâde eder. نَفْحَةٌ daki tenvin-i tenkirî, taklâli içindir ki, o kadar küçük ki, bilinemiyor demektir. مِنْ lafzý, teb'îz içindir, bir parça demektir. Kýlleti ifâde eder. عَذَابِ lâfzý; nekâl, ikâba nisbeten hafif bir nevi cezadýr ki, kýllete iþâret eder. رَبِّكَ lâfzý; Kahhar, Cebbâr, Müntakim'e bedel yine þefkati ihsas etmekle kýlleti iþaret ediyor. Ýþte bu kadar kýlletteki bir parça azab böyle tesirli ise, ikab-ý Ýlahî ne kadar dehþetli olur kýyas edebilirsiniz diye ifade eder. Ýþte þu cümlede küçük heyetler nasýl birbirine bakýp yardým eder. Maksâd-ý küllîyi, herbiri kendi lisanýyla takviye eder. Þu misâl bir derece lafz ve maksada bakar.

 

Ýkinci misâl: وَِممَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ Þu cümlenin hey'âtý, sadakanýn þerait-i kabûlünün beþine iþaret eder.

 

Birinci Þart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, مِمَّا lâfzýndaki مِنْ -i teb'îz ile o þartý ifade eder.Ýkinci Þart: Ali'den alýp Veli'ye vermek deðil, belki kendi malýndan vermektir. Þu þartý رَزَقْنَاهُمْ lafzý ifade ediyor. "Size rýzýk olandan veriniz" demektir.

 

Üçüncü Þart: Minnet etmemektir. Þu þarta رَزَقْنَا daki

 

sh: » (S: 388)

 

نَا lafzý iþaret eder. Yâni "Ben size rýzký veriyorum. Benim malýmdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur."

 

Dördüncü Þart: Öyle adama veresin ki, nafakasýna sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbûl olmaz. Þu þarta يُنْفِقُونَ lâfzý iþaret ediyor.Beþinci Þart: Allah namýna vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yâni "Mal benimdir, benim namýmla vermelisiniz." Þu þartlarla beraber bir tevsi' de var. Yâni: Sadaka nasýl mal ile olur. Ýlim ile dâhi olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. Ýþte þu aksâma مِمَّا lâfzýndaki مَا umumiyetiyle iþaret ediyor. Hem þu cümle de bizzât iþaret ediyor. Çünki mutlaktýr, umumu ifade eder. Ýþte sadakayý ifade eden þu kýsacýk cümlede, beþ þart ile beraber geniþ bir dairesini akla ihsan ediyor. Heyetiyle ihsas ediyor. Ýþte heyette böyle pek çok nazýmlar var. Kelimâtýn dahi birbirine karþý, aynen geniþ böyle bir daire-i nazmiyyesi var. Sonra kelâmlarýn da, meselâ: قُلْ هُوَ اللَّهُ اَحَدٌ de altý cümle var. Üçü müsbet, üçü menfî. Altý mertebe-i tevhidi isbat etmekle beraber þirkin altý enva'ýný reddeder. Herbir cümlesi öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünki herbir cümlenin iki mânâsý var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek Sûre-i Ýhlâs'ta otuz Sûre-i Ýhlâs kadar, muntâzam, birbirini isbat eder delillerden mürekkeb Sûreler vardýr. Meselâ:

 

قُلْ هُوَ اللَّهُ ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يَلِدْ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ِلاَنَّهُ لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ

 

sh: » (S: 389)

 

Hem:

 

وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ، ِلاَنَّهُ لَم يَلِدْ ، ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ، ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ، ِلاَنَّهُ هُوَ اللَّهُ

 

Hem: هُوَ اللَّهُ فَهُوَ اَحَدٌ ، فَهُوَ صَمَدٌ ، فَاِذَا لَمْ يَلِدْ ، فَاِذَا لَمْ يُولَدْ ، فَاِذَا لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ Daha sen buna göre kýyas et...

 

Meselâ: آلم ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Þu dört cümlenin herbirisinin iki mânâsý var. Bir mânâ ile öteki cümlelere delildir. Diðer mânâ ile onlara neticedir. Onaltý münasebet hatlarýndan bir nakþ-ý nazmî-i i'câzî hasýl olur. «Ýþârât-ül Ý'câz»da öyle bir tarzda Beyân edilmiþ ki, bir nakþ-ý nazmî-i i'câzî teþkil eder. Onüçüncü Söz'de Beyân edildiði gibi, güya ekser âyât-ý Kur'aniyenin herbirisi ekser âyâtýn herbirisine bakar bir gözü ve nâzýr bir yüzü vardýr ki, onlara münasebatýn hutût-u mâneviyesini uzatýyor. Birer nakþ-ý i'câzî nescediyor. Ýþte «Ýþârât-ül Ý'câz» baþtan aþaðýya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi þerhetmiþtir.

 

Ýkinci Nokta: Mânâsýndaki belâðat-ý hârikadýr. Onüçüncü Söz'de Beyân olunan þu misâle bak: Meselâ: سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ اْلحَكِيمُ âyetindeki belâgat-ý mâneviyeyi zevketmek istersen, kendini Nur-u Kur'andan evvel asr-ý câhiliyette, sahra-yý bedeviyette farzet ki, herþey zulmet-i cehil ve gaflet altýnda perde-i cümûd-u tabiata sarýlmýþ olduðu bir anda Kur'anýn lisan-ý semâvîsinden سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ veyahut تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ gibi âyetleri iþit,

 

sh: » (S: 390)

 

bak! Nasýlki, o ölmüþ veya yatmýþ olan mevcûdât-ý âlem سَبَّحَ... تُسَبِّحُ sadasýyla iþitenlerin zihninde nasýl diriliyorlar, hüþyâr oluyorlar, kýyam edip zikrediyorlar. Ve o karanlýk gökyüzünde birer câmid ateþpare olan yýldýzlar ve yerde periþan mahlukat, تُسَبِّحُ sayhasýyla ve nuruyla iþitenin nazarýnda gökyüzü bir aðýz, bütün yýldýzlar birer kelime-i hikmet-nümâ ve birer nur-u hakikat-edâ ve Küre-i Arz bir baþ ve berr ve bahr, birer lisan ve bütün hayvanlar ve nebatlar birer kelime-i tesbih-feþan Sûretinde arz-ý dîdar eder. Meselâ: Onbeþinci Söz'de isbat edilen þu misâle bak:

 

يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ فَبِاَىِّ اَلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَ نُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ فَبِاَىِّ اَلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَآءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ

 

âyetlerini dinle bak ki, ne diyor? Diyor ki: "Ey acz ve hakareti içinde maðrur ve mütemerrid ve za'f ve fakrý içinde serkeþ ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itâat etmezseniz haydi elinizden gelirse hudûd-u mülkümden çýkýnýz! Nasýl cesaret edersiniz ki, öyle bir Sultanýn emirlerine karþý gelirsiniz; yýldýzlar, aylar, güneþler, emirber neferleri gibi emirlerine itâat ederler. Hem tuðyanýnýzla öyle bir Hâkim-i Zülcelâl'e karþý mübareze ediyorsunuz ki, öyle âzametli muti' askerleri var. Faraza þeytanlarýnýz dayanabilseler, onlarý dað gibi güllelerle recmedebilirler. Hem küfranýnýzla öyle bir Mâlik-i Zülcelâl'in memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünûdundan öyleleri var, deðil sizin gibi küçük âciz mahluklar, belki farz-ý muhal olarak dað ve Arz büyüklüðünde birer adüvv-ü kâfir olsaydýnýz, Arz ve dað büyüklüðünde yýldýzlarý, ateþli demirleri size atabilirler, sizi daðýtýrlar. Hem öyle bir kanunu kýrýyorsunuz ki, onunla öyleler baðlýdýr, eðer lüzum olsa Arzýnýzý yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreler misillü yýldýzlarý üstünüze Allah'ýn izniyle yaðdýrabilirler. Daha sâir

 

 

 

sh: » (S: 391)

 

âyâtýn mânâlarýndaki kuvvet ve belâgâtý ve ulviyyet-i ifadesini bunlara kýyas et.

 

Üçüncü Nokta: Üslûbundaki bedâat-i hârikadýr. Evet Kur'anýn üslûblarý hem garibdir, hem bedi'dir, hem acibdir, hem mukni'dir. Hiçbir þeyi, hiçbir kimseyi, taklid etmemiþ. Hiç kimse de Onu taklid edemiyor. Nasýl gelmiþ, öyle o üslûblar taravetini, gençliðini, garabetini daima muhafaza etmiþ ve ediyor. Ezcümle, bir kýsým Sûrelerin baþlarýnda þifre-misâl الم الر طه يس حمعسق gibi mukattaat hurufundaki üslûb-u bediîsi, beþ-altý lem'a-i i'câzý tâzammun ettiðini "Ýþârât-ül Ý'câz"da yazmýþýz. Ezcümle: Sûrelerin baþýnda mezkûr olan huruf, hurufatýn aksâm-ý mâlûmesi olan mechûre, mehmûse, þedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ý kesîresinden herbir kýsmýndan nýsfýný almýþtýr. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nýsf-ý ekser, sakilinden nýsf-ý ekall olarak bütün aksamýný tansif etmiþtir. Þu mütedâhil ve birbiri içindeki kýsýmlarý ve ikiyüz ihtimal içinde mütereddid yalnýz gizli ve fikren bilinmeyecek birtek yol ile umumu tansif etmek kabil olduðu halde, o yolda, o geniþ mesâfede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beþerin iþi olamaz. Tesadüf hiç karýþamaz. Ýþte bir þifre-i Ýlahiyye olan Sûrelerin baþlarýndaki huruf, bunun gibi daha beþ-altý lem'a-i i’câziyyeyi gösterdikleriyle beraber ilm-i esrar-ý huruf ülemâsýyla evliyânýn muhakkikleri þu mukattaattan çok esrar istihrac etmiþler ve öyle hakaik bulmuþlar ki, onlarca þu mukattaat kendi baþýyla gâyet parlak bir mu'cizedir. Onlarýn esrarýna ehil olmadýðýmýz, hem umum göz görecek derecede isbat edemediðimiz için o kapýyý açamayýz. Yalnýz "Ýþârât-ül Ý'câz"da þunlara dair Beyân olunan beþ-altý lem'a-i i’câza havale etmekle iktifa ediyoruz.

 

Þimdi, esâlib-i Kur'aniyyeye sûre itibariyle, maksad itibariyle, âyât ve kelâm ve kelime itibariyle birer iþaret edeceðiz. Meselâ:

 

Sûre-i عَمَّ ye dikkat edilse öyle bir üslûb-u bedi' ile âhireti, haþri, Cennet veþþþ Cehennem'in ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, þu dünyadaki ef'âl-i Ýlahiyyeyi, âsâr-ý Rabbaniyyeyi o ahvâl-i uhreviyyeye birer birer bakar isbat eder gibi kalbi ikna' eder. Þu sûredeki üslûbun îzahý uzun olduðundan yalnýz bir-iki noktasýna iþaret ederiz. Þöyle ki:

 

sh: » (S: 392)

 

Þu Sûrenin baþýnda Kýyamet gününü isbât için der: "Size zemini güzel serilmiþ bir beþik; daðlarý hânenize ve hayatýnýza defineli direk, hazineli kazýk; sizi birbirini sever, ünsiyyet eder çift; geceyi hâb-ý rahatýnýza örtü; gündüzü meydân-ý maiþet; Güneþ'i ýþýk verici, ýsýndýrýcý bir lâmba; bulutlarý âb-ý hayat çeþmesi gibi ondan suyu akýttým. Basit bir sudan bütün erzâkýnýzý taþýyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eþyayý kolay ve az bir zamanda îcad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kýyamet sizi bekliyor. O günü getirmek bize aðýr gelemez." Ýþte bundan sonra kýyamette daðlarýn daðýlmasý, semâvâtýn parçalanmasý, Cehennem'in hâzýrlanmasý ve Cennet ehline bað ve bostan vermesini gizli bir Sûrette isbatlarýna iþaret eder. Mânen der: "Mâdem gözünüz önünde dað ve zeminde þu iþleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer iþleri yapar." Demek sûrenin baþýndaki "dað", kýyametteki daðlarýn haline bakar ve bað ise, âhirde ve âhiretteki hadîkaya ve baða bakar. Ýþte sâir noktalarý buna kýyas et, ne kadar güzel ve âlî bir üslûbu var, gör. Meselâ: قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ اْلمُلْكِ تُؤْتِى اْلمُلْكَ مَنْ تَشَآءُ وَتَنْزِعُ اْلمُلْكَ ِممَّنْ تَشَآءُ ilâ âhir... Öyle bir üslûb-u âlîde benî-beþerdeki Þuunat-ý Ýlahiyyeyi ve gece ve gündüzün deveranýndaki tecelliyat-ý Ýlahiyyeyi ve senenin mevsimlerinde olan Tasarrufat-ý Rabbaniyyeyi ve yeryüzünde hayat-memat, haþir ve neþr-i dünyeviyedeki icraat-ý Rabbaniyyeyi öyle bir ulvî üslûb ile Beyân eder ki, ehl-i dikkatin akýllarýný teshir eder. Parlak ve ulvî geniþ üslûbu, az dikkat ile göründüðü için þimdilik o hazineyi açmayacaðýz.

 

Meselâ: اِذَا السَّمَآءُ انْشَقَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ وَاِذَا اْلاَرْضُ مُدَّتْ وَاَلْقَتْ مَا فِيهَا وَ تَخَلَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ Gök ve zeminin Cenâb-ý Hakk'ýn emrine karþý derece-i inkýyad ve itaatlerini þöyle âlî bir üslûb ile Beyân eder ki: Nasýl bir kumandan-ý âzam, mücahede ve manevra ve ahz-ý asker þûbeleri gibi mücahedeye lâzým iþler için iki daireyi teþkil edip açmýþ. O mücahede, o muamele iþi bittikten sonra o iki daireyi baþka iþlerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için o kumandan-ý âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisanýyla veya nut-

 

sh: » (S: 393)

 

ka gelip kendi lisanýyla der ki: "Ey kumandaným bir parça mühlet ver ki, eski iþlerin ufak tefeklerini,pýrtý-mýrtýlarýný temizleyip dýþarý atayým, sonra teþrif ediniz. Ýþte atýp senin emrine hâzýr duruyoruz. Buyurun ne yaparsanýz yapýnýz. Senin emrine münkâdýz. Senin yaptýðýn iþler bütün hak, güzel, maslahattýr." Öyle de: Semâvât ve Arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açýlmýþtýr. Müddet bittikten sonra Semâvât ve Arz, daire-i teklife ait eþyayý emr-i Ýlahiyle bertaraf eder. Derler: "Ya Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkýmýz sana itaattir. Her yaptýðýn þey de haktýr." Ýþte, cümlelerindeki üslûbun haþmetine bak, dikkat et.

 

Hem meselâ:

 

يَآ اَرْضُ ابْلَعِى مَآءَ كِ وَيَا سَمَآءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ اْلمَآءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى اْلجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّاِلمِينَ

 

Ýþte bu âyetin bahr-ý belâgatýndan bir katreye iþaret için bir üslûbunu bir temsil âyinesinde göstereceðiz. Nasýl bir harb-i umumîde bir kumandan, zaferden sonra ateþ eden bir ordusuna "Ateþ kes!" ve hücum eden diðer bir ordusuna "Dur!" der, emreder. O anda ateþ kesilir, hücum durur. "Ýþ bitti, istilâ ettik. Bayraðýmýz düþmanýn merkezlerinde yüksek kalelerinin baþýnda dikildi. Esfelüssâfilîne giden o edebsiz zâlimler cezalarýný buldular" der.

 

Aynen öyle de: Padiþah-ý Bîmisâl, kavm-i Nuh'un mahvý için Semâvât ve Arz'a emir vermiþ. Vazifelerini yaptýktan sonra ferman ediyor: Ey Arz! Suyunu yut. Ey Semâ! Dur, iþin bitti. Su çekildi. Daðýn baþýnda memur-u Ýlahînin çadýr vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarýný buldular. Ýþte þu üslûbun ulviyyetine bak. "Zemin ve gök iki muti' asker gibi emir dinler, itaat ederler" diyor. Ýþte þu üslûb iþaret eder ki, insanýn isyanýndan kâinat kýzýyor. Semâvât ve Arz hiddete geliyorlar ve þu iþaretle der ki: "Yer ve gök iki muti' asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli." Dehþetli bir zecri ifade eder. Ýþte tufan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakaikýyla birkaç cümlede îcazlý, i’câzlý, cemâlli, icmâlli bir tarzda Beyân eder. Þu denizin sâir katrelerini þu katreye kýyas et.

 

Þimdi kelimelerin penceresiyle gösterdiði üslûba bak.

 

Meselâ: كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَdeki

 

sh: » (S: 394)

 

كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ kelimesine bak, ne kadar lâtif bir üslûbu gösteriyor.

 

Þöyle ki: Kamer'in bir menzili var ki, Süreyya yýldýzlarýnýn dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde hurmanýn eskimiþ beyaz bir dalýna teþbih eder. Þu teþbih ile semânýn yeþil perdesi arkasýnda güya bir aðaç bulunuyor ki beyaz, sivri, nurâni bir dalý, perdeyi yýrtýp baþýný çýkarýp, Süreyya o dalýn bir salkýmý gibi ve sâir yýldýzlar o gizli hilkat aðacýnýn birer münevver meyvesi olarak iþitenin hayalî olan gözüne göstermekle; medâr-ý maiþetlerinin en mühimmi hurma aðacý olan sahra-niþinlerin nazarýnda ne kadar münasib, güzel, lâtif, ulvî bir üslûb-u ifade olduðunu zevkin varsa anlarsýn.

 

Meselâ: Ondokuzuncu Söz'ün âhirinde isbat edildiði gibi, وَ الشَّمْسُ َتجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا deki تَجْرِى kelimesi þöyle bir üslûb-u âlîye pencere açar. Þöyle ki: تَجْرِى lafzýyla yâni: "Güneþ döner" tâbiriyle kýþ ve yaz, gece ve gündüzün deveranýndaki muntâzam tasarrufât-ý Kudret-i Ýlahiyeyi ihtar ile Sâniin âzametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdýðý mektubât-ý Samedâniyeye nazarý çevirir. Hâlýk-ý Zülcelâl'in hikmetini i'lâm eder. وَ جَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Yâni, lâmba tâbiriyle þöyle bir üslûba pencere açar ki, þu âlem bir saray ve içinde olan eþya ise insana ve zîhayata ihzâr edilmiþ müzeyyenat ve mat'umat ve levazýmât olduðunu ve Güneþ dahi müsahhar bir mumdar olduðunu ihtar ile Sâniin haþmetini ve Hâlýkýn ihsanýný ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müþriklerin en mühim, en parlak Mâbud zannettikleri Güneþ, müsahhar bir lâmba, câmid bir mahluktur. Demek سِرَاج tâbirinde Hâlýkýn âzamet-i Rububiyyetindeki rahmetini ihtar eder. Rahmetin vüs'atindeki ihsanýný ifham eder ve o ifhamda saltanatýnýn haþmetindeki keremini ihsas eder ve bu ihsasta vahdâniyeti i'lam eder

 

sh: » (S: 395)

 

ve mânen der: "Câmid bir sirâc-ý müsahhar hiçbir cihette ibâdete lâyýk olamaz." Hem cereyân-ý تَجْرِى tâbirinde gece gündüzün, kýþ ve yazýn dönmelerindeki tasarrufat-ý muntâzama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, Rububiyyetinde münferid bir Sâniin âzamet-i kudretini ifham eder. Demek Þems ve Kamer noktalarýndan beþerin zihnini gece ve gündüz, kýþ ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazýlan hâdisatýn satýrlarýna nazar-ý dikkati celbeder. Evet Kur'an Güneþ'ten Güneþ için bahsetmiyor. Belki onu ýþýklandýran Zât için bahsediyor. Hem Güneþ'in insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki Güneþ'in vazifesinden bahsediyor ki, San'at-ý Rabbâniyyenin intizâmýna bir zenberek ve hilkat-i Rabbâniyyenin nizâmýna bir merkez, hem Nakkaþ-ý Ezelî'nin gece gündüz ipleriyle dokuduðu eþyadaki san'at-ý Rabbâniyyenin insicamýna bir mekik vazifesini yapýyor. Daha sâir kelimât-ý Kur'aniyyeyi bunlara kýyas edebilirsin. Âdeta basit, me'luf birer kelime iken, lâtif mânâlarýn definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.

 

Ýþte ekseriyetle üslûb-u Kur'anýn geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduðundandýr ki, bâzan bir bedevî arab birtek kelâma meftun olur. Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ kelâmýný iþittiði anda secdeye gitti. Ona dediler: "Müslüman mý oldun?" "Yok dedi, ben þu kelâmýn belâgatýna secde ediyorum."

 

Dördüncü Nokta: Lafzýndaki fesâhât-ý hârikasýdýr. Evet Kur'an mânen üslûb-u Beyân cihetiyle fevkalâde belîð olduðu gibi, lâfzýnda gâyet selis bir fesahati vardýr. Fesahatin kat'î vücuduna, usandýrmamasý delildir ve fesahatin hikmetine, fenn-i Beyân ve maânînin dâhî ülemâsýnýn þehadetleri bir bürhân-ý bâhirdir. Evet binler defa tekrar edilse usandýrmýyor, belki lezzet veriyor. Küçük basit bir çocuðun hâfýzasýna aðýr gelmiyor, hýfzedebilir. En hastalýklý, az bir sözden müteezzî olan bir kulaða nâhoþ gelmiyor, hoþ geliyor. Sekeratta olanýn damaðýna þerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur'an onun kulaðýnda ve dimaðýnda, aynen aðzýnda ve damaðýnda mâ-i zemzem gibi leziz geliyor. Usandýrmamasýnýn sýrr-ý hikmeti þudur ki: Kur'an, kulûbe kut ve gýda ve ukûle kuvvet ve gýnâdýr ve rûha mâ ve ziyâ ve nüfusa devâ ve þifâ olduðundan usandýrmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayýz. Fakat en güzel bir meyveyi her gün yesek, usan

 

 

 

sh: » (S: 396)

 

dýracak. Demek Kur'an, hak ve hakikat ve sýdk ve hidâyet ve hârika bir fesahat olduðundandýr ki, usandýrmýyor, daima gençliðini muhafaza ettiði gibi tarâvetini, halâvetini de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyþ'in rüesâsýndan müdakkik bir belîð, müþrikler tarafýndan, Kur'aný dinlemek için gitmiþ. Dinlemiþ, dönmüþ, demiþ ki: Þu kelâmýn öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-ý beþere benzemez. Ben þâirleri, kâhinleri biliyorum. Bu onlarýn hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa etbaýmýzý kandýrmak için sihir demeliyiz." Ýþte Kur'an-ý Hakîm'in en muannid düþmanlarý bile fesahatinden hayran oluyorlar.

 

Kur'an-ý Hakîm'in âyetlerinde, kelâmlarýnda, cümlelerinde fesâhatin esbabýný izah çok uzun gider. Onun için sözü kýsa kesip yalnýz nümune olarak bir âyetteki hurûf-u hecâiyyenin vaziyetiyle hasýl olan bir selaset ve fesahat-i lafziyyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem'a-i i’câzý göstereceðiz. Ýþte:

 

ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا يَغْشَى طَآئِفَةً مِنْكُمْ ilâ âhir. Ýþte þu âyette bütün huruf-u heca mevcûddur. Bak ki, sakil, aðýr bütün aksâm-ý hurûf beraber olduðu halde selasetini bozmamýþ. Belki bir revnâk ve muhtelif tellerden mütenasib, mütesanid bir naðme-i fesâhat katmýþ. Hem þu lem'a-i i’câza dikkat et ki, hurûf-u hecâdan "ya" ile "elif" en hafif ve birbirine kalbolduðu için iki kardeþ gibi her birisi yirmibir kerre tekrarý var. "Mim" ile "nun" (Haþiye-1) birbirinin kardeþi ve birbirinin yerine geçtiði için her birisi otuzüçer defa zikredilmiþtir. ص .س. ش mahreççe, sýfatça, savtça kardeþ olduklarý için her biri üç defa, ع. غ kardeþ olduklarý halde ع daha hafif altý defa, غ sýkleti için yarýsý olarak üç defa zikredilmiþtir.

 

ط .ظ .ذ. ز

 

_____________________________

 

(Haþiye-1): Tenvin dahi nundur.

 

 

 

sh: » (S: 397)

 

mahreçce, sýfatça, sesçe kardeþ olduklarý için herbirisi ikiþer defa, "lâm" ve "elif" ile beraber ikisi لا Sûretinde ittihad ettikleri ve "elif" لا Sûretinde hissesi "lâm"ýn yarýsýdýr. Onun için "lâm" kýrkiki defa, "elif" onun yarýsý olarak yirmibir defa zikredilmiþtir. "Hemze" "he" ile mahreççe kardeþ olduklarý için hemze (Haþiye-2) onüç, "hâ" bir derece daha hafif olduðu için ondört defa, ق. ف. ك kardeþ olduklarý için ق 'ýn bir noktasý fazla olduðu için ق on, ف dokuz, ك dokuz, ب dokuz, ت oniki, "ta"nýn derecesi üç olduðu için oniki defa zikredilmiþtir. ر "lâm"ýn kardeþidir. Fakat ebced hesabýyla ر ikiyüz, "lâm" otuzdur. Altý derece yukarý çýktýðý için altý derece aþaðý düþmüþtür. Hem ر telaffuzca tekerrür ettiðinden sakil olup yalnýz altý defa zikredilmiþtir. خ. ح. ث .ض Sýkletleri ve Bâzý cihat-ý münasebat için birer defa zikredilmiþtir. "Vav" "hâ"den ve "hemze"den daha hafif ve "yâ"dan ve "elif"den daha sakil olduðu için onyedi defa, sakil hemzeden dört derece yukarý, hafif eliften dört derece aþaðý zikredilmiþtir.

 

Ýþte þu hurufun bu zikrinde hârikulâde bu vaziyet-i muntâzama ile ve o münâsebet-i hafiyye ile ve o güzel intizâm ve o dakik ve in

 

__________________________________

 

(Haþiye): Hemze, melfuz ve gayr-ý melfuz yirmibeþtir ve hemzenin sâkin kardeþi elif'ten üç derece yukarýdýr. Zira hareke üçtür.

 

 

 

sh: » (S: 398)

 

ce nazm ve insicâm ile iki kerre iki dört eder derecede gösterir ki, beþer fikrinin haddi deðil ki, þunu yapabilsin. Tesadüf ise muhaldir ki, ona karýþsýn. Ýþte þu vaziyet-i huruftaki intizâm-ý acib ve nizâm-ý garib, selaset ve fesahat-ý lafziyyeye medâr olduðu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Mâdem hurûfâtýnda böyle intizâm gözetilmiþ. Elbette kelimelerinde, cümlelerinde, mânâlarýnda öyle esrarlý bir intizâm, öyle envarlý bir insicâm gözetilmiþ ki, göz görse "Mâþâallah", akýl anlasa "Bârekâllah" diyecek.

 

Beþinci Nokta: Beyânýndaki beraattir. Yâni, tefevvuk ve metânet ve haþmettir. Nasýlki nazmýnda cezâlet, lafzýnda fesahat, mânâsýnda belâgat, üslûbunda bedâat var. Beyânýnda dahi faik bir beraat vardýr. Evet tergib ve terhib, medh ve zemm, isbat ve irþad, ifhâm ve ifhâm gibi bütün aksâm-ý kelâmiyyede ve tabakat-ý hitabiyyede Beyânât-ý Kur'aniyye en yüksek mertebededir.

 

Meselâ: Makam-ý tergib ve teþvikte hadsiz misâllerinden, meselâ Sûre-i هَلْ اَتَى عَلَى اْلاِنْسَانِ de Beyânâtý, (Haþiye-1) âb-ý kevser gibi hoþ, selsebil çeþmesi gibi selâsetle akar, cennet meyveleri gibi tatlý, hûri libasý gibi güzeldir.

 

Makam-ý terhib ve tehdidde pek çok misâllerinden meselâ: هَلْ اَتَيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ Sûresinin baþýnda beyânât-ý Kur'aniyye ehl-i dalâletin sýmahýnda kaynayan rasas gibi, dimaðýnda yakan ateþ gibi, damaðýnda yanan zakkum gibi, yüzünde saldýran cehennem gibi, midesinde acý, dikenli dari' gibi tesir eder. Evet bir zâtýn tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azab memuru, öfkesinden ve gayzýndan parçalanmak vaziyetini almasý ve تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ söylemesi, söyletmesi, o zâtýn terhibi ne derece dehþetli olduðunu gösterir.

 

Makam-ý medhin binler misâllerinden, baþýnda "Elhamdülillah" olan beþ Sûrede Beyânât-ý Kur'aniyye Güneþ gibi parlak, (Haþiye-2) yýldýz gibi zînetli, semâvât ve zemin gibi haþmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara

 

_______________________________

 

(Haþiye-1): Þu üslûb-u Beyân, o sûrenin meâlinin libasýný giymiþ.

 

(Haþiye-2): Þu tâbiratta o sûrelerdeki bahislere iþaret var.

 

 

 

sh: » (S: 399)

 

rahmet gibi þefkatli, âhirette Cennet gibi güzeldir.

 

Makam-ý zemm ve zecirde binler misâllerinden meselâ: اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ َلحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا âyetinde zemmi altý derece zemmeder. Gýybetten altý derece þiddetle zecreder. Þöyle ki: Mâlûmdur: Âyetin baþýndaki hemze, sormak (âyâ) mânâsýndadýr. O sormak mânâsý, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. Ýþte birinci hemze ile der: (Âyâ) sual ve cevab mahalli olan aklýnýz yok mu ki, bu derece çirkin bir þeyi anlamýyor? Ýkincisi: يُحِبُّ lafzý ile der: Âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuþ mu ki, en menfur bir iþi sever? Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemâatten hayatýný alan hayat-ý içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuþ ki, böyle hayatýnýzý zehirleyen bir ameli kabûl eder? Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmýyla der: Ýnsaniyetiniz ne olmuþ ki, böyle canavarcasýna arkadaþýný diþle parçalamayý yapýyorsunuz? Beþincisi: اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sýla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeþiniz olan bir mazlumun þahs-ý mânevîsini insafsýzca diþliyorsunuz? Hiç aklýnýz yok mu ki, kendi âzanýzý kendi diþinizle divâne gibi ýsýrýyorsunuz? Altýncýsý: مَيْتًا kelâmýyla der: Vicdanýnýz nerede... Fýtratýnýz bozulmuþ mu ki, en muhterem bir halde bir kardeþine karþý, etini yemek gibi en müstekreh bir iþ yapýlýyor? Demek zemm ve gýybet, aklen, kalben ve insâniyeten ve vicdânen ve fýtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. Ýþte bak! Nasýlki, þu âyet, îcazkârâne altý mertebe zemmi zemmetmekle i’câzkârane altý derece o cürümden zecreder.

 

Makam-ý isbatta binler misâllerinden meselâ:

 

 

 

sh: » (S: 400)

 

فَانْظُرْ اِلَى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ

 

de haþri isbat ve istib'adý izale için öyle bir tarzda Beyân eder ki, fevkýnde isbat olamaz. Þöyle ki: Onuncu Söz'ün Dokuzuncu Hakikatýnda, Yirmiikinci Söz'ün Altýncý Lem'asýnda isbat ve izah edildiði gibi; her bahar mevsiminde ihyâ-yý arz keyfiyyetinde üçyüzbin tarzda haþrin nümunelerini nihayet derecede girift, birbirine karýþtýrdýðý halde nihayet derecede intizâm ve temyiz ile nazar-ý beþere gösteriyor ki, bunlarý böyle yapan Zâta, Haþir ve Kýyamet aðýr olamaz, der. Hem zeminin sahifesinde yüzbinler enva'ý, beraber birbiri içinde kalem-i kudretiyle hatâsýz, kusursuz yazmak; bir tek Vâhid-i Ehad'in sikkesi olduðundan, þu âyetle Güneþ gibi vahdâniyeti isbat etmekle beraber, Güneþ'in tulû' ve gurubu gibi kolay ve kat'î, Kýyamet ve Haþri gösterir. Ýþte كَيْفَ lâfzýndaki keyfiyet noktasýnda þu hakikatý gösterdiði gibi, çok Sûrelerde tafsil ile zikreder.

 

Meselâ: Sûre-i ق وَ الْقُرْاَنِ الْمَجِيدِ de öyle parlak ve güzel ve þirin ve yüksek bir Beyânla haþri isbat eder ki, baharýn gelmesi gibi kat'î bir Sûrette kanâat verir. Ýþte bak: Kâfirlerin, çürümüþ kemiklerin dirilmesini inkâr ederek «Bu acibdir, olamaz» demelerin ecevaben اَفَلَمْ يَنْظُرُوآ اِلَى السَّمَآءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ ilâ âhir-il âyet... كَذلِكَ اْلخُرُوجُ a kadar ferman ediyor. Beyâný su gibi akýyor. Yýldýzlar gibi parlýyor. Kalbe hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rýzk oluyor. Hem makam-ý isbatýn en lâtif misâllerinden: يس وَالْقُرْاَنِ اْلحَكِيمِ اِنَّكَ َلمِنَ اْلمُرْسَلِينَ der. Yâni, «Hikmetli Kur'ana kasem ederim. Sen Resûllerdensin.» Þu ka

 

sh: » (S: 401)

 

sem iþaret eder ki, Risâletin hücceti o derece yakînî ve haktýr ki, hakkaniyette makam-ý tâzim ve hürmete çýkmýþ ki, onunla kasem ediliyor. Ýþte þu iþaret ile der: «Sen Resûlsün. Çünki senin elinde Kur'an var. Kur'an ise, haktýr ve Hakk'ýn kelâmýdýr. Çünki içinde hakikî hikmet, üstünde sikke-i i'câz var.»

