Webmaster Posted November 7, 2008 Share Posted November 7, 2008 Yirmidördüncü Söz [Þu Söz «Beþ Dal»dýr. Dördüncü Dal'a dikkat et. Beþinci Dal'a yapýþ çýk. Meyvelerini kopar al.] بِسْمِ اللَّهِ الرّحْمَنِ الرَّحِيمِ اَللَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى Þu âyet-i celilenin þecere-i nurâniyesinin çok hakikatlarýndan bir hakikatýnýn beþ dalýna iþaret ederiz. BÝRÝNCÝ DAL: Nasýlki bir sultanýn kendi hükûmetinin dairelerinde ayrý ayrý ünvanlarý ve raiyetinin tabakalarýnda baþka baþka nam ve vasýflarý ve saltanatýnýn mertebelerinde çeþit çeþit isim ve alâmetleri vardýr. Meselâ: Adliye dairesinde «hâkim-i âdil»ve mülkiyede «sultan»ve askeriyede «kumandan-ý âzâm» ve ilmiyede «halife»Daha buna kýyasen sâir isim ve ünvanlarýný bilsen anlarsýn ki; birtek padiþah, saltanatýnýn dairelerinde ve tabaka-i hükûmet mertebelerinde bin isim ve ünvana sahib olabilir. Güya o hâkim, herbir dairede þahsiyet-i mâneviye haysiyetiyle ve telefonuyla mevcûd ve hâzýrdýr; bulunur ve bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizâmýyla, mümessiliyle meþhud ve nâzýrdýr, görünür, görür. Ve herbir mertebede perde arkasýnda, hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle mutasarrýf ve basîrdir; idare eder, bakar. Öyle de: sh: » (S: 347) Ezel Ebed Sultaný olan Rabb-ül Âlemîn için, Rubûbiyetinin mertebelerinde ayrý ayrý, fakat birbirine bakar þe'n ve namlarý ve Uluhiyyetinin dairelerinde baþka baþka, fakat birbiri içinde görünür isim ve niþanlarý ve haþmet-nümâ icraatýnda ayrý ayrý, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri ve kudretinin tasarrufatýnda baþka baþka, fakat birbirini ihsas eder ünvanlarý var. Ve sýfatlarýnýn tecelliyatýnda baþka baþka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhûratý var. Ve ef'alinin cilvelerinde çeþit çeþit, fakat birbirini ikmâl eder hikmetli tasarrufâtý var. Ve rengârenk san'atýnda ve mütenevvi' masnuatýnda çeþit çeþit, fakat birbirini temaþa eder haþmetli Rubûbiyeti vardýr. Bununla beraber kâinatýn herbir âleminde, herbir taifesinde, Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvaný tecelli eder. O isim o dairede hâkimdir. Baþka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zýmnýnda bulunurlar. Hem mahlukatýn herbir tabakasýnda az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm herbirisinde has bir tecelli, has bir Rububiyyet, has bir isimle cilvesi vardýr. Yâni, o isim herþeye muhit ve âmm olduðu halde öyle bir kasd ve ehemmiyetle bir þeye teveccüh eder; güya o isim yalnýz o þeye hastýr. Hem bununla beraber Hâlýk-ý Zülcelâl, herþeye yakýn olduðu halde, yetmiþ bine yakýn nuranî perdeleri vardýr. Meselâ: Sana tecelli eden Hâlýk isminin mahlukýyetindeki cüz'î mertebesinden tut, tâ bütün kâinatýn Hâlýký olan mertebe-i kübrâ ve ünvan-ý âzama kadar ne kadar perdeler bulunduðunu kýyas edebilirsin. Demek bütün kâinatý arkada býrakmak þartýyla mahlûkýyetin kapýsýndan Hâlýk isminin müntehasýna yetiþirsin, daire-i sýfâta yanaþýrsýn. Mâdem, perdelerin birbirine temaþa eder pencereleri var. Ve isimler birbiri içinde görünüyor. Ve þuunat, bibirine bakar. Ve temessülât, birbiri içine girer. Ve ünvanlar, birbirini ihsas eder. Ve zuhurat, birbirine benzer. Ve tasarrufat, birbirine yardým edip itmam eder. Ve Rububiyyetin mütenevvi terbiyeleri, birbirine imdad edip muavenet eder. Elbette gerektir ki, Cenâb-ý Hakk'ý bir isimle, bir ünvan ile, bir Rububiyyetle ve hâkezâ.. tanýsa, baþka ünvanlarý, Rububiyyetleri, þe'nleri, içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sâir Esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ: Kadîr ve Hâlýk isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalâletine düþebilir. Belki lâzým gelir ki, onun nazarý, daima karþýsýnda هُوَ هُوَ اللَّهُ okusun, görsün. Onun kulaðý herþeyden sh: » (S: 348) قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ dinlesin, iþitsin. Onun lisaný لآَ اِلهَ اِلآّ هُوَ بَرَابَرْ مِيزَنَدْ عَالَمْ desin, ilân etsin. Ýþte Kur'an-ý Mübin اْلاَسْمَآءُ الْحُسْنَى اَللَّهُ لآَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ fermanýyla, zikrettiðimiz hakikatlara iþaret eder. Eðer o yüksek hakikatlarý yakýndan temaþa etmek istersen, git fýrtýnalý bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor. «Ne diyorsunuz?»de. Elbette «Yâ Celil, Yâ Celil, Yâ Aziz, Yâ Cebbar»dediklerini iþiteceksin. Sonra deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve þefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor. «Ne diyorsunuz?» de. Elbette «Ya Cemil, Ya Cemil, Ya Rahîm, Ya Rahîm» diyecekler (Haþiye). Semâyý dinle. Nasýl «Ya Celil-i Zülcemâl»diyor. Ve arza kulak ver. Nasýl «Ya Cemîl-i Zülcelâl»diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasýl «Ya Rahman, Ya Rezzak» diyorlar. Bahardan sor. Bak nasýl «Ya Hannan, Ya Rahman, Ya Rahîm, Ya Kerim, Ya Lâtif, Ya Atûf, Ya Mûsavvir, Ya Münevvir, Ya Muhsin, Ya Mü- ______________________ (Haþiye): Hattâ bir gün kedilere baktým. Yalnýz yemeklerini yediler, oynadýlar, yattýlar. Hatýrýma geldi: «Nasýl bu vazifesiz canavarcýklara mübarek denilir?» Sonra gece yatmak için uzandým. Baktým, o kedilerden birisi geldi, yastýðýma dayandý, aðzýný kulaðýma getirdi. Sarih bir Sûrette «Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm, Ya Rahîm»diyerek güya hatýrýma gelen itirazý ve tahkiri, taifesi namýna reddedip yüzüme çarptý. Aklýma geldi: «Acaba þu zikir bu ferde mi mahsustur? Yoksa taifesine mi âmmdýr? Ve iþitmek yalnýz benim gibi haksýz bir muterize mi münhasýrdýr? Yoksa herkes dikkat etse bir derece iþitebilir mi?» Sonra sabahleyin baþka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarih deðil, fakat mütefâvit derecede ayný zikri tekrar ediyorlar. Bidâyette hýrhýrlarý arkasýnda «Ya Rahîm» farkedilir. Git gide hýrhýrlarý, mýrmýrlarý, ayný «Ya Rahîm»olur. Mahreçsiz, fasih bir zikr-i hazîn olur. Aðzýný kapar, güzel «Ya Rahîm»çeker. Yanýma gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, «Bir derece iþitiyoruz» dediler. Sonra kalbime geldi: «Acaba þu ismin vech-i tahsisi nedir? Ve ne için insan þivesiyle zikrederler, hayvan lisanýyla etmiyorlar?» Kalbime geldi: Þu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik ve insana karýþýk bir arkadaþ olduðundan, çok þefkat ve merhamete muhtaçtýrlar. Okþandýðý vakit hoþlarýna giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilafýna olarak esbabý býrakýp yalnýz kendi Hâlýk-ý Rahîm'inin rahmetini kendi âleminde ilân ile nevm-i gaflette olan insanlarý ikaz ve «Ya Rahîm»nidasýyla: Kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir, esbabperestlere ihtar ediyorlar. sh: » (S: 349) zeyyin» gibi çok Esmâyý iþiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak nasýl bütün Esmâ-i Hüsnâyý okuyor ve cephesinde yazýlý. Sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat, azîm bir musika-i zikriyyedir. En küçük naðme, en gür naðamata karýþmakla, haþmetli bir letafet veriyor. Ve hâkezâ kýyas et. Fakat çendan insan bütün esmâya mazhardýr, fakat kâinatýn tenevvüünü ve melâikenin ihtilâf-ý ibâdâtýný intac eden tenevvü-ü esmâ, insanlarýn dahi bir derece tenevvüüne sebeb olmuþtur. Enbiyânýn ayrý ayrý þeriatleri, evliyanýn baþka baþka tarîkatlarý, Asfiyanýn çeþit çeþit meþrebleri þu sýrdan neþ'et etmiþtir. Meselâ: Ýsa Aleyhisselâm, sâir Esmâ ile beraber Kadîr ismi onda daha galibdir. Ehl-i aþkta Vedud ismi ve ehl-i tefekkürde Hakîm ismi daha ziyade hâkimdir. Ýþte nasýl eðer bir adam hem hoca, hem zabit, hem adliye kâtibi, hem mülkiye müfettiþi olsa; onun herbir dairede birer nisbeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaþý, birer mes'uliyeti, birer terakkiyatý ve muvaffakýyetsizliðine sebeb birer düþman ve rakibleri oluyor. Ve padiþaha karþý çok ünvanlarla görünüyor ve görür. Ve çok lisanlarla ondan meded ister. Ve âmirinin çok ünvanlarýna müracaat eder. Ve düþmanlarýn þerrinden kurtulmak için, muavenetini çok Sûretlerle taleb eder. Öyle de: Çok Esmâya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düþmanlara mübtelâ olan insan, münacatýnda, istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasýlki nev-i insanýn medâr-ý fahri ve elhak en hakikî insan-ý kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevþen-ül Kebir namýndaki münacatýnda binbir ismiyle dua ediyor; ateþten istiaze ediyor. Ýþte þu sýrdandýr ki Sûre-i قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ مَلِكِ النَّاسِ اِلهِ النَّاسِ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ اْلخَنَّاسِ de üç ünvan ile istiazeyi emrediyor ve بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ de üç ismiyle istianeyi gösteriyor. ÝKÝNCÝ DAL: Çok esrarýn anahtarlarýný tâzammun eden iki sýrrý Beyân eder. Birinci Sýr: «Evliya niçin usûl-i îmâniyede ittifak ettikleri halde, meþhûdatlarýnda, keþfiyyatlarýnda çok tehâlüf ediyorlar. Þuhud derecesinde olan keþifleri bâzan hilaf-ý vâki ve muhalif-i hak sh: » (S: 350) çýkýyor? Hem niçin ehl-i fikir ve nazar, herbiri kat'î bürhân ile hak telakki ettikleri efkârlarýnda, birbirine mütenakýz bir Sûrette hakikatý görüyorlar ve gösteriyorlar. Bir hakikat niçin çok renklere giriyor?» Ýkinci Sýr: «Enbiya-yý sâlife, niçin Haþr-i Cismanî gibi bir kýsým erkân-ý imâniyeyi, bir derece mücmel býrakmýþlar, Kur'an gibi tafsilât vermemiþler. Sonra ümmetlerinden bir kýsmý ileride o mücmel olan erkâný, inkâra kadar gitmiþler? Hem niçin hakikî ârif olan Evliyânýn bir kýsmý yalnýz tevhidde ileri gitmiþler. Hattâ derece-i Hakkalyâkîne kadar gittikleri halde, bir kýsým erkân-ý imâniye onlarýn meþreblerinde pek az ve mücmel bir Sûrette görünüyor. Hattâ onun içindir ki, onlara tebaiyet edenler, ileride o erkân-ý imâniyyeye lâzým olan ehemmiyeti vermemiþler. Hattâ bazýlarý sapmýþlar. Mâdem bütün erkân-ý imâniyyenin inkiþafýyla