 

Hem makam-ý isbatýn îcazlý ve i'câzlý misâllerinden þu:

 

قَالَ مَنْ يُحْيِى اْلعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِى اَنْشَاَهَآ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ

 

Yâni; insan der: «Çürümüþ kemikleri kim diriltecek?» Sen, de: «Kim onlarý bidayeten inþa edip hayat vermiþ ise, o diriltecek.» Onuncu Söz'ün dokuzuncu hakikatýnýn üçüncü temsilinde tasvir edildiði gibi; bir zât, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teþkil ettiði halde, biri dese: «Þu zât, efradý istirahat için daðýlmýþ olan bir taburu bir boru ile toplar. Tabur nizâmý altýna getirebilir.» Sen ey insan, desen; «Ýnanmam.» Ne kadar divânece bir inkâr olduðunu bilirsin. Aynen onun gibi hiçten, yeniden ordu-misâl bütün hayvanat ve sâir zîhayatýn tabur-misâl cesedlerini kemâl-i intizâmla ve mizan-ý hikmetle o bedenlerin zerratýný ve letâifini «Emr-i kün feyekûn» ile kaydedip yerleþtiren ve her karnda hattâ her baharda rûy-i zeminde yüzbinler ordu-misâl zevilhayat envâ'larýný, taifelerini icad eden bir Zât-ý Kadîr-i Alîm, tabur-misâl bir cesedin nizâmý altýna girmekle birbiriyle tanýþmýþ zerrât-ý esâsiye ve eczâ-yý asliyeyi bir sayha ile Sûr-u Ýsrafil'in borusu ile nasýl toplayabilir? Ýstib'âd Sûretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divâneliktir.

 

Makam-ý irþadda beyânât-ý Kur'aniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece mûnis ve þefiktir ki, þevk ile ruhu, zevk ile kalbi; aklý merakla ve gözü yaþla doldurur. Binler misâllerinden yalnýz þu: ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَهِىَ كَاْلحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً ilâ âhir... Yirminci Söz'ün Birinci Makamý'nda üçüncü âyet mebhasinde isbat ve izah edildiði gibi Benî-Ýsrail'e der: «Mûsa Aleyhisselâm'ýn asâsý gibi bir mu'cizesine karþý sert taþ, oniki gözünden çeþme gibi yaþ akýttýðý halde, size ne olmuþ ki, Mûsa Aleyhisselâm'ýn bütün mu'cizâtýna

 

sh: » (S: 402)

 

karþý lâkayd kalýp; gözünüz kuru, yaþsýz, kalbiniz katý, ateþsiz duruyor?» O sözde þu mânâ-yý irþadî izah edildiði için oraya havale ederek burada kýsa kesiyorum.

 

Makam-ý ifhâm ve ilzamda binler misâllerinden yalnýz þu iki misâle bak: Birinci misâl:

 

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَآءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ اِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ

 

Yâni: «Eðer, bir þübheniz varsa, size yardým edecek, þehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarýnýzý çaðýrýnýz. Birtek sûresine bir nazîre yapýnýz.» «Ýþârât-ül Ý'câz»da izah ve isbat edildiði için burada yalnýz icmâline iþaret ederiz. Þöyle ki: Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân diyor: «Ey ins ve cin! Eðer Kur'an, Kelâm-ý Ýlahî olduðunda þübheniz varsa, bir beþer kelâmý olduðunu tevehhüm ediyorsanýz, haydi, iþte meydan, geliniz! Siz dahi O'na Muhammed-ül Emin dediðiniz zât gibi, okumak yazmak bilmez, kýraat ve kitabet görmemiþ bir ümmîden bu Kur'an gibi bir kitab getiriniz, yaptýrýnýz. Bunu yapamazsanýz, haydi ümmî olmasýn, en meþhur bir edib, bir âlim olsun. Bunu da yapamazsanýz, haydi birtek olmasýn, bütün bülegânýz, hutebânýz, belki bütün geçmiþ belîðlerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediblerin yardýmlarýný ve ilahlarýnýzýn himmetlerini beraber alýnýz. Bütün kuvvetinizle çalýþýnýz, þu Kur'ana bir nazîre yapýnýz. Bunu da yapamazsanýz, haydi kabil-i taklid olmayan Hakaik-i Kur'aniyeden ve mânevî çok mu'cizâtýndan kat-ý nazar, yalnýz nazmýndaki belâgatýna nazîre olarak bir eser yapýnýz.» فَاْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ ilzâmýyla der: «Haydi sizden mânânýn doðruluðunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtýl hikâyeler olsun. Bunu da yapamýyorsunuz. Haydi bütün Kur'an kadar olmasýn, yalnýz بِعَشْرِ سُوَرٍ on Sûresine nazîre getiriniz. Bunu da yapamýyorsunuz. Haydi, birtek Sûresine nazîre getiriniz. Bu da çoktur. Haydi, kýsa bir Sûresine bir nazîre ibraz ediniz. Hattâ, mâdem bunu da yapmazsanýz ve yapamazsýnýz. Hem bu kadar muhtaç ol-

 

sh: » (S: 403)

 

duðunuz halde; çünki Haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve þerefiniz, can ve malýnýz, dünya ve âhiretiniz, buna nazîre getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, þerefsiz, zillet içinde, can ve malýnýz helâkette mahvolup ve âhirette النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَ الْحِجَارَةُ فَاتَّقُوا iþaretiyle Cehennem'de haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateþe odunluk edeceksiniz. Hem mâdem sekiz mertebe aczinizi anladýnýz. Elbette sekiz defa, Kur'an dahi mu'cize olduðunu bilmekliðiniz gerektir.

 

Ya îmânâ geliniz veyahut susunuz, Cehennem'e gidiniz!» Ýþte Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân'ýn makam-ý ifhâmdaki ilzamýna bak ve de: لَيْسَ بَعْدَ الْبَيَانِ الْقُرْاَنِ بَيَانٌ Evet Beyân-ý Kur'andan sonra Beyân olamaz ve hacet kalmaz.

 

Ýkinci Misâl:

 

فَذَكِّرْ فَمَآ اَنْتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلاَ مَجْنُونٍ اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ اْلمَنُونِ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهذَا اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ فَلْيَاْتُوا بِحَدِيثٍ مِثْلِهِ اِنْ كَانُوا صَادِقِينَ اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَىْءٍ اَمْ هُمُ اْلخَالِقُونَ اَمْ خَلَقُوا السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَ يُوقِنُونَ اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَآِنُ رَبِّكَ اَمْ هُمُ اْلمُصَيْطِرُونَ اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَاْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ اَمْ تَسْاَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ اْلمَكِيدُونَ اَمْ لَهُمْ اِلَهٌ غَيْرُ اللَّهِ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ

 

sh: » (S: 404)

 

Ýþte þu âyâtýn binler hakikatlerinden yalnýz Beyân-ý ifhamiyeye misâl için bir hakikatýný Beyân ederiz. Þöyle ki: اَمْ - اَمْ lafzýyla onbeþ tabaka istifham-ý inkârî-i taaccübî ile ehl-i dalâletin bütün aksamýný susturur ve þübehâtýn bütün menþe'lerini kapatýr. Ehl-i dalâlet için içine girip saklanacak þeytanî bir delik býrakmýyor, kapatýyor. Altýna girip gizlenecek bir perde-i dalâlet býrakmýyor, yýrtýyor. Yýlanlarýndan hiçbir yýlaný býrakmýyor, baþýný eziyor. Herbir fýkrada bir taifenin hülâsa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kýsa tâbir ile ibtal eder. Ya butlaný zâhir olduðundan sükûtla butlanýný bedâhete havale eder veya baþka âyetlerde tafsilen reddedildiði için burada mücmelen iþaret eder. Meselâ: Birinci fýkra وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ âyetine iþaret eder. Onbeþinci fýkra ise لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا âyetine remzeder. Daha sâir fýkralarý buna kýyas et. Þöyle ki: Baþta diyor: «Ahkâm-ý Ýâahiyyeyi teblið et. Sen kâhin deðilsin. Zira kâhinin sözleri, karýþýk ve tahminîdir. Seninki, hak ve yakînîdir. Mecnun olamazsýn, düþmanýn dahi senin Kemâl-i aklýna þehadet eder. اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ اْلمَنُونِ Âyâ, acaba muhâkemesiz âmi kâfirler gibi, sana þâir mi diyorlar. Senin helâketini mi bekliyorlar. Sen, de: «Bekleyiniz. Ben de bekliyorum.» Senin parlak büyük hakikatlerin, þiirin hayalatýndan münezzeh ve tezyinâtýndan müstaðnidir.

 

اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهذَا Yahut; acaba akýllarýna güvenen akýlsýz feylesoflar gibi, «Aklýmýz bize yeter» deyip sana ittibâdan istinkaf mý ederler. Halbuki akýl ise, sana ittibaý emreder. Çünki: Bütün dediðin makuldür. Fakat akýl kendi baþýyla ona yetiþemez. اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ Yahut: Ýnkârlarýna sebeb, tâgî zâlimler gibi,

 

sh: » (S: 405)

 

Hakk'a serfüru etmemeleri midir! Halbuki mütecebbir zalimlerin rüesâlarý olan Firavunlarýn, Nemrudlarýn âkibetleri mâlûmdur.

 

اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ Veyahut: Yalancý, vicdansýz münafýklar gibi «Kur'an senin sözlerindir» diye seni ittiham mý ediyorlar! Halbuki, tâ þimdiye kadar sana Muhammed-ül Emin diyerek içlerinde seni en doðru sözlü biliyorlardý. Demek onlarýn imânâ niyyetleri yoktur. Yoksa Kur'anýn âsâr-ý beþeriye içinde bir nazîrini bulsunlar.

 

اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ Veyahut: Kâinatý abes ve gayesiz îtikad eden felâsife-i abesiyyun gibi kendilerini baþýboþ, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, Hâlýksýz mý zannediyorlar! Acaba gözleri kör olmuþ, görmüyorlar mý ki, kâinat baþtan aþaðýya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir ve mevcûdât, zerrelerden Güneþlere kadar vazifelerle muvazzaftýr ve evâmir-i Ýlâhiyeye müsahharlardýr.

 

اَمْ هُمُ اْلخَالِقُونَ Veyahut: Firavunlaþmýþ maddiyyun gibi, «Kendi kendine oluyorlar. Kendi kendini besliyorlar. Kendilerine lâzým olan herþeyi yaratýyorlar» mý tahayyül ediyorlar ki, îmândan, ubûdiyetten istinkâf ederler. Demek kendilerini birer Hâlýk zannederler. Halbuki birtek þeyin Hâlýký, herbir þeyin Hâlýký olmak lâzým gelir. Demek kibir ve gururlarý onlarý nihayet derecede ahmaklaþtýrmýþ ki, bir sineðe, bir mikroba karþý maðlûb bir âciz-i mutlaký, bir Kadîr-i Mutlak zannederler. Mâdem bu derece akýldan, insâniyetten sukut etmiþler. Hayvandan, belki cemadattan daha aþaðýdýrlar. Öyle ise, bunlarýn inkârlarýndan müteessir olma. Bunlarý dahi, bir nevi muzýr hayvan ve pis maddeler sýrasýna say. Bakma, ehemmiyet verme.

 

اَمْ خَلَقُوا السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَ يُوقِنُونَ Veyahut: Hâlýký inkâr eden fikirsiz, sersem muattýla gibi, Allah'ý inkâr mý ediyorlar ki, Kur'aný dinlemiyorlar. Öyle ise, semâvat ve arzýn vücudlarýný inkâr etsinler veyahut «Biz halkettik» desinler. Bütün bütün aklýn zývanasýndan çýkýp, divaneliðin hezeyanýna girsinler. Çünki semâda yýldýzlarý kadar, zeminde çiçekleri kadar berahin-i tevhid görünüyor, okunuyor. Demek yakîne ve hakka niyetleri yoktur. Yok

 

 

 

sh: » (S: 406)

 

sa «Bir harf kâtibsiz olmaz» bildikleri halde, nasýl bir harfinde bir kitab yazýlan þu kâinat kitabýný, kâtibsiz zannediyorlar.

 

اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَآئِنُ رَبِّكَ Veyahut: Cenâb-ý Hakk'ýn ihtiyarýný nefyeden bir kýsým hükemâ-yý dâlle gibi ve Berahime gibi asl-ý Nübüvveti mi inkâr ediyorlar? Sana îmân getirmiyorlar. Öyle ise, bütün mevcûdâtta görünen ve ihtiyar ve iradeyi gösteren bütün âsâr-ý hikmeti ve gayâtý ve intizâmâtý ve semerâtý ve âsâr-ý rahmet ve inayâtý ve bütün enbiyanýn bütün mu'cizâtlarýný inkâr etsinler veya «Mahlukata verilen ihsanatýn hazineleri yanýmýzda ve elimizdedir» desinler. Kâbil-i hitab olmadýklarýný göstersinler. Sen de onlarýn inkârýndan müteellim olma. Allah'ýn akýlsýz hayvanlarý çoktur, de.

 

اَمْ هُمُ اْلمُصَيْطِرُونَ Veyahut: Aklý hâkim yapan mütehakkim Mu'tezile gibi kendilerini Hâlýkýn iþlerine rakib ve müfettiþ tahayyül edip Hâlýk-ý Zülcelâl'i mes'ul tutmak mý istiyorlar? Sakýn fütur getirme. Öyle hodbinlerin inkârlarýndan bir þey çýkmaz. Sen de aldýrma.

 

اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَاْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ Veyahut: Cin ve þeytana uyup kehanetfüruþlar, ispirtizmacýlar gibi, âlem-i gayba baþka bir yol mu bulunmuþ zannederler? Öyle ise, þeytanlarýna kapanan semâvata, onunla çýkýlacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzib ederler. Böyle þarlatanlarýn inkârlarý, hiç hükmündedir.

 

اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ Veyahut: Ukûl-ü aþere ve erbâb-ül- enva namýyla þerikleri îtikad eden müþrik felâsife gibi ve yýldýzlara ve melâikelere bir nevi ulûhiyet isnad eden Sabiiyyun gibi, Cenâb-ý Hakk'a veled nisbet eden mülhid ve dâllînler gibi, Zât-ý Ehad ve Samed'in vücub-u vücuduna, vahdetine, Samediyetine, istiðna-yý mutlakýna zýd olan veledi nisbet ve melâikenin ubûdiyyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafî olan ünûseti isnad mý ederler? Kendilerine þefaatçi mi zannederler ki, sana tâbi olmuyorlar? Ýnsan gibi mümkin, fâni, beka-yý nev'ine muhtaç ve cismanî ve mütecezzi, tekessüre kabil ve âciz, dünyaperest, yardýmcý bir vârise müþtak sh: » (S: 407)

 

mahluklar için vasýta-i tekessür ve teavün ve rabýta-i hayat ve beka olan tenasül, elbette ve elbette vücudu vâcib ve dâim, bekasý ezelî ve ebedî, zâtý cismâniyetten mücerred ve muallâ ve mahiyeti tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemta olan Zât-ý Zülcelâl'e evlâd isnad etmek, hem o âciz, mümkin, miskin insanlar dahi beðenmedikleri ve izzet-i maðrurânesine yakýþtýramadýklarý bir nevi evlâd yâni hadsiz kýzlarý isnad etmek, öyle bir safsatadýr ve öyle bir divânelik hezeyanýdýr ki, o fikirde olan heriflerin tekzibleri, inkârlarý hiçtir. Aldýrmamalýsýn. Herbir sersemin safsatasýna, her divânenin hezeyanýna kulak verilmez.

 

اَمْ تَسْاَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ Veyahut: Hýrsa, hýssete alýþmýþ tâðî, bâðî dünyaperestler gibi senin tekalifini aðýr mý buluyorlar ki, senden kaçýyorlar ve bilmiyorlar mý ki, sen ecrini, ücretini yalnýz Allah'tan istiyorsun ve onlara Cenâb-ý Hak tarafýndan verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin hased ve beddualarýndan kurtulmak için, ya on'dan veya kýrk'tan birisini kendi fakirlerine vermek aðýr bir þey midir ki, emr-i zekatý aðýr görüp Ýslâmiyetten çekiniyorlar? Bunlarýn tekzibleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, haklarý tokattýr. Cevab vermek deðil...

 

اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ Veyahut: Gayb-âþinâlýk dâvâ eden Budeîler gibi ve umûr-u gaybiyyeye dair tahminlerini yakîn tahayyül eden akýlfüruþlar gibi, senin gaybî haberlerini beðenmiyorlar mý? Gaybî kitablarý mý var ki, senin gaybî kitabýný kabûl etmiyorlar. Öyle ise, vahye mazhar resûllerden baþka kimseye açýlmayan ve kendi baþýyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb, kendi yanlarýnda hâzýr, açýk tahayyül edip ondan mâlûmat alarak yazýyorlar hülyasýnda bulunuyorlar. Böyle, haddinden hadsiz tecavüz etmiþ maðrur hodfüruþlarýn tekzibleri, sana fütur vermesin. Zira az bir zamanda senin hakikatlerin onlarýn hülyalarýný zîr ü zeber edecek.

 

اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ اْلمَكِيدُونَ Veyahut: Fýtratlarý bozulmuþ, vicdanlarý çürümüþ þarlatan münafýklar, dessas zýndýklar gi

 

sh: » (S: 408)

 

bi ellerine geçmeyen hidâyetten halklarý aldatýp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karþý kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadýklarý halde baþkalarýný inandýrmak mý istiyorlar? Böyle hilebaz þarlatanlarý insan sayýp desiselerinden, inkârlarýndan müteessir olarak fütur getirme. Belki daha ziyade gayret et. Çünki onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler ve onlarýn fenalýkta muvaffakýyetleri muvakkattýr ve istidracdýr, bir mekr-i Ýlahîdir.

 

اَمْ لَهُمْ اِلهٌ غَيْرُ اللَّهِ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ Veyahut: Hâlýk-ý hayr ve hâlýk-ý þer namýyla ayrý ayrý iki ilâh tevehhüm eden Mecusîler gibi ve ayrý ayrý esbaba bir nevi ulûhiyet veren ve onlarý kendilerine birer nokta-i istinad tahayyül eden esbabperestler, sanemperestler gibi baþka ilâhlara dayanýp sana muâraza mý ederler? Senden istiðna mý ediyorlar? Demek لَوْ كَانَ فِيهِمَآ اَلِهَةٌ اِلاَّ اللَّهُ لَفَسَدَتَا hükmünce, þu bütün kâinatta gündüz gibi görünen bu intizâm-ý ekmeli, bu insicam-ý ecmeli kör olup görmüyorlar. Halbuki bir köyde iki müdür, bir þehirde iki vali, bir memlekette iki padiþah bulunsa, intizâm zîr ü zeber olur ve insicam herc ü merce düþer. Halbuki sinek kanadýndan tâ semâvat kandillerine kadar o derece ince bir intizâm gözetilmiþ ki, sinek kanadý kadar þirke yer býrakýlmamýþ. Mâdem bunlar bu derece hilaf-ý akýl ve hikmet ve münafî-i his ve bedâhet hareket ediyorlar. Onlarýn tekzibleri seni tezkirden vazgeçirmesin.»

 

Ýþte silsile-i hakaik olan þu âyâtýn yüzer cevherlerinden yalnýz ifham ve ilzama dair birtek cevher-i Beyânîsini icmâlen Beyân ettik. Eðer iktidarým olsaydý, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, «Þu âyetler tek baþýyla bir mu'cizedir» sen dahi diyecektin.

 

Amma ifham ve tâlimdeki Beyânât-ý Kur'aniye o kadar hârikadýr, o derece letafetli ve selasetlidir; en basit bir âmi, en derin bir hakikatý onun Beyânýndan kolayca tefehhüm eder. Evet, Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân, çok hakaik-i gamýzayý nazar-ý umumîyi okþayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmý taciz edip yormayacak bir Sûrette basitane ve zâhirane söylüyor, ders veriyor. Nasýl bir çocukla konuþulsa, çocukça tâbirat istimal edilir. Öyle de: تَنَزُّلاَتٍ اِلَهِيَّةٍ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen mütekellim üslûbunda mu-

 

sh: » (S: 409)

 

hatâbýn derecesine sözüyle nüzul edip öyle konuþan esalib-i Kur'aniye, en mütebahhir Hükemânýn fikirleriyle yetiþemediði hakaik-i gamýza-i Ýlâhiye ve esrar-ý Rabbâniyeyi müteþabihat Sûretinde bir kýsým teþbihat ve temsilât ile en ümmî bir âmiye ifham eder. Meselâ: اَلرَّحْمنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى bir temsil ile rubûbiyet-i Ýlâhiyeyi saltanat misâlinde ve âlemin tedbirinde mertebe-i rubûbiyetini, bir Sultanýn taht-ý saltanatýnda durup icra-yý hükûmet ettiði gibi bir misâlde gösteriyor. Evet Kur'an, bu kâinat Hâlýk-ý Zülcelâlinin kelâmý olarak rubûbiyetinin mertebe-i âzamýndan çýkarak, umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere çýkanlarý irþad ederek, yetmiþbin perdelerden geçerek, o perdelere bakýp tenvir ederek, fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhatâblara feyzini daðýtýp ve nurunu neþrederek kabiliyetçe ayrý ayrý asýrlar, karnlar üzerinde yaþamýþ ve bu kadar mebzuliyetle mânâlarýný ortaya saçmýþ olduðu halde Kemâl-i þebabetinden, gençliðinden zerre kadar zayi' etmeyerek gâyet taravette, nihayet letafette kalarak gâyet sühuletli bir tarzda, sehl-i mümteni' bir Sûrette, her âmiye anlayýþlý ders verdiði gibi; ayný derste, ayný sözlerle fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebayin pek çok tabakalara dahi ders verip ikna eden, iþba' eden bir kitab-ý mu'ciznümânýn hangi tarafýna dikkat edilse, elbette bir lem'a-i i'câz görülebilir.

 

Elhasýl: Nasýl «Elhamdülillâh» gibi bir lafz-ý Kur'anî okunduðu zaman daðýn kulaðý olan maðarasýný doldurduðu gibi; ayný lafz, sineðin küçücük kulakçýðýna da tamamen yerleþir. Aynen öyle de: Kur'anýn mânâlarý, dað gibi akýllarý iþba' ettiði gibi, sinek gibi küçücük basit akýllarý dahi ayný sözlerle tâlim eder, tatmin eder. Zira Kur'an, bütün ins ve cinnin bütün tabakalarýný îmânâ davet eder. Hem umumuna îmanýn ulûmunu tâlim eder, isbat eder. Öyle ise, avâmýn en ümmîsi havassýn en ehassýna omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur'anîyi dinleyip istifade edecekler. Demek Kur'an-ý Kerim, öyle bir mâide-i Semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukûl ve kulûb ve ervah, o sofradan gýdalarýný buluyorlar, müþtehiyatýný alýyorlar. Arzularý yerine gelir. Hattâ pekçok kapýlarý kapalý kalýp, istikbalde geleceklere býrakýlmýþtýr. Þu makama misâl istersen, bütün Kur'an baþtan nihayete kadar bu makamýn misâlleridir. Evet bütün müçtehidîn ve sýddýkîn ve Hükemâ-i Ýslâmiye ve muhakkikîn ve ülemâ-i usûl-ül fýkýh ve mütekellimîn

 

 

 

sh: » (S: 410)

 

ve evliyâ-i ârifîn ve aktâb-ý âþýkîn ve müdakkikîn-i ülemâ ve avâm-ý müslimîn gibi Kur'anýn tilmizleri ve dersini dinleyenleri, müttefikan diyorlar ki: «Dersimizi güzelce anlýyoruz.» Elhasýl, sâir makamlar gibi ifham ve tâlim makamýnda dahi Kur'anýn lemaât-ý i'câzý parlýyor.

 

ÝKÝNCÝ ÞUA: Kur'anýn câmiiyet-i hârikulâdesidir. Þu þuânýn, beþ lem'asý var.

 

Birinci Lem'a: Lafzýndaki câmiiyettir. Elbette evvelki sözlerde, hem bu sözde zikrolunan âyetlerden þu câmiiyet aþikâre görünüyor. Evet لِكُلِّ اَيَةٍ ظَهْرًا وَبَطْنًا وَ حَدًّا مَطْلَعًا وَلِكُلٍّ شُجُونٍ وَغُصُونٍ وَ فُنُونٍ olan Hadîsin iþaret ettiði gibi; elfâz-ý Kur'aniye, öyle bir tarzda vaz'edilmiþ ki, herbir kelâmýn, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bâzan bir sükûnûn çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatâbýna ayrý ayrý bir kapýdan hissesini verir.

 

Meselâ: وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا yâni: «Daðlarý zemininize kazýk ve direk yaptým» bir kelâmdýr. Bir âminin þu kelâmdan hissesi: Zâhiren yere çakýlmýþ kazýklar gibi görünen daðlarý görür, onlardaki menafiini ve nimetlerini düþünür, Hâlýkýna þükreder.

 

Bir þâirin bu kelâmdan hissesi: Zemin, bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuþ yeþil ve elektrik lâmbalarýyla süslenmiþ bir muhteþem çadýr, ufkî bir daire Sûretinde ve semânýn etekleri baþýnda görünen daðlarý, o çadýrýn kazýklarý misâlinde tahayyül eder. Sâni'-i Zülcelâline hayretkârane perestiþ eder.

 

Hayme-niþin bir edibin bu kelâmdan nasibi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahra; daðlarýn silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadýrlarý gibi, güya tabaka-i türâbiye, yüksek direkler üstünde atýlmýþ, o direklerin sivri baþlarý o perde-i türâbiyeyi yukarýya kaldýrmýþ, birbirine bakar pek çok muhtelif mahlukatýn meskeni olarak tasavvur eder. O büyük âzametli mahluklarý, böyle yeryüzünde çadýrlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtýr-ý Zülcelâline karþý secde-i hayret eder.

 

Coðrafyacý bir edibin o kelâmdan kýsmeti: Küre-i zemin, bahr-ý

 

 

 

sh: » (S: 411)

 

muhit-i havaîde veya esîrîde yüzen bir sefine ve daðlarý, o sefinenin üstünde tesbit ve müvazene için çakýlmýþ kazýklar ve direkler þeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini, muntâzam bir gemi gibi yapýp, bizleri içine koyup, aktar-ý âlemde gezdiren Kadîr-i ZülKemâl'e karþý سُبْحَانَكَ مَآ اَعْظَمَ شَانَكَ der.

 

Medeniyet ve hey'et-i içtimaiyenin mütehassýs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini, bir hâne ve o hâne hayatýnýn direði, hayat-ý hayvaniye ve hayat-ý hayvaniye direði, þerait-i hayat olan su, hava ve topraktýr. Su ve hava ve topraðýn direði ve kazýðý, daðlardýr. Zira daðlar, suyun mahzeni, havanýn taraðý (gazat-ý muzýrrayý tersib edip, havayý tasfiye eder) ve topraðýn hâmisi (bataklýktan ve denizin istilâsýndan muhafaza eder) ve sâir levazýmat-ý hayat-ý insâniyenin hazinesi olarak fehmeder. Þu koca daðlarý, þu Sûretle hâne-i hayatýmýz olan zemine direk yapan ve maiþetimize hazinedâr tâyin eden Sâni'-i Zülcelâl Vel'ikram'a, Kemâl-i tazim ile hamd ü sena eder.

 

Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun þu kelâmdan nasibi þudur ki: Küre-i zeminin karnýnda Bâzý inkýlâbat ve imtizacâtýn neticesi olarak hasýl olan zelzele ve ihtizazatý, daðlarýn zuhuruyla sükûnet bulduðu ve medâr ve mihverindeki istikrarýna ve zelzelenin irticacýyla medâr-ý senevîsinden çýkmamasýna sebeb, daðlarýn hurûcu olduðunu ve zeminin hiddeti ve gadabý, daðlarýn menafiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiðini fehmeder, tamamen îmânâ gelir. اَلْحِكْمَةُ لِلَّهِ der.

 

Meselâ اَنَّ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا daki رَتْقًا kelimesi, tedkikat-ý felsefe ile âlûde olmayan bir âlime, o kelime þöyle ifhâm eder ki: Semâ berrak, bulutsuz; zemin kuru ve hayatsýz, tevellüde gayr-ý kabil bir halde iken.. semâyý yaðmurla, zemini hazrevatla fethedip bir nevi izdivac ve telkîh Sûretinde bütün zîhayatlarý o sudan halketmek, öyle bir Kadîr-i Zülcelâl'in iþidir ki; rûy-i zemin, onun küçük bir bostaný ve semânýn yüz örtüsü olan bulutlar, onun bostanýnda bir süngerdir anlar, âzamet-i kudretine secde eder. Ve muhakkik bir hakîme, o kelime þöyle ifhâm eder ki:

 

sh: » (S: 412)

 

Bidayet-i hilkatte semâ ve arz þekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaþ hamur, veledsiz mahlukatsýz toplu birer madde iken; Fâtýr-ý Hakîm, onlarý feth ve bastedip güzel bir þekil, menfaatdar birer Sûret, zînetli ve kesretli mahlukata menþe' etmiþtir anlar. Vüs'at-i hikmetine karþý hayran olur. Yeni zamanýn feylesofuna þu kelime þöyle ifhâm eder ki: Manzume-i Þemsiyeyi teþkil eden küremiz, sâir seyyareler, bidayette Güneþ'le mümteziç olarak açýlmamýþ bir hamur þeklinde iken; Kadîr-i Kayyum o hamuru açýp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleþtirerek, Güneþ'i orada býrakýp, zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, semâ canibinden yaðmur yaðdýrarak, Güneþ'ten ziya serptirerek dünyayý þenlendirip bizleri içine koymuþtur anlar, baþýný tabiat bataklýðýndan çýkarýr, «Âmentü billâhi-l Vâhid-ül Ehad» der.

 

Meselâ: وَ الشَّمْسُ َتجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا daki «Lâm»; hem kendi mânâsýný, hem «fî» mânâsýný, hem «ilâ» mânâsýný ifade eder. Ýþte لِمُسْتَقَرٍّ in «Lâmý», avâm o «Lâmý» «ilâ» mânâsýnda görüp fehmeder ki, size nisbeten ýþýk verici, ýsýndýrýcý müteharrik bir lâmba olan Güneþ, elbette bir gün seyri bitecek, mahall-i kararýna yetiþecek, size faidesi dokunmayacak bir Sûret alacaktýr, anlar. O da, Hâlýk-ý Zülcelâl'in Güneþ'e baðladýðý büyük nimetleri düþünerek «Sübhânallah, Elhamdülillâh» der. Ve âlime dahi o «Lâmý» «ilâ» mânâsýnda gösterir. Fakat güneþi yalnýz bir lâmba geðil belki bahar ve yaz tezgahýnda dokunan mensucat-ý Rabbâniyenin bir mekiði, gece gündüz sahifelerinde yazýlan mektûbât-ý Samedâniyenin mürekkebi, nur bir hokkasý Sûretinde tasavvur ederek Güneþ'in cereyan-ý sûrîsi alâmet olduðu ve iþaret ettiði intizâmat-ý âlemi düþündürerek Sâni'-i Hakîm'in san'atýna «Mâþâallah» ve hikmetine «Bârekâllah» diyerek secdeye kapanýr. Ve kozmoðrafyacý bir feylesofa «lâmý» «fî» mânâsýnda þöyle ifham eder ki: Güneþ, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvari bir cereyan ile manzumesini emr-i Ýlahî ile tanzim edip tahrik eder. Þöyle bir saat-ý kübrâyý halkedip tanzim eden Sâni'-i Zülcelâline karþý Kemâl-i hayret ve istihsan ile «El-âzametü lillâh ve-l kudretü lillâh» der felsefeyi atar, hikmet-i Kur'aniyeye girer. Ve dikkatli bir hakîme þu «lâmý», hem illet mânâsýnda, hem zarfiyet mânâsýnda tutturup þöyle ifham eder ki:

 

sh: » (S: 413)

 

«Sâni'-i Hakîm, iþlerine esbab-ý zâhiriyeyi perde ettiðinden, cazibe-i umumiye namýnda bir kanun-u Ýlâhîsiyle sapan taþlarý gibi seyyareleri Güneþ'le baðlamýþ ve o câzibe ile muhtelif fakat muntâzam hareketle o seyyareleri daire-i hikmetinde döndürüyor ve o câzibeyi tevlid için Güneþ'in kendi merkezinde hareketini zâhirî bir sebeb etmiþ. Demek لِمُسْتَقَرٍّ mânâsý: فِى مُسْتَقَرٍّ لَهَا ِلاِسْتِقْرَارِ مَنْظُومَتِهَا yâni, kendi müstekarrý içinde manzumesinin istikrarý ve nizâmý için hareket ediyor. Çünki hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zâhiren tevlid eder gibi bir âdet-i Ýlahiye, bir kanun-u Rabbanîdir. Ýþte þu hakîm, böyle bir hikmeti, Kur'anýn bir harfinden fehmettiði zaman, "Elhamdülillah Kur'andadýr hak hikmet, felsefeyi beþ paraya saymam" der. Ve þâirane bir fikir ve kalb sahibine þu "lâm"dan ve istikrardan þöyle bir mânâ fehmine gelir ki: "Güneþ, nurani bir aðaçtýr. Seyyareler onun müteharrik meyveleri... Aðaçlarýn hilafýna olarak Güneþ silkinir, tâ o meyveler düþmesin. Eðer silkinmezse, düþüp daðýlacaklar." Hem tahayyül edebilir ki: "Þems meczub bir ser-zâkirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir." Bir risalede þu mânâya dair þöyle demiþtim: "Eve0.t Güneþ bir meyvedârdýr; silkinir tâ düþmesin seyyar olan yemiþleri. Eðer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, aðlar fezâda muntâzam meczublarý.»

 

Hem meselâ اُولَئِكَ هُمُ اْلمُفْلِحُونَ da bir sükût var, bir ýtlak var. Neye zafer bulacaklarýný tâyin etmemiþ. Tâ herkes istediðini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünki bir kýsým muhatâbýn maksadý ateþten kurtulmaktýr. Bir kýsmý yalnýz Cennet'i düþünür. Bir kýsým, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kýsým, yalnýz rýza-yý Ýlâhîyi rica eder. Bir kýsým, rü'yet-i Ýlahiyeyi gaye-i emel bilir ve hakeza.. bunun gibi pek çok yerlerde Kur'an, sözü mutlak býrakýr, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok mânâlarý ifade etsin. Kýsa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. Ýþte اَلْمُفْلِحُونَ der. Neye felah bulacaklarýný tâyin etmiyor. Güya o sükûtla der: «Ey müslümanlar!.. Müjde size. Ey müttaki!.. Sen Cehennem'den felah bulursun.

 

sh: » (S: 414)

 

Ey sâlih!.. Sen Cennet'e felah bulursun. Ey ârif!.. Sen rýza-yý Ýlahîye nail olursun. Ey âþýk!.. Sen rü'yete mazhar olursun.» ve hakeza... Ýþte Kur'an, câmiiyet-i lafziye cihetiyle kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan her birisinin binler misâllerinden yalnýz nümune olarak birer misâl getirdik. Âyeti ve kýssatý bunlara kýyas edersin.

 

Meselâ: فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ âyeti, o kadar vücuhu var ve o derece merâtibi var ki, bütün tabakat-ý evliya, bütün sülûklerinde ve mertebelerinde þu âyete ihtiyaçlarýný görüp ondan kendi mertebesine lâyýk bir gýda-yý mânevî, bir taze mânâ almýþlar. Çünki «Allah» bir ism-i câmi' olduðundan esmâ-i hüsnâ adedince tevhidler, içinde bulunur. اَىْ لاَ رَزَّاقَ اِلاَّ هُوَ لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ لاَ رَحْمنَ اِلاَّ هُوَ ve hakeza. Hem meselâ: Kasas-ý Kur'aniyeden kýssa-i Mûsa Aleyhisselâm, âdeta Asâ-yý Mûsa Aleyhisselâm gibi binler faideleri var. O kýssada, hem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ý teskin ve teselli, hem küffarý tehdid, hem münafýklarý takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makasýdý, pekçok vücuhu vardýr. Onun için Sûrelerde tekrar edilmiþtir. Her yerde bütün maksadlarý ifade ile beraber yalnýz birisi maksud-u bizzât olur, diðerleri ona tabi kalýrlar.

 

Eðer desen: «Geçmiþ misâllerdeki bütün mânâlarý nasýl bileceðiz ki, Kur'an onlarý irade etmiþ ve iþaret ediyor?»

 

Elcevab: Mâdem Kur'an bir hutbe-i ezeliyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak asýrlar üzerinde ve arkasýnda oturup dizilmiþ bütün benî-Âdeme hitab ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif efhâma göre müteaddid mânâlarý dercedip irade edecektir ve iradesine emâreleri vaz'edecektir. Evet «Ýþârât-ül Ý'câz»da þuradaki mânâlar misillü kelimât-ý Kur'aniyenin müteaddid mânâlarýný Ýlm-i Sarf ve Nahv'in kaideleriyle ve Ýlm-i Beyân ve Fenn-i Maânî'nin düsturlarýyla, Fenn-i Belâgat'ýn kanunlarýyla isbat edilmiþtir. Bununla beraber ulûm-u Arabiyece sahih ve usûl-i diniyece hak olmak þartýyla ve Fenn-i Maânîce makbul ve Ýlm-i Beyânca münasib ve belâgatça müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usûl-üd din ve ehl-i usûl-ül fýkhýn icmâýyla ve ihtilaflarýnýn þehadetiyle Kur'anýn mânâlarýndandýrlar. O ma

 

sh: » (S: 415)

 

nalara, derecelerine göre birer emâre vaz'etmiþtir. Ya lafziyedir, ya mâneviyedir. O mâneviye ise, ya siyak veya sibak-ý kelâmdan veya baþka âyetten birer emâre o mânâya iþaret eder. Bir kýsmý yirmi ve otuz ve kýrk ve altmýþ, hattâ seksen cild olarak muhakkikler tarafýndan yazýlan yüzbinler tefsirler, Kur'anýn câmiiyet ve hârikýyet-i lafziyesine kat'î bir bürhân-ý bâhirdir. Her ne ise... Biz þu sözde herbir mânâya delâlet eden emâreyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek söz çok uzanýr. Onun için kýsa kesip kýsmen «Ýþârât-ül Ý'câz»a havale ederiz.

 

Ýkinci Lem'a: Mânâsýndaki câmiiyet-i hârikadýr. Evet, Kur'an bütün müçtehidlerin me'hazlerini, bütün âriflerin mezâklarýný, bütün vâsýllarýn meþreblerini, bütün kâmillerin mesleklerini, bütün muhakkiklerin mezheblerini; mânâsýnýn hazinesinden ihsan etmekle beraber, daima onlara rehber ve terakkiyatlarýnda her vakit onlara mürþid olup, o tükenmez hazinesinden onlarýn yollarýna neþr-i envar ettiði bütün onlarca Mûsaddaktýr ve müttefek-un aleyhtir.

 

Üçüncü Lem'a: Ýlmindeki câmiiyet-i hârikadýr. Evet Kur'an, þeriatýn müteaddid ve çok ilimlerini, hakikatýn mütenevvi ve kesretli ilimlerini, tarîkatýn muhtelif ve hadsiz ilimlerini, kendi ilminin denizinden akýttýðý gibi, daire-i mümkinatýn hakikî hikmetini ve daire-i vücubun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i âhiretin maarif-i gamýzasýný, o denizinden muntâzaman ve kesretle akýtýyor. Þu lem'aya misâl getirilse, bir cild yazmak lâzým gelir. Öyle ise, yalnýz nümune olarak þu yirmibeþ aded Sözleri gösteriyoruz. Evet, bütün yirmibeþ aded Sözler'in doðru hakikatleri, Kur'anýn bahr-i ilminden ancak yirmibeþ katredir. O Sözler'de kusur varsa, benim fehm-i kasýrýma aittir.

 

Dördüncü Lem'a: Mebahisindeki câmiiyet-i hârikadýr. Evet, insan ve insanýn vazifesi, kâinat ve Hâlýk-ý Kâinat'ýn, arz ve semâvatýn, dünya ve âhiretin, mâzi ve müstakbelin, ezel ve ebedin mebahis-i külliyelerini cem'etmekle beraber nutfeden halketmek, tâ kabre girinceye kadar; yemek, yatmak âdâbýndan tut, tâ kaza ve kader mebhaslerine kadar; altý gün hilkat-i âlemden tut tâ

 

وَاْلمُرْسَلاَتِ ، وَالذَّارِيَاتِ kasemleriyle iþaret olunan rüzgârlarýn esmesindeki vazifelerine kadar; وَمَا تَشَآؤُنَ اِلآَّ اَنْ يَشَآءَ اللَّهُ

 

sh: » (S: 416)

 

يَحُولُ بَيْنَ اْلمَرْءِ وَقَلْبِهِ iþaratýyla, insanýn kalbine ve iradesine müdahalesinden tut, tâ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ yâni, bütün semâvatý bir kabzasýnda tutmasýna kadar; وَجَعَلْنَا فِيهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخِيلٍ وَاَعْنَابٍ zeminin çiçek ve üzüm ve hurmasýndan tut, tâ اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا ile ifade ettiði hakikat-ý acibeye kadar; ve semânýn ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَاءِ وَهِىَ دُخَانٌ hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhanla inþikakýna ve yýldýzlarýnýn düþüp hadsiz fezâda daðýlmasýna kadar ve dünyanýn imtihan için açýlmasýndan-, tâ kapanmasýna kadar ve âhiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzahtan, haþirden, köprüden tut, tâ Cennet'e, tâ saadet-i ebediyeye kadar; mâzi zamanýnýn vukuatýndan, Hazret-i Âdem'in hilkat-ý cesedinden, iki oðlunun kavgasýndan tâ Tufana, tâ kavm-i Firavunun garkýna, tâ ekser enbiyanýn mühim hâdisatýna kadar ve اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ iþaret ettiði hâdise-i ezeliyeden tut, tâ وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ اِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ ifade ettiði vakýa-i ebediyeye kadar bütün mebahis-i esâsiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda Beyân eder ki, o Beyân, bütün kâinatý bir saray gibi idare eden ve dünyayý ve âhireti iki oda gibi açýp kapayan ve zemin bir bahçe ve semâ, misbahlarýyla süslendirilmiþ bir dam gibi tasarruf eden ve mâzi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi nazarýna karþý hâzýr iki sahife hükmünde temaþa eden ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i þuunatýn iki tarafý birleþmiþ, ittisal peyda etmiþ bir Sûrette bir zaman-ý hâzýr gibi onlara bakan bir Zât-ý Zülcelâl'e yakýþýr bir tarz-ý Beyândýr. Nasýl bir usta, bina ettiði ve idare ettiði iki hâneden bahseder. Proðramýný ve iþlerinin liste ve fihristesini yapar. Kur'an dahi, þu kâinatý yapan ve idare eden ve iþlerinin listesini ve fihristesini -tâbir caiz ise- proðramýný yazan, gösteren bir zâtýn Beyânýna yakýþýr bir tarzdadýr. Hiçbir cihetle eser-i tasannu'

 

sh: » (S: 417)

 

ve tekellüf görünmüyor. Hiçbir þaibe-i taklid veya baþkasýnýn hesabýna ve onun yerinde kendini farzedip konuþmuþ gibi bir hud'anýn emâresi olmadýðý gibi bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulusuyla safî, berrak, parlak Beyâný, nasýl gündüzün ziyasý «Güneþ'ten geldim» der. Kur'an dahi, «Ben, Hâlýk-ý Âlem'in Beyânýyým ve kelâmýyým» der. Evet þu dünyayý antika san'atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san'atperverane ve nimetperverane þu derece san'atýnýn acibeleriyle, þu derece kýymetdar nimetlerini dünyanýn yüzüne serpen, sýra-vari tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni', bir Mün'imden baþka þu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ü þükranla dünyayý dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescid, bir temaþagâh-ý san'at-ý Ýlahiyeye çeviren Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân kime yakýþýr ve kimin kelâmý olabilir? Ondan baþka kim ona sahib çýkabilir? Ondan baþka kimin sözü olabilir? Dünyayý ýþýklandýran ziya, Güneþ'ten baþka hangi þeye yakýþýr? Týlsým-ý kâinatý keþfedip âlemi ýþýklandýran Beyân-ý Kur'an, Þems-i Ezelî'den baþka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düþmüþ ki, ona nazîre getirsin, onun taklidini yapsýn? Evet, bu dünyayý san'atlarýyla zînetlendiren bir san'atkârýn, san'atýný istihsan eden insanla konuþmamasý muhaldir. Mâdem ki, yapar ve bilir; elbette konuþur. Mâdem konuþur, elbette konuþmasýna yakýþan Kur'andýr. Bir çiçeðin tanziminden lâkayd kalmayan bir Mâlik-ül Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karþý nasýl lâkayd kalýr? Hiç baþkasýna mal edip hiçe indirir mi?

 

Beþinci Lem'a: Kur'anýn üslûb ve îcazýndaki câmiiyet-i hârikadýr. Bunda «Beþ Iþýk» var.

 

Birinci Iþýk: Üslûb-u Kur'anýn o kadar acib bir cem'iyeti var ki, birtek Sûre, kâinatý içine alan bahr-i muhit-i Kur'anîyi içine alýr. Birtek âyet, o Sûrenin hazinesini içine alýr. Âyetlerin çoðu, herbirisi birer küçük Sûre, Sûrelerin çoðu, herbirisi birer küçük Kur'andýr. Ýþte þu, i’câzkârane îcazdan büyük bir lütf-u irþaddýr ve güzel bir teshildir. Çünki herkes, her vakit Kur'ana muhtaç olduðu halde, ya gabavetinden veya baþka esbaba binaen her vakit bütün Kur'aný okumayan veyahut okumaya vakit ve fýrsat bulamayan adamlar, Kur'andan mahrum kalmamak için, herbir Sûre, birer küçük Kur'an hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kýsa Sûre makamýna geçer. Hattâ Kur'an Fatiha'da, Fatiha dahi Besmele'de münderic oldu

 

sh: » (S: 418)

 

ðuna ehl-i keþif müttefiktirler. Þu hakikata bürhân ise, ehl-i tahkikin icmâýdýr.

 

Ýkinci Iþýk: Âyât-ý Kur'aniye, emir ve nehy, va'd ve vaîd, tergib ve terhib, zecr ve irþad, kýsas ve emsal, ahkâm ve maarif-i Ýlahiye ve ulûm-u kevniye ve kavanin ve þerait-i hayat-ý þahsiye ve hayat-ý içtimaiye ve hayat-ý kalbiye ve hayat-ý mâneviye ve hayat-ý uhreviye gibi umum tabakat-ý kelâmiye ve maarif-i hakikiye ve hâcât-ý beþeriyeye delalatýyla, iþaratýyla câmi' olmakla beraber, خُذْ مَا شِئْتَ لِمَا شِئْتَ yâni, «Ýstediðin herþey için Kur'andan her ne istersen al» ifade ettiði mânâ, o derece doðruluðuyla makbul olmuþ ki, ehl-i hakikat mabeyninde durub-u emsal sýrasýna geçmiþtir. Âyât-ý Kur'aniyede öyle bir câmiiyet var ki, her derde deva, her hacete gýda olabilir. Evet, öyle olmak lâzým gelir. Çünki daima terakkiyatta kat'-ý merâtib eden bütün tabakat-ý ehl-i Kemâlin rehber-i mutlaký elbette þu hâsiyete mâlik olmasý elzemdir.

 

Üçüncü Iþýk: Kur'anýn i'câzkârane îcazýdýr. Kâh olur ki, uzun bir silsilenin iki tarafýný öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir.

 

Hem kâh olur ki, bir kelimenin içine sarihan, iþareten, remzen, îmâen bir dâvanýn çok bürhânlarýný derceder. Meselâ: وَمِنْ اَيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَآتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ de âyât ve delâil-i vahdâniyet silsilesini teþkil eden silsile-i hilkat-ý kâinatýn mebde' ve mühtehasýný zikr ile o ikinci silsileyi gösterir, birinci silsileyi okutturuyor. Evet bir Sâni'-i Hakîm'e þehadet eden sahaif-i âlemin birinci derecesi, semâvat ve arzýn asl-ý hilkatleridir. Sonra gökleri yýldýzlarla tezyin ile zeminin zîhayatlarla þenlendirilmesi, sonra Güneþ ve Ay'ýn teshiriyle mevsimlerin deðiþmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilaf ve deveraný içindeki silsile-i þuunattýr. Daha gele gele tâ kesretin en ziyade intiþar ettiði mahal olan sîmalarýn ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarýna ve teþahhuslarýna kadar... Mâdem ki en ziyade intizâmdan uzak ve tesadüfün karýþmasýna maruz olan ferdlerin sîmalarýndaki teþahhusatta hayret verici bir intizâm-ý hakîmane bulunsa, üzerinde gâyet san'atkâr bir hakîmin kalemi iþlediði gösterilse, elbette intizâmlarý zâhir olan sâir sahifeler kendi kendine anlaþýlýr, nakkaþýný gösterir. Hem mâdem koca semâvat ve arzýn asl-ý hilkatinde eser-i san'at ve hikmet görünüyor.

 

sh: » (S: 419)

 

Elbette kâinat sarayýnýn binasýnda temel taþý olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin sâir eczalarýnda eser-i san'atý, nakþ-ý hikmeti pekçok zâhirdir. Ýþte þu âyet, hafîyi izhar, zâhirîyi ihfa ederek gâyet güzel bir îcaz yapmýþ.

 

Elhak: فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ den tut, tâ وَلَهُ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ e kadar altý defa وَمِنْ آيَاتِهِ وَمِنْ آيَاتِهِ ile baþlayan silsile-i berahin, bir silsile-i cevâhirdir, bir silsile-i nurdur, bir silsile-i i'câzdýr, bir silsile-i îcaz-ý i'câzîdir. Kalb istiyor ki, þu definelerde gizli olan elmaslarý göstereyim. Fakat ne yapayým makam kaldýrmýyor. Baþka vakte talik edip, o kapýyý þimdi açmýyorum.

 

Hem meselâ: فَاَرْسِلُونِ يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدِّيقُ فَاَرْسِلُونِ kelâmýyla يُوسُفُ kelimesi ortalarýnda þunlar var:

 

اِلَى يُوسُفَ ِلاَسْتَعْبَرَ مِنْهُ الرُّؤْيَا فَاَرْسَلُوهُ فَذَهَبَ اِلَىالسِّجْنِ وَ قَالَ يُوسُفُ

 

Demek beþ cümleyi bir cümlede icmâl edip îcaz ettiði halde vuzuhu ihlâl etmemiþ, fehmi iþkal etmemiþ.

 

Hem meselâ: اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا Ýnsan-ý âsi, «Çürümüþ kemikleri kim diriltecek» diye meydan okur gibi inkârýna karþý Kur'an der: «Kim bidayeten yaratmýþ ise, o diriltecek. O yaratan zât ise, herbir þeyi herbir keyfiyette bilir. Hem size yeþil aðaçtan ateþ çýkaran bir zât, çürümüþ kemiðe hayat verebilir.» Ýþte þu kelâm, diriltmek dâvasýna müteaddid cihetlerle bakar, isbat eder. Evvelâ, insana karþý ettiði silsile-i ihsanatý þu kelâmýyla baþlar, tahrik eder, hatýra getirir. Baþka âyetlerde tafsil ettiði için kýsa keser, akla havale eder. Yâni, size aðaçtan meyveyi ve ateþi ve ottan erzaký ve hububu ve topraktan hububatý ve nebâtatý verdiði gibi, zemini size

 

sh: » (S: 420)

 

hoþ -herbir erzakýnýz içinde konulmuþ- bir beþik ve âlemi, güzel ve bütün levazýmatýnýz içinde bulunur bir saray yapan bir zâttan kaçýp baþýboþ kalýp, ademe gidip saklanýlmaz. Vazifesiz olup kabre girip uyandýrýlmamak üzere rahat yatamazsýnýz. Sonra o dâvanýn bir deliline iþaret eder: الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ kelimesiyle remzen der: «Ey haþri inkâr eden adam! Aðaçlara bak! Kýþta ölmüþ, kemikler gibi hadsiz aðaçlarý baharda dirilten, yeþillendiren, hattâ herbir aðaçta yaprak ve çiçek ve meyve cihetiyle üç haþrin nümunelerini gösteren bir zâta karþý inkâr ile, istib'ad ile kudretine meydan okunmaz.» Sonra bir delile daha iþaret eder, der: «Size aðaç gibi kesif, sakil, karanlýklý bir maddeden ateþ gibi lâtif, hafif, nurani bir maddeyi çýkaran bir zâttan, odun gibi kemiklere ateþ gibi bir hayat ve nur gibi bir þuur vermeyi nasýl istib'ad ediyorsunuz?» Sonra bir delile daha tasrih eder der ki: «Bedevîler için kibrit yerine ateþ çýkaran meþhur aðacýn, yeþil iken iki dalý birbirine sürüldüðü vakit ateþi yaratan ve rutubetiyle yeþil ve hararetiyle kuru gibi iki zýd tabiatý cem'edip, onu buna menþe etmekle herbir þey hattâ anasýr-ý asliye ve tabayi-i esâsiye, onun emrine bakar, onun kuvvetiyle hareket eder, hiçbirisi baþýboþ olup tabiatýyla hareket etmediðini gösteren bir zâttan, topraktan yapýlan ve sonra topraða dönen insaný, topraktan yeniden çýkarmasý istib'ad edilmez. Ýsyan ile ona meydan okunmaz. Sonra Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm'ýn þecere-i meþhuresini hatýra getirmekle þu dâva-yý Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Mûsa Aleyhisselâm'ýn dahi dâvasýdýr. Enbiyanýn ittifakýna hafî bir îma edip, þu kelimenin îcazýna bir letafet daha katar.

 

Dördüncü Iþýk: Îcaz-ý Kur'anî o derece câmi' ve hârýktýr, dikkat edilse görünüyor ki: Bâzan bir denizi bir ýbrýkta gösteriyor gibi pek geniþ ve çok uzun ve küllî düsturlarý ve umumî kanunlarý, basit ve âmi fehimlere merhameten basit bir cüz'üyle, hususî bir hâdise ile gösteriyor. Binler misâllerinden yalnýz iki misâline iþaret ederiz.

 

Birinci Misâl: Yirminci Söz'ün Birinci Makamýnda tafsilen Beyân olunan üç âyettir ki, þahs-ý Âdem'e tâlim-i Esmâ ünvanýyla nev-i benî-Âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun tâlimini ifade eder ve Âdem'e, Melâikenin secde etmesi ve þeytanýn etmemesi hâ-

 

 

 

sh: » (S: 421)

 

disesiyle nev-i insana semekten meleðe kadar ekser mevcûdât müsahhar olduðu gibi, yýlandan þeytana kadar muzýr mahlukatýn dahi ona itaat etmeyip düþmanlýk ettiðini ifade ediyor. Hem kavm-i Mûsa (A.S.) bir bakarayý, bir ineði kesmekle Mýsýr bakar-perestliðinden alýnan ve «Ýcl» hâdisesinde tesirini gösteren bir bakar-perestlik mefkuresinin Mûsa Aleyhisselâm'ýn býçaðýyla kesildiðini ifade ediyor. Hem taþtan su çýkmasý, çay akmasý ve daðýlýp yuvarlanmasý ünvanýyla tabaka-i türabiye altýnda olan taþ tabakasý, su damarlarýna hazinedârlýk ve topraða analýk ettiðini ifade ediyor.

 

Ýkinci Misâl: Kur'anda çok tekrar edilen kýssa-i Mûsa Aleyhisselâm'ýn cümleleri ve cüz'leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz'ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiþ ve o düsturu ifade ediyor. Meselâ, يَا هَامَانُ ابْنِ لِى صَرْحًا Firavun, vezirine emreder ki: «Bana yüksek bir kule yap, semâvatýn halini rasad edip bakacaðým. Semânýn gidiþatýndan acaba Mûsa'nýn (A.S.) dâva ettiði gibi semâda tasarruf eden bir Ýlah var mýdýr?» Ýþte صَرْحًا kelimesiyle ve þu cüz'î hâdise ile, daðsýz bir çölde olduðundan daðlarý arzulayan ve Hâlýký tanýmadýðýndan tabiat-perest olup rubûbiyet dâva eden ve âsâr-ý ceberutlarýný göstermekle ibka-yý nam eden, þöhret-perest olup dað-misâl meþhur ehramlarý bina eden ve sihir ve tenasühe kail olup cenazelerini mumya edip dað misillü mezarlarda muhafaza eden Mýsýr firavunlarýnýn an'anesinde hükümferma bir düstur-u acibi ifade eder. Meselâ: فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ Gark olan Firavuna der: «Bugün senin gark olan cesedine necat vereceðim» ünvanýyla umum Firavunlarýn tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla mâziden alýp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temaþagâhýna göndermek olan mevt-âlûd, ibretnümâ bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, þu asr-ý âhirde o gark olan Firavunun ayný cesedi olarak keþfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atýldýðý gibi, zamanýn denizinden asýrlarýn mevceleri

 

sh: » (S: 422)

 

üstünde þu asýr sahiline atýlacaðýný, mu'cizane bir iþaret-i gaybiyeyi, bir lem'ayý i'câzý ve bu tek kelime bir mu'cize olduðunu ifade eder.

 

Hem meselâ: يُذَبِّحُونَ اَبْنَاءَ كُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَ كُمْ Benî-Ýsrail,in, oðullarýnýn kesilip, kadýn ve kýzlarýný hayatta býrakmak; bir Firavun zamanýnda yapýlan bir hâdise ünvanýyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asýrda maruz olduðu müteaddid katliamlarý, kadýn ve kýzlarý hayat-ý beþeriye-i sefihanede oynadýklarý rolü ifade eder.

 

وَلَتَجِدَنَّهُمْ اَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَوةٍ وَتَرَى كَثِيرًا مِنْهُمْ يُسَارِعُونَ فِى اْلاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاَكْلِهِمُ السُّحْتَ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ وَيَسْعَوْنَ فِى اْلاَرْضِ فَسَادًا وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ اْلمُفْسِدِينَ وَقَضَيْنَا اِلَى بَنِى اِسْرَائِيلَ فِى الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِى اْلاَرْضِ مَرَّتَيْنِ وَلاَ تَعْثَوْا فِى اْلاَرْضِ مُفْسِدِينَ

 

Yahudilere müteveccih þu iki hükm-ü Kur'anî, o milletin hayat-ý içtimaiye-i insâniyede dolap hilesiyle çevirdikleri þu iki müdhiþ düstur-u umumîyi tâzammun eder ki, hayat-ý içtimaiye-i beþeriyeyi sarsan ve sa'y ü ameli, sermaye ile mübareze ettirip fukarayý zenginlerle çarpýþtýran, muzaaf riba yapýp bankalarý tesise sebebiyet veren ve hile ve hud'a ile cem'-i mal eden o millet olduðu gibi, mahrum kaldýklarý ve daima zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve galiblerden intikamlarýný almak için her çeþit fesad komitelerine karýþan ve her nevi ihtilâle parmak karýþtýran yine o millet olduðunu ifade ediyor. Meselâ: فَتَمَنَّوُا اْلمَوْتَ "Eðer doðru iseniz, mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksiniz.» Ýþte meclis-i Nebevîde küçük bir Cemâatin cüz'î bir hâdise ünvanýyla, milel-i insâniye içinde hýrs-ý hayat ve havf-ý mematla en meþhur olan millet-i Yehud'un tâ kýyamete kadar lisan-ý halleri, mevti istemeyeceðini ve hayat hýrsýný

 

býrakmayacaðýný ifade eder. Meselâ:

 

 

 

sh: » (S: 423)

 

ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَاْلمَسْكَنَةُ Þu ünvanla o milletin mukadderat-ý istikbaliyesini umumî bir Sûrette ifade eder. Ýþte þu milletin seciyelerinde ve mukadderatýnda münderic olan þöyle müdhiþ desatir içindir ki, Kur'an onlara karþý pek þiddetli davranýyor. Dehþetli sille-i tedib vuruyor. Ýþte þu misâllerden kýssa-i Mûsa Aleyhisselâm ve Benî-Ýsrail'in sâir cüz'lerini ve sâir kýssalarýný bu kýssaya kýyas et. Þimdi þu Dördüncü Iþýktaki i’câzî lem'a-i îcaz gibi Kur'anýn basit kelimâtlarýnýn ve cüz'î mebhaslerinin arkalarýnda pekçok lemaât-ý i’câziye vardýr. Arife iþaret yeter.

 

Beþinci Iþýk: Kur'anýn makasýd ve mesâil, maânî ve esalib ve letâif ve mehâsin cihetiyle câmiiyet-i hârikasýdýr. Evet Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân'ýn Sûrelerine ve âyetlerine ve hususan Sûrelerin fatihalarýna, âyetlerin mebde' ve makta'larýna dikkat edilse görünüyor ki: Belâgatlarýn bütün enva'ýný, fezâil-i kelâmiyenin bütün aksamýný, ulvî üslûblarýn bütün esnafýný, mehâsin-i ahlâkýyenin bütün efradýný, ulûm-u kevniyenin bütün fezlekelerini, maarif-i Ýlahiyenin bütün fihristelerini, hayat-ý þahsiye ve içtimaiye-i beþeriyenin bütün nâfi düsturlarýný ve hikmet-i âliye-i kâinatýn bütün nurani kanunlarýný cem'etmekle beraber hiçbir müþevveþiyet eseri görünmüyor. Elhak, o kadar ecnas-ý muhtelifeyi bir yerde toplayýp bir münakaþa, bir karýþýk çýkmamak, kahhar bir nizâm-ý i’câzînin iþi olabilir. Elhak, bütün bu câmiiyet içinde þu intizâm ile beraber geçmiþ. Yirmidört aded Sözlerde izah ve isbat edildiði gibi; cehl-i mürekkebin menþei olan âdiyat perdelerini keskin Beyânâtýyla yýrtmak, âdet perdeleri altýnda gizli olan hârikulâdeleri çýkarýp göstermek ve dalaletin menbaý olan tabiat tâgûtunu, bürhânýn elmas kýlýncýyla parçalamak ve gaflet uykusunun kalýn tabakalarýný ra'd-misâl sayhalarýyla daðýtmak ve felsefe-i beþeriyeyi ve hikmet-i insâniyeyi âciz býrakan kâinatýn týlsým-ý muðlakýný ve hilkat-i âlemin muamma-yý acibesini feth ve keþfetmek, elbette hakikat-bîn ve gayb-aþina ve hidâyet-bahþ ve hak-nümâ olan Kur'an gibi bir mu'cizekârýn hârikulâde iþleridir. Evet, Kur'anýn âyetlerine insaf ile dikkat edil

 

 

 

sh: » (S: 424)

 

se görünüyor ki: Sâir kitablar gibi bir-iki maksadý tâkib eden tedricî bir fikrin silsilesine benzemiyor. Belki, def'î ve ânî bir tavrý var ve ilka olunuyor bir gidiþatý var ve beraber gelen herbir taifesi müstakil olarak uzak bir yerden ve gâyet ciddî ve ehemmiyetli bir muhaberenin tek tek, kýsa kýsa bir Sûrette geldiðinin niþaný var. Evet kâinatýn Hâlýkýndan baþka kim var ki, bu derece Kâinat ve Hâlýk-ý Kâinat'la ciddî alâkadar bir muhabereyi yapabilsin? Hadsiz derece haddinden çýkýp Hâlýk-ý Zülcelâl'i kendi keyfiyle söyleþtirsin, kâinatý doðru olarak konuþtursun. Evet, Kur'anda kâinat Sânii'nin pek ciddî ve hakikî ve ulvî ve hak olarak konuþmasý ve konuþturmasý görünüyor. Taklidi îma edecek hiçbir emâre bulunmuyor. O söyler ve söylettirir. Farz-ý muhal olarak Müseylime gibi hadsiz derece haddinden çýkýp taklidkârane o izzet ve ceberut sahibi olan Hâlýk-ý Zülcelâlini kendi fikriyle konuþturup ve kâinatý onunla konuþtursa, elbette binler taklid emâreleri ve binler sahtekârlýk alâmetleri bulunacaktýr. Çünki en pest bir halinde en yüksek tavrý takýnanlarýn her hâleti taklidciliðini gösterir. Ýþte þu hakikatý kasem ile ilân eden وَالنَّجْمِ اِذَا هَوَى مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى وَمَايَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى ya bak, dikkat et...

 

ÜÇÜNCÜ ÞUA: Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân'ýn ihbarat-ý gaybiyesi ve her asýrda þebabiyetini muhafaza etmesi ve her tabaka insana muvafýk gelmesiyle hâsýl olan i’câzdýr. Þu Þua'ýn «Üç Cilvesi» var.

 

Birinci Cilve: Ýhbârât-ý gaybiyesidir. Þu cilvenin «Üç Þavký» var.

 

Birinci Þavk: Mâziye ait ihbârât-ý gaybiyesidir. Evet, Kur'an-ý Hakîm bil'ittifak ümmî ve emin bir Zâtýn lisanýyla zaman-ý

 

 

 

sh: » (S: 425)

 

Âdem'den tâ Asr-ý Saadete kadar, enbiyalarýn mühim hâlâtýný ve ehemmiyetli vukuatýný öyle bir tarzda zikrediyor ki, Tevrat ve Ýncil gibi kitablarýn tasdiki altýnda gâyet kuvvet ve ciddiyetle ihbar ediyor. Kütüb-ü Sâlifenin ittifak ettikleri noktalarda muvafakat etmiþtir. Ýhtilaf ettikleri bahislerde, Mûsahhihane hakikat-ý vakýayý faslediyor. Demek Kur'anýn nazar-ý gayb-bînisi, o Kütüb-ü Sâlifenin umumunun fevkýnde ahvâl-i mâziyeyi görüyor ki, ittifakî mes'elelerde Mûsaddýkane onlarý tezkiye ediyor. Ýhtilafî mes'elelerde Mûsahhihane onlara faysal oluyor. Halbuki Kur'anýn vukuat ve ahvâl-i mâziyeye dair ihbårâtý aklî bir iþ deðil ki, akýl ile ihbar edilsin. Belki, semâa mütevakkýf nakildir. Nakil ise, kýraat ve kitabet ehline mahsustur. Dost ve düþmanýn ittifakýyla kýraatsýz, kitabetsiz, emanetle maruf, ümmî lâkabýyla mevsuf bir Zâta nüzul ediyor. Hem o ahvâl-i mâziyeyi öyle bir Sûrette ihbar eder ki, bütün o ahvâli görür gibi bahseder. Çünki uzun bir hâdisenin ukde-i hayatiyesini ve ruhunu alýr. Maksadýna mukaddeme yapar. Demek Kur'andaki fezlekeler, hülâsalar gösteriyor ki, bu hülâsa ve fezlekeyi gösteren, bütün

 

mâziyi bütün ahvâli ile görüyor. Zira bir zâtýn bir fende veya bir san'atta mütehassýs olduðu; hülâsalý bir sözle, fezlekeli bir san'atçýkla, o þahýslarýn meharet ve melekelerini gösterdiði gibi, Kur'anda zikrolunan vukuatýn hülâsalarý ve ruhlarý gösteriyor ki, onlarý söyleyen, bütün vukuatý ihâta etmiþ, görüyor, (tâbir caiz ise) bir meharet-i fevkalâde ile ihbar ediyor.