hakikî Kemâl bulunur. Niçin ehl-i hakikat bazýsýnda çok ileri ve bir kýsmýnda çok geri kalmýþlar. Halbuki bütün Esmânýn mertebe-i âzamlarýnýn mazharý ve bütün enbiyânýn serveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve bütün kütüb-ü mukaddesenin Reis-i Enveri olan Kur'an-ý Hakîm, bütün erkân-ý îmâniyeyi vâzýh bir Sûrette, pek ciddî bir ifadede ve kasdî bir tarzda tafsil etmiþlerdir?» Evet çünki hakikatta hakikî kemâl-i etem öyledir. Ýþte þu esrarýn hikmeti þudur ki: Ýnsan çendan bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir. Lâkin iktidarý cüz'î, ihtiyarý cüz'î, istidadý muhtelif, arzularý mütefâvit olduðu halde binler perdeler, berzahlar içinde hakikatý taharri eder. Onun için hakikatýn keþfinde ve hakkýn þuhudunda berzahlar ortaya düþüyor. Bazýlar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler baþka baþka oluyor. Bâzýlarýn kabiliyeti, bâzý erkân-ý îmâniyenin inkiþafýna menþe' olamýyor. Hem esmânýn cilvelerinin renkleri mazhara göre tenevvü ediyor, ayrý ayrý oluyor. Bâzý mazhar olan zât, bir ismin tam cilvesine medâr olamýyor. Hem külliyet ve cüz'iyyet ve zýlliyyet ve asliyet itibariyle cilve-i Esmâ, baþka baþka Sûret alýyor. Bâzý istidad, cüz'iyyetten geçemiyor ve gölgeden çýkamýyor. Ve istidada göre bâzan bir isim galib oluyor, yalnýz kendi hükmünü icra ediyor. O istidadda onun hükmü hükümran oluyor. Ýþte þu derin sýrra ve þu geniþ hikmete esrarlý, geniþ ve hakikat ile bir derece karýþýk bir temsil ile Bâzý iþaretler ederiz. sh: » (S: 351) Meselâ: Zehre namýyla nakýþlý bir çiçek ve Kamer'e âþýk hayatlý bir katre ve Güneþe bakan safvetli bir reþhayý farzediyoruz ki, herbirisinin bir þuuru, bir kemâli var. Ve o kemâle bir iþtiyaký bulunuyor. Þu üç þeyde çok hakikatlara iþaret etmekle beraber, nefis ve akýl ve kalbin sülûklerine iþaret eder. Ve üç tabaka ehl-i hakikata misâldir. (Haþiye) Birincisi: Ehl-i fikir, ehl-i velâyet, ehl-i nübüvvetin iþâratýdýr. Ýkincisi: Cismanî cihazat ile Kemâline sa'yedip hakikate gidenleri... Ve nefsin tezkiyesiyle ve aklýn istimâliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri... Ve kalbin tasfiyesiyle ve îman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misâlleridir. Üçüncüsü: Enâniyyeti býrakmayan ve âsâra dalan ve yalnýz istidlaliyle hakikata giden.. ve ilim ve hikmetle ve akýl ve mârifetle hakikatý aramaya giden.. ve îmân ve Kur'an ile, fakr ve ubûdiyyetle hakikata çabuk giden ayrý ayrý istidadda bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilaflarýna iþaret eden temsillerdir. Ýþte þu üç tabakanýn terakkiyatýndaki sýrrý ve geniþ hikmeti; «Zehre» «Katre» , «Reþha» ünvanlarý altýnda bir temsil ile bir derece göstereceðiz. Meselâ: Güneþ'in kendi Hâlýkýnýn izniyle ve emriyle üç çeþit tecellisi ve in'ikâsý ve ifazâsý var: Birisi çiçeklere, birisi Kamer'e ve seyyarelere, birisi þiþe ve su gibi parlaklara verdiði ayrý ayrý in'ikâslarýdýr. Birincisi üç tarzdadýr: Biri: Küllî ve umumî bir tecelli ve in'ikasýdýr ki, bütün çiçeklere birden ifâzâsýdýr. Biri de: Has bir tecellidir ki, herbir nev'e göre bir hususî in'ikâsý vardýr. Biri de: Cüz'î bir tecellidir ki, herbir çiçeðin þahsiyyetine göre bir ifazasýdýr. Þu temsilimiz, o kavle göredir ki; çiçeklerin süslü renkleri, Güneþ'in ziyasýndaki yedi rengin istihale-i in'ikasiyesinden neþ'et ediyor. Ve bu kavle göre çiçekler dahi Güneþ'in bir çeþit âyineleridir. ____________________ (Haþiye): Her tabakada dahi üç taife var. Temsildeki üç misâl, her tabakadaki o üç taifeye, belki dokuz taifeye bakar. Yoksa üç tabakaya deðil. sh: » (S: 352) Ýkincisi: Güneþ'in Kamer'e ve seyyarelere, Fâtýr-ý Hakîm'in izniyle verdiði nur ve feyizdir. Þu küllî ve geniþ feyiz ve nurdan sonra Kamer, o ziyanýn gölgesi hükmünde olan nuru; Güneþ'ten küllî bir Sûrette istifade eder, sonra hususî bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak topraða ve bir Sûret-i cüz'iyyede denizin kabarcýklarýna ve topraðýn þeffaflarýna ve havanýn zerrelerine ifâde ve ifâzâsýdýr. Üçüncüsü: Güneþin emr-i Ýlahî ile cevv-i havayý ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek sâfi ve küllî ve gölgesiz bir in'ikâsý var. Sonra o Güneþ, denizin kabarcýklarýna ve suyun katrelerine ve havanýn reþhalarýna ve kar'ýn þiþeciklerine, herbirine birer cüz'î aksi, birer küçük timsalini veriyor. Ýþte Güneþ'in herbir çiçeðe ve Kamer'e mukabil herbir katreye, herbir reþhaya mezkûr üç cihette ikiþer tarîk ile teveccüh ve ifâzâsý var: Birinci Tarîk: Bil-asâle doðrudan doðruya berzahsýz, hicabsýzdýr. Þu yol, nübüvvetin tarîkýný temsil eder. Ýkinci Yol: Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharlarýn kabiliyetleri, Þems'in cilvelerine birer renk takýyor. Þu yol ise, velâyet mesleðini temsil eder. Ýþte «Zehre», «Katre», «Reþha» herbirisi evvelki yolda diyebilirler ki: «Ben umum âlem Güneþinin bir âyinesiyim.» Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki «Ben kendi güneþimin âyinesiyim, veyahut nev'ime tecelli eden güneþin âyinesiyim» der. Çünki Güneþ'i öyle tanýyor. Bütün âleme bakar bir Güneþ'i göremiyor. Halbuki o þahsýn veyahut nev'inin veya cinsinin Güneþi, dar berzah içinde mahdud bir kayýd altýnda ona görünüyor. Halbuki kayýdsýz, berzahsýz, mutlak Güneþ'in âsârýný o mukayyed Güneþ'e veremiyor. Çünki bütün yeryüzünü ýsýtmak, tenvir etmek, umum nebâtat, hayvanatýn hayatlarýný tahrik etmek ve seyyaratý etrafýnda döndürmek gibi haþmet-nümâ eserleri; o dar kayýd ve mahdud berzah içinde gördüðü Güneþ'e, þuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki o âsâr-ý acîbeyi, eðer o þuurlu farzettiðimiz üç þey, o kayýd altýnda gördüðü Güneþ'e verse de; sýrf aklî ve îmânî bir tarzda ve o mukayyed, ayn-ý mutlak olduðunu bir teslimiyyet ile verebilir. Fakat o, insan gibi akýllý farzettiðimiz «Zehre»,«Katre», «Reþha» þu hükümleri, yâni pek büyük âsârý güneþlerine isnad etmeleri aklîdir, þuhudî deðil. Belki bâzan hükm-ü îmânîleri, þuhud-u kevniyyelerine müsademe eder. Pek güçlükle inanabilirler. Ýþte hakikata dar gelen ve Bâzý köþelerinde hakikatýn âzalarý görünen ve hakikatla karýþýk þu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. sh: » (S: 353) Üçümüz de kendimizi «Zehre»,«Katre», «Reþha» farzedeceðiz. Zira onlarda farzettiðimiz þuur kâfi gelmiyor. Biz aklýmýzý dahi onlara katmalýyýz. Yâni onlar maddî güneþlerinden nasýl feyiz alýyorlar, biz de mânevî güneþimizden öyle alýyoruz, anlamalýyýz. Ýþte, sen ey dünyayý unutmayan ve maddiyata tevaggul eden ve nefsi kesafet peyda eden arkadaþ! Sen «Zehre» ol. Nasýlki o «Zehre» çiçeði, Ziyâ-yý Þems'ten inhilâl etmiþ bir renk alýyor. Ve o bir renk içinde Þems'in timsalini karýþtýrýp kendine zînetli bir Sûret giydiriyor. Zira senin istidadýn dahi ona benzer. Hem þu esbaba dalmýþ Eski Said gibi mektebli feylesof ise, Kamer'e âþýk olan«Katre» olsun ki; Kamer, Güneþ'ten aldýðý ziya zýllini ona verir ve onun gözbebeðine bir nur verir. O da o nur ile parlar. Fakat o«Katre» o nur ile yalnýz Kamer'i görür. Güneþ'i göremez, belki imânýyla görebilir. Hem þu herþeyi doðrudan doðruya Cenâb-ý Hak'tan bilir, esbabý bir perde telâkki eder fakir adam, o da «Reþha» olsun. Öyle bir «Reþha»ki, kendi zâtýnda fâkirdir. Hiçbir þeyi yok ki, ona dayanýp «Zehre» gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki, onunla görünsün. Baþka þeyleri de tanýmýyor ki, ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doðrudan doðruya Güneþ'in timsalini gözbebeðinde saklýyor. Þimdi mâdem biz bu üç þey yerine geçtik. Kendimize bakmalýyýz. Bizde ne var? Ne yapacaðýz? Ýþte bakýyoruz ki: Bir Zât-ý Kerim, ihsanýyla bizi gâyet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. Ýnsan ise, ihsan edene perestiþ eder. Perestiþe lâyýk olana, kurbiyyet ister ve görmek taleb eder. Öyle ise, herbirimiz istidadýmýza göre o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceðiz. Ey zehremisâl! Sen gidiyorsun, fakat çiçek olarak git. Ýþte gittin. Terakkâ ede ede, tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Gûya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki zehre, kesif bir âyinedir. Onda ziyadaki yedi renk inhilal ve inkisar eder. Þemsin aksini gizler. Sen, sevdiðin Güneþ'in yüzünü görmekte muvaffak olamazsýn. Çünki kayýdlý olan renkler, hususiyetler daðýtýyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen þu halde Sûretlerin, berzahlarýn ortaya girmesiyle neþ'et eden firaktan kurtulamazsýn. Lâkin bir þart ile kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmýþ olan baþýný kaldýrasýn ve nefsin mehâsini ile telezzüz ve iftihar eden nazarýný çekesin, gökyüzündeki Güneþ'in yüzüne atasýn. Hem baþaþaðý celb-i rýzýk için topraða bakan yüzünü, yukarýdaki Þems'e çeviresin. Çün- sh: » (S: 354) ki sen, onun âyinesisin. Vazifen, âyinedârlýktýr. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapýsý olan toprak tarafýndan senin rýzkýn gelecektir. Evet nasýl bir çiçek, Güneþ'in küçücük bir âyinesidir. Þu koca Güneþ dahi gök denizinde Þems-i Ezelî'nin «NUR» isminden tecelli eden bir lem'anýn katre-misâl bir âyinesidir. Ey kalb-i insanî! Sen, nasýl bir Güneþ'in âyinesi olduðunu bundan bil. Bu þartý yaptýktan sonra kemâlini bulursun. Fakat Güneþ'i, nefs-ül emirde nasýl ise öyle göremezsin. O hakikatý, çýplak anlamazsýn. Belki senin sýfatlarýnýn renkleri ona bir renk verir ve kesafetli dürbünün bir Sûret takar. Ve kayýdlý kabiliyetin bir kayýd altýna alýr. Þimdi sen dahi ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin Katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle tâ Kamer'e kadar terakki ettin, Kamer'e girdin. Bak, Kamer kendi zâtýnda kesafetli, zulümatlýdýr. Ne ziyasý var, ne hayatý. Senin sa'yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye'sin zulümatýndan ve kimsesizliðin vahþetinden ve ervah-ý habisenin