 

Ýkinci Þavk: Ýstikbale ait ihbarat-ý gaybiyesidir. Þu kýsým ihbaratýn çok enva'ý var. Birinci kýsým, hususîdir. Bir kýsým ehl-i keþif ve velâyete mahsustur. Meselâ: Muhyiddin-i Arabî الم غُلِبَتِ الرُّومُ Sûresi'nde pekçok ihbarat-ý gaybiyeyi bulmuþtur. Ýmam-ý Rabbanî, Sûrelerin baþýndaki mukattaat-ý huruf ile çok muamelât-ý gaybiyenin iþaretlerini ve ihbaratýný görmüþtür ve hâkezâ... ülemâ-yý bâtýn için Kur'an, baþtan baþa ihbarat-ý gaybiye nev'indendir. Biz ise, umuma ait olacak bir kýsmýna iþaret edeceðiz. Bunun da pekçok tabakatý var. Yalnýz bir tabakadan bahsedeceðiz.

 

sh: » (S: 426)

 

Ýþte Kur'an-ý Hakîm, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a der: (Haþiye)

 

فَاصْبِرْ اِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ لَتَدْخُلُنَّ اْلمَسْجِدَ اْلحَرَامَ اِنْ شَاءَ اللَّهُ آمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُسَكُمْ وَ مُقَصِّرِينَ لاَ تَخَافُونَ هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ فِى بِضْعِ سِنِينَ لِلَّهِ اْلاَمْرُ فَسَتُبْصِرُ وَيُبْصِرُونَ بِاَيِّكُمُ الْمَفْتُونُ اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ اْلمَنُونِ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ وَاللَّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَ لَنْ تَفْعَلُوا وَ لَنْ يَتَمَنَّوْنَهُ اَبَدًا سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِى اْلآفَاقِ وَفِى اَنْفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ اْلحَقُّ قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَاْتِى اللَّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى اْلمُؤْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللَّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لاَئِمٍ وَقُلِ اْلحَمْدُ لِلَّهِ سَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا قُلْ هُوَ الرَّحْمنُ آمَنَّا بِهِ وَعَلَيْهِ تَوَكَّلْنَا فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ هُوَ فِى ضَلاَلٍ مُبِينٍ وَعَدَ اللَّهُ الّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّاِلحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِى اْلاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِى ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْنًا

 

 

 

gibi çok âyâtýn ifade ettiði ihbarat-ý gaybiyedir ki, aynen doðru

 

______________________________

 

(Haþiye): Bu gaybdan haber veren âyetler, pekçok tefsirlerde izah edilmesinden ve eski harfle tab'etmek niyeti müellifine verdiði acelelik hatâsýndan burada izahsýz ve o kýymetdar hazineler kapalý kaldýlar.

 

 

 

sh: » (S: 427)

 

olarak çýkmýþtýr. Ýþte pekçok itirazat ve tenkidata maruz ve en küçük bir hatâsýndan dolayý dâvasýný kaybedecek bir Zâtýn lisanýndan böyle tereddüdsüz, Kemâl-i ciddiyet ve emniyetle ve kuvvetli bir vüsuku ihsas eden bir tarzda böyle ihbarat-ý gaybiye, kat'iyen gösterir ki; o Zât, Üstad-ý Ezelî'sinden ders alýyor, sonra söylüyor.

 

Üçüncü Þavk: Hakaik-i Ýlahiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve umûr-u uhreviyeye dair ihbarat-ý gaybiyesidir. Evet Kur'anýn hakaik-i Ýlahiyeye dair Beyânâtý ve týlsým-ý kâinatý fethedip ve hilkat-i âlemin muammasýný açan Beyânât-ý kevniyesi, ihbarat-ý gaybiyenin en mühimmidir. Çünki o hakaik-i gaybiyeyi hadsiz dalâlet yollarý içinde istikametle onlarý gidip bulmak, akl-ý beþerin kârý deðildir ve olamaz. Beþerin en dâhî hüKemâlarý o mesâilin en küçüðüne akýllarýyle yetiþmediði mâlûmdur. Hem Kur'an, gösterdiði o hakaik-i Ýlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi Beyândan sonra ve safa-yý kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatýndan ve aklýn tekemmülünden sonra beþerin ukûlü «Sadakte» deyip o hakaiký kabûl eder. Kur'ana «Bârekâllah» der. Bu kýsmýn, kýsmen Onbirinci Söz'de izah ve isbatý geçmiþtir. Tekrara hacet kalmamýþtýr. Amma ahvâl-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-ý beþer kendi baþýyla yetiþemiyor, göremiyor. Fakat, Kur'anýn gösterdiði yollar ile onlarý görmek derecesinde isbat ediyor. Onuncu Söz'de, Kur'anýn þu ihbarat-ý gaybiyesi ne derece doðru ve hak olduðu izah ve isbat edilmiþtir. Ona müracaat et.

 

 

 

Ýkinci Cilve: Kur'anýn þebâbetidir. Her asýrda taze nâzil oluyor gibi tazeliðini, gençliðini muhafaza ediyor. Evet Kur'an, bir hutbe-i ezeliye olarak umum asýrlardaki umum tabakat-ý beþeriyeye birden hitab ettiði için öyle daimî bir þebabeti bulunmak lâzýmdýr. Hem de, öyle görülmüþ ve görünüyor. Hattâ efkârca muhtelif ve istidadça mütebayin asýrlardan her asra göre güya o asra mahsus gibi bakar, baktýrýr ve ders verir. Beþerin âsâr ve kanunlarý, beþer gibi ihtiyar oluyor, deðiþiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur'anýn hükümleri ve kanunlarý, o kadar sâbit ve râsihtir ki, asýrlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur'anýn sözlerine karþý kulaðýný kapayan þu asr-ý hâzýr ve þu asrýn ehl-i kitab insanlarý Kur'anýn يَا اَهْلَ الْكِتَابِ)( يَا اَهْلَ الْكِتَابِ) ( hitab-ý mürþidanesine o kadar muhtaçtýr ki,

 

sh: » (S: 428)

 

güya o hitab doðrudan doðruya þu asra müteveccihtir ve يَا اَهْلَ الْكِتَابِْ lafzý يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ mânâsýný dahi tâzammun eder. Bütün þiddetiyle, bütün tazeliðiyle, bütün þebabetiyle يَا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَ بَيْنَكُمْ sayhasýný âlemin aktarýna savuruyor.

 

Meselâ: Þahýslar, Cemâatler, muârazasýndan âciz kaldýklarý Kur'ana karþý; bütün nev'-i beþerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârlarý olan medeniyet-i hâzýra, Kur'ana karþý muâraza vaziyetini almýþlar. Ý'caz-ý Kur'ana karþý, sihirleriyle muâraza ediyor. Þimdi, þu müdhiþ yeni muârazacýya karþý i’câz-ý Kur'aný, قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ âyetinin dâvasýný isbat etmek için medeniyetin muâraza Sûretiyle vaz'ettiði esâsâtý ve desatirini, esâsât-ý Kur'aniye ile karþýlaþtýracaðýz.

 

Birinci derecede: Birinci Söz'den tâ Yirmibeþinci Söz'e kadar olan müvazeneler ve mizanlar ve o Sözlerin hakikatleri ve baþlarý olan âyetler, iki kerre iki dört eder derecesinde medeniyete karþý Kur'anýn i’câzýný ve galebesini isbat eder.

 

Ýkinci derecede: Onikinci Söz'de isbat edildiði gibi, bir kýsým düsturlarýný hülâsa etmektir. Ýþte medeniyet-i hâzýra, felsefesiyle hayat-ý içtimaiye-i beþeriyede nokta-i istinadý «kuvvet» kabûl eder. Hedefi «menfaat» bilir. Düstur-u hayatý «cidal» tanýr. Cemâatlerin rabýtasýný «unsuriyet ve menfî milliyet»bilir. Gayesi, hevesât-ý nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-ý beþeriyeyi tezyid etmek için Bâzý «lehviyat»týr. Halbuki: Kuvvetin þe'ni, tecavüzdür. Menfaatin þe'ni, her arzuya kâfi gelmediðinen üstünde boðuþmaktýr. Düstur-u cidalin þe'ni, çarpýþmaktýr. Unsuriyetin þe'ni, baþkasýný yutmakla beslenmek olduðundan tecavüzdür. Ýþte þu medeniyetin þu düsturlarýndandýr ki, bütün mehâsiniyle beraber beþerin yüzde ancak yirmisine bir nevi sûrî saadet verip seksenini rahatsýzlýða, sefalete atmýþtýr.

 

Amma hikmet-i Kur'aniye ise nokta-i istinadý, kuvvet yerine «hakký» kabûl eder. Gayede, menfaat yerine «fazilet ve rýza-yý Ýlahî»yi kabûl eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine «düstur-u tea-

 

 

 

sh: » (S: 429)

 

vünü» esâs tutar. Cemâatlerin rabýtalarýnda, unsuriyet ve milliyet yerine «rabýta-i dinî ve sýnýfî ve vatanî» kabûl eder. Gayâtý, «hevesât-ý nefsaniyenin nâmeþru tecavüzatýna sed çekip ruhu maaliyata teþvik ve hissiyat-ý ulviyesini tatmin etmektir ve insaný Kemâlât-ý insâniyeye sevkedip insan etmektir.» Hakkýn þe'ni ise, ittifaktýr. Faziletin þe'ni, tesanüddür. Teavünün þe'ni, birbirinin imdadýna yetiþmektir. Dinin þe'ni uhuvvettir, incizabdýr. Nefs-i emmâreyi gemlemekle baðlamak, ruhu Kemâlâta kamçýlamakla serbest býrakmanýn þe'ni, saadet-i dâreyndir. Ýþte medeniyet-i hâzýra, edyan-ý sâbýka-i semâviyeden, bâhusus Kur'anýn irþadatýndan aldýðý mehâsinle beraber, Kur'ana karþý böyle hakikat nazarýnda maðlub düþmüþtür.

 

Üçüncü derece: Binler mesâilinden yalnýz nümune olarak üç-dört mes'eleyi göstereceðiz. Evet Kur'anýn düsturlarý, kanunlarý, ezelden geldiðinden ebede gidecektir. Medeniyetin kanunlarý gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm deðildir. Daima gençtir, kuvvetlidir. Meselâ: Medeniyetin bütün cem'iyat-ý hayriyeleri ile, bütün cebbarane þedid inzibat ve nizâmatlarýyla, bütün ahlâkî terbiyegâhlarýyla, Kur'an-ý Hakîm'in iki mes'elesine karþý muâraza edemeyip maðlub düþmüþlerdir. Meselâ: وَاَقِيمُوا الصَّلوَةَ وَآتُوا الزَكَوةَ وَاَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَوا Kur'anýn bu galebe-i i’câzkâranesini bir mukaddeme ile Beyân edeceðiz. Þöyle ki:

 

«Ýþârât-ül Ý'câzda» isbat edildiði gibi bütün ihtilalat-ý beþeriyenin madeni, bir kelime olduðu gibi bütün ahlâk-ý seyyienin menbaý da

 

hi, bir kelimedir.

 

Birinci kelime: «Ben tok olayým, baþkasý açlýktan ölse bana ne.»

 

Ýkinci kelime: «Sen çalýþ, ben yiyeyim.»

 

Evet hayat-ý içtimaiye-i beþeriyede havas ve avâm, yâni zenginler ve fakirler, müvazeneleriyle rahatla yaþarlar. O müvazenenin esâsý ise: Havas tabakasýnda merhamet ve þefkat, aþaðýsýnda hürmet ve itaattir. Þimdi birinci kelime, havas tabakasýný zulme, ahlâksýzlýða, merhametsizliðe sevketmiþtir. Ýkinci kelime, avâmý kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-ý beþeriyeyi birkaç asýrdýr selbettiði gibi; þu asýrda sa'y, sermaye ile mübareze neticesi herkesçe mâlûm olan Avrupa hâdisat-ý azîmesi meydana geldi. Ýþte medeniyet, bütün

 

 

 

sh: » (S: 430)

 

cem'iyat-ý hayriye ile ve ahlâkî mektebleriyle ve þedid inzibat ve nizâmatýyla, beþerin o iki tabakasýný Mûsalaha edemediði gibi, hayat-ý beþerin iki müdhiþ yarasýný tedâvi edememiþtir. Kur'an, birinci kelimeyi esâsýndan «vücub-u zekat» ile kal'eder, tedâvi eder. Ýkinci kelimenin esâsýný «hurmet-i riba» ile kal'edip tedâvi eder. Evet, âyet-i Kur'aniye âlem kapýsýnda durup ribaya yasaktýr der. «Kavga kapýsýný kapamak için banka kapýsýný kapayýnýz» diyerek insanlara ferman eder. Þâkirdlerine «Girmeyiniz» emreder.

 

Ýkinci Esâs: Medeniyet, taaddüd-ü ezvacý kabûl etmiyor. Kur'anýn o hükmünü, kendine muhalif-i hikmet ve maslahat-ý beþeriyeye münafî telakki eder. Evet eðer izdivacdaki hikmet, yalnýz kaza-yý þehvet olsa, taaddüd bilakis olmalý. Halbuki, hattâ bütün hayvanatýn þehadetiyle ve izdivac eden nebâtatýn tasdikiyle sabittir ki; izdivacýn hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kaza-yý þehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafýndan verilen bir ücret-i cüz'iyedir. Mâdem hikmeten, hakikaten, izdivac nesil içindir, nev'in bekasý içindir. Elbette, bir senede yalnýz bir defa tevellüde kabil ve ayýn yalnýz yarýsýnda kabil-i telakkuh olan ve elli senede ye'se düþen bir kadýn, ekseri vakitte tâ yüz seneye kadar kabil-i telkîh bir erkeðe kâfi gelmediðinden, medeniyet pek çok fahiþehaneleri kabûl etmeye mecburdur.

 

Üçüncü Esâs: Muhakemesiz medeniyet, Kur'an kadýna sülüs verdiði için âyeti tenkid eder. Halbuki hayat-ý içtimaiyede ekser ahkâm, ekseriyet itibariyle olduðundan; ekseriyet itibariyle bir kadýn, kendini himaye edecek birisini bulur. Erkek ise, ona yük olacak ve nafakasýný ona býrakacak birisiyle teþrik-i mesaî etmeye mecbur olur. Ýþte bu Sûrette bir kadýn, pederinden yarýsýný alsa, kocasý noksaniyetini temin eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasýný tezevvüc ettiði kadýnýn idaresine verecek; kýz kardeþine müsavi gelir. Ýþte adâlet -i Kur'aniye böyle iktiza eder, böyle hükmetmiþtir. (Haþiye-1)

 

_________________________

 

(Haþiye-1): Mahkemeye karþý ve mahkemeyi susturan lâyiha-i Temyiz'in müdafaatýndan bir parçadýr. Bu makama haþiye olmuþ.

 

Ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üçyüz elli senede ve her asýrda üç yüz elli milyon insanlarýn hayat-ý içtimaiyesinde en kudsî ve hakikatlý bir düstur-u Ýlahîyi, üçyüzelli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarýna istinaden ve bin üçyüzelli sene zarfýnda geçmiþ ecdadýmýzýn itikadlarýna iktidaen tefsir eden bir adamý mahkûm eden haksýz bir kararý, elbette rûy-i zeminde adâlet varsa, o kararý red ve bu hükmü nakzedecektir.»

 

sh: » (S: 431)

 

Dördüncü Esâs: Sanem-perestliði þiddetle Kur'an men'ettiði gibi, sanem-perestliðin bir nevi taklidi olan Sûret-perestliði de men'eder. Medeniyet ise, Sûretleri kendi mehâsininden sayýp Kur'ana muâraza etmek istemiþ. Halbuki gölgeli gölgesiz Sûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ -yý mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beþeri zulme ve riyâ ya ve hevaya, hevesi kamçýlayýp teþvik eder. Hem Kur'an merhameten, kadýnlarýn hürmetini muhafaza için, hayâ perdesini takmasýný emreder. Tâ hevesât-ý rezilenin ayaðý altýnda o þefkat madenleri zillet çekmesinler. Âlet-i hevesât, ehemmiyetsiz bir metâ' hükmüne geçmesinler.(Haþiye-2) Medeniyet ise, kadýnlarý yuvalarýndan çýkarýp, perdelerini yýrtýp, beþeri de baþtan çýkarmýþtýr. Halbuki aile hayatý, kadýn-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açýk-saçýklýk, samimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatý zehirlemiþtir. Hususan Sûretperestlik, ahlâký fena halde sarstýðý ve sukut-u ruha sebebiyet verdiði þununla anlaþýlýr: Nasýlki merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadýn cenazesine nazar-ý þehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâký tahrib eder. Öyle de: Ölmüþ kadýnlarýn Sûretlerine veyahut sað kadýnlarýn küçük cenazeleri hükmünde olan Sûretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissiyat-ý ulviye-i insâniyeyi sarsar, tahrib eder.

 

Ýþte þu üç misâl gibi binler mesâil-i Kur'aniyenin herbirisi, saadet-i beþeriyeyi dünyada temine hizmet etmekle beraber hayat-ý ebediyesine de hizmet eder. Sâir mes'eleleri mezkûr mes'elelere kýyas edebilirsin.

 

Nasýl medeniyet-i hâzýra, Kur'anýn hayat-ý içtimaiye-i beþere ait olan düsturlarýna karþý maðlub olup Kur'anýn i’câz-ý mânevîsine karþý hakikat noktasýnda iflas eder. Öyle de: Medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hikmet-i beþeriyeyi, hikmet-i Kur'anla yirmibeþ aded Sözlerde mizanlarla iki hikmetin müvazenesinde, hikmet-i felsefiye âcize ve hikmet-i Kur'aniyenin mu'cize olduðu kat'iyetle isbat edilmiþtir. Nasýlki Onbirinci ve Onikinci Sözlerde, hikmet-i felsefiyenin aczi ve iflasý; ve hikmet-i Kur'aniyenin i’câzý ve gýnasý isbat edilmiþtir, müracaat edebilirsin.

 

____________________________

 

(Haþiye-2): Tesettür-ü nisvan hakkýnda Otuzbirinci Mektub'un Yirmidördüncü Lem'asý, gâyet kat'î bir Sûrette isbat etmiþtir ki: Tesettür, kadýnlar için fýtrîdir. Ref'-i tesettür, fýtrata münafîdir.

 

sh: » (S: 432)

 

Hem nasýl medeniyet-i hâzýra, hikmet-i Kur'anýn ilmî ve amelî i’câzýna karþý maðlub oluyor. Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâgatý da, Kur'anýn edeb ve belâgatýna karþý nisbeti: Öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümidsiz aðlayýþý, hem süflî bir vaziyette sarhoþ bir ayyaþýn velvele-i gýnasýnýn (þarký demektir) nisbeti ile, ulvî bir âþýkýn muvakkat bir iftiraktan müþtakane, ümidkârane bir hüzün ile gýnasý (þarkýsý); hem zafer veya harbe ve ulvî fedâkârlýklara sevketmek için teþvikkârane kasaid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünki edeb ve belâgat, tesir-i üslûb itibariyle ya hüzün verir, ya neþ'e verir. Hüzün ise, iki kýsýmdýr: Ya fakd-ül ahbabdan gelir, yâni ahbabsýzlýktan, sahibsizlikten gelen karanlýklý bir hüzündür ki; dalalet-âlûd, tabiatperest, gafletpîþe olan medeniyetin edebiyatýnýn verdiði hüzündür. Ýkinci hüzün, firak-ul ahbabdan gelir, yâni ahbab var, firakýnda müþtakane bir hüzün verir. Ýþte þu hüzün, hidâyet-edâ, nur-efþan Kur'anýn verdiði hüzündür. Amma neþ'e ise, o da iki kýsýmdýr: Birisi, nefsi hevesâtýna teþvik eder. O da tiyatrocu, sinemacý, romancý medeniyetin edebiyatýnýn þe'nidir. Ýkinci neþ'e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklý, sýrrý maaliyata, vatan-ý aslîlerine, makarr-ý ebedîlerine, ahbab-ý uhrevîlerine yetiþmek için lâtif ve edebli masumane bir teþviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü'yet-i cemâlullaha beþeri sevkeden ve þevke getiren Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân'ýn verdiði neþ'edir.

 

Ýþte قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا ifade ettiði azîm mânâ ve büyük hakikat, kasýr-ül fehm olanlarca ve dikkatsizlikle mübalaðalý bir belâgat için muhal bir Sûret zannediliyor. Hâþâ! Mübalaða deðil, muhal bir Sûret deðil, ayn-ý hakikat bir belâgat ve mümkün ve vâki bir Sûrettedir.

 

O Sûretin bir vechi þudur ki; yâni, Kur'andan tereþþuh etmeyen ve Kur'anýn malý olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur'aný tanzir edemez, demektir. Hem edememiþ ki, gösterilmiyor. Ýkinci vecih þudur ki: Cin ve insin hattâ þeytanlarýn netice-i efkârlarý ve muhassala-i mesaîleri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ý ecnebiye, Kur'anýn ahkâm ve hikmet ve belâgatýna karþý âciz derekesindedirler, demektir. Nasýl da nümunesini gösterdik.

 

 

 

sh: » (S: 433)

 

Üçüncü Cilve: Kur'an-ý Hakîm, her asýrdaki tabakat-ý beþerin herbir tabakasýna güya doðrudan doðruya o tabakaya hususî müteveccihtir, hitab ediyor. Evet bütün benî-Âdeme bütün tabakatýyla en yüksek ve en dakik ilim olan îmânâ ve en geniþ ve nurani fen olan mârifetullaha ve en ehemmiyetli ve mütenevvi maarif olan ahkâm-ý Ýslâmiyeye davet eden, ders veren Kur'an ise, her nev'e, her taifeye muvafýk gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki ders birdir, ayrý ayrý deðil. Öyle ise, ayný derste tabakat bulunmak lâzýmdýr. Derecata göre herbiri, Kur'anýn perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini alýr. Þu hakikatýn çok nümunelerini zikretmiþiz. Onlara müracaat edilebilir. Yalnýz burada bir-iki cüz'ünün, hem yalnýz bir-iki tabakasýnýn hisse-i fehmine iþaret ederiz:

 

Meselâ: لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ Kesretli tabaka olan avâm tabakasýnýn þundan hisse-i fehmi: «Cenâb-ý Hak, peder ve veledden ve akrandan ve zevceden münezzehtir.» Daha mutavassýt bir tabaka, þundan «Ýsa Aleyhisselâm'ýn ve Melâikelerin ve tevellüde mazhar þeylerin ulûhiyetini nefyetmektir.» Çünki muhal bir þeyi nefyetmek, zâhiren faidesiz olduðundan belâgatta medâr-ý faide olacak bir lâzým-ý hüküm murad olunur. Ýþte cismâniyete mahsus veled ve vâlidi nefyetmekten murad ise, veled ve vâlidi ve küfvü bulunanlarýn, nefy-i ulûhiyetleridir ve Mâbud olmaya lâyýk olmadýklarýný göstermektir. Þu sýrdandýr ki, Sûre-i Ýhlas herkese, hem her vakit faide verebilir. Daha bir parça ileri bir tabakanýn hisse-i fehmi: «Cenâb-ý Hak mevcûdâta karþý tevlid ve tevellüdü iþmam edecek bütün rabýtalardan münezzehtir. Þerik ve muinden ve hemcinsten müberradýr. Belki mevcûdâta karþý nisbeti, Hallâkýyettir. «Emr-i kün feyekûn» ile, irade-i ezeliyesiyle, ihtiyarýyla icad eder. Îcabî ve ýzdýrarî ve sudûr-u gayr-ý ihtiyârî gibi münafî-i Kemâl herbir rabýtadan münezzehtir.» Daha yüksek bir tabakanýn hisse-i fehmi: Cenâb-ý Hak ezelîdir, ebedîdir, evvel ve âhirdir. Hiçbir cihette ne zâtýnda, ne sýfâtýnda, ne ef'alinde nazîri, küfvü, þebihi, misli, misâli, mesîli yoktur. Yalnýz ef'alinde, þuununda teþbihi ifade eden mesel var: وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى Bu tabakata; ârifin tabakasý, ehl-i aþk tabakasý, sýddýkîn tabakasý gibi ayrý ayrý hisse sahiblerini kýyas edebilirsin.

 

sh: » (S: 434)

 

Ýkinci misâl: Meselâ, مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ Tabaka-i ûlânýn þundan hisse-i fehmi þudur ki: «Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn hizmetkârý veya «Veledim» hitabýna mazhar olan Zeyd, izzetli zevcesini kendine küfüv bulmadýðý için tatlik etmiþ. Allah'ýn emriyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm almýþ. Âyet der: «Peygamber size evlâdým dese, Risâlet cihetiyle söyler. Þahsiyet itibariyle pederiniz deðil ki, aldýðý kadýnlar ona münasib düþmesin.» Ýkinci tabakanýn hisse-i fehmi þudur ki: Bir büyük âmir, raiyetine pederane þefkatle bakar. Eðer o âmir, zâhir ve bâtýn bir Padiþah-ý Ruhânî olsa, o vakit merhameti pederin yüz defa þefkatinden ileri gittiðinden o raiyetin efradý onun hakikî evlâdý gibi ona peder nazarýyla bakarlar. Peder nazarý, zevc nazarýna inkýlab edemediðinden; kýz nazarý da zevce nazarýna kolayca deðiþmediðinden, efkâr-ý âmmede Peygamber (A.S.M.), mü'minlerin kýzlarýný almasý þu sýrra uygun gelmediðinden Kur'an der: «Peygamber (A.S.M.), merhamet-i Ýlahiye nazarýyla size þefkat eder, pederane muamele yapar. Risâlet namýna siz onun evlâdý gibisiniz. Fakat þahsiyet-i insâniyet itibariyle pederiniz deðildir ki, sizden zevce almasý münasib düþmesin.» Üçüncü kýsým þöyle fehmeder ki: Peygamber'e (A.S.M.) intisab edip onun Kemâlâtýna istinad ederek onun pederane þefkatine itimad edip kusur ve hatiat etmemelisiniz, demektir. Evet çoklar var ki, büyüklerine ve mürþidlerine itimad edip tenbellik eder. Hattâ bâzan, «Namazýmýz kýlýnmýþ» der. (Bir kýsým Alevîler gibi) Dördüncü Nükte: Bir kýsým þu âyetten þöyle bir iþaret-i gaybiye fehmeder ki: Peygamber'in (A.S.M.) evlâd-ý zükûru, rical derecesinde kalmayýp, rical olarak nesli, bir hikmete binaen kalmayacaktýr. Yalnýz «rical» tâbirinin ifadesiyle, nisanýn pederi olduðunu iþaret ettiðinden, nisa olarak nesli devam edecektir. Felillahilhamd Hazret-i Fatýma'nýn nesl-i mübareki, Hasan ve Hüseyin gibi iki nurani silsilenin bedr-i münevveri, Þems-i Nübüvvet'in mânevî ve maddî neslini idame ediyorlar.

 

اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ

 

(Birinci Þu'le, üç Þua ile hitama erdi.)

 

ÝKÝNCÝ ÞU'LE: Ýkinci Þu'le'nin "Üç Nur"u var.

 

 

 

sh: » (S: 435)

 

Birinci Nur: Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân'ýn heyet-i mecmuasýnda raik bir selaset, faik bir selâmet, metin bir tesanüd, muhkem bir tenâsüb, cümleleri ve heyetleri mabeyninde kavî bir teavün; ve âyetler ve maksadlarý mabeyninde ulvî bir tecavüb olduðunu Ýlm-i Beyân ve Fenn-i Maânî ve Beyânî'nin Zemahþerî, Sekkakî, Abdülkahir-i Cürcanî gibi binlerle dâhî imamlarýn þehadetiyle sâbit olduðu halde, o tecavüb ve teavün ve tesanüdü ve selaset ve selâmeti kýracak, bozacak sekiz-dokuz mühim esbab bulunurken, o esbab bozmaða deðil, belki selasetine, selâmetine, tesanüdüne kuvvet vermiþtir. Yalnýz, o esbab bir derece hükmünü icra edip, baþlarýný perde-i nizâm ve selasetten çýkarmýþlar. Fakat nasýlki yeknesak, düz bir aðacýn gövdesinden bir kýsým çýkýntýlar, sivricikler çýkar. Lâkin aðacýn tenâsübünü bozmak için çýkmýyorlar. Belki, o aðacýn zînetli tekemmülüne ve cemâline medâr olan meyveyi vermek için çýkýyorlar. Aynen bunun gibi, þu esbab dahi, Kur'anýn selaset-i nazmýna kýymetdar mânâlarý ifade için sivri baþlarýný çýkarýyorlar. Ýþte o Kur'an-ý Mübin, yirmi senede hacetlerin mevkileri itibariyle necim necim olarak, müteferrik parça parça nüzul ettiði halde, öyle bir Kemâl-i tenâsübü vardýr ki, güya bir defada nâzil olmuþ gibi bir münasebet gösteriyor.

 

Hem o Kur'an, yirmi senede, hem muhtelif, mütebayin esbab-ý nüzule göre geldiði halde, tesanüdün Kemâlini öyle gösteriyor; güya bir sebeb-i vâhidle nüzul etmiþtir. Hem o Kur'an, mütefavit ve mükerrer suallerin cevabý olarak geldiði halde, nihayet imtizac ve ittihadý gösteriyor. Güya bir sual-i vâhidin cevabýdýr. Hem Kur'an mütegayyir, müteaddid hâdisatýn ahkâmýný Beyân için geldiði halde, öyle bir Kemâl-i intizâmý gösteriyor ki, güya bir hâdise-i vâhidin Beyânýdýr. Hem Kur'an mütehalif, mütenevvi hâlette hadsiz muhatâblarýn fehimlerine münasib üslûblarda tenezzülât-ý kelâmiye ile nâzil olduðu halde, öyle bir hüsn-ü temasül ve güzel bir selaset gösteriyor ki, güya hâlet birdir, bir derece-i fehimdir; su gibi akar bir selaset gösteriyor. Hem o Kur'an mütebaid, müteaddid muhatâbîn esnafýna müteveccihen mütekellim olduðu halde, öyle bir sühulet-i Beyâný, bir cezâlet-i nizâmý bir vuzuh-u ifhamý var ki; güya muhatâbý bir sýnýftýr. Hattâ herbir sýnýf zanneder ki, bil'asale muhatâb yalnýz kendisidir. Hem Kur'an, mütefavit mütederric irþadî Bâzý gayelere îsal ve hidâyet etmek için nâzil olduðu halde, öyle bir Kemâl-i istikamet, öyle bir dikkat-i müvazenet, öyle bir hüsn-ü intizâm

 

sh: » (S: 436)

 

vardýr ki; güya maksad birdir. Ýþte bu esbablar, müþevveþiyetin esbabý iken, Kur'anýn i’câz-ý Beyânýnda, selaset ve tenâsübünde istihdam edilmiþlerdir. Evet kalbi sekamsiz, aklý müstakim, vicdaný marazsýz, zevki selim her adam Kur'anýn Beyânýnda güzel bir selaset, rânâ bir tenâsüb, hoþ bir ahenk, yekta bir fesahat görür. Hem basîresinde selim bir gözü olan görür ki, Kur'anda öyle bir göz vardýr ki, o göz bütün kâinatý zâhir ve bâtýný ile vâzýh, göz önünde bir sahife gibi görür, istediði gibi çevirir, istediði bir tarzda o sahifenin mânâlarýný söyler. Þu Birinci Nur'un hakikatini misâller ile tavzih etsek, birkaç mücelled lâzým. Öyle ise, sâir risale-i arabiyemde ve «Ýþârât-ül Ý'câzda» ve þu yirmibeþ aded Sözlerde þu hakikatýn isbatýna dair olan izahatla iktifa edip misâl olarak mecmu-u Kur'aný birden gösteriyorum.

 

Ýkinci Nuru: Kur'an-ý Hakîm'in âyetlerinin hâtimelerinde gösterdiði fezlekeler ve Esmâ-i hüsnâ cihetindeki üslûb-u bediisinde olan meziyet-i i’câziyeye dairdir.

 

Ýhtar: Þu Ýkinci Nur'da çok âyetler gelecektir. O âyetler, yalnýz Ýkinci Nur'un misâlleri deðil, belki geçmiþ mesâil ve þualarýn misâlleri dahi olurlar. Bunlarý hakkýyla izah etmek çok uzun gelir. Þimdilik ihtisar ve icmâle mecburum. Onun için gâyet muhtasar bir tarzda þu sýrr-ý azîm-i i’câzýn misâllerinden olan âyetlere birer iþaret edip tafsilâtýný baþka vakte talik ettik.

 

Ýþte Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân, âyetlerin hâtimelerinde galiben Bâzý fezlekeleri zikreder ki; o fezlekeler, ya Esmâ-i hüsnâyý veya mânâlarýný tâzammun ediyor veyahut aklý tefekküre sevketmek için akla havale eder veyahut makasýd-ý Kur'aniyeden bir kaide-i külliyeyi tâzammun eder ki, âyetin te'kid ve teyidi için fezlekeler yapar. Ýþte o fezlekelerde Kur'anýn hikmet-i ulviyesinden Bâzý iþarat ve hidâyet-i Ýlahiyenin âb-ý hayatýndan Bâzý reþaþat, i’câz-ý Kur'anýn berklerinden Bâzý þerarat vardýr. Þimdi pek çok o iþarattan yalnýz on tanesini icmâlen zikrederiz. Hem pek çok misâllerinden birer misâl ve herbir misâlin pek çok hakaikýndan yalnýz herbirinde bir hakikatýn meal-i icmâlîsine iþaret ederiz. Bu on iþaretin ekserisi, ekser âyetlerde müçtemian beraber bulunup hakikî bir nakþ-ý i’câzî teþkil ederler. Hem misâl olarak getirdiðimiz âyetlerin ekserisi, ekser iþarata misâldir. Biz yalnýz her âyetten bir iþaret göstereceðiz. Misâl getireceðimiz âyetlerden eski Sözlerde bahsi geçenlerin yalnýz mealine bir hafif iþaret ederiz.

 

Birinci Meziyet-i Cezâlet: Kur'an-ý Hakîm, i’câzkâr Beyânâtýyla Sâni'-i Zülcelâl'in ef'al ve eserlerini nazara karþý serer, basteder. Sonra o âsâr ve ef'alinde Esmâ-i Ýlahiyeyi istihrac eder; veya Ha

 

sh: » (S: 437)

 

þir ve tevhid gibi bir makasýd-ý asliye-i Kur'aniyeyi isbat ediyor. Birinci mânânýn misâllerinden meselâ:

 

هُوَ الَّذِى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَموَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

 

Ýkinci þýkkýn misâllerinden meselâ: اَلَمْ نَجْعَلِ اْلاَرْضَ مِهَادًا وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا وَخَلَقْنَاكُمْ اَزْوَاجًا ilâ âhir...

 

اِنَّ يَوْمَ الْفَصْلِ كَانَ مِيقَاتًا e kadar... Birinci âyette âsârý bast edip bir neticenin, bir mühim maksudun mukaddematý gibi; ilim ve kudrete, gayât ve nizâmatýyla þehadet eden en azîm eserleri serdeder. Alîm ismini istihrac eder. Ýkinci âyette, Birinci Þu’le’nin Birinci Þua’ýnýn Üçüncü Noktasýnda bir derece izah olunduðu gibi; Cenâb-ý Hakk’ýn büyük ef’alini, azîm âsârýný zikrederek neticesinde yevm-i fasl olan haþri, netice olarak zikrediyor.

 

Ýkinci Nükte-i Belâgat: Kur'an, beþerin nazarýna san'at-ý Ýlahiyenin mensucatýný açar, gösterir. Sonra fezlekede o mensucatý, Esmâ içinde tayyeder veyahut akla havale eder. Birincinin misâllerinden meselâ:

 

قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاءِ وَاْلاَرْضِ اَمَّنْ َيمْلِكُ السَّمْعَ وَاْلاَبْصَارَ وَمَنْ يُخْرِجُ اْلحَىَّ مِنَ اْلمَيِّتِ وَيُخْرِجُ اْلمَيَّتَ مِنَ اْلحَىِّ وَمَنْ يُدَبِّرُ اْلاَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللّهُ فَقُلْ اَفَلاَ تَتَّقُونَ فَذلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمُ اْلحَقُّ

 

Ýþte baþta der: «Semâ ve zemini, rýzkýnýza iki hazine gibi müheyya edip oradan yaðmuru, buradan hububatý çýkaran kimdir? Allah'tan baþka koca semâ ve zemini iki muti hazinedâr hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise, þükür ona münhasýrdýr.»

 

Ýkinci fýkrada der ki: «Sizin âzalarýnýz içinde en kýymetdar göz ve kulaklarýnýzýn mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldý

 

sh: » (S: 438)

 

nýz? Bu lâtif kýymetdar göz ve kulaðý verecek ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip terbiye eden odur ki, bunlarý size vermiþtir. Öyle ise yalnýz Rab odur, Mâbud da o olabilir.»

 

Üçüncü fýkrada der: «Ölmüþ yeri ihya edip yüzbinler ölmüþ taifeleri ihya eden kimdir? Hak'tan baþka ve bütün kâinatýn Hâlýkýndan baþka þu iþi kim yapabilir? Elbette o yapar. O ihya eder. Mâdem Hak'týr, hukuku zayi' etmeyecektir. Sizi bir mahkeme-i kübrâya gönderecektir. Yeri ihya ettiði gibi, sizi de ihya edecektir.»

 

Dördüncü fýkrada der: «Bu azîm kâinatý bir saray gibi, bir þehir gibi Kemâl-i intizâmla idare edip tedbirini gören, Allah'tan baþka kim olabilir? Mâdem Allah'tan baþka olamaz; koca kâinatý bütün ecramýyla gâyet kolay idare eden kudret o derece kusursuz, nihayetsizdir ki, hiçbir þerik ve iþtirake ve muavenet ve yardýma ihtiyacý olamaz. Koca kâinatý idare eden, küçük mahlukatý baþka ellere býrakmaz. Demek, ister istemez «Allah» diyeceksiniz.» Ýþte, birinci ve dördüncü fýkra«Allah» der, ikinci fýkra «Rab» der, üçüncü fýkra "El-Hak" der. فَذلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمُ اْلحَقُّ ne kadar mu'cizane düþtüðünü anla. Ýþte Cenâb-ý Hakk'ýn azîm tasarrufatýný, kudretinin mühim mensucatýný zikreder. Sonra da o azîm âsârýn, mensucatýn destgâhý فَذلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمُ اْلحَقُّ der. Yâni «Hak» «Rab» «Allah» isimlerini zikretmekle o tasarrufat-ý azîmenin menbaýný gösterir.

 

Ýkincinin misâllerinden:

 

اِنَّ فِى خَلْقِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِى َتجْرِى فِى الْبَحْرِ ِبمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَا اَنْزَلَ اللّهُ مِنَ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَاَحْيَا بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ اْلمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَاْلاَرْضِ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

 

Ýþte Cenâb-ý Hakk'ýn Kemâl-i kudretini ve âzamet-i rubûbiyetini gösteren ve vahdâniyetine þehadet eden semâvat ve arzýn hilkatindeki tecelli-i saltanat-ý ulûhiyet; ve gece gündüzün ihtilafýnda

 

sh: » (S: 439)

 

ki tecelli-i rubûbiyet; ve hayat-ý içtimaiye-i insana en büyük bir vasýta olan gemiyi denizde teshir ile tecelli-i rahmet; ve semâdan âb-ý hayatý ölmüþ zemine gönderip zemini yüzbin taifeleriyle ihya edip bir mahþer-i acaib Sûretine getirmekteki tecelli-i âzamet-i kudret; ve zeminde hadsiz muhtelif hayvanatý basit bir topraktan halketmekteki tecelli-i rahmet ve kudret; ve rüzgârlarý, nebâtat ve hayvanatýn teneffüs ve telkîhlerine hizmet gibi vezaif-i azîme ile tavzif edip tedbir ve teneffüse sâlih vaziyete getirmek için tahrik ve idaresindeki tecelli-i rahmet ve hikmet; ve zemin ve âsumân ortasýnda vasýta-i rahmet olan bulutlarý bir mahþer-i acaib gibi muallakta toplayýp daðýtmak, bir ordu gibi istirahat ettirip vazife baþýna davet etmek gibi teshirindeki tecelli-i rubûbiyet gibi mensucat-ý san'atý ta'dad ettikten sonra aklý, onlarýn hakaikýna ve tafsiline sevkedip tefekkür ettirmek için َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ der. Onunla ukûlü ikaz için akla havale eder.

 

Üçüncü Meziyet-i Cezâlet: Bâzan Kur'an, Cenâb-ý Hakk'ýn fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmâl eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmâl ile hýfzettirir, baðlar. Meselâ:

 

وَكَذلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَاْوِيلِ اْلاَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلَى آلِ يَعْقُوبَ كَمَا اَتَمَّهَا عَلَى اَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ اِبْرَاهِيمَ وَاِسْحَاقَ اِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

 

Ýþte Hazret-i Yusuf ve ecdadýna edilen nimetleri þu âyetle iþaret eder. Der ki: Sizi bütün insanlar içinde makam-ý nübüvvetle serfiraz, bütün silsile-i enbiyayý, silsilenize rabtedip, silsilenizi nev'-i beþer içinde bütün silsilenin serdarý; hânedânýnýzý ulûm-u Ýlahiye ve hikmet-i Rabbâniyeye bir hücre-i tâlim ve hidâyet Sûretinde getirip o ilim ve hikmetle dünyanýn saadetkârane saltanatýný, âhiretin saadet-i ebediyesiyle sizde birleþtirmek, seni ilim ve hikmetle Mýsýr'a hem aziz bir reis, hem âlî bir nebi, hem hakîm bir mürþid etmek olan nimet-i Ýlahiyeyi zikr ve ta'dad edip; ilim ve hikmet ile onu, âbâ ve ecdadýný mümtaz ettiðini zikrediyor. Sonra «Senin Rabbin Alîm ve Hakîm'dir»der. «Onun rubûbiyeti ve hikmeti iktiza eder

 

sh: » (S: 440)

 

ki, seni ve âbâ ve ecdadýný Alîm, Hakîm ismine mazhar etsin.» Ýþte o mufassal nimetleri, þu fezleke ile icmâl eder.

 

Hem meselâ: قُلِ اللّهُمَّ مَالِكَ اْلمُلْكِ تُؤْتِى اْلمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ Ýþte þu âyet Cenâb-ý Hakk'ýn, nev'-i beþerin hayat-ý içtimaiyesindeki tasarrufatýný þöyle gösteriyor ki; izzet ve zillet, fakr ve servet doðrudan doðruya Cenâb-ý Hakk'ýn meþietine ve iradesine baðlýdýr. Demek kesret-i tabakatýn en daðýnýk tasarrufatýna kadar, meþiet ve takdir-i Ýlahiye iledir. Tesadüf karýþamaz. Þu hükmü verdikten sonra insâniyet hayatýnda en mühim iþ, onun rýzkýdýr. Þu âyet, beþerin rýzkýný doðrudan doðruya Rezzak-ý Hakikî'nin hazine-i Rahmetinden gönderdiðini bir-iki mukaddeme ile isbat eder. Þöyle ki: Der: «Rýzkýnýz, yerin hayatýna baðlýdýr. Yerin dirilmesi ise, bahara bakar. Bahar ise, Þems ve Kamer'i teshir eden, gece ve gündüzü çeviren zâtýn elindedir. Öyle ise bir elmayý, bir adama hakikî rýzk olarak vermek; bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran O Zât verebilir. Ve O, ona hakikî Rezzak olur.» Sonra da:

 

وَ تَرْزُقُ مَنْ تَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ der. Bu cümlede o tafsilâtlý fiilleri icmâl ve isbat eder. Yâni «Size hesabsýz rýzýk veren odur ki, bu fiilleri yapar.»

 

Dördüncü Nükte-i Belâgat: Kur'an kâh olur, mahlukat-ý Ýlahiyeyi bir tertible zikreder; sonra o mahlukat içinde bir nizâm, bir mizan olduðunu ve onun semereleri olduðunu göstermekle güya bir þeffafiyet, bir parlaklýk veriyor ki; sonra o âyine-misâl tertibinden cilvesi bulunan Esmâ-i Ýlahiyeyi gösteriyor. Güya o mahlukat-ý mezkûre, elfâzdýr. Þu Esmâ onun mânâlarý, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülâsalarýdýrlar. Meselâ:

 

وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ مِنْ سُلاَلَةٍ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِى قَرَارٍ مَكِينٍ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا اْلعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا اْلمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الِْعظَامَ َلحْمًا ثُمَّ اَنْشَاْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللّهُ اَحْسَنُ اْلخَالِقِينَ

 

Ýþte Kur'an, hilkat-i insanýn o acib, garib, bedi', muntâzam, mev

 

sh: » (S: 441)

 

zun etvârýný öyle âyine-misâl bir tarzda zikredip tertib ediyor ki; فَتَبَارَكَ اللّهُ اَحْسَنُ اْلخَالِقِينَ içinde kendi kendine görünüyor ve kendini dedirttiriyor. Hattâ vahyin bir kâtibi þu âyeti yazarken, daha þu kelime gelmezden evvel þu kelimeyi söylemiþtir. «Acaba bana da mý vahy gelmiþ» zannýnda bulunmuþ. Halbuki evvelki kelâmýn Kemâl-i nizâm ve þeffafiyetidir ve insicamýdýr ki, o kelâm gelmeden kendini göstermiþtir.

 

Hem meselâ:

 

اِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِى خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِى اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ اَلاَ لَهُ اْلخَلْقُ وَاْلاَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَاَلمِينَ

 

Ýþte Kur'an þu âyette âzamet-i kudret-i Ýlahiye ve saltanat-ý rubûbiyeti öyle bir tarzda gösteriyor ki: Güneþ, Ay, yýldýzlar emirber neferleri gibi emrine müheyya; gece ve gündüzü, beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki þerit gibi birbiri arkasýnda döndürüp âyât-ý rubûbiyetini kâinat sahifelerinde yazan ve arþ-ý rubûbiyetinde duran bir Kadîr-i Zülcelâl'i gösterdiðinden, her ruh iþitse بَارَكَ اللّهُ مَاشَاءَ اللّهُ فَتَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ demeye hâhiþger olur. Demek تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ sâbýkýn hülâsasý, çekirdeði, meyvesi ve âb-ý hayatý hükmüne geçer.

 

Beþinci Meziyet-i Cezâlet: Kur'an bâzan tegayyüre maruz ve muhtelif keyfiyata medâr maddî cüz'iyatý zikreder. Onlarý hakaik-i sabite Sûretine çevirmek için; sabit, nuranî, küllî Esmâ ile icmâl eder, baðlar. Veyahut tefekküre ve ibrete teþvik eder bir fezleke ile hâtime verir. Birinci mânânýn misâllerinden meselâ:

 

وَعَلَّمَ آدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى اْلمَلاَئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِئُونِى بِاَسْمَاءِ هَؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ قَالوُا سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ اْلحَكِيم ُ

 

sh: » (S: 442)

 

Ýþte þu âyet evvelâ: «Hazret-i Âdem'in hilafet mes'elesinde, Melâikelere rüchaniyetine medâr onun ilmi olduðu» olan bir hâdise-i cüz'iyeyi zikreder. Sonra o hâdisede Melâikelerin Hazret-i Âdem'e karþý ilim noktasýnda hâdise-i maðlubiyetlerini zikreder. Sonra bu iki hâdiseyi iki ism-i küllî ile icmâl ediyor. Yâni, اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ yâni «Alîm ve Hakîm sen olduðun için Âdem'i tâlim ettin, bize galib oldu. Hakîm olduðun için, bize istidadýmýza göre veriyorsun. Onun istidadýna göre rüchaniyet veriyorsun.»

 

Ýkinci mânânýn misâllerinden meselâ:

 

وَاِنَّ لَكُمْ فِى اْلاَنَْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ ِممَّا فِى بُطُونِهِ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَائِغًا لِلشَّارِبِينَ ilâ âhir..

 

فِيهِ شِفَاءٌ لِلنَّاسِ اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ Ýþte þu âyetler, Cenâb-ý Hakk'ýn koyun, keçi, inek, deve gibi mahluklarýný insanlara hâlis, safi, leziz bir süt çeþmesi; üzüm ve hurma gibi masnu'larý da insanlara lâtif, leziz, tatlý birer nimet tablalarý ve kazanlarý; ve arý gibi küçük mu'cizât-ý kudretini þifalý ve tatlý güzel bir þerbetçi yaptýðýný âyet þöylece gösterdikten sonra tefekküre, ibrete, baþka þeyleri de kýyas etmeðe teþvik için اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ der, hâtime verir.

 

Altýncý Nükte-i Belâgat: Kâh oluyor ki âyet, geniþ bir kesrete ahkâm-ý rubûbiyeti serer, sonra birlik ciheti hükmünde bir rabýta-i vahdet ile birleþtirir veyahut bir kaide-i külliye içinde yerleþtirir. Meselâ:

 

وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ

 

Ýþte Âyet-ül Kürsi'de on cümle ile on tabaka-i tevhidi ayrý ayrý renklerde isbat etmekle beraber مَنْ ذَا الَّذِى يَشْفَعُ عِنْدَهُ اِلاَّ بِاِذْنِهِ cümle

 

sh: » (S: 443)

 

siyle gâyet keskin bir þiddetle þirki ve gayrýn müdahalesini keser, atar. Hem þu âyet ism-i âzamýn mazharý olduðundan, hakaik-i Ýlahiyeye ait mânâlarý âzamî derecededir ki, âzamiyet derecesinde bir tasarruf-u rubûbiyeti gösteriyor. Hem umum semâvat ve arza birden müteveccih tedbir-i ulûhiyeti en âzamî bir derecede umuma þamil bir hafîziyeti zikrettikten sonra; bir rabýta-i vahdet ve birlik ciheti, o âzamî tecelliyatlarýnýn menba'larýný وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ ile hülâsa eder.

 

Hem meselâ:

 

اَللّهُ الَّذِى خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِىَ فِى الْبَحْرِ بِاَمْرِهِ وَسَخَّرَ لَكُمُ اْلاَنْهَارَوَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَائِبَيْنِ وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَآتَيكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّهِ لاَ ُتحْصُوهَا

 

Ýþte þu âyetler, evvelâ Cenâb-ý Hakk'ýn insana karþý þu koca kâinatý nasýl bir saray hükmünde halkedip semâdan zemine âb-ý hayatý gönderip, insanlara rýzký yetiþtirmek için zemini ve semâyý iki hizmetkâr ettiði gibi, zeminin sâir aktarýnda bulunan herbir nevi meyvelerinden, herbir adama istifade imkâný vermek, hem insanlara semere-i sa'ylerini mübadele edip her nevi medâr-ý maiþetini temin etmek için gemiyi insana müsahhar etmiþtir. Yâni denize, rüzgâra, aðaca öyle bir vaziyet vermiþ ki; rüzgâr bir kamçý, gemi bir at, deniz onun ayaðý altýnda bir çöl gibi durur. Ýnsanlarý gemi vasýtasýyla bütün zemine münasebetdar etmekle beraber ýrmaklarý, büyük nehirleri, insanýn fýtrî birer vesait-i nakliyesi hükmünde teshir; hem Güneþ ile Ay'ý seyrettirip mevsimleri ve mevsimlerde deðiþen Mün'im-i Hakikî'nin renk renk nimetlerini insanlara takdim etmek için iki müsahhar hizmetkâr ve o büyük dolabý çevirmek için iki dümenci hükmünde halketmiþ. Hem gece ve gündüzü insana müsahhar yâni hâb-ý rahatýna geceyi örtü, gündüzü maiþetlerine ticaretgâh hükmünde teshir etmiþtir. Ýþte bu niam-ý Ýlahiyeyi ta'dad ettikten sonra, insana verilen nimetlerin ne kadar geniþ bir dairesi oldu

 

sh: » (S: 444)

 

ðunu gösterip, o dairede ne derece hadsiz nimetler dolu olduðunu þu وَآتَيكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا fezleke ile gösterir. Yâni: Ýstidad ve ihtiyac-ý fýtrî lisanýyla insan ne istemiþse, bütün verilmiþ. Ýnsana olan nimet-i Ýlahiye, ta'dad ile bitmez, tükenmez. Evet insanýn mâdem bir sofra-i nimeti semâvat ve arz ise ve o sofradaki nimetlerden bir kýsmý Þems, Kamer, gece, gündüz gibi þeyler ise, elbette insana müteveccih olan nimetler hadd ü hesaba gelmez.

 

Yedinci Sýrr-ý Belâgat: Kâh oluyor ki âyet; zâhirî sebebi, icadýn kabiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor. Tâ anlaþýlsýn ki; sebeb, yalnýz zâhirî bir perdedir. Çünki gâyet hakîmane gayeleri ve mühim semereleri irade etmek, gâyet Alîm, Hakîm birinin iþi olmak lâzýmdýr. Sebebi ise þuursuz, câmiddir. Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki; sebebler çendan nazar-ý zâhirîde ve vücudda müsebbebat ile muttasýl ve bitiþik görünür. Fakat hakikatta mabeynlerinde uzak bir mesâfe var. Sebebden müsebbebin icadýna kadar o derece uzaklýk var ki; en büyük bir sebebin eli, en edna bir müsebbebin icadýna yetiþemez. Ýþte sebeb ve müsebbeb ortasýndaki uzun mesâfede, Esmâ-i Ýlahiye birer yýldýz gibi tulû' eder. Matla'larý, o mesâfe-i mâneviyedir. Nasýlki zâhir nazarda daðlarýn daire-i ufkunda semânýn etekleri muttasýl ve mukarin görünür. Halbuki daire-i ufk-u cibâlîden semânýn eteðine kadar, umum yýldýzlarýn matla'larý ve baþka þeylerin meskenleri olan bir mesâfe-i azîme bulunduðu gibi; esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesâfe-i mâneviye var ki, îmânýn dürbünüyle, Kur'anýn nuruyla görünür. Meselâ:

 

فَلْيَنْظُرِ اْلاِنْسَانُ اِلَى طَعَامِهِ اَنَّا صَبَبْنَا اْلمَاءَ صَبّاً ثُمَّ شَقَقْنَا اْلاَرْضَ شَقًّا فَاَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا وَ عِنَبًا وَ قَضْبًا وَ زَيْتُونًا وَ نَخْلاً وَ حَدَائِقَ غُلْبًا وَ فَاكِهَةً وَ اَبًّا مَتَاعًا لَكُمْ وَ ِلاَنْعَامِكُمْ

 

Ýþte þu âyet-i kerime, mu'cizât-ý kudret-i Ýlahiyeyi bir tertib-i hik-

 

sh: » (S: 445)

 

metle zikrederek esbabý müsebbebata rabtedip en âhirde مَتَاعًا لَكُمْ lafzýyla bir gayeyi gösterir ki; o gaye, bütün o müteselsil esbab ve müsebbebat içinde o gayeyi gören ve tâkib eden gizli bir mutasarrýf bulunduðunu ve o esbab, onun perdesi olduðunu isbat eder. Evet مَتَاعًا لَكُمْ وَ ِلاَنْعَامِكُمْ tâbiriyle bütün esbabý, icad kabiliyetinden azleder. Mânen der: «Size ve hayvanatýnýza rýzký yetiþtirmek için su semâdan geliyor. O suda, size ve hayvanatýnýza acýyýp þefkat edip rýzýk yetiþtirmek kabiliyeti olmadýðýndan; su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak, nebâtatýyla açýlýp, rýzkýnýz oradan geliyor. Hissiz, þuursuz toprak, sizin rýzkýnýzý düþünüp þefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduðundan, toprak kendi kendine açýlmýyor, birisi o kapýyý açýyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, aðaçlar sizin rýzkýnýzý düþünüp merhameten size meyveleri, hububatý yetiþtirmekten pekçok uzak olduðundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîm'in perde arkasýndan uzattýðý ipler ve þeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmýþ, zîhayatlara uzatýyor. Ýþte þu Beyânâttan Rahîm, Rezzak, Mün'im, Kerim gibi çok Esmânýn matla'larý görünüyor. Hem meselâ:

 

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللَّهَ يُزْجِى سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلاَلِهِ وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُصِيبُ بِهِ مَنْ يَشَاءُ وَ يَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَاءُ يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِاْلاَبْصَارِ يُقَلِّبُ اللَّهُ الَّيْلَ وَ النَّهَارَ اِنَّ فِى ذلِكَ لَعِبْرَةً ِلاُولِى اْلاَبْصَارِ وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِنْ مَاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلَى بَطْنِهِ وَ مِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلَى رِجْلَيْنِ وَ مِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلَى اَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاءُ اِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

 

Ýþte þu âyet, mu'cizât-ý rubûbiyetin en mühimlerinden ve hazine-i rahmetin en acib perdesi olan bulutlarýn teþkilâtýnda yaðmur

 

sh: » (S: 446)

 

yaðdýrmaktaki tasarrufat-ý acibeyi Beyân ederken güya bulutun eczalarý cevv-i havada daðýlýp saklandýðý vakit, istirahatâ giden neferat misillü bir boru sesiyle toplandýðý gibi emr-i Ýlahî ile toplanýr, bulut teþkil eder. Sonra küçük küçük taifeler bir ordu teþkil eder gibi, o parça parça bulutlarý te'lif edip, -kýyamette seyyar daðlar cesamet ve þeklinde ve rutubet ve beyazlýk cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan- o sehab parçalarýndan âb-ý hayatý bütün zîhayata gönderiyor. Fakat o göndermekte bir irade, bir kasd görünüyor. Hâcâta göre geliyor; demek gönderiliyor. Cevv berrak, safi, hiçbir þey yokken bir mahþer-i acaib gibi daðvari parçalar kendi kendine toplanmýyor, belki zîhayatý tanýyan birisidir ki, gönderiyor. Ýþte þu mesâfe-i mâneviyede Kadîr, Alîm, Mutasarrýf, Müdebbir, Mürebbi, Mugis, Muhyî gibi Esmâlarýn matla'larý görünüyor.

 

Sekizinci Meziyet-i Cezâlet: Kur'an kâh oluyor ki, Cenâb-ý Hakk'ýn âhirette hârika ef'allerini kalbe kabûl ettirmek için ihzâriye hükmünde ve zihni tasdika müheyya etmek için bir i'dadiye Sûretinde dünyadaki acaib ef'alini zikreder veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef'al-i acibe-i Ýlahiyeyi öyle bir Sûrette zikreder ki, meþhudumuz olan çok nazîreleriyle onlara kanaatýmýz gelir. Meselâ:

 

اَوَ لَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ tâ Sûrenin âhirine kadar... Ýþte þu bahiste haþir mes'elesinde Kur'an-ý Hakîm, haþri isbat için yedi-sekiz Sûrette muhtelif bir tarzda isbat ediyor. Evvelâ neþ'e-i ûlâyý nazara verir. Der ki: «Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-ý insâniyeye kadar olan neþ'etinizi görüyorsunuz. Nasýl oluyor ki, neþ'e-i uhrayý inkâr ediyorsunuz. O, onun misli, belki daha ehvenidir.» Hem Cenâb-ý Hak insana karþý ettiði ihsanat-ý azîmeyi اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا kelimesiyle iþaret edip der:

 

Size böyle nimet eden zât, sizi baþýboþ býrakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasýnýz.» Hem remzen der: «Ölmüþ aðaçlarýn dirilip yeþillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasýný kýyas edemeyip istib'ad ediyorsunuz. Hem semâvat ve arzý halkeden, semâvat ve arzýn meyvesi olan insanýn hayat ve mematýndan âciz kalýr mý? Koca aðacý idare eden, o aðacýn meyvesine ehemmiyet vermeyip baþkasýna mal eder mi?

 

sh: » (S: 447)

 

Bütün aðacýn neticesini terketmekle, bütün eczasýyla hikmetle yoðrulmuþ hilkat þeceresini abes ve beyhude yapar mý zannedersiniz?» Der: «Haþirde sizi ihya edecek zât, öyle bir zâttýr ki; bütün kâinat, ona emirber nefer hükmündedir. Emr-i kün feyekûne karþý Kemâl-i inkýyad ile serfüru' eder. Bir baharý halketmek bir çiçek kadar ona ehven gelir. Bütün hayvanatý icad etmek, bir sinek icadý kadar kudretine kolay gelir bir zâttýr. Öyle bir zâta karþý, مَنْ يُحْيِى اْلعِظَامَ deyip kudretine karþý taciz ile meydan okunmaz... Sonra فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ tâbiriyle: Herþeyin dizgini elinde, herþeyin anahtarý yanýnda, gece ve gündüzü, kýþ ve yazý bir kitab sahifeleri gibi kolayca çevirir. Dünya ve âhireti, iki menzil gibi bunu kapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelâl'dir» Mâdem böyledir, bütün delâilin neticesi olarak وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ Yâni: «Kabirden sizi ihya edip, haþre getirip, huzur-u kibriyâ sýnda hesabýnýzý görecektir.» Ýþte þu âyetler, haþrin kabûlüne zihni müheyya etti, kalbi de hâzýr etti. Çünki nazairini dünyevî ef'al ile de gösterdi.

 

Hem kâh oluyor ki, ef'al-i uhreviyesini öyle bir tarzda zikreder ki; dünyevî nazairlerini ihsas etsin, tâ istib'ad ve inkâra meydan kalmasýn. Meselâ: اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ilh... ve اِذَا السَّمَآُ انْفَطَرَتْ ilh... ve اِذَا السَّمَآُ انْشَقَّتْ Ýþte þu Sûrelerde kýyamet ve haþirdeki inkýlabat-ý azîmeyi ve tasarrufat-ý rubûbiyeti öyle bir tarzda zikreder ki; insan onlarýn nazîrelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüðü için, kalbe dehþet verip akla sýðmayan o inkýlabatý kolayca kabûl eder. Þu üç Sûrenin meal-i icmâlîsine iþaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak göstereceðiz. Meselâ: َاِذَا الصُّّحُفُ نُشِرَتْ kelimesi ifade eder ki: Haþirde herkesin bütün a'mali bir sahife içinde yazýlý olarak neþrediliyor. Þu mes'ele, kendi kendine çok acaib olduðundan akýl ona yol bulamaz. Fakat Sûrenin iþaret ettiði gibi haþr-i

 

sh: » (S: 448)

 

baharîde baþka noktalarýn nazîresi olduðu gibi, þu neþr-i suhuf nazîresi pek zâhirdir. Çünki her meyvedâr aðacýn, ya çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, Esmâ-i Ýlahiyeyi ne þekilde göstererek tesbihat etmiþ ise ubûdiyetleri var. Ýþte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlarýyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarýnda yazýlýp baþka bir baharda, baþka bir zeminde çýkar. Gösterdiði þekil ve Sûret lisanýyla, gâyet fasih bir Sûrette, analarýnýn ve asýllarýnýn a'malini zikrettiði gibi; dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i a'malini neþreder. Ýþte gözümüzün önünde bu Hakîmane, Hafîzane, Müdebbirâne, Mürebbiyane, Lâtifane þu iþi yapan odur ki, der: َاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ Baþka noktalarý buna kýyas eyle, kuvvetin varsa istinbat et. Sana yardým için bunu da söyleyeceðiz. Ýþte اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ Þu kelâm; «Tekvir» lafzýyla, yâni sarmak ve toplamak mânâsýyla, parlak bir temsile iþaret ettiði gibi, nazîrini dahi îma eder.

 

Birinci: Evet Cenâb-ý Hak tarafýndan adem ve esîr ve semâ perdelerini açýp, Güneþ gibi, dünyayý ýþýklandýran pýrlanta-misâl bir lâmbayý, hazine-i rahmetinden çýkarýp dünyaya gösterdi. Dünya kapandýktan sonra, o pýrlantayý perdelerine sarýp kaldýracak.

 

Ýkinci: Veya ziya metâýný neþretmek ve zeminin kafasýna ziyayý, zulmetle münavebeten sarmakla muvazzaf bir memur olduðunu ve her akþam o memura metâýný toplattýrýp gizlettiði gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alýþ-veriþini az yapar; kâh olur Ay onun yüzüne karþý perde olur, muamelesini bir derece çeker, metâýný ve muamelât defterlerini topladýðý gibi, elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal edecektir. Hattâ hiçbir sebeb-i azl bulunmazsa, þimdilik küçük fakat büyümeye yüz tutmuþ yüzündeki iki leke büyümekle, Güneþ yerin baþýna izn-i Ýlahî ile sardýðý ziyayý, emr-i Rabbanî ile geriye alýp, güneþin baþýna sarýp, «Haydi yerde iþin kalmadý»der. «Cehennem'e git, sana ibâdet edip senin gibi bir memur-u müsahharý sadakatsizlikle tahkir edenleri yak.»

 

der. اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ fermanýný lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.

 

Dokuzuncu Nükte-i Belâgat: Kur'an-ý Hakîm kâh olur cüz'î

 

sh: » (S: 449)

 

Bâzý maksadlarý zikreder. Sonra o cüz'iyat vasýtasýyla küllî makamlara zihinleri sevketmek için, o cüz'î maksadý, bir kaide-i külliye hükmünde olan Esmâ-i hüsnâ ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip isbat eder. Meselâ:

 

قَدْ سَمِعَ اللّهُ قَوْلَ الَّتِى ُتجَادِلُكَ فِى زَوْجِهَا وَتَشْتَكِى اِلَى اللّهِ وَاللّهُ يَسْمَعُ َتحَاوُرَكُمَا اِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ

 

Ýþte Kur'an der: «Cenâb-ý Hak, Semi'-i Mutlak'týr, herþeyi iþitir. Hattâ en cüz'î bir macera olan ve zevcinden teþekki eden bir zevcenin sana karþý mücadelesini Hak ismiyle iþitir. Hem rahmetin en lâtif cilvesine mazhar ve þefkatýn en fedâkâr bir hakikatýna maden olan bir kadýnýn haklý olarak zevcinden dâvasýný ve Cenâb-ý Hakk'a þekvasýný umûr-u azîme Sûretinde Rahîm ismiyle ehemmiyetle iþitir ve Hak ismiyle ciddiyetle bakar.» Ýþte bu cüz'î maksadý küllîleþtirmek için, mahlukatýn en cüz'î bir hâdisesini iþiten, gören; kâinatýn daire-i imkânîsinden hariç bir zât, elbette herþeyi iþitir, herþeyi görür bir zât olmak lâzýmgelir. Ve kâinata Rab olan, kâinat içinde mazlum küçük mahluklarýn dertlerini görmek, feryatlarýný iþitmek gerektir. Dertlerini görmeyen, feryatlarýný iþitmeyen, «Rab» olamaz. Öyle ise, اِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ cümlesiyle iki hakikat-ý azîmeyi tesbit eder.