iz'acatýndan ve o vahþetin dehþetinden þu þartlar ile kurtulabilirsin ki, tabiat gecesini terkedip hakikat güneþine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, þu gece nurlarý, gündüz güneþinin ýþýklarýnýn gölgeleridir. Bu þartý yaptýktan sonra, sen Kemâlini bulursun. Fakir ve karanlýklý Kamer yerine, haþmetli Güneþ'i bulursun. Fakat sen dahi öteki arkadaþýn gibi, Güneþ'i safi göremezsin. Belki senin aklýn ve felsefen ünsiyyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasýnda ve ilim ve hikmetin nescettiði hicablarýn halfinde ve kabiliyetin verdiði bir renk içinde görebilirsin. Ýþte Reþha-misâl üçüncü arkadaþýnýz ki, hem fâkirdir, hem renksizdir. Güneþ'in hararetiyle çabuk tebahhur eder, enaniyyetini býrakýr, buhara biner, havaya çýkar. Ýçindeki madde-i kesife; nâr-ý aþk ile ateþ alýr, ziya ile nura döner. O ziyanýn cilvelerinden gelen bir þuaa yapýþýr, yanaþýr. Ey Reþha-misâl! Mâdem doðrudan doðruya Güneþ'e âyinedârlýk ediyorsun, sen hangi mertebede bulunsan bulun, ayn-ý Þems'e karþý aynelyakîn bir tarzda, sâfi bakýlacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o Þems'in âsâr-ý acîbesini ona vermekte müþkilat çekmeyeceksin. Ona lâyýk haþmetli evsafýný tereddüdsüz verebilirsin. Saltanat-ý zâtiyesinin dehþetli âsârýný ona vermekte, hiçbir þey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahlarýn darlýðý, ne kabiliyetlerin kaydý, ne âyinelerin küçüklüðü seni þaþýrtmaz; hilâf-ý hakikate sevketmez. Çünki sen safi, hâlis, doðrudan doðruya ona baktýðýn için anlamýþsýn ki, mazharlarda görü- sh: » (S: 355) nen ve âyinelerde müþahede olunan Güneþ deðil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeþit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun ünvanlarýdýr, fakat bütün âsâr-ý haþmetini gösteremiyorlar. Ýþte þu hakikatle karýþýk temsilde böyle baþka baþka üç tarîk ile Kemâle gidilir. Ve o kemâlâtýn mezâyâsýnda ve mertebe-i þuhudun tafsilâtýnda baþka baþkadýrlar. Fakat neticede ve hakka iz'an ve hakikatý tasdikte ittifak ederler. Ýþte nasýl bir gece adamý ki, hiç Güneþ'i görmemiþ. Yalnýz Kamer âyinesinde bir gölgesini görüyor. Güneþ'e mahsus haþmetli ziyayý, dehþetli cazibeyi aklýna sýðýþtýramýyor. Belki görenlere teslim olup taklid ediyor. Öyle de: Veraset-i Ahmediye (A.S.M.) ile Kadir ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmasýna yetiþmeyen, Haþr-i âzamý ve Kýyamet-i Kübrâyý taklidî olarak kabûl eder, «Aklî bir mes'ele deðildir»der. Çünki Hakikat-ý Haþir ve kýyamet, Ýsm-i âzamýn ve Bâzý Esmânýn derece-i âzamýnýn mazharýdýr. Kimin nazarý oraya çýkmazsa taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, Haþir ve Kýyameti, gece gündüz, kýþ ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ý kalb ile kabûl eder. Ýþte þu sýrdandýr ki: Haþir ve Kýyameti en âzam mertebede, en ekmel tafsîlâtla Kur'an zikrediyor ve Ýsm-i âzamýn mazharý olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irþâdýn iktizasýyla, bir derece basit ve ibtidâî bir halde olan ümmetlerine, Haþri en âzam bir derecede, en geniþ bir tafsilâtla ders vermemiþler. Hem þu sýrdandýr ki, bir kýsým ehl-i velâyet Bâzý erkân-ý îmâniyyeyi mertebe-i uzmasýnda görmemiþler veya gösterememiþler. Hem þu sýrdandýr ki, mârifetullahta derecat-ý ârifîn çok tefavüt ediyor. Daha bunlar gibi çok esrar þu hakikattan inkiþaf eder. Þimdi þu temsil, hem bir derece hakikatý ihsas ettiðinden, hem hakikat çok geniþ ve çok derin olduðundan biz dahi temsil ile iktifa ediyoruz. Haddimizin ve tâkatimizin fevkýnde olan esrârâ giriþmeyeceðiz. ÜÇÜNCÜ DAL: Kýyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatýndan ve Bâzý a'malin fazilet ve sevablarýndan bahseden Ehâdîs-i Þerife güzelce anlaþýlmadýðýndan, akýllarýna güvenen bir kýsým ehl-i ilim onlarýn bir kýsmýna zaîf veya mevzu demiþler. Ýmâný zaîf ve enaniyyeti kavî bir kýsým da, inkâra kadar gitmiþler. Þimdi tafsile giriþmeyeceðiz. Yalnýz «Oniki Aslý» Beyân ederiz. Birinci Asýl: Yirminci Söz'ün âhirindeki sual ve cevabda îzah ettiðimiz mes'eledir. Ýcmali þudur ki: Din bir imtihandýr, bir tecrü- sh: » (S: 356) bedir. Ervah-ý âliyeyi, ervah-ý sâfileden tefrik eder. Öyle ise ileride herkese göz ile görülecek vukuatý öyle bir tarzda bahsedecek ki; ne bütün bütün meçhul kalsýn, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsýn. Akla kapý açacak, ihtiyarý elinden almayacak. Zira eðer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i Kýyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa; o vakit kömür gibi bir istidad, elmas gibi bir istidad ile beraber kalýr. Sýrr-ý teklif ve netice-i imtihan zâyî' olur. Ýþte bunun için, Mehdi ve Süfyan mes'eleleri gibi çok mes'elelerde çok ihtilaf olmuþ. Hem rivâyat dahi çok muhteliftir, birbirine zýd hükümler olmuþ. Ýkinci Asýl: Mesâil-i Ýslâmiyenin tabakatý vardýr. Biri bürhân-ý kat'î istese, diðeri bir zann-ý galibî ile iktifa eder. Baþkasý