 

Hem meselâ:

 

سُبْحَانَ الَّذِى اَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ اْلمَسْجِدِ اْلحَرَامِ اِلَى اْلمَسْجِدِ اْلاَقْصَى الَّذِى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ

 

Ýþte Kur'an, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn mi'racýnýn mebdei olan, Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya olan seyeranýný zikrettikten sonra اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ der. اِنَّهُ deki zamir, ya Cenâb-ý Hakk'adýr veyahut Peygamberedir. Peygambere göre olsa, þöyle

 

oluyor ki: «Bu seyahat-ý cüz'îde, bir seyr-i umumî, bir uruc-u küllî var ki, tâ Sidret-ül Münteha'ya, tâ Kab-ý Kavseyn'e ka

 

sh: » (S: 450)

 

dar, merâtib-i külliye-i Esmâiyyede gözüne, kulaðýna tezahür eden âyât-ý Rabbâniyeyi ve acaib-i san'at-ý Ýlahiyyeyi iþitmiþ, görmüþtür»der. O küçük, cüz'î seyahatý; küllî ve mahþer-i acaib bir seyahatýn anahtarý hükmünde gösteriyor. Eðer zamir, Cenâb-ý Hakk'a raci' olsa þöyle oluyor ki: «Bir abdini bir seyahatta huzuruna davet edip bir vazife ile tavzif etmek için Mescid-i Haram'dan mecma-i Enbiyâ olan Mescid-i Aksa'ya gönderip enbiyalarla görüþtürüp bütün Enbiyalarýn usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduðunu gösterdikten sonra, tâ Kab-ý Kavseyn'e kadar mülk ü melekûtunda gezdirdi.» Ýþte çendan o zât bir abddir, bir mi'rac-ý cüz'îde seyahat eder. Fakat bu abdde bütün kâinata taallûk eden bir emanet beraberdir. Hem þu kâinatýn rengini deðiþtirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapýsýný açacak bir anahtar beraber olduðu için, Cenâb-ý Hak kendi zâtýný bütün eþyayý iþitir ve görür sýfatýyla tavsif eder. Tâ o emanet, o nur, o anahtarýn cihan-þümûl hikmetlerini göstersin.

 

Hem meselâ:

 

َاْلحَمْدُ لِلّهِ فَاطِرِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ جَاعِلِ اْلمَلاَئِكَةِ رُسُلاً اوُلِى اَجْنِحَةٍ مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ يَزِيدُ فِى اْلخَلْقِ مَا يَشَاءُ اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

 

Ýþte þu Sûrede, «Semâvat ve arzýn Fâtýr-ý Zülcelâli, semâvat ve arzý öyle bir tarzda tezyin edip âsâr-ý Kemâlini göstermekle hadsiz seyircilerinden Fâtýr'ýna hadsiz medh ü senalar ettiriyor ve öyle de hadsiz nimetlerle süslendirmiþ ki, semâ ve zemin bütün nimetlerin ve nimetdîdelerin lisanlarýyla o Fâtýr-ý Rahman'ýna nihayetsiz hamd ü sitayiþ ederler.» dedikten sonra, yerin þehirleri ve memleketleri içinde Fâtýr'ýn verdiði cihazat ve kanatlarýyla seyr ü seyahat eden insanlarla hayvanat ve tuyur gibi; semâvî saraylar olan yýldýzlar ve ulvî memleketleri olan burclarda gezmek ve tayeran etmek için, o memleketin sekeneleri olan meleklerine kanat veren Zât-ý Zülcelâl, elbette herþeye kadir olmak lâzým gelir. Bir sineðe, bir meyveden bir meyveye; bir serçeye, bir aðaçtan bir aðaca uçmak kanadýný veren, Zühre'den Müþteri'ye, Müþteri'den Zühal'e uçacak kanatlarý o veriyor. Hem Melâikeler, sekene-i zemin gibi cüz'iyete münhasýr deðiller, bir mekân-ý muayyen onlarý kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yýldýzlarda bulunduðuna iþaret:

 

sh: » (S: 451)

 

مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ kelimeleriyle tafsil verir. Ýþte þu hâdise-i

 

cüz'iye olan «Melâikeleri kanatlarla teçhiz etmek»tâbiriyle, gâyet küllî ve umumî bir âzamet-i kudretin destgâhýna iþaret ederek; اِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ fezlekesiyle tahkik edip tesbit eder.

 

Onuncu Nükte-i Belâgat: Kâh oluyor âyet, insanýn isyankârane amellerini zikreder, þedid bir tehdid ile zecreder. Sonra þiddet-i tehdid, ye'se ve ümidsizliðe atmamak için, rahmetine iþaret eden bir kýsým Esmâ ile hâtime verir, teselli eder. Meselâ:

 

قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُ آلِهَةً كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لاَبْتَغَوْا اِلَى ذِى الْعَرْشِ سَبِيلاً سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبِيرًا تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَ لكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا

 

Ýþte þu âyet der ki: De: Eðer dediðiniz gibi mülkünde þeriki olsaydý, elbette arþ-ý rubûbiyetine el uzatýp müdahale eseri görünecek bir derecede bir intizâmsýzlýk olacaktý. Halbuki yedi tabaka semâvattan, tâ hurdebinî zîhayatlara kadar, herbir mahluk küllî olsun cüz'î olsun, küçük olsun büyük olsun, mazhar olduðu bütün isimlerin cilve ve nakýþlarý dilleriyle, o Esmâ-i hüsnânýn Müsemma-i Zülcelâlini tesbih edip, þerik ve nazîrden tenzih ediyorlar. Evet nasýlki semâ güneþler, yýldýzlar denilen nur-efþan kelimâtýyla, hikmet ve intizâmýyla, onu takdis ediyor, vahdetine þehadet ediyor ve cevv-i hava dahi, bulutlarýn ve berk ve r0a'd ve katrelerin kelimâtýyla onu tesbih ve takdis ve vahdâniyetine þehadet eder. Öyle de zemin, hayvanat ve nebâtat ve mevcûdât denilen hayattar kelimâtýyla Hâlýk-ý Zülcelâlini tesbih ve tevhid etmekle beraber, herbir aðacý, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimâtýyla yine tesbih edip birliðine þehadet eder. Öyle de en küçük mahluk, en cüz'î bir masnu', küçüklüðü ve cüz'iyetiyle beraber, taþýdýðý nakýþlar ve keyfiyetler iþaretiyle pekçok Esmâ-i külliyeyi göstermek ile Müsemma-yý Zülcelâli

 

sh: » (S: 452)

 

tesbih edip vahdâniyetine þehadet eder. Ýþte bütün kâinat birden, bir lisan ile, müttefikan Hâlýk-ý Zülcelâlini tesbih edip vahdâniyetine þehadet ederek kendilerine göre muvazzaf olduklarý vazife-i ubûdiyeti, Kemâl-i itaatle yerine getirdikleri halde, þu kâinatýn hülâsasý ve neticesi ve nazdar bir halifesi ve nazenin bir meyvesi olan insan, bütün bunlarýn aksine, zýddýna olarak, ettikleri küfür ve þirkin ne kadar çirkin düþüp ne derece cezaya þayeste olduðunu ifade edip bütün bütün ye'se düþürmemek için, hem þunun gibi nihayetsiz bir cinâyete, hadsiz çirkin bir isyana Kahhar-ý Zülcelâl nasýl meydan verip kâinatý baþlarýna harab etmediðinin hikmetini göstermek için اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا der. O hâtime ile hikmet-i imhali gösterip, bir rica kapýsý açýk býrakýr.

 

Ýþte þu on iþarât-ý i'câziyeden anla ki, âyetlerin hâtimelerindeki fezlekelerde, çok reþehat-ý hidâyetiyle beraber çok lemaât-ý i'câziye vardýr ki, bülegalarýn en büyük dâhîleri, þu bedi' üslûblara karþý Kemâl-i hayret ve istihsanlarýndan parmaðýný ýsýrmýþ, dudaðýný diþlemiþ, مَا هذَا كَلاَمُ الْبَشَرِ demiþ. اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى ya, hakkalyakîn olarak îmân etmiþler. Demek Bâzý âyette, bütün mezkûr iþaratla beraber bahsimize girmeyen çok mezaya-yý âheri de tâzammun eder ki, o mezayanýn icmâýnda öyle bir nakþ-ý i'câz görünür ki, kör dahi görebilir.

 

Ýkinci Þu'lenin Üçüncü Nuru þudur ki: Kur'an, baþka kelâmlarla kabil-i kýyas olamaz. Çünki kelâmýn tabakalarý, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaý var. Biri mütekellim, biri muhatâb, biri maksad, biri makamdýr. Ediblerin, yanlýþ olarak yalnýz makam gösterdikleri gibi deðildir. Öyle ise, sözde "Kim söylemiþ? Kime söylemiþ? Ne için söylemiþ? Ne makamda söylemiþ?" ise bak. Yalnýz söze bakýp durma. Mâdem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alýr. Kur'anýn menbaýna dikkat edilse, Kur'anýn derece-i belâgatý, ulviyet ve hüsnü anlaþýlýr. Evet mâdem kelâm, mütekellime bakýyor. Eðer o kelâm emr ve nehy ise, mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tâzammun eder. O vakit söz mukavemet-sûz olur; maddî elektrik gibi tesir eder, kelâmýn ulviyet ve kuvveti o nisbette tezayüd eder. Meselâ:

 

sh: » (S: 453)

 

يَا اَرْضُ ابْلَعِى مَاءَ كِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى yâni «Ya arz! Vazifen bitti suyunu yut. Ya semâ! Hacet kalmadý, yaðmuru kes.» Meselâ: فَقَالَ لَهَا وَلِلْلاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَا اَتَيْنَا طَائِعِينَ yâni «Ya arz! Ya semâ! Ýster istemez geliniz, hikmet ve kudretime râm olunuz. Ademden çýkýp, vücudda meþhergâh-ý san'atýma geliniz.» dedi. Onlar da: «Biz Kemâl-i itaatle geliyoruz. Bize gösterdiðin her vazifeyi senin kuvvetinle göreceðiz.» Ýþte kuvvet ve iradeyi tâzammun eden hakikî ve nâfiz þu emirlerin kuvvet ve ulviyetine bak. Sonra insanlarýn اُسْكُنِى يَا اَرْضُ وَانْشَقِّى يَا سَمَاءُ وَقُومِى اَيَّتُهَا الْقِيَامَةُ gibi Sûret-i emirde cemadata hezeyanvari muhaveresi, hiç o iki emre kabil-i kýyas olabilir mi? Evet temenniden neþ'et eden arzular ve o arzulardan neþ'et eden fuzûliyâne emirler nerede... Hakikat-ý âmiriyetle muttasýf bir âmirin iþ baþýnda hakikat-ý emri nerede... Evet emri nâfiz büyük bir âmirin muti' ve büyük bir ordusuna «Arþ» emri nerede... Ve þöyle bir emir, âdi bir neferden iþitilse; iki emir Sûreten bir iken, mânen bir neferle bir ordu kumandaný kadar farký var. Meselâ:

 

اِنمَّاَ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ Hem meselâ: وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُوا ِلآدَمَ Þu iki âyette iki emrin kuvvet ve ulviyetine bak, sonra beþerin emirler nev'indeki kelâmýna bak. Acaba yýldýz böceðinin Güneþ'e nisbeti gibi kalmýyorlar mý? Evet hakikî bir mâlikin iþ baþýndaki bir tasviri ve hakikî bir san'atkârýn iþlediði vakit san'atýna dair verdiði Beyânâtý ve hakikî bir mün'imin ihsan baþýnda iken Beyân ettiði ihsanatý, yâni kavl ile fiili birleþtirmek, kendi fiilini hem göze, hem kulaða tasvir etmek için þöyle dese: «Bakýnýz! Ýþte bunu yaptým, böyle yapýyorum. Ýþte bunu bunun için yaptým. Bu böyle olacak, bunun için iþte bunu böyle yapýyorum.» Meselâ:

 

 

 

sh: » (S: 454)

 

 

 

اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَ زَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ وَاْلاَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَ اَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ وَ اَنْبَتْنَا فِيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ تَبْصِرَةً وَ ذِكْرَى لِكُلِّ عَبْدٍ مُنِيبٍ وَ نَزّلْنَا مِنَ السّمَاءِ مَاءً مُبَارَكًا فَاَنْبَتْنَا بِهِ جَنَّاتٍ وَ حَبَّ الْحَصِيدِ وَالنَّخْلَ بَاسِقَاتٍ لَهَا طَلْعٌ نَضِيدٌ رِزْقًا لِلْعِبَادِ وَ اَوْحَيْنَا بِهِ بَلْدَةً مَيْتًا كَذَ لِكَ الْخُرُوجُ

 

 

 

Kur'anýn semâsýnda þu Sûrenin burcunda parlayan yýldýz-misâl Cennet meyveleri gibi þu tasviratý, þu ef'alleri içindeki intizâm-ý belâgatla çok tabaka haþrin delâilini zikredip neticesi olan haþri كَذَلِكَ الْخُرُوجُ tâbiri ile isbat edip Sûrenin baþýnda haþri inkâr edenleri ilzam etmek nerede... Ýnsanlarýn fuzûliyâne onlarla temasý az olan ef'alden bahisleri nerede...

 

Taklid Sûretinde çiçek resimleri; hakikî, hayatdar çiçeklere nisbeti derecesinde olamaz. Þu اَفَلَمْ يَنْظُرُوا dan tâ كَذلِكَ الْخُرُوجُ a kadar güzelce meali söylemek çok uzun gider. Yalnýz bir iþaret edip geçeceðiz. Þöyle ki:

 

Sûrenin baþýnda, küffar haþri inkâr ettiklerinden Kur'an onlarý haþrin kabûlüne mecbur etmek için þöylece bast-ý mukaddemat eder. Der: «Âyâ, üstünüzdeki semâya bakmýyor musunuz ki, biz ne keyfiyette, ne kadar muntâzam, muhteþem bir Sûrette bina etmiþiz. Hem görmüyor musunuz ki; nasýl yýldýzlarla, Ay ve Güneþ ile tezyin etmiþiz, hiçbir kusur ve noksaniyet býrakmamýþýz. Hem görmüyor musunuz ki, zemini size ne keyfiyette sermiþiz, ne kadar hikmetle tefriþ etmiþiz. O yerde daðlarý tesbit etmiþiz, denizin istilâsýndan muhafaza etmiþiz. Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengârenk herbir cinsten çift hadrevatý, nebâtatý halkettik; yerin her tarafýný o güzellerle güzelleþtirdik. Hem görmüyor musu

 

sh: » (S: 455)

 

nuz, ne keyfiyette semâ cânibinden bereketli bir suyu gönderiyoruz. O su ile bað ve bostanlarý, hububatý, yüksek leziz meyveli hurma gibi aðaçlarý halkedip ibâdýma rýzký onunla gönderiyorum, yetiþtiriyorum. Hem görmüyor musunuz; o su ile ölmüþ memleketi ihya ediyorum. Binler dünyevî haþirleri icad ediyorum. Nasýl bu nebâtatý, kudretimle bu ölmüþ memleketten çýkarýyorum; sizin haþirdeki hurûcunuz da böyledir. Kýyamette arz ölüp, siz sað olarak çýkacaksýnýz. » Ýþte þu âyetin isbat-ý haþirde gösterdiði cezâlet-i beyâniye -ki, binden birisine ancak iþaret edebildik- nerede; insanlarýn bir dâva için serdettikleri kelimât nerede...

 

Þu risalenin baþýnda þimdiye kadar tahkik namýna bîtarâfâne muhakeme Sûretinde, Kur'anýn i'câzýný muannid bir hasma kabûl ettirmek için Kur'anýn çok hukukunu gizli býraktýk. O güneþi, mumlar sýrasýna getirip müvazene ediyorduk. Þimdi tahkik vazifesini îf edip, parlak bir Sûrette i'câzýný isbat etti. Þimdi ise tahkik namýna deðil, hakikat namýna bir-iki söz ile Kur'anýn müvazeneye gelmez hakikî makamýna iþaret edeceðiz:

 

Evet sâir kelâmlarýn Kur'anýn âyâtýna nisbeti, þiþelerdeki görünen yýldýzlarýn küçücük akisleriyle yýldýzlarýn aynýna nisbeti gibidir. Evet herbiri birer hakikat-ý sabiteyi tasvir eden, gösteren Kur'anýn kelimâtý nerede... Beþerin fikri ve duygularýnýn âyineciklerinde kelimâtýyla tersim ettikleri mânâlar nerede... Evet envar-ý hidâyeti ilham eden ve Þems ve Kamer'in Hâlýk-ý Zülcelâlinin kelâmý olan Kur'anýn Melâike-misâl zîhayat kelimâtý nerede... Beþerin hevesâtýný uyandýrmak için sehhar nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ýsýrýcý kelimâtý nerede... Evet ýsýrýcý haþerat ve böceklerin mübarek Melâike ve nuranî ruhânîlere nisbeti ne ise; beþerin kelimâtý, Kur'anýn kelimâtýna nisbeti odur. Þu hakikatlarý Yirmibeþinci Söz ile beraber geçen Yirmidört aded Sözler isbat etmiþtir. Þu dâvamýz mücerred deðil; bürhâný, geçmiþ neticedir. Evet herbiri cevâhir-i hidâyetin birer sadefi ve hakaik-i îmâniyenin birer menbaý ve esâsât-ý Ýslâmiyenin birer madeni ve doðrudan doðruya Arþ-ür Rahman'dan gelen ve kâinatýn fevkýnde ve haricinde insana bakýp inen ve ilim ve kudret ve iradeyi tâzammun eden ve hitab-ý ezelî olan elfâz-ý Kur'aniye nerede; Ýnsanýn hevaî, hevaperestâne, vâhî, hevesperverâne elfâzý nerede... Evet Kur'an bir þecere-i tûbâ hükmüne geçip þu âlem-i Ýslâmiyeyi bütün mâneviyatýyla, þeair ve kemâlâtýyla, desatir ve ahkâmýyla yapraklar Sûretinde neþredip asfiya ve evliya

 

sh: » (S: 456)

 

sýný birer çiçek hükmünde o aðacýn âb-ý hayatýyla taze, güzel gösterip bütün Kemâlât ve hakaik-i kevniye ve Ýlahiyeyi semere verip meyvelerindeki çok çekirdekleri amelî birer düstur, birer proðram hükmüne geçip yine meyvedâr aðaç hükmünde müteselsil hakaiký gösteren Kur'an nerede; Beþerin mâlûmumuz olan kelâmý nerede! اَيْنَ الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا

 

Bin üçyüzelli senedir Kur'an-ý Hakîm, bütün hakaikýný kâinat çarþýsýnda açýp teþhir ettiði halde; herkes, her millet, her memleket onun cevâhirinden, hakaikýndan almýþtýr ve alýyorlar. Halbuki ne o ülfet, ne o mebzuliyet, ne o mürur-u zaman, ne o büyük tahavvülâtlar; onun kýymetdar hakaikýna, onun güzel üslûblarýna halel verememiþ, ihtiyarlatmamýþ, kurutmamýþ, kýymetten düþürmemiþ, hüsnünü söndürmemiþtir. Þu hâlet tek baþýyla bir i'câzdýr.

 

Þimdi biri çýksa Kur'anýn getirdiði hakaikten bir kýsmýna kendi hevesince çocukça bir intizâm verse, Kur'anýn Bâzý âyâtýna muâraza için nisbet etse, "Kur'ana yakýn bir kelâm söyledim" dese, öyle ahmakane bir sözdür ki, meselâ taþlarý muhtelif cevâhirden bir saray-ý muhteþemi yapan ve o taþlarýn vaziyetinde umum sarayýn nukuþ-u âliyesine bakan mizanlý nakýþlar ile tezyin eden bir ustanýn san'atýyla o nukuþ-u âliyeden fehmi kasýr, o sarayýn bütün cevâhir ve zînetlerinden bîbehre bir âdi adam, âdi hânelerin bir ustasý, o saraya girip o kýymetdar taþlardaki ulvî nakýþlarý bozup çocukça hevesine göre âdi bir hânenin vaziyetine göre bir intizâm, bir Sûret verse ve çocuklarýn nazarýna hoþ görünecek

 

 

 

Bâzý boncuklarý taksa, sonra "Bakýnýz! O sarayýn ustasýndan daha ziyade meharet ve servetim var ve kýymetdar zînetlerim var" dese; divanece bir hezeyan eden bir sahtekârýn nisbet-i san'atý gibidir.

 

ÜÇÜNCÜ ÞÛ'LE: Üç ziyasý var.

 

BÝRÝNCÝ ZÝYA: Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân'ýn büyük bir vech-i i'câzý Onüçüncü Söz'de Beyân edilmiþtir. Kardeþleri olan sâir vücuh-u i'câz sýrasýna girmek için bu makama alýnmýþtýr. Ýþte Kur'anýn herbir âyeti, birer necm-i sâkýb gibi i'câz ve hidâyet nurunu neþrile küfür ve gaflet zulümatýný daðýttýðýný görmek ve zevketmek istersen; kendini Kur'anýn nüzulünden evvel olan o asr-ý câhiliyette ve o

 

 

 

sh: » (S: 457)

 

sahra-yý bedeviyette farzet ki, herþey zulmet-i cehil ve gaflet altýnda perde-i cümûd-u tabiata sarýlmýþ olduðu bir anda birden Kur'anýn lisan-ý ulvîsinden

 

سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ اْلحَكِيمُ يُسَبِّحُ ِللَّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ اْلمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ اْلحَكِيمِ *

 

gibi âyetleri iþit bak: O ölmüþ veya yatmýþ mevcûdât-ý âlem سَبَّحَ) (يُسَبِّحُ) (sadasýyla iþitenlerin zihninde nasýl diriliyorlar, hüþyâr oluyorlar, kýyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlýk gökyüzünde birer câmid ateþpare olan yýldýzlar ve yerdeki periþan mahlukat, تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ sayhasýyla iþitenin nazarýnda nasýl gökyüzü bir aðýz; bütün yýldýzlar birer kelime-i hikmet-nümâ, birer nur-u hakikat-edâ ve arz bir kafa ve berr ve bahr birer lisan ve bütün hayvanat ve nebâtat birer kelime-i tesbih-feþan Sûretinde arz-ý dîdar eder. Yoksa bu zamandan tâ o zamânâ bakmakla, mezkûr zevkin dekaikini göremezsin. Evet o zamandan beri nurunu neþreden ve mürur-u zamanla ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sâir neyyirat-ý Ýslâmiye ile parlayan ve Kur'anýn güneþiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile veyahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan; elbette herbir âyetin ne kadar tatlý bir zemzeme-i i'câz içinde ne çeþit zulümatý daðýttýðýný hakkýyla göremezsin ve birçok enva'-ý i'câzý içinde bu nevi i'câzýný zevkedemezsin. Kur'an-ý Mu'ciz-il Beyân'ýn en yüksek derece-i i'câzýna bakmak istersen, þu temsil dürbünüyle bak. Þöyle ki:

 

Gâyet büyük ve garib ve gayetle yayýlmýþ acib bir aðaç farzedelim ki, o aðaç geniþ bir perde-i gayb altýnda bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmýþtýr. Mâlûmdur ki, bir aðacýn insanýn âzalarý gibi onun dallarý, meyveleri, yapraklarý, çiçekleri gibi bütün uzuvlarý arasýnda bir münasebet, bir tenâsüb, bir müvazenet lâzýmdýr. Herbir cüz'ü, o aðacýn mahiyetine göre bir þekil alýr, bir Sûret verilir. Ýþte hiç görülmeyen -ve hâlâ görünmüyor- o aðaca dair biri çýksa, perde üstünde onun herbir âzâsýna mukabil bir resim çekse,

 

 

 

sh: » (S: 458)

 

bir hudut çizse; daldan meyveye, meyveden yapraða bir tenâsüble bir Sûret tersim etse ve birbirinden nihayet uzak mebde ve müntehasýnýn ortasýnda uzuvlarýnýn ayný þekil ve Sûretini gösterecek muvafýk tersimat ile doldursa, elbette þübhe kalmaz ki, o ressam bütün o gaybî aðacý gayb-âþina nazarýyla görür, ihâta eder, sonra tasvir eder.

 

Aynen onun gibi, Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân dahi hakikat-ý mümkinata dair -ki o hakikat, dünyanýn ibtidasýndan tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmýþ ve Arþtan Ferþe, zerreden þemse kadar yayýlmýþ olan þecere-i hilkatýn hakikatýna dair Beyânât-ý Kur'aniye o kadar tenâsübü muhafaza etmiþ ve herbir uzva ve meyveye lâyýk bir Sûret vermiþtir ki, bütün muhakkikler nihayet-i tahkikinde Kur'anýn tasvirine "Mâþâallah, Bârekâllah" deyip, "Týlsým-ý kâinatý ve muamma-yý hilkati keþf ve fetheden yalnýz sensin ey Kur'an-ý Kerim!" demiþler. وَلِلّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى temsilde kusur yok. Esmâ ve sýfât-ý Ýlâhiye ve þuun ve ef'âl-i Rabbâniye, bir þecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edilmekle; o þecere-i nuraniyenin daire-i âzameti ezelden ebede uzanýp gidiyor. Hudud-u kibriyâ sý, gayr-ý mütenahî fezâ-yý ýtlakta yayýlýp ihâta ediyor. Hudud-u icraatý يَحُولُ بَيْنَ اْلمَرْءِ وَقَلْبِهِ فَالِقُ اْلحَبِّ وَالنَّوَى hududundan tut, tâ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ hududuna kadar intiþar etmiþ o hakikat-ý nuraniyeyi bütün dal ve budaklarýyla, gayât ve meyveleriyle o kadar tenâsüble birbirine uygun, birbirine lâyýk, birbirini kýrmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuþ etmeyecek bir Sûrette o hakaik-i Esmâ ve sýfâtý ve þuun ve ef'âli Beyân eder ki; bütün ehl-i keþf ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelan eden bütün ashâb-ý irfan ve hikmet, o Beyânât-ý Kur'aniyeye karþý "Sübhanallah" deyip, "Ne kadar doðru, ne kadar mutabýk, ne kadar güzel, ne kadar lâyýk" diyerek tasdik ediyorlar. Meselâ: Bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan, hem o iki þecere-i azîmenin bir tek dalý hükmünde olan îmânýn erkân-ý sittesi ve o erkânýn dal ve budak

 

sh: » (S: 459)

 

larýnýn en ince meyve ve çiçekleri aralarýnda o kadar bir tenâsüb gözetilerek tasvir eder ve o derece bir müvazenet Sûretinde târif eder ve o mertebe bir münasebet tarzýnda izhar eder ki, akl-ý beþer idrâkinden âciz ve hüsnüne karþý hayran kalýr. Ve o îmân dalýnýn budaðý hükmünde olan Ýslâmiyetin erkân-ý hamsesi aralarýnda ve o erkânýn tâ en ince teferruatý, en küçük âdâbý ve en uzak gayâtý ve en derin hikemiyatý ve en cüz'î semeratýna varýncaya kadar aralarýnda hüsn-ü tenâsüb ve Kemâl-i münasebet ve tam bir müvazenet muhafaza ettiðine delil ise, o Kur'an-ý câmiin nusus ve vücuhundan ve iþârat ve rumuzundan çýkan þeriat-ý kübrâ-yý Ýslâmiyenin Kemâl-i intizâmý ve müvazeneti ve hüsn-ü tenâsübü ve rasaneti; cerhedilmez bir þâhid-i âdil, þübhe getirmez bir bürhân-ý kâtý'dýr. Demek oluyor ki, Beyânât-ý Kur'aniye, beþerin ilm-i cüz'îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhite istinad ediyor ve cemi' eþyayý birden görebilir, ezel ve ebed ortasýnda bütün hakaiký bir anda müþahede eder bir Zâtýn kelâmýdýr. Âmennâ...

 

ÝKÝNCÝ ZÝYA: Hikmet-i Kur'aniyenin karþýsýnda meydan-ý muârazaya çýkan felsefe-i beþeriyenin, hikmet-i Kur'ana karþý ne derece sukut ettiðini Onikinci Söz'de izah ve temsil ile tasvir ve sâir Sözlerde isbat ettiðimizden onlara havale edip þimdilik baþka bir cihette küçük bir müvazene ederiz. Þöyle ki:

 

Felsefe ve hikmet-i insâniye, dünyaya sâbit bakar; mevcûdâtýn mahiyetlerinden, hasiyetlerinden tafsilen bahseder. Sâniine karþý vazifelerinden bahsetse de, icmâlen bahseder. Âdeta kâinat kitabýnýn yalnýz nakýþ ve huruflarýndan bahseder, mânâsýna ehemmiyet vermez. Kur'an ise, dünyaya geçici, seyyal, aldatýcý, seyyar, kararsýz, inkýlâbcý olarak bakar. Mevcûdâtýn mahiyetlerinden, sûrî ve maddî hâsiyetlerinden icmâlen bahseder. Fakat Sâni' tarafýndan tavzif edilen vezaif-i ubûdiyetkâranelerinden ve Sâniin isimlerine ne vechile ve nasýl delâlet ettikleri ve evâmir-i tekviniye-i Ýlahiyeye karþý inkýyadlarýný tafsilen zikreder. Ýþte felsefe-i beþeriye ile hikmet-i Kur'aniyenin þu tafsil ve icmâl hususundaki farklarýna bakacaðýz ki, mahz-ý hak ve ayn-ý hakikat hangisidir göreceðiz. Ýþte nasýl elimizdeki saat, Sûreten sâbit görünüyor. Fakat içindeki çarklarýn harekâtýyla, daimî içinde bir zelzele ve âlet ve çarklarýnýn ýzdýrablarý vardýr. Aynen onun gibi; kudret-i Ýlahiyenin bir saat-ý kübrâsý

 

sh: » (S: 460)

 

olan þu dünya, zâhirî sâbitiyetiyle beraber daimî zelzele ve tegayyürde, fena ve zevalde yuvarlanýyor. Evet dünyaya zaman girdiði için, gece ve gündüz, o saat-ý kübrânýn saniyelerini sayan iki baþlý bir mil hükmündedir. Sene, o saatin dakikalarýný sayan bir ibre vaziyetindedir. Asýr ise, o saatin saatlerini tâ'dad eden bir iðnedir. Ýþte zaman, dünyayý emvâc-ý zeval üstüne atar. Bütün mâzi ve istikbali ademe verip, yalnýz zaman-ý hâzýrý vücuda býrakýr. Þimdi zamanýn dünyaya verdiði þu þekil ile beraber, mekân itibariyle dahi yine dünya zelzeleli, gayr-ý sâbit bir saat hükmündedir. Çünki cevv-i hava mekâný çabuk tegayyür ettiðinden, bir halden bir hale sür'aten geçtiðinden bâzý günde birkaç defa bulutlar ile dolup boþalmakla, saniye sayan milin Sûret-i tegayyürü hükmünde bir tegayyür veriyor. Þimdi, dünya hânesinin tabaný olan mekân-ý arz ise, yüzü mevt ve hayatça, nebat ve hayvanca pek çabuk tebeddül ettiðinden dakikalarý sayan bir mil hükmünde, dünyanýn þu ciheti geçici olduðunu gösterir. Zemin yüzü itibariyle böyle olduðu gibi, batnýndaki inkýlâbat ve zelzelelerle ve onlarýn neticesinde cibâlin çýkmalarý ve hasflar vuku bulmasý, saatleri sayan bir mil gibi dünyanýn þu ciheti aðýrca mürur edicidir, gösterir. Dünya hânesinin tavaný olan semâ mekâný ise, ecramlarýn harekâtýyla, kuyruklu yýldýzlarýn zuhuruyla, küsufât ve husufâtýn vuku bulmasýyla, yýldýzlarýn sukut etmeleri gibi tegayyürat gösterir ki; semâvat dahi sâbit deðil; ihtiyarlýða, harabiyete gidiyor. Onun tegayyüratý, haftalýk saatte günleri sayan bir mil gibi çendan aðýr ve geç oluyor. Fakat her halde geçici ve zeval ve harabiyete karþý gittiðini gösterir. Ýþte dünya, dünya cihetiyle þu yedi rükün üzerinde bina edilmiþtir. Þu rükünler, daim onu sarsýyor. Fakat þu sarsýlan ve hareket eden dünya, Sâniine baktýðý vakit, o harekât ve tegayyürat, kalem-i kudretin mektûbât-ý Samedâniyeyi yazmasý için o kalemin iþlemesidir. O tebeddülât-ý ahvâl ise, Esmâ-i Ýlahiyenin cilve-i þuunâtýný ayrý ayrý tavsifât ile gösteren, tazelenen âyineleridir. Ýþte dünya, dünya itibariyle hem fenaya gider, hem ölmeðe koþar, hem zelzele içindedir. Hakikatta akarsu gibi rýhlet ettiði halde, gaflet ile Sûreten incimad etmiþ, fikr-i tabiatla kesafet ve küdûret peyda edip âhirete perde olmuþtur. Ýþte felsefe-i sakime tedkikat-ý felsefe ile ve hikmet-i tabiiye ile ve medeniyet-i sefihenin cazibedâr lehviyatýyla, sarhoþane hevesâtýyla o dünyanýn hem cümûdetini ziyade edip gafleti kalýnlaþtýrmýþ, hem küdûretle bulanmasýný taz'îf edip Sânii ve âhireti unutturuyor. Amma Kur'an ise, þu hakikattaki dünyayý, dünya cihetiyle

 

 

 

sh: » (S: 461)

 

اَلْقَارِعَةُ مَا الْقَارِعَةُ اِذَا وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُ وَ الطُّورِ وَ كِتَابٍ مَسْطوُرٍ âyâtýyla pamuk gibi hallâç eder, atar.

 

اَوَلَمْ يَنْظُرُوا فِى مَلَكوُتِ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا اَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا اَنَّ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا

 

gibi Beyânâtýyla o dünyaya þeffafiyet verir ve bulanmasýný izale eder.

 

اَللَّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَمَا اْلحَيَاةُ الدُّنْيَآ اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ

 

gibi nur-efþan neyyiratýyla, câmid dünyayý eritir.

 

اِذَا السَّمَآءُ انْفَطَرَتْ ve اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ve اِذَا السَّمَآءُ انْشَقَّتْ وَنُفِخَ فِى الصُّورِ فَصَعِقَ مَنْ فِى السَمَوَاتِ وَمَنْ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ مَنْ شَآءَ اللَّهُ

 

mevt-âlûd tâbirleriyle dünyanýn ebediyet-i mevhumesini parça parça eder.

 

يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِى اْلاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَاءِ وَمَآ يَعْرُجُ فِيهَا وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْْتُمْ وَاللَّهُ ِبمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ وَقُلِ اْلحَمْدُ لِلَّهِ سَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

 

Gök gürlemesi gibi sayhalarýyla tabiat fikrini tevlid eden gafleti daðýtýr. Ýþte Kur'anýn baþtan baþa kâinata müteveccih olan âyâtý, þu esâsa göre gider. Hakikat-ý dünyayý olduðu gibi açar, gösterir. Çirkin dünyayý, ne kadar çirkin olduðunu göstermekle beþerin yüzünü ondan çevirtir, Sânia bakan güzel dünyanýn güzel yüzünü gösterir. Beþerin gözünü ona diktirir. Hakikî hikmeti ders verir. Kâinat kitabýnýn mânâlarýný tâlim eder. Hurufat ve nukuþlarýna az bakar.

 

 

 

sh: » (S: 462)

 

Sarhoþ felsefe gibi, çirkine âþýk olup, mânâyý unutturup, hurufatýn nukuþuyla insanlarýn vaktini malayâniyatta sarfettirmiyor.

 

ÜÇÜNCÜ ZÝYA: Ýkinci Ziya'da hikmet-i beþeriyenin hikmet-i Kur'aniyeye karþý sukutuna ve hikmet-i Kur'aniyenin i'câzýna iþaret ettik. Þimdi þu ziyada, Kur'anýn þâkirdleri olan asfiya ve evliya; ve Hükemânýn münevver kýsmý olan Hükemâ-yý Ýþrâkiyyunun hikmetleriyle Kur'anýn hikmetine karþý derecesini gösterip, þu cihette Kur'anýn i'câzýna muhtasar bir iþaret edeceðiz:

 

Ýþte Kur'an-ý Hakîm'in ulviyetine en sadýk bir delil ve hakkaniyetine en zâhir bir bürhân ve i'câzýna en kavî bir alâmet þudur ki: Kur'an, bütün aksam-ý tevhidin bütün merâtibini, bütün levâzýmatýyla muhafaza ederek Beyân edip müvazenesini bozmamýþ, muhafaza etmiþ. Hem bütün hakaik-i âliye-i Ýlâhiyenin müvazenesini muhafaza etmiþ. Hem bütün Esmâ-i hüsnânýn iktiza ettikleri ahkâmlarý cem'etmiþ, o ahkâmýn tenâsübünü muhafaza etmiþ. Hem rubûbiyet ve ulûhiyetin þuûnâtýný Kemâl-i müvazene ile cem'etmiþtir. Ýþte þu muhafaza ve müvazene ve cem', bir hâsiyettir. Kat'iyen beþerin eserinde mevcûd deðil ve eâzým-ý insâniyenin netâic-i efkârýnda bulunmuyor. Ne, melekûte geçen evliyalarýn eserinde; ne, umûrun bâtýnlarýna geçen Ýþrâkiyyunun kitablarýnda; ne, âlem-i gayba nüfuz eden ruhânîlerin maarifinde hiç bulunmuyor. Güya bir taksim-ül a'mâl hükmünde herbir kýsmý hakikatýn þecere-i uzmâsýndan yalnýz bir-iki dalýna yapýþýyor. Yalnýz onun meyvesiyle, yapraðýyla uðraþýyor. Baþkasýndan ya haberi yok, yahut bakmýyor. Evet hakikat-ý mutlaka, mukayyed enzar ile ihâta edilmez. Kur'an gibi bir nazar-ý küllî lâzým ki, ihâta etsin. Kur'andan baþka çendan Kur'andan da ders alýyorlar, fakat hakikat-ý külliyenin, cüz'î zihniyle yalnýz bir-iki tarafýný tamamen görür, onunla meþgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefrit ile hakaikýn müvazenesini ihlâl edip tenâsübünü izale eder. Þu hakikat, Yirmidördüncü Söz'ün Ýkinci Dalýnda acib bir temsil ile izah edilmiþtir. Þimdi de baþka bir temsil ile þu mes'eleye iþaret ederiz. Meselâ:

 

Bir denizde hesabsýz cevherlerin aksamýyla dolu bir definenin bulunduðunu farzedelim. Gavvâs dalgýçlar, o definenin cevâhirini aramak için dalýyorlar. Gözleri kapalý olduðundan el yordamýyla anlarlar. Bir kýsmýnýn eline uzunca bir elmas geçer. O gavvâs hükmeder ki; bütün hazine, uzun direk gibi elmastan ibarettir. Arkadaþlarýndan baþka cevâhiri iþittiði vakit hayal eder ki; o cevherler,

 

 

 

sh: » (S: 463)

 

bulduðu elmasýn tâbileridir, fusus ve nukuþlarýdýr. Bir kýsmýnýn da kürevî bir yâkut eline geçer; baþkasý, murabba bir kehribar bulur ve hâkezâ... Herbiri eliyle gördüðü cevheri, o hazinenin aslý ve mu'zamý itikad edip, iþittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatý zanneder. O vakit hakaikýn müvazenesi bozulur. Tenâsüb de gider. Çok hakikatýn rengi deðiþir. Hakikatýn hakikî rengini görmek için te'vilâta ve tekellüfata muztar kalýr. Hattâ bâzan inkâr ve ta'tile kadar giderler. Hükemâ-yý Ýþrâkiyyunun kitablarýna ve Sünnetin mizanýyla tartmayýp keþfiyat ve meþhudatýna itimad eden mutasavvýfînin kitablarýna teemmül eden, bu hükmümüzü bilâþübhe tasdik eder. Demek hakaik-i Kur'aniyenin cinsinden ve Kur'anýn dersinden aldýklarý halde, -çünki Kur'an deðiller- böyle nâkýs geliyor. Bahr-i hakaik olan Kur'anýn âyetleri dahi, o deniz içindeki definenin bir gavvâsýdýr. Lâkin onlarýn gözleri açýk, defineyi ihâta eder. Definede ne var, ne yok görür. O defineyi öyle bir tenâsüb ve intizâm ve insicamla tavsif eder, Beyân eder ki, hakikî hüsn-ü cemâli gösterir. Meselâ: Âyet-i

 

وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ يَوْمَ نَطْوِى السَّمَآءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ

 

ifade ettikleri âzamet-i rubûbiyeti gördüðü gibi,

 

اِنَّ اللَّهَ لاَ يَخْفَى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَآءِ هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَآءُ مَا مِنْ دَآبَّةٍ اِلاَّ هُوَ اَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ َتحْمِلُ رِزْقَهَا اَللَّهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ

 

ifade ettikleri þümûl-ü rahmeti görüyor, gösteriyor. Hem خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنّوُرَ ifade ettiði vüs'at-ý hallâkýyeti görüp gösterdiði gibi, خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ ifade ettiði þümûl-ü tasarrufu ve ihâta-i rubûbiyeti görüp, gösterir.

 

sh: » (S: 464)

 

يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا ifade ettiði hakikat-ý azîme ile وَ اَوْحَى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ ifade ettiði hakikat-ý kerîmâneyi وَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ ifade ettiði hakikat-ý azîme-i hâkimâne-i âmirâneyi görür, gösterir.

 

اَوَ لَمْ يَرَوْا اِلَى الطَّيْرِ فَوْقَهُمْ صَافَّاتٍ وَيَقْبِضْنَ مَا ُيمْسِكُهُنَّ اِلاَّ الرَّحْمنُ اِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ بَصِيرٌ

 

ifade ettikleri hakikat-ý rahîmâne-i müdebbirâneyi وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا ifade ettiði hakikat-ý azîme ile وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْْتُمْ ifade ettiði hakikat-ý rakibâneyi هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ ifade ettiði hakikat-ý muhita gibi

 

وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

 

ifade ettiði akrebiyeti

 

تَعْرُجُ اْلمَلاَئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ

 

iþaret ettiði hakikat-ý ulviyeyi

 

اِنَّ اللَّهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَاْلاِحْسَانِ وَاِيتَاءِ ذِى الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَاْلمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ

 

ifade ettiði hakikat-ý câmia gibi bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve

 

 

 

sh: » (S: 465)

 

amelî erkân-ý sitte-i îmâniyenin herbirisini tafsilen ve erkân-ý hamse-i Ýslâmiyenin herbirisini kasden ve cidden ve saadet-i dâreyni te'min eden bütün düsturlarý görür, gösterir. Müvazenesini muhafaza edip, tenâsübünü idame edip o hakaikýn hey'et-i mecmuasýnýn tenâsübünden hasýl olan hüsün ve cemâlin menbaýndan Kur'anýn bir i'câz-ý mânevîsi neþ'et eder.

 

Ýþte þu sýrr-ý azîmdendir ki; ülemâ-i ilm-i Kelâm, Kur'anýn þâkirdleri olduklarý halde, bir kýsmý onar cild olarak erkân-ý îmâniyeye dair binler eser yazdýklarý halde, Mu'tezile gibi aklý nakle tercih ettikleri için Kur'anýn on âyeti kadar vuzuh ile ifade ve kat'î isbat ve ciddî ikna edememiþler. Âdeta onlar, uzak daðlarýn altýnda laðým yapýp, borularla tâ âlemin nihayetine kadar silsile-i esbab ile gidip orada silsileyi keser. Sonra âb-ý hayat hükmünde olan mârifet-i Ýlahiyeyi ve vücud-u Vâcib-ül Vücud'u isbat ederler. Âyet-i kerime ise, herbirisi birer Asâ-yý Mûsa gibi her yerde suyu çýkarabilir, herþeyden bir pencere açar, Sâni'-i Zülcelâli tanýttýrýr. Kur'anýn bahrinden tereþþuh eden Arabî«Katre» risalesinde ve sâir Sözlerde þu hakikat fiilen isbat edilmiþ ve göstermiþiz. Ýþte hem þu sýrdandýr ki: Bâtýn-ý umûra gidip, Sünnet-i Seniyeye ittiba etmeyerek, meþhudatýna itimad ederek yarý yoldan dönen ve bir Cemâatin riyâ setine geçip bir fýrka teþkil eden fýrak-ý dâllenin bütün imamlarý hakaikýn tenâsübünü, müvazenesini muhafaza edemediðindendir ki, böyle bid'aya, dalalete düþüp bir Cemâat-ý beþeriyeyi yanlýþ yola sevketmiþler. Ýþte bunlarýn bütün aczleri, âyât-ý Kur'aniyenin i'câzýný gösterir.

 

* * *

 

 

 

sh: » (S: 466)

 

Hâtime

 

Kur'anýn lemaât-ý i'câzýndan iki lem'a-i i'câziye, Ondokuzuncu Söz'ün Ondördüncü Reþhasýnda geçmiþtir ki; bir sebeb-i kusur zannedilen tekraratý ve ulûm-u kevniyede icmâli, herbiri birer lem'a-i i'câzýn menbaýdýr. Hem Kur'anda mu'cizât-ý enbiya yüzünde parlayan bir lem'a-i i'câz-ý Kur'an, Yirminci Söz'ün Ýkinci Makamýnda vâzýhan gösterilmiþtir. Daha bunlar gibi sâir Sözlerde ve risale-i arabiyemde çok lemaât-ý i'câziye zikredilip onlara iktifaen yalnýz þunu deriz ki:

 

Bir mu'cize-i Kur'aniye daha þudur ki: Nasýl bütün mu'cizât-ý enbiya, Kur'anýn bir nakþ-ý i'câzýný göstermiþtir; öyle de Kur'an bütün mu'cizâtýyla bir mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.) olur ve bütün mu'cizât-ý Ahmediye (A.S.M.) dahi, Kur'anýn bir mu'cizesidir ki, Kur'anýn Cenâb-ý Hakk'a karþý nisbetini gösterir ve o nisbetin zuhuruyla herbir kelimesi bir mu'cize olur. Çünki o vakit birtek kelime bir çekirdek gibi bir þecere-i hakaiký mânen tâzammun edebilir. Hem merkez-i kalb gibi hakikat-ý uzmânýn bütün âzâsýna münasebetdar olabilir. Hem bir ilm-i muhite ve nihayetsiz bir iradeye istinad ettiði için, hurufuyla, hey'etiyle, vaziyetiyle, mevkiiyle hadsiz eþyaya bakabilir. Ýþte þu sýrdandýr ki; ülemâ-i ilm-i huruf, Kur'anýn bir harfinden bir sahife kadar esrar bulduklarýný iddia ederler ve dâvalarýný o fennin ehline isbat ediyorlar.

 

Risalenin baþýndan þuraya kadar bütün þû'leleri, þuâlarý, lem'alarý, nurlarý, ziyalarý nazara topla; birden bak. Baþtaki dâva, þimdi kat'î netice olarak, yâni قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَاْلجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا ِبمِثْلِ هذَا اْلقُرْاَنِ لاَ يَاْتُونَ ِبمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا i yüksek bir sada ile okuyup ilân ediyorlar.

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

sh: » (S: 467)

 

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى

 

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ اَفْضَلَ وَ اَجْمَلَ وَ اَنْبَلَ وَ اَظْهَرَ وَ اَطْهَرَ وَ اَحْسَنَ وَاَبَرَّ وَ اَكْرَمَ وَ اَعَزَّ وَ اَعْظَمَ وَ اَشْرَفَ وَ اَعْلَى وَ اَزْكَى وَ اَبْرَكَ وَ اَلْطَفَ صَلَوَاتِكَ وَ اَوْفَى وَ اَكْثَرَ وَ اَزْيَدَ وَ اَوْرَقَى وَ اَرْفَعَ وَ اَدْوَمَ سَلاَمِكَ صَلاَةً وَ سَلاَمًا وَ رَحْمَةً وَ رِضْوَانًا وَ عَفْوًَاوَ غُفْرَانًا تَمْتَدُّ وَ تَزِيدُ بِوَابِلِ سَحَائِبِ مَوَاهِبِ جُودِكَ وَ كَرَمِكَ وَ تَنْمُو وَ تَزْكُوا بِنَفَائِسِ شَرَائِفِ لَطَائِفِ جُودِكَ وَ مِنَنِكَ اَزَلِيَّةً بِاَزَلِيَّتِكَ لاَ تَزُولُ اَبَدِيَّةً بِاَبَدِيَّتِكَ لاَ تَحُولُ عَلَى عَبْدِكَ وَ حَبِيبِكَ وَ رَسُولِكَ مُحَمَّدٍ خَيْرِ خَلْقِكَ النُّورِ الْبَاحِرِ اللاَّمِعِ وَ الْبُرْهَانِ الظَّاهِرِ الْقَاطِعِ وَ الْبَحْرِ الذَّاآخِرِ وَ النُّورِ الْغَامِرِ وَ الْجَمَالِ الزَّاهِرِ وَ الْجَلاَلِ الْقَاهِرِ وَ الْكَمَالِ الْفَآخِرِ صَلاَتَكَ الَّتِى صَلَّيْتَ بِعَظَمَةِ ذَاتِكَ عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ كَذلِكَ صَلاَةً تَغْفِرُ بِهَا ذُنُوبَنَا وَ تَشْرَحُ بِهَا صُدُورَنَا وَ تُطَهِّرُ بِهَا قُلُوبَنَا وَ تُرَوِّحُ بِهَا اَرْوَاحَنَا وَ تُقَدِّسُ بِهَا اَسْرَارَنَا وَ تُنَزِّهُ بِهَا خَوَاطِرَنَا وَ اَفْكَارَنَا وَ تُصَفِّى بِهَا كُدُورَاتِ مَا فِى اَسْرَارِنَا وَ تَشْفِى بِهَا اَمْرَاضَنَا وَ تَفْتَحُ بِهَا اَقْفَالَ قُلُوبِنَا

 

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُوَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ0 اَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ

 

sh: » (S: 468)

 

Bu dünyada hayatýn gayesi ve hayatýn hayatý îmân olduðunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki: "Aradýðýmýz zâtýn sözü ve kelâmý denilen bu dünyada en meþhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese, her asýrda meydan okuyan Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân namýndaki kitaba müracaat edip, o ne diyor, bilelim. Fakat en evvel, bu kitab bizim hâlýkýmýzýn kitabý olduðunu isbat etmek lâzýmdýr, diye taharriye baþladý.Bu seyyah bu zamanda bulunduðu münasebetiyle en evvel mânevî i'câz-ý Kur'aniyenin em'alarý olan Risale-i Nur'a baktý ve onun yüzotuz risaleleri, âyât-ý Furkaniyenin nükteleri ve ýþýklarý ve esâslý tefsirleri olduðunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asýrda her tarafa hakaik-i Kur'aniyeyi mücahidane neþrettiði halde, karþýsýna kimse çýkamadýðýndan isbat eder ki; onun üstadý ve menbaý ve mercii ve güneþi olan Kur'an semâvîdir, beþer kelâmý deðildir. Hattâ Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kur'aniyesi olan Yirmibeþinci Söz ile Ondokuzuncu Mektub'un âhiri, Kur'anýn kýrk vecihle mu'cize olduðunu öyle isbat etmiþ ki; kim görmüþse deðil tenkid ve itiraz etmek, belki isbatlarýna hayran olmuþ, takdir ederek çok sena etmiþ. Kur'anýn vech-i i'câzýný ve hak Kelâmullah olduðunu isbat etmek cihetini Risale-i Nur'a havale ederek yalnýz bir kýsa iþaretle büyüklüðünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.

 

Birinci Nokta: Nasýlki Kur'an bütün mu'cizâtýyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikýyla, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn bir mu'cizesidir. Öyle de Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mu'cizâtýyla ve delâil-i nübüvvetiyle ve Kemâlât-ý ilmiyesiyle Kur'anýn bir mu'cizesidir ve Kur'an kelâmullah olduðuna bir hüccet-i katýasýdýr.

 

sh: » (S: 469)

 

Ýkinci Nokta: Kur'an, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakikatlý bir Sûrette bir tebdil-i hayat-ý içtimaiye ile beraber, insanlarýn hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarýnda, hem akýllarýnda, hem hayat-ý þahsiyelerinde, hem hayat-ý içtimaiyelerinde, hem hayat-ý siyasiyelerinde öyle bir inkýlab yapmýþ ve idame etmiþ ve idare etmiþ ki; ondört asýr müddetinde, her dakikada, altýbin altýyüz altmýþaltý âyetleri, Kemâl-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanlarýn dilleriyle okunuyor ve insanlarý terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor. Ruhlara inkiþaf ve terakki ve akýllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabýn misli yoktur, hârikadýr, fevkalâdedir, mu'cizedir.

 

Üçüncü Nokta: Kur'an, o asýrdan tâ þimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiþ ki, Kâ'be'nin duvarýnda altun ile yazýlan en meþhur ediblerin «Muallakat-ý Seb'a» namýyla þöhretþiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid'in kýzý, babasýnýn kasidesini Kâ'be'den indirirken demiþ: «Âyâta karþý bunun kýymeti kalmadý.»

 

Hem bedevî bir edib: فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ âyeti okunurken iþittiði vakit secdeye kapanmýþ. Ona demiþler: «Sen müslüman mý oldun?» O demiþ: «Hayýr, ben bu âyetin belâgatýna secde ettim.»

 

Hem ilm-i belâgatýn dâhîlerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahþerî gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler icmâ' ve ittifakla karar vermiþler ki: «Kur'anýn belâgatý, takat-ý beþerin fevkindedir, yetiþilmez.»

 

Hem o zamandan beri mütemadiyen meydan-ý muârazaya davet edip, maðrur ve enaniyetli ediblerin ve belîðlerin damarlarýna dokundurup, gururlarýný kýracak bir tarzda der: «Ya birtek Sûrenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabûl ediniz.» diye ilân ettiði halde o asrýn muannid belîðleri birtek Sûrenin mislini getirmekle kýsa bir yol olan muârazayý býrakýp, uzun olan, can ve mallarýný tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri isbat eder ki, o kýsa yolda gitmek mümkün deðildir. Hem Kur'anýn dostlarý, Kur'ana benzemek ve taklid etmek þevkiyle ve düþmanlarý dahi Kur'ana mukabele ve tenkid etmek sevkiyle o vakitten beri yazdýklarý ve yazýlan ve telahuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabî kitablar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetiþemediðini,

 

sh: » (S: 470)

 

hattâ en adî adam dahi dinlese, elbette diyecek: "Bu Kur'an, bunlara benzemez ve onlarýn mertebesinde deðil." Ya onlarýn altýnda veya umumunun fevkinde olacak. Umumunun altýnda olduðunu dünyada hiçbir ferd, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâgatý umumun fevkindedir. Hattâ bir adam سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetini okudu. Dedi ki: "Bu âyetin hârika telakki edilen belâgatýný göremiyorum." Ona denildi: "Sen dahi bu seyyah gibi o zamânâ git, orada dinle." O da kendini Kur'andan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcûdât-ý âlem periþan, karanlýk câmid ve þuursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hududsuz bir fezâda; kararsýz, fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur'anýn lisanýndan bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanýn yüzünde öyle bir perde açtý, ýþýklandýrdý ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman asýrlar sýralarýnda dizilen zîþuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat bir câmi-i kebir hükmünde, baþta semâvat ve arz olarak umum mahlukatý hayatdarane zikir ve tesbihte ve vazifeler baþýnda cûþ u huruþla mes'udane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor, diye müþahede etti ve bu âyetin derece-i belâgatýný zevkederek sâir âyetleri buna kýyasla Kur'anýn zemzeme-i belâgatý arzýn nýsfýný ve nev'-i beþerin humsunu istilâ ederek haþmet-i saltanatý Kemâl-i ihtiramla ondört asýr bilâfasýla idame ettiðinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladý.

 

Dördüncü Nokta: Kur'an, öyle hakikatlý bir halâvet göstermiþ ki, en tatlý birþeyden dahi usandýran çok tekrar, Kur'aný tilavet edenler için deðil usandýrmak, belki kalbi çürümemiþ ve zevki bozulmamýþ adamlara tekrar-ý tilaveti halâvetini ziyadeleþtirdiði, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ý mesel hükmüne geçmiþ. Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve þebabet ve garabet göstermiþ ki, ondört asýr yaþadýðý ve herkesin eline kolayca girdiði halde, þimdi nâzil olmuþ gibi tazeliðini muhafaza ediyor. Her asýr, kendine hitab ediyor gibi bir gençlikte görmüþ. Her taife-i ilmiye ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarýnda bulundurduklarý ve üslûb-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, o üslûbundaki ve tarz-ý Beyânýndaki garabetini aynen muhafaza ediyor.

 

sh: » (S: 471)

 

Beþinci Nokta: Kur'anýn bir cenahý mâzide, bir cenahý müstakbelde, kökü ve bir kanadý eski Peygamberlerin ittifaklý hakikatlarý olduðu ve bu onlarý tasdik ve teyid ettiði ve onlar dahi tevafukun lisan-ý haliyle bunu tasdik ettikleri gibi, öyle de: Evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri, hayatdar tekemmülleriyle, þecere-i mübarekelerinin hayatdar, feyizdar ve hakikat-medâr olduðuna delâlet eden ve ikinci kanadýnýn himayesi altýnda yetiþen ve yaþayan velâyetin bütün hak tarîkatlarý ve Ýslâmiyetin bütün hakikatlý ilimleri, Kur'anýn ayn-ý hak ve mecma-i hakaik ve câmiiyette misilsiz bir hârika olduðuna þehadet eder.

 

Altýncý Nokta: Kur'anýn altý ciheti nuranidir, sýdk ve hakkaniyetini gösterir. Evet altýnda hüccet ve bürhân direkleri, üstünde sikke-i i'câz lem'alarý, önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, arkasýnda nokta-i istinadý vahy-i semâvî hakikatlarý, saðýnda hadsiz ukûl-ü müstakimenin deliller ile tasdikleri, solunda selim kalblerin ve temiz vicdanlarýn ciddî itminanlarý ve samimî incizablarý ve teslimleri; Kur'anýn fevkalâde, hârika, metin, hücum edilmez bir kal'a-i semâviye-i arziye olduðunu isbat ettikleri gibi, altý makamdan dahi onun ayn-ý hak ve sadýk olduðuna ve beþerin kelâmý olmadýðýna, hem yanlýþ olmadýðýna imza eden, baþta bu kâinatta daima güzelliði izhar, iyiliði ve doðruluðu himaye ve sahtekârlarý ve müfterileri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatýn mutasarrýfý, o Kur'ana âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimâne bir makam-ý hürmet ve bir mertebe-i muvaffakýyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettiði gibi, Ýslâmiyetin menbaý ve Kur'anýn tercümaný olan zâtýn (Aleyhissalâtü Vesselâm) herkesten ziyade ona itikad ve ihtiramý ve nüzulü zamanýnda uyku gibi bir vaziyet-i naîmânede bulunmasý ve sâir kelâmlarý ona yetiþememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiþ ve gelecek hakikî hâdisat-ý kevniyeyi, gaybiyane Kur'an ile tereddüdsüz ve itminan ile Beyân etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarý altýnda hiçbir hile, hiçbir yanlýþ vaziyeti görülmeyen o tercümanýn, bütün kuvvetiyle Kur'anýn herbir hükmüne îmân edip tasdik etmesi ve hiçbir þey onu sarsmamasý; Kur'an semâvî, hakkaniyetli ve kendi Hâlýk-ý Rahîminin mübarek kelâmý olduðunu imza ediyor.

 

sh: » (S: 472)

 

Hem nev'-i insanýn humsu, belki kýsm-ý âzamý, göz önünde ona müncezibane ve dindarane irtibatý ve hakikatperestane ve müþtakane kulak vermesi ve çok emârelerin ve vakýalarýn ve keþfiyatýn þehadetiyle, cinn ve melek ve ruhânîlerin dahi, tilaveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafýnda toplanmasý, Kur'anýn kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduðuna bir imzadýr.

 

Hem nev'-i beþerin umum tabakalarý, en gabi ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi, Kur'anýn dersinden tam hisse almalarý ve en derin hakikatlarý fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u Ýslâmiyenin ve bilhassa þeriat-ý kübrânýn büyük müçtehidleri ve usûl-üd din ve ilm-i Kelâm'ýn dâhî muhakkikleri gibi, her taife kendi ilimlerine ait bütün hâcâtýný ve cevablarýný Kur'andan istihraç etmeleri, Kur'anýn menba-ý hak ve maden-i hakikat olduðuna bir imzadýr.

 

Hem edebiyatça en ileri bulunan Arab edibleri, -Ýslâmiyete girmeyenler- þimdiye kadar muârazaya pekçok muhtaç olduklarý halde Kur'anýn i'câzýndan yedi büyük vechi varken, yalnýz birtek vechi olan belâgatýnýn, (tek bir Sûrenin) mislini getirmekten istinkâflarý ve þimdiye kadar gelen ve muâraza ile þöhret kazanmak isteyen meþhur belîðlerin ve dâhî âlimlerin onun hiçbir vech-i i'câzýna karþý çýkamamalarý ve âcizane sükût etmeleri; Kur'an mu'cize ve takat-ý beþerin fevkinde olduðuna bir imzadýr. Evet bir kelâm "Kimden gelmiþ ve kime gelmiþ ve ne için?" denilmesiyle kýymeti ve ulviyeti ve belâgatý tezahür etmesi noktasýndan, Kur'anýn misli olamaz ve ona yetiþilemez. Çünki Kur'an, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlýkýnýn hitabý ve konuþmasý ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek bir emâre bulunmayan bir mükâlemesi ve bütün insanlarýn belki bütün mahlukatýn namýna meb'us ve nev'-i beþerin en meþhur ve namdar muhatâbý bulunan ve o muhatâbýn kuvvet ve vüs'at-i îmâný, koca Ýslâmiyeti tereþþuh edip sahibini Kab-ý Kavseyn makamýna çýkararak muhatâb-ý Samedâniyeye mazhariyetle nüzul eden ve saadet-i dâreyne dair ve hilkat-ý kâinatýn neticelerine ve ondaki Rabbanî maksadlara ait mesâili ve o muhatâbýn bütün hakaik-i Ýslâmiyeyi taþýyan en yüksek ve en geniþ olan îmânýný Beyân ve izah eden ve koca kâinatýn bir harita, bir saat,

 

sh: » (S: 473)

 

bir hâne gibi her tarafýný gösterip çevirip, onlarý yapan san'atkârý tavrýyla ifade ve tâlim eden Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân'ýn elbette mislini getirmek mümkün deðildir ve derece-i i'câzýna yetiþilmez.

 

Hem, Kur'aný tefsir eden ve bir kýsmý otuz-kýrk hattâ yetmiþ cild olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlý müdakkik binlerle mütefennin ülemânýn, senedleri ve delilleriyle Beyân ettikleri Kur'andaki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sýrlarý ve âlî mânâlarý ve umûr-u gaybiyenin her nev'inden kesretli gaybî ihbarlarý izhar ve isbat etmeleri ve bilhassa Risale-i Nur'un yüzotuz kitabýnýn herbiri Kur'anýn bir meziyetini, bir nüktesini kat'î bürhânlarla isbat etmesi ve bilhassa Mu'cizât-ý Kur'aniye Risalesi; þimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarýndan çok þeyleri Kur'andan istihrac eden Yirminci Söz'ün Ýkinci Makamý ve Risale-i Nur'a ve elektriðe iþaret eden âyetlerin iþaratýný bildiren Ýþarat-ý Kur'aniye namýndaki Birinci Þua ve huruf-u Kur'aniye ne kadar muntâzam, esrarlý ve mânâlý olduðunu gösteren Rumuzat-ý Semâniye namýndaki sekiz küçük risaleler ve Sûre-i Feth'in âhirki âyeti beþ vecihle ihbar-ý gaybî cihetinde mu'cizeliðini isbat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nur'un herbir cüz'ü, Kur'anýn bir hakikatýný, bir nurunu izhar etmesi; Kur'anýn misli olmadýðýna ve mu'cize ve hârika olduðuna ve bu âlem-i þehadette âlem-i gaybýn lisaný ve bir Allâm-ül Guyub'un kelâmý bulunduðuna bir imzadýr.

 

Ýþte altý noktada ve altý cihette ve altý makamda iþaret edilen, Kur'anýn mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki; haþmetli hâkimiyet-i nuraniyesi ve âzametli saltanat-ý kudsiyesi, asýrlarýn yüzlerini ýþýklandýrarak zemin yüzünü dahi bin üçyüz sene tenvir ederek Kemâl-i ihtiram ile devam etmesi, hem o hâsiyetleri içindir ki, Kur'anýn herbir harfi, hiç olmazsa on sevabý ve on hasenesi olmasý ve on meyve-i bâki vermesi, hattâ bir kýsým âyâtýn ve Sûrelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde herbir harfin nuru ve sevabý ve kýymeti ondan yüzlere çýkmasý gibi kudsî imtiyazlarý kazanmýþ, diye dünya seyyahý anladý ve kalbine dedi: Ýþte böyle her cihetle mu'cizâtlý bu Kur'an; Sûrelerinin icmâýyla ve âyâtýnýn ittifakýyla ve esrar u envarýnýn tevafukuyla ve semerat ve âsârýnýn tetabukuyla birtek Vâcib-ül Vücud'un vücuduna ve vahdetine ve sýfât ve Esmâsýna deliller ile isbat Sûretinde öyle þehadet etmiþ ki, bütün ehl-i îmânýn hadsiz þehadetleri, onun þehadetinden tereþþuh etmiþler.

 

sh: » (S: 474)

 

Ýþte bu yolcunun Kur'andan aldýðý ders-i tevhid ve imânâ kýsa bir iþaret olarak Birinci Makam'ýn onyedinci mertebesinde böyle:

 

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودهِ فِى وَحْدَتِهِ الْقُرْآنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ اَلْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ ِلاَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَ اْلاِنْسِ وَ الْجَانِّ ااَلْمَقْرُوءُ كُلُّ آيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ.... بِاَلْسِنَةِ مِأَتِ مِلْيُونٍ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانِ.... الدَّائِمُ سَلْطَنَتَهُ الْقُدْسِيَّةُ عَلَى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَ اْلاَكْوَانِ وَ عَلَى وُجوُهِ اْلاَعْصَارِ وَ الزَّمَانِ.... وَ الْجَارِى حَاكِمِيَّتُهُ الْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلَى نِصْفِ اْلاَرْضِ وَ خُمْسِ الْبَشَرِ فِى اَرْبَعَةَ عَشَرَ عَصْرًا بِكَمَالِ اْلاِحْتِشَامِ وَ كَذَا: شَهِدَ وَ بَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ وَ بِاِتِّفَاقِ آيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلاِلهِيَّةِ وَ بِتَوَافُقِ اَسْرَارِهِ وَ اَنْوَارِهِ وَ بِتَطَابُقِ حَقَائِقِهِ وَ ثَمَرَاتِهِ وَ آثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَ الْعَيَانِ {

 

denilmiþtir.

 

sh: » (S: 475)

 

Emirdaðý Çiçeði

 

Kur'anda olan tekrarata gelen itirazlara karþý gâyet kuvvetli bir cevabdýr.

 

Aziz sýddýk kardeþlerim!

 

Gerçi bu mes'ele, periþan vaziyetimden müþevveþ ve letafetsiz olmuþ. Fakat o müþevveþ ibare altýnda çok kýymetli bir nevi i'câzý kat'î bildim. Maatteessüf ifadeye muktedir olamadým. Her ne kadar ibaresi sönük olsa da, Kur'ana ait olmak cihetiyle hem ibâdet-i tefekküriye, hem kudsî, yüksek, parlak bir cevherin sadefidir. Yýrtýk libasýna deðil, elindeki elmasa bakýlsýn. Eðer münasib ise, "Onuncu Mes'ele" yapýnýz; deðilse, sizin tebrik mektublarýnýza mukabil bir mektub kabûl ediniz. Hem bunu gâyet hasta ve periþan ve gýdasýz, bir-iki gün Ramazanda, mecburiyetle gâyet mücmel ve kýsa ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddid hüccetleri dercederek yazdým. Kusura bakýlmasýn. (1)

 

Aziz sýddýk kardeþlerim! Ramazan-ý Þerifte Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân'ý okurken Risale-i Nur'a iþaretleri Birinci Þua'da Beyân olunan otuzüç âyetten hangisi gelse bakýyorum ki, o âyetin sahifesi ve yapraðý ve kýssasý dahi Risale-i Nur'a ve þâkirdlerine kýssadan hisse almak noktasýnda bir derece bakýyor. Hususan Sûre-i Nur'dan âyât-ün nur, on parmakla Risale-i Nur'a baktýðý gibi, arkasýndaki âyât-ý zulümat dahi muarýzlarýna tam bakýyor ve ziyade hisse veriyor. Âdeta o makam, cüz'iyetten çýkýp külliyet kesbeder ve bu asýrda o külliyetin tam bir ferdi Risale-i Nur ve þâkirdleridir diye hissettim. Evet Kur'anýn hitabý, evvela Mütekellim-i Ezelî'nin rubûbiyet-i âmmesinin geniþ makamýndan, hem nev-i beþer, belki kâinat namýna muhatâb olan zâtýn geniþ makamýndan, hem umum nev-i beþer ve benî-âdemin bütün asýrlarda irþadlarýnýn gâyet vüs'atli makamýndan,

 

____________________

 

(1): Denizli hapsinin meyvesine Onuncu Mes'ele olarak Emirdaðý'nýn ve bu Ramazan-ý Þerifin nurlu bir küçük çiçeðidir. Tekrarat-ý Kur'aniyenin bir hikmetini Beyânla, ehl-i dalaletin ufunetli ve zehirli evhamlarýný izale eder.

 

 

 

sh: » (S: 476)

 

hem dünya ve âhiretin, arz ve semâvatýn ve ezel ve ebedin ve Hâlýk-ý Kâinat'ýn rubûbiyetine ve bütün mahlukatýn tedbirine dair kavanin-i Ýlahiyenin gâyet yüksek ihâtalý Beyânâtýnýn makamýndan aldýðý vüs'at ve ulviyet ve ihâta cihetiyle o hitab, öyle bir yüksek i'câzý ve þümûlü gösterir ki; ders-i Kur'anýn muhatâblarýndan en kesretli taife olan tabaka-i avâmýn basit fehimlerini okþayan zâhirî ve basit mertebesi dahi en ulvî tabakayý da tam hissedâr eder. Güya kýssadan yalnýz bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret deðil, belki bir küllî düsturun efradý olarak her asra ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil oluyor ve bilhassa çok tekrar ile اَلظَّالِمِينَ اَلظَّالِمِينَ deyip tehdidleri ve zulümlerinin cezasý olan musibet-i semâviye ve arziyeyi þiddetle Beyâný, bu asrýn emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Semud ve Firavun'un baþlarýna gelen azablarla baktýrýyor ve mazlum ehl-i imânâ Ýbrahim ve Mûsa Aleyhimesselâm gibi enbiyanýn necatlarýyla teselli veriyor.

 

Evet nazar-ý gaflet ve dalalette, vahþetli ve dehþetli bir ademistan ve elîm ve mahvolmuþ bir mezaristan olan bütün geçmiþ zaman ve ölmüþ karnlar ve asýrlar; canlý birer sahife-i ibret ve baþtan baþa ruhlu, hayatdar bir acib âlem ve mevcûd ve bizimle münasebetdar bir memleket-i Rabbâniye Sûretinde sinema perdeleri gibi, kâh bizi o zamanlara, kâh o zamanlarý yanýmýza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek bir i'câz ile dersini veren Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân ayný i'câz ile, nazar-ý dalalette câmid, periþan, ölü, hadsiz bir vahþetgâh olan ve firak ve zevalde yuvarlanan bu kâinatý bir kitab-ý Samedânî, bir þehr-i Rahmanî, bir meþher-i sun'-i Rabbanî olarak o câmidatý canlandýrýp birer vazifedâr Sûretinde birbiriyle konuþturup ve birbirinin imdadýna koþturup nev'-i beþere ve cinn ve meleðe hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur'an-ý Azîmüþþan'ýn elbette her harfinde on ve yüz ve bâzan bin ve binler sevab bulunmasý ve bütün cinn ve ins toplansa onun mislini getirememesi ve bütün benî-âdemle ve kâinatla tam yerinde konuþmasý ve her zaman milyonlar hâfýzlarýn kalblerinde zevk ile yazýlmasý ve çok tekrarla ve kesretli tekraratýyla usandýrmamasý ve çok iltibas yerleri ve cümleleri ile beraber çocuklarýn nazik ve basit kafalarýnda mükemmel yerleþmesi ve hastalarýn ve az sözden müteessir olan ve sekeratta olanlarýn kulaðýnda mâ-i zemzem misillü

 

 

 

sh: » (S: 477)

 

hoþ gelmesi gibi kudsî imtiyazlarý kazanýr ve iki cihanýn saadetlerini kendi þâkirdlerine kazandýrýr. Ve tercümanýn ümmiyet mertebesini tam riayet etmek sýrrýyla hiçbir tekellüf ve hiçbir tasannu ve hiçbir gösteriþe meydan vermeden selaset-i fýtriyesini ve doðrudan doðruya semâdan gelmesini ve en kesretli olan tabakat-ý avâmýn basit fehimlerini tenezzülât-ý kelâmiye ile okþamak hikmetiyle en ziyade semâ ve arz gibi en zâhir ve bedihî sahifelerini açýp o âdiyat altýndaki hârikulâde mu'cizât-ý kudretini ve mânidar sutur-u hikmetini ders vermekle lütf-u irþadda güzel bir i'câz gösterir. Tekrarý iktiza eden dua ve davet, zikir ve tevhid kitabý dahi olduðunu bildirmek sýrrýyla güzel, tatlý tekraratýyla birtek cümlede ve birtek kýssada ayrý ayrý çok mânâlarý, ayrý ayrý muhatâb tabakalarýna tefhim etmekte ve cüz'î ve âdi bir hâdisede en cüz'î ve ehemmiyetsiz þeyler dahi nazar-ý merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasýný bildirmek sýrrýyla tesis-i Ýslâmiyette ve tedvin-i Þeriatta sahabelerin cüz'î hâdiselerini dahi nazar-ý ehemmiyete almasýnda; hem küllî düsturlarýn bulunmasý, hem umumî olan Ýslâmiyetin ve þeriatýn tesisinde o cüz'î hâdiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nevi i'câzýný gösterir. Evet ihtiyacýn tekerrürüyle, tekrarýn lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfýnda pek çok mükerrer suallere cevab olarak ayrý ayrý çok tabakalara ders veren ve koca kâinatý parça parça edip kýyamette þeklini deðiþtirerek dünyayý kaldýrýp onun yerine âzametli âhireti kuracak ve zerrattan yýldýzlara kadar bütün cüz'iyat ve külliyatýn tek bir zâtýn elinde ve tasarrufunda bulunduðunu isbat edecek ve kâinatý ve arzý ve semâvatý ve anasýrý kýzdýran ve hiddete getiren nev'-i beþerin zulümlerine, kâinatýn netice-i hilkati hesabýna gazab-ý Ýlahîyi ve hiddet-i Rabbâniyeyi gösterecek hadsiz ve nihayetsiz ve dehþetli ve geniþ bir inkýlabýn tesisinde binler netice kuvvetinde Bâzý cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kýsým âyetleri tekrar etmek; deðil bir kusur, belki gâyet kuvvetli bir i'câz ve gâyet yüksek bir belâgat ve mukteza-yý hale gâyet mutabýk bir cezâlettir, bir fesahattir.

 

Meselâ: Birtek âyet olup yüz ondört defa tekrar edilen بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ cümlesi, Risale-i Nur'un

 

sh: » (S: 478)

 

Ondördüncü Lem'asýnda Beyân edildiði gibi; arþý ferþe baðlayan ve kâinatý ýþýklandýran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattýr ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç vardýr. Deðil yalnýz ekmek gibi her gün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iþtiyak vardýr. Hem meselâ: Sûre-i طسم de sekiz defa tekrar edilen þu اِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ âyeti, o Sûrede hikâye edilen peygamberlerin necatlarýný ve kavimlerinin azablarýný, kâinatýn netice-i hilkati hesabýna ve rubûbiyet-i âmmenin namýna o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek, izzet-i Rabbâniye o zalim kavimlerin azabýný ve rahîmiyet-i Ýlahiye dahi enbiyanýn necatlarýný iktiza ettiðini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iþtiyak var ve îcazlý ve i'câzlý bir ulvî belâgattýr. Hem meselâ: Sûre-i Rahman'da tekrar edilen فَبِاَىِّ اَلآَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ âyeti ile Sûre-i Mürselât'ta وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ âyeti, cinn ve nev'-i beþere, kâinatý kýzdýran ve arz ve semâvatý hiddete getiren ve hilkat-i âlemin neticelerini bozan ve haþmet-i saltanat-ý Ýlahiyeye karþý inkâr ve istihfafla mukabele eden küfür ve küfranlarýný ve zulümlerini ve bütün mahlukatýn hukuklarýna tecavüzlerini asýrlara ve arza ve semâvata tehdidkârane haykýran bu iki âyet, böyle binler hakikatlarla alâkadar ve binler mes'ele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celalli bir îcaz ve cemâlli bir i'câz-ý belâgattýr.

 

Hem meselâ: Kur'anýn hakikî ve tam bir nevi münacatý ve Kur'andan çýkan bir çeþit hülâsasý olan Cevþen-ül Kebir namýndaki münacat-ý Peygamberîde (A.S.M.) yüz defa

 

سُبْحَانَكَ يَا لآَ اِلهَ اِلآَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ خَلِّصْنَا وَ اَجِرْنَا وَ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ

 

cümlesinin tekrarýnda tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat ve

 

 

 

sh: » (S: 479)

 

mahlukatýn rubûbiyete karþý tesbih ve tahmid ve takdis gibi üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli bir vazifesi ve þekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev'-i insanýn en dehþetli mes'elesi ve ubûdiyet ve acz-i beþerin en lüzumlu neticesi bulunmasý cihetiyle binler defa tekrar edilse yine azdýr.

 

Ýþte tekrarat-ý Kur'aniye bu gibi esâslara bakýyor. Hattâ bâzan bir sahifede iktiza-yý makam ve ihtiyac-ý ifham ve belâgat-ý Beyân cihetiyle yirmi defa sarihan ve zýmnen tevhid hakikatýný ifade eder. Deðil usanç, belki kuvvet ve þevk verir. Risale-i Nur'da, tekrarat-ý Kur'aniye ne kadar yerinde ve münasib ve belâgatça makbul olduðu hüccetleriyle Beyân edilmiþ.

 

Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân'ýn Mekke Sûreleriyle Medine Sûreleri belâgat noktasýnda ve i'câz cihetinde ve tafsil ve icmâl vechinde birbirinden ayrý olmasýnýn sýrrý ve hikmeti þudur ki: Mekke'de birinci safta muhatâb ve muarýzlarý, Kureyþ müþrikleri ve ümmîleri olduðundan belâgatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve îcazlý, mukni', kanaat verici bir icmâl ve tesbit için tekrar lâzým geldiðinden ekseriyetle Mekkiye Sûreleri erkân-ý îmâniyeyi ve tevhidin mertebelerini gâyet kuvvetli ve yüksek ve i'câzlý bir îcaz ile tekrar edip ifade ederek mebde' ve meadi, Allah'ý ve âhireti, deðil yalnýz bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede; belki bâzan bir harfte ve takdim, te'hir ve târif ü tenkir ve hazf ü zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli isbat eder ki, ilm-i belâgatýn dâhî imamlarý hayretle karþýlamýþlar. Risale-i Nur ve bilhassa Kur'anýn kýrk vech-i i'câzýný icmâlen isbat eden Yirmibeþinci Söz, zeyilleriyle beraber ve Kur'anýn nazmýndaki vech-i i'câzý hârika bir tarzda isbat eden Arabî Risale-i Nur'dan "Ýþarat-ül Ý'câz" tefsiri bilfiil göstermiþler ki, Mekkiye olan Sûre ve âyetlerde en âlî bir üslûb-u belâgat ve en yüksek bir i'câz-ý îcazî vardýr. Amma Medeniye Sûre ve âyetlerde birinci safta muhatâb ve muarýzlarý ise, Allah'ý tasdik eden Yahudi ve Nasara gibi ehl-i kitab olduðundan mukteza-yý belâgat ve irþad ve mutabýk-ý makam ve halin lüzumundan, sade ve vazýh ve tafsilli bir üslûbla ehl-i kitaba karþý dinin yüksek usûlünü ve îmânýn rükünlerini deðil, belki medâr-ý ihtilaf olan þeriatta ve ahkâmda ve teferruatýn ve küllî kanunlarýn menþe'leri ve sebebleri olan cüz'iyatýn Beyâný lâzým geldiðinden o Medeniye Sûre ve âyetlerde ekseriyetle tafsil ve izah ve sade üslûbla Beyânât içinde Kur'ana mahsus emsalsiz bir tarz-ý Beyânla, birden o cüz'î teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet

 

 

 

sh: » (S: 480)

 

ve o cüz'î hâdise-i þer'iyeyi küllîleþtiren ve imtisâlini îmân-ý billah ile temin eden bir cümle-i tevhidiyeyi ve îmâniyeyi ve uhreviyeyi zikreder. O makamý nurlandýrýr, ulvîleþtirir. Risale-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen

 

اِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ اِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ

 

gibi tevhidi ve âhireti ifade eden fezlekelerde ve hâtimelerde ne kadar yüksek bir belâgat ve meziyetler ve cezâletler ve nükteler bulunduðunu Yirmibeþinci Söz'ün Ýkinci Þu'lesinin Ýkinci Nurunda o fezleke ve hâtimelerin pekçok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini Beyân ederek, o hülâsalarda biru'cize-i kübrâ bulunduðunu muannidlere de isbat etmiþ. Evet Kur'an, o teferruat-ý þer'iye ve kavanin-i içtimaiyenin Beyâný içinde birden muhatâbýn nazarýný yüksek ve küllî noktalara kaldýrýp, sade üslûbu bir ulvî üslûba ve þeriat dersinden tevhid dersine çevirerek Kur'aný, hem bir kitab-ý þeriat ve ahkâm ve hikmet, hem bir kitab-ý akide ve îmân ve zikir ve fikir ve dua ve davet olduðunu gösterip her makamda çok makasýd-ý irþadiye-i Kur'aniyeyi ders vermesiyle Mekkiye âyetlerin tarz-ý belâgatlarýndan ayrý ve parlak mu'cizane bir cezâlet izhar eder. Bâzan iki kelimede meselâ رَبَّ الْعَالَمِينَ ve رَبُّكَ de, رَبُّكَ tâbiriyle ehadiyeti ve رَبُّ الْعَالَمِينَ ile vâhidiyeti bildirir. Ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder. Hattâ bir cümlede; bir zerreyi bir gözbebeðinde gördüðü ve yerleþtirdiði gibi, Güneþ'i ayný âyetle, ayný çekiçle göðün gözbebeðinde yerleþtirir ve göðe bir göz yapar. Meselâ: خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ âyetinden sonra يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ âyetinin akabinde وَ هُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ der. "Zemin ve göklerin haþmet-i hilkatinde kalbin dahi hatýratýný bilir, idare eder." der, tarzýnda bir Beyânât cihetiyle o sade ve ümmiyet mertebesini ve avâmýn

 

sh: » (S: 481)

 

fehmini nazara alan o basit ve cüz'î muhavere, o tarz ile ulvî ve cazibedâr ve umumî ve irþadkâr bir mükâlemeye döner.

 

Bir Sual: "Bâzan ehemmiyetli bir hakikat, sathî nazarlara görünmediðinden ve Bâzý makamlarda cüz'î ve âdi bir hâdiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya küllî bir düsturu Beyân etmekte münasebet bilinmediðinden, bir kusur tevehhüm edilir. Meselâ: "Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm, kardeþini bir hile ile almasý" içinde وَفَوْقَ كُلِّ ذِى عِلْمٍ عَلِيمٌ diye gâyet yüksek bir düsturun zikri, belâgatça münasebeti görünmüyor. Bunun sýrrý ve hikmeti nedir?"

 

Elcevab: Herbiri birer küçük Kur'an olan ekser uzun Sûre ve mutavassýtlarda ve çok sahife ve makamlarda yalnýz iki-üç maksad deðil, belki Kur'an mahiyeti, hem bir kitab-ý zikir ve îmân ve fikir, hem bir kitab-ý þeriat ve hikmet ve irþad gibi, çok kitablarý ve ayrý ayrý dersleri tâzammun ederek rubûbiyet-i Ýlahiyenin herþeye ihâtasýný ve haþmetli tecelliyatýný ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ý kebirinin bir nevi kýraatý olan Kur'an, elbette her makamda, hattâ bâzan bir sahifede çok maksadlarý tâkiben mârifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve îmân hakikatlarýndan ders verdiði haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zâhirce zaîf bir münasebetle, baþka bir ders açar ve o zaîf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler. O makama gâyet mutabýk olur, mertebe-i belâgatý yükseklenir.

 

Ýkinci Bir Sual: "Kur'anda sarihan ve zýmnen ve iþareten, âhiret ve tevhidi ve beþerin mükâfat ve mücazatýný binler defa isbat edip nazara vermenin ve her Sûrede, her sahifede, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?"

 

Elcevab: Daire-i imkânda ve kâinatýn sergüzeþtine ait inkýlablarda ve emanet-i kübrâyý ve hilafet-i arziyeyi omuzuna alan nev'-i beþerin þekavet ve saadet-i ebediyeye medâr olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en dehþetli mes'elelerinden en âzametlilerini ders vermek ve hadsiz þübheleri izale etmek ve gâyet þiddetli inkârlarý ve inadlarý kýrmak cihetinde elbette o dehþetli inkýlablarý tasdik ettirmek ve o inkýlablarýn âzametinde büyük ve beþere en elzem ve en zarurî mes'eleleri teslim ettirmek için Kur'an, binler defa deðil,

 

sh: » (S: 482)

 

belki milyonlar defa onlara baktýrsa yine israf deðil ki, milyonlar kerre tekrar ile o bahisler Kur'anda okunur, usanç vermez, ihtiyaç kesilmez. Meselâ:

 

اِنَّ َالَّذِينَ اَمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّاِلحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا

 

âyetinin gösterdiði müjde-i saadet-i ebediye hakikatý, "Bîçare beþere her dakika kendini gösteren hakikat-ý mevtin; hem insaný, hem dünyasýný, hem bütün ahbabýný idam-ý ebedîsinden kurtarýp ebedî bir saltanatý kazandýrýr" dediðinden milyarlar defa tekrar edilse ve kâinat kadar ehemmiyet verilse yine israf olmaz, kýymetten düþmez. Ýþte bu çeþit hadsiz kýymetdar mes'eleleri ders veren ve kâinatý bir hâne gibi deðiþtiren ve þeklini bozan dehþetli inkýlablarý tesis etmekte iknaa ve inandýrmaya ve isbata çalýþan Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyân elbette sarihan ve zýmnen ve iþareten binler defa o mes'elelere nazar-ý dikkati celbetmek; deðil israf, belki ekmek, ilâç, hava ve ziya gibi birer hacet-i zaruriye hükmünde ihsanýný tazelendirir. Hem meselâ: اِنَّ الْكَافِرِينَ فِى نَارِ جَهَنَّمَ ve وَ الظّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ gibi tehdid âyetlerini Kur'an gâyet þiddetle ve hiddetle ve gâyet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise; -Risale-i Nur'da kat'î isbat edildiði gibi- beþerin küfrü, kâinatýn ve ekser mahlukatýn hukuklarýna öyle bir tecavüzdür ki, semâvatý ve arzý kýzdýrýyor ve anasýrý hiddete getirip tufanlarla o zalimleri tokatlýyor. اِذَآ اُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِىَ تَفُورُ تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ âyetinin sarahatýyla o zalim münkirlere Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor. Ýþte böyle bir cinâyet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karþý beþerin küçüklük ve ehemmiyetsizliði noktasýnda deðil, belki zalîmâne cinâyetinin âzametine ve kâfirane tecavüzünün dehþetine karþý Sultan-ý Kâinat kendi raiyetinin hukukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve

 

sh: » (S: 483)

 

zulmündeki nihayetsiz çirkinliðini göstermek hikmetiyle fermanýnda gâyet hiddet ve þiddetle o cinâyeti ve cezasýný deðil bin defa, belki milyonlar ve milyarlar ile tekrar etse, yine israf ve kusur deðil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan Kemâl-i iþtiyakla ve ihtiyaçla okurlar.

 

Evet hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapýsý kendine açýlmasýndan, geçici herbir âlemini nurlandýrmak için ihtiyaç ve iþtiyakla لآاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ cümlesini bin defa tekrar ile o deðiþen perdelerin herbirisine bir لآاِلَهَ اِلاَّاللَّهُ ý bir lâmba yaptýðý gibi, öyle de: O kesretli, geçici perdeleri ve o tazelenen seyyar kâinatlarý karanlýklandýrmamak ve âyine-i hayatýnda in'ikas eden Sûretlerini çirkinleþtirmemek ve lehinde þahid olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için, o cinâyetlerin cezalarýný ve Padiþah-ý Ezelî'nin þiddetli ve inadlarý kýran tehdidlerini Kur'aný okumakla takdir etmek ve nefsinin tuðyanýndan kurtulmaya çalýþmak hikmetiyle, Kur'an gâyet mânidar tekrar eder ve bu derece kuvvet ve þiddet ve tekrar ile tehdidat-ý Kur'aniyeyi hakikatsýz tevehhüm etmekten, þeytan bile kaçar. Onlarý dinlemeyen münkirlere Cehennem azabý ayn-ý adâlet tir, diye gösterir.

 

Hem meselâ: Asâ-yý Mûsa gibi çok hikmetleri ve faideleri bulunan kýssa-i Mûsa'nýn (A.S.) ve sâir Enbiyanýn (A.S.) kýssalarýný çok tekrarýnda, Risâlet-i Ahmediyenin (A.S.M.) hakkaniyetine bütün Enbiyanýn nübüvvetlerini bir hüccet gösterip onlarýn umumunu inkâr edemeyen, bu zâtýn Risâletini hakikat noktasýnda inkâr edemez hikmetiyle ve herkes her vakit bütün Kur'aný okumaya muktedir ve muvaffak olamadýðýndan herbir uzun ve mutavassýt Sûreyi birer küçük Kur'an hükmüne getirmek için ehemmiyetli erkân-ý îmâniye gibi o kýssalarý tekrar etmesi, deðil israf belki mukteza-yý belâgattýr ve hâdise-i Muhammediye (A.S.M.) bütün benî-Âdemin en büyük hâdisesi ve kâinatýn en âzametli mes'elesi olduðunu ders vermektir.

 

Evet Kur'anda Zât-ý Ahmediyeye en büyük makam vermek ve dört erkân-ý îmâniyeyi içine almakla لآَاِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ rüknüne

 

sh: » (S: 484)

 

denk tutulan مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللَّهِ Risâlet-i Muhammediye (A.S.M.) kâinatýn en büyük hakikatý ve Zât-ý Ahmediye (A.S.M.), bütün mahlukatýn en eþrefi ve hakikat-ý Muhammediye (A.S.M.) tâbir edilen küllî þahsiyet-i mâneviyesi ve makam-ý kudsîsi, iki cihanýn en parlak bir güneþi olduðuna ve bu hârika makama liyakatýna dair pekçok hüccetleri ve emâreleri, kat'î bir Sûrette Risale-i Nur'da isbat edilmiþ. Binden birisi þudur ki: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda iþlediði hasenatýn bir misli onun defter-i hasenatýna girmesi ve bütün kâinatýn hakikatlarýný, getirdiði nur ile nurlandýrmasý, deðil yalnýz cinn ve insi ve meleði ve zîhayatlarý, belki kâinatý ve semâvatý ve arzý minnetdar eylemesi ve istidad lisanýyla nebâtatýn dualarý ve ihtiyac-ý fýtrî diliyle hayvanatýn dualarý, gözümüz önünde bilfiil kabûl olmasýnýn þehadetiyle milyonlar, belki milyarlar fýtrî ve reddedilmez dualarý makbul olan sulehâ-yý ümmeti her gün o zâta (A.S.M.) salât ü selâm ile rahmet dualarý ve mânevî kazançlarýný en evvel o zâta (A.S.M.) baðýþlamalarý ve bütün ümmetçe okunan Kur'anýn üçyüzbin hurufunun herbirisinde on sevabdan tâ yüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinden yalnýz kýraat-ý Kur'an cihetiyle defter-i a'maline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle o zâtýn (A.S.M.) þahsiyet-i mâneviyesi olan hakikat-ý Muhammediye (A.S.M.), istikbalde bir þecere-i tûbâ-i Cennet hükmünde olacaðýný Allâm-ül Guyub bilmiþ ve görmüþ ve o makama göre Kur'anýnda o azîm ehemmiyeti vermiþ ve fermanýnda ona tebaiyeti ve sünnet-i seniyesine ittiba ile þefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mes'ele-i insâniye göstermiþ ve o haþmetli þecere-i tûbânýn bir çekirdeði olan þahsiyet-i beþeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insâniyesini arasýra nazara almasýdýr. Ýþte Kur'anýn tekrar edilen hakikatlarý bu kýymette olduðundan, tekraratýnda kuvvetli ve geniþ bir mu'cize-i mâneviye bulunmasýna fýtrat-ý selime þehadet eder. Meðer maddiyyunluk taunuyla maraz-ý kalbe ve vicdan hastalýðýna mübtelâ ola...

 

قَدْ يُنْكِرُ الْمَرْءُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ { وَ يُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَاءِ مِنْ سَقَمٍ

 

kaidesine dâhil olur.

 

***

 

sh: » (S: 485)

 

Bu Onuncu Mes'eleye bir

 

hâtime olarak iki haþiye:

 

Birincisi: Bundan oniki sene evvel iþittim ki, en dehþetli ve muannit bir zýndýk Kur'ana karþý suikasdýný tercümesiyle yapmaða baþlamýþ ve demiþ ki: «Kur'an tercüme edilsin, tâ, ne mal olduðu bilinsin.» Yâni, lüzumsuz tekraratý herkes görsün ve tercümesi Onun yerinde okunsun diye dehþetli bir plân çevirmiþ. Fakat, Risale-i Nurun cerhedilmez hüccetleri kat'î isbat etmiþ ki: Kur'anýn hakikî tercümesi kabil deðil ve lisan-ý nahvî olan lisan-ý Arabî yerinde Kur'anýn meziyetlerini ve nüktelerin baþka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevab veren kelimât-ý Kur'aniyenin mu'cizâne ve cem'iyyetli tâbirleri yerinde beþerin âdî ve cüz'î tercümeleri tutamaz. Onun yerinde câmilerde okunmaz diye Risale-i Nur her tarafta intiþariyle o dehþetli plâný akîm býraktý. Fakat, o zýndýktan ders alan münafýklar, yine þeytan hesabýna Kur'an Güneþini üflemekle söndürmeðe ahmak çocuklar gib ahmakâne ve dîvânecesine çalýþmalarý sebebiyle bana gâyet sýký ve sýkýcý ve sýkýntýlý bir hâletle bu Onuncu Mes'ele yazdýrýldý tahmin ediyorum. Baþkalar ile görüþemediðim için hakikat-ý hâli bilmiyorum.

 

 

 

Ýkinci Hâþiye: Denizli hapsinden tahliyemizden sonra meþhur Þehir Otelinin yüksek katýnda oturmuþtum. Karþýmda güzel bahçelerde kesretli kavak aðaçlarý birer halka-i zikir tarzýnda gâyet lâtif, tatlý bir Sûrette hem kendileri, hem dallarý, hem yapraklarý, havanýn dokunmasiyle cezbedârâne ve cazibekârane hareketle rakslarý, kardeþlerimin müfarakatlarýndan ve yalnýz kaldýðýmdan hüzünlü ve gamlý kalbime iliþti. Birden güz ve kýþ mevsimi hâtýra geldi ve bana bir gaflet bastý. Ben, o kemâl-i neþ'e ile cilvelenen o nâzenin kavaklara ve zîhayatlara o kadar acýdým ki, gözlerim yaþ ile

 

 

 

sh:» (S: 486)

 

doldu. Kâinatýn süslü perdesi altýndaki ademleri firaklarý ihtar ve ihsasiyle kâinat dolusu firaklarýn, zevallerin hüzünleri baþýma toplandý. Birden hakikat-ý Muhammediyyenin (A.S.M.) getirdiði nur, imdâda yetiþti. O hadsiz hüzünleri ve gamlarý, sürurlara çevirdi. Hattâ o nurun, herkes ve her ehl-i îman gibi benim hakkýmda milyon feyzinden yalnýz o vakitte, o vaziyete temas eden imdat ve tesellisi için Zât-ý Muhammediyeye (A.S.M.) karþý ebediyyen minnettar oldum. Þöyle ki:

 

 

 

Ol nazar-ý gaflet, o mübarek nâzeninleri; vazifesiz, neticesiz, bir mevsimde görünüp, hareketleri neþ'eden deðil, belki güya ademden ve firaktan titreyerek hiçliðe düþtüklerini göstermekle, herkes gibi bendeki aþk-ý beka ve hubb-u mehâsin ve þefkat-i cinsiye ve hayatiyeye medâr olan damarlarýma o derece dokundu ki, böyle dünyayý bir mânevî cehenneme ve aklý bir tâzib âletine çevirdiði sýrada, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmýn beþere hediye getirdiði nur perdeyi kaldýrdý; îdam, adem, hiçlik, vazifesizlik, abes, firak yerlerinde o kavaklarýn herbirinin yapraklarý adedince hikmetleri ve mânâlarý ve Risale-i Nurda isbat edildiði gibi, üç kýsma ayrýlan neticeleri ve vazifeleri var diye gösterdi.

 

Birinci Kýsým: Sâni-i Zülcelâlin esmâsýna bakar. Meselâ: Nasýl bir usta hârika bir makinayý yapsa; herkes o zâta «Mâþâallah, bârekâllah» deyip alkýþlar. Öyle de: O makina dahi, ondan maksud neticeleri tam tamýna göstermesiyle, lisan-ý hâliyle ustasýný tebrik eder, alkýþlar. Her zîhayat ve herþey böyle bir makinadýr, ustasýný tesbihlerle alkýþlar.

 

Ýkinci Kýsým Hikmetleri ise: Zîhayatýn ve zîþuurun nazarlarýna bakar. Onlara þirin bir mütalâagâh, birer kitab-ý mârifet olur. Mânâlarýný zîþuurun zihinlerinde ve sûretlerini kuvve-i hâfýzalarýnda ve elvah-ý misâliyyede ve âlem-i gaybýn defterlerinde daire-i vücudda býrakýp, sonra âlem-i þehadeti terkeder, âlem-i gayba çekilir. Demek, sûrî bir vücudu býrakýr, mânevî ve gaybî ve ilmî çok vücudlarý kazanýr. Evet, mâdem Allah var ve ilmi ihâta eder. Elbette adem, îdam, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasýnda ehl-i îmanýn

 

 

 

sh:» (S: 487)

 

dünyasýnda yoktur ve kâfirlerin dünyalarý ademle, firakla, hiçlikle, fânilikle doludur. Ýþte bu hakikatý, umumun lisanýnda gezen bu gelen darb-ý mesel ders verip, der: «Kimin için Allah var, ona herþey var ve kimin için yoksa, herþey ona yoktur... hiçtir.»

 

Elhasýl: Nasýlki îman, ölüm vaktinde insaný îdam-ý ebedîden kurtarýyor; öyle de: Herkesin hususî dünyasýný dahi îdamdan ve hiçlik karanlýklarýndan kurtarýyor. Ve küfür ise.. hususen küfr-ü mutlak olsa; hem o insaný, hem hususî dünyasýný ölümle îdam edip mânevî cehennem zulmetlerine atar. Hayatýnýn lezzetlerini acý zehirlere çevirir. Hayat-ý dünyeviyyeyi âhirete tercih edenlerin kulaklarý çýnlasýn. Gelsinler, buna ya bir çare bulsunlar veya îmânâ girsinler. Bu dehþetli hasarâttan kurtulsunlar.

 

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

Duanýza çok muhtaç ve size çok müþtak

 

kardeþiniz

 

S A Ý D N U R S Î

 

 

 

* * *

Link to comment
Share on other sites

Guest
This topic is now closed to further replies.
×
×
  • Create New...