yalnýz bir kabûl-ü teslimî ve reddetmemek ister. Öyle ise, esâsât-ý îmâniyyeden olmayan mesâil-i fer'iye veya vukuat-ý zamâniyyenin herbirinde bir iz'an-ý yakîn ile bir bürhân-ý kat'î istenilmez. Belki yalnýz reddetmemek ve teslimiyetle iliþmemektir. Üçüncü Asýl: Zaman-ý Sahabede Benî Ýsrail ve Nasara ülemâlarýndan çoðu Ýslâmiyete girdiler. Eski mâlûmatlarý dahi onlarla beraber müslüman oldu. Bâzý hilâf-ý vâki mâlûmât-ý sâbýkalarý, Ýslâmiyetin malý olarak tevehhüm edildi. Dördüncü Asýl: Ehadîs-i Þerife râvilerinin Bâzý kavilleri veyahut istinbat ettikleri mânâlarý, metn-i hadîsten telakki ediliyordu. Halbuki insan hatâdan hâlî olmadýðý için, hilaf-ý vâki Bâzý istinbatlarý veya kavilleri hadîs zannedilerek za'fýna hükmedilmiþ. Beþinci Asýl: اِنَّ فِى اُمَّتِى مُحَدَّثُونَ yâni مُلْهَمُونَ sýrrýnca Bâzý ehl-i keþif ve ehl-i velâyet olan muhaddîsîn-i muhaddesûn ilhamlarýyla gelen Bâzý maânî, hadîs telakki edilmiþ. Halbuki ilhâm-ý evliya -Bâzý arýzalarla- hatâ olabilir. Ýþte bu neviden bir kýsým hilâf-ý hakikat çýkabilîr. Altýncý Asýl: Beyn-en nas iþtihar bulmuþ Bâzý hikâyeler bulunuyor ki, durûb-u emsal hükmüne geçer. Hakikî mânâsýna bakýlmaz. Ne maksad için sevkedilir, ona bakýlýr. Ýþte bu neviden beyn-en nâs teârüf etmiþ Bâzý kýssa ve hikâyatý, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir maksad-ý irþadî için, temsil ve kinâye nev'inden zik- sh: » (S: 357) redivermiþ. Þu nevi mes'elelerin mânâ-yý hakikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ý nasa aittir ve teârüf ve tesamu'-u umumîye raci'dir. Yedinci Asýl: Pekçok teþbih ve temsiller bulunuyor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-ý maddiye telâkki ediliyor. Hatâya düþer. Meselâ: «Sevr» ve «Hut» isminde ve âlem-i misâlde sevr ve hut timsalinde berrî ve bahrî hayvânat nâzýrlarýndan iki Melâiketullah, âdeta bir koca öküz ve cismanî bir balýk zannedilerek Hadîse iliþilmiþ. Hem meselâ: Bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses iþitildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: «Bu gürültü, yetmiþ senedir yuvarlanýp tâ ancak bu dakika Cehennem'in dibine düþen bir taþýn gürültüsüdür.» Ýþte bu hadîsi iþiten, hakikata vâsýl olmayan inkâra sapar. Halbuki yirmi dakika o Hadîsten sonra kat'iyen sabittir ki; biri geldi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a dedi ki: «Meþhur münafýk, yirmi dakika evvel öldü.» Yetmiþ yaþýna giren o münafýk Cehennem'in bir taþý olarak bütün müddet-i ömrü tedennide, esfel-i sâfilîne küfre sukuttan ibaret olduðunu gâyet belîgane bir Sûrette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Beyân etmiþtir. Cenâb-ý Hak o vefat dakikasýnda o sesi iþittirip, ona alâmet etmiþtir. Sekizinci Asýl: Cenâb-ý Hakîm-i Mutlak, þu dâr-ý tecrübe ve meydan-ý imtihanda çok mühim þeyleri, kesretli eþya içinde saklýyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar baðlýdýr. Meselâ: Leyle-i Kadri, umum ramazanda; saat-ý icâbe-i duayý, Cum'â gününde; makbul velisini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde ve kýyâmetin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamýþ. Zira ecel-i insan muayyen olsa, yarý ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarýdan sonra daraðacýna adým adým gitmek gibi bir dehþet verecek. Halbuki âhiret ve dünya müvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf u reca ortasýnda bulunmak maslahatý iktiza eder ki; her dakika hem ölmek, hem yaþamak mümkün olsun. Þu halde mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtýr. Ýþte kýyâmet dahi þu insan-ý ekber olan dünyanýn ecelidir. Eðer vakti taayyün etseydi, bütün kurûn-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurûn-u uhrâ dehþette kalacaktý. Ýnsan nasýl hayat-ý þahsiyyesiyle hânesinin ve köyünün bekasýyla alâkadardýr. Öyle de; hayat-ý içtimaiyye ve nev'iyyesiyle, küre-i arzýn ve dünyanýn yaþamasýyla alâkadardýr. Kur'an اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ der. "Kýyamet sh: » (S: 358) yakýndýr" ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakýnlýðýna halel vermez. Zira kýyamet, dünyanýn ecelidir. Dünyanýn ömrüne nisbeten bin veya ikibin sene, bir seneye nisbetle bir-iki gün veya bir-iki dakika gibidir. Saat-ý Kýyamet yalnýz insâniyetin eceli deðil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün. Ýþte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, Kýyâmeti mugayyebât-ý hamseden olarak ilminde saklýyor. Ýþte bu ibham sýrrýndandýr ki, her asýr, hattâ asr-ý hakikatbîn olan Asr-ý Saâdet dahi daima kýyametten korkmuþlar. Hattâ bazýlarý, «Þerâiti hemen hemen çýkmýþ»demiþler. Ýþte bu hakikatý bilmeyen insafsýz insanlar derler ki: «Âhiretin tafsilâtýný ders alan müteyakkýz kalbli, keskin nazarlý olan sahabelerin fikirleri, niçin bin sene hakikattan uzak olarak fikirleri düþmüþ gibi, istikbâl-i dünyevîde bin dörtyüz sene sonra gelecek bir hakikatý asýrlarýnda karîb zannetmiþler?» Elcevab: Çünki Sahabeler, feyz-i sohbet-i nübüvvetten herkesten ziyade dâr-ý âhireti düþünerek, dünyanýn fenasýný bilerek, kýyâmetin ibham-ý vaktindeki hikmet-i Ýlâhiyeyi anlayarak ecel-i þahsî gibi dünyanýn eceline karþý dahi daima muntazýr bir vaziyet alarak, âhiretlerine ciddî çalýþmýþlar. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm «Kýyameti bekleyiniz, intizar ediniz»tekrar etmesi, þu hikmetten ileri gelmiþ bir irþad-ý Nebevîdir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vahyin hükmüyle deðildir ki, hakikattan uzak olsun. Ýllet ayrýdýr, hikmet ayrýdýr. Ýþte Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn bu nevi sözleri hikmet-i ibhamdan ileri geliyor. Hem þu sýrdandýr ki; Mehdî, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eþhaslarý çok zaman evvel hattâ Tâbiîn zamanýnda onlarý beklemiþler, yetiþmek emelinde bulunmuþlar. Hattâ Bâzý ehl-i velâyet «Onlar geçmiþ» demiþler. Ýþte bu da, kýyamet gibi, hikmet-i Ýlâhiye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünki her zaman, her asýr, kuvve-i mâneviyyenin takviyesine medâr olacak ve yeisten kurtaracak «Mehdi» mânâsýna muhtaçtýr. Bu mânâda, her asrýn bir hissesi bulunmak lâzýmdýr. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlýkta nefsin dizginini býrakmamak için, nifakýn baþýna geçecek müdhiþ þahýslardan her asýr çekinmeli ve korkmalý. Eðer tâyin edilseydi, maslahat-ý irþad-ý umumî zâyi' olurdu. Þimdi Mehdi gibi eþhâsýn hakkýndaki rivâyâtýn ihtilâfâtý ve sýrrý þudur ki: Ehadîsi tefsir edenler, metn-i Ehadîsi tefsirlerine ve istinbatlarýna tatbik etmiþler. Meselâ: Merkez-i saltanat o vakit Þam'da veya Medine'de olduðundan, vukuat-ý Mehdiye veya Süfyâniyeyi merkez-i saltanat civarýnda olan Bas- sh: » (S: 359) ra, Kûfe, Þam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmiþler. Hem de o eþhasýn þahs-ý mânevîsine veya temsil ettikleri Cemâate âit âsâr-ý azîmeyi o eþhasýn zâtlarýnda tasavvur ederek öyle tefsir etmiþler ki, o eþhas-ý hârika çýktýklarý vakit bütün halk onlarý tanýyacak gibi bir þekil vermiþler. Halbuki demiþtik: Bu dünya tecrübe meydanýdýr. Akla kapý açýlýr, fakat ihtiyarý elinden alýnmaz. Öyle ise o eþhas, hattâ o müdhiþ Deccal dahi çýktýðý zaman çoklarý, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduðunu bilmez. Belki nur-u îmânýn dikkatiyle, o eþhas-ý âhirzaman tanýlabilir. Alâmet-i Kýyametten olan Deccal hakkýnda Hadîs-i Þerifte «Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyam-ý saire gibidir. Çýktýðý zaman dünya iþitir. Kýrk günde dünyayý gezer.» rivayet ediliyor. Ýnsafsýz insanlar bu rivayete muhal demiþler. Hâþâ þu rivayetin inkâr ve ibtaline gitmiþler. Halbuki وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللَّهِ hakikatý þu olmak gerektir ki: Âlem-i küfrün en kesafetlisi olan þimalde, tabiiyyûnun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ý azîmin baþýna geçecek ve Ulûhiyyeti inkâr edecek bir þahsýn, þimal tarafýndan çýkmasýna iþaret ve þu iþaret içinde bir remz-i hikmet vardýr ki; kutb-u þimalîye yakýn dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Altý ayý gece, altý ayý gündüzdür. «Deccal'ýn bir günü bir senedir.» O daire yakýnýnda zuhuruna iþarettir. «Ýkinci günü bir aydýr» demekten murad, þimalden bu tarafa geldikçe bâzan olur yazýn bir ayýnda güneþ gurub etmez. Þu dahi, Deccal þimalden çýkýp âlem-i medeniyyet tarafýna tecavüzüne iþarettir. Günü Deccal'a isnad etmekle þu iþarete iþaret eder. Daha bu tarafa geldikçe bir haftada güneþ gurub etmiyor. Daha gele gele tulû' ve gurub ortasýnda üç saat devam ediyor. Ben Rusya'da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakýn, bir hafta güneþ gurub etmeyen bir yer vardý. Seyir için oraya gidiyorlardý. «Deccal'ýn çýktýðý vakit, umum dünya iþitecek» olan kaydý, telgraf ve radyo halletmiþtir. Kýrk günde gezmesini de, merkebi olan þimendifer ve tayyare halletmiþtir. Eskiden bu iki kaydý muhal gören mülhidler, þimdi âdi görüyorlar!.. Alâmet-i kýyametten olan Ye'cüc ve Me'cüce ve Sedde dair, bir risalede bir derece tafsilen yazdýðýmdan ona havale edip þurada yalnýz þunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moðol ünvanýyla içtimaat-ý sh: » (S: 360) beþeriyyeyi zîr ü zeber eden taifeler ve Sedd-i Çinî'nin yapýlmasýna sebebiyet verenler, kýyamete yakýn yine anarþistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beþeriyeyi zîr ü zeber edecekleri, rivayetlerde vardýr. Bâzý mülhidler derler: «Bu kadar acaibi yapan ve yapacak taifeler nerede...» Elcevab: Çekirge gibi bir âfât, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim deðiþtikçe memleketi fesada veren kesretli o tâifelerin hakikatlarý, mahdud Bâzý ferdlerde saklanýyor. Yine zamaný geldikçe emr-i Ýlâhî ile o mahdud ferdlerden gâyet kesretli ayný fesad yine baþlar. Gûyâ onlarýn hakikat-ý milliyetleri inceliyor, kopmuyor. Yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor. Aynen öyle de: Bir zaman dünyayý herc ü merc eden o taifeler, izn-i Ýlahî ile mevsimi geldiði vakit ayný o tâife, medeniyet-i beþeriyeyi herc ü merc edecekler. Fakat onlarýn muharrikleri baþka bir Sûrette tezâhür eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ Dokuzuncu Asýl: Mesâil-i îmâniyeden bir kýsmýn netâici, þu mukayyed ve dar âleme bakar. Diðer bir kýsmý, geniþ ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. Amellerin fazilet ve sevabýna dair Ehâdîs-i þerifenin bir kýsmý tergib ve terhibe münasib bir tesir vermek için belâgatlý bir üslûbda geldiðinden, dikkatsiz insanlar onlarý mübalaðalý zannetmiþler. Halbuki bütün onlar ayn-ý hak ve mahz-ý hakikat olduklarýndan mücazefe ve mübalaða, içlerinde yoktur. Ezcümle, en ziyade insafsýzlarýn zihnini kurcalayan þu Hadîstir ki: لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللَّهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ -ev kema kal- meâl-i þerifi: «Dünyanýn Cenâb-ý Hakk'ýn yanýnda bir sinek kanadý kadar kýymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.» Hakikatý þudur ki: عِنْدَ اللّهِ tâbiri, âlem-i bekadan demektir. Evet âlem-i bekadan bir sinek kanadý kadar bir nur mâdem ebedîdir, yeryüzünü dolduracak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayý bir sinek kanadýyla müvazene deðil, belki herkesin kýsacýk ömrüne yerleþen hususî dünyasýný âlem-i bekadan bir sinek kanadý kadar daimî bir feyz-i Ýlâhîye ve sh: » (S: 361) bir ihsan-ý Ýlahîye müvazeneye gelmediði demektir. Hem dünyanýn iki yüzü var; belki üç yüzü var. Biri, Cenâb-ý Hakk'ýn esmâsýnýn âyineleridir. Diðeri, âhirete bakar; âhiret tarlasýdýr. Diðeri, fenâya, ademe bakar. Bildiðimiz, marzî-yi Ýlahî olmayan ehl-i dalâletin dünyasýdýr. Demek Esmâ-i Hüsnânýn âyineleri ve mektûbât-ý Samedâniye ve âhiretin mezraasý olan koca dünya deðil; belki âhirete zýd ve bütün hatîâtýn menþeî ve beliyyâtýn menbaý olan dünyaperestlerin dünyasýnýn âlem-i âhirette ehl-i îmânâ verilen sermedî bir zerresine deðmediðine iþarettir. Ýþte en doðru ve ciddî þu hakikat nerede ve insafsýz ehl-i ilhadýn fehmettikleri mânâ nerede... O insafsýz ehl-i ilhadýn en mübalaða, en mücazefe zannettikleri mânâ nerede... Hem meselâ: Ýnsafsýz ehl-i ilhadýn mübalaða zannettikleri hattâ muhal bir mübalaðâ ve mücâzefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin sevabýna dair ve bâzý Sûrelerin faziletleri hakkýnda gelen rivâyetlerdir. Meselâ: «Fatiha'nýn Kur'an kadar sevabý vardýr.» «Sûre-i Ýhlas sülüs-ü Kur'an» «Sûre-i Ýza Zülziletil-ardu, rubu» «Sûre-i Kul ya eyyühel-kâfirûn rubu», «Sûre-i Yâsin on defa Kur'an kadar» olduðuna rivayet vardýr. Ýþte insafsýz ve dikkatsiz insanlar demiþler ki: «Þu muhaldir. Çünki Kur'an içinde Yâsin ve öteki faziletli olanlar da vardýr. Onun için mânâsýz olur.» Elcevab: Hakikatý þudur ki: Kur'an-ý Hakîm'in herbir harfinin bir sevabý var, bir hasenedir. Fazl-ý Ýlâhîden o harflerin sevabý sünbüllenir, bâzan on tane verir, bâzan yetmiþ, bâzan yediyüz (Âyet-ül Kürsî harfleri gibi), bâzan binbeþyüz (Sûre-i Ýhlas'ýn harfleri gibi), bâzan onbin (Leyle-i Berat'ta okunan âyetler ve makbûl vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bâzan otuzbin (meselâ haþhaþ tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadîr'de okunan âyetler gibi). Ve o gece bin aya mukabil iþaretiyle, bir harfinin o gecede otuzbin sevabý olur anlaþýlýr. Ýþte Kur'an-ý Hakîm, tezâuf-u sevabýyla beraber elbette müvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asýl sevab ile Bâzý Sûrelerle müvazeneye gelebilir. Meselâ: Ýçinde mýsýr ekilmiþ bir tarla farzedelim ki, bin tane ekilmiþ. Bâzý habbeleri yedi sünbül vermiþ farzetsek, herbir sünbülde yüzer tane olmuþ ise, o vakit tek bir habbe bütün tarlanýn iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ: Birisi de on sünbül vermiþ, herbirinde ikiyüz tane vermiþ, o vakit birtek habbe asýl tarladaki habbelerin iki misli kadardýr. Ve hâkezâ kýyas et. Þimdi Kur'an-ý Hakîm'i nuranî, mukaddes bir mezraa-i semâviyye tasavvur ediyoruz. Ýþte herbir harfi asýl sevabýyla birer hab- sh: » (S: 362) be hükmündedir. Onlarýn sünbülleri nazara alýnmayacak. Sûre-i Yâsin, Ýhlas, Fâtiha, Kul ya eyyühel-kâfirûn, Ýza zülziletil-ardu gibi sâir faziletlerine dair rivayet edilen sûre ve âyetlerle müvazene edilebilir. Meselâ: Kur'an-ý Hakîm'in üçyüzbin altýyüzyirmi harfi olduðundan, Sûre-i Ýhlas besmele ile beraber altmýþ dokuzdur. Üç defa altmýþdokuz, ikiyüzyedi harftir. Demek Sâre-i Ýhlas'ýn herbir harfinin haseneleri, binbeþyüze yakýndýr. Ýþte Sûre-i Yâsin'in hurufâtý hesab edilse, Kur'an-ý Hakîm'in mecmu-u hurufatýna nisbet edilse ve on defa muzaaf olmasý nazara alýnsa þöyle bir netice çýkar ki: Yâsin-i Þerif'in herbir harfi takriben beþyüze yakýn sevabý vardýr. Yâni o kadar hasene sayýlabilir. Ýþte buna kýyasen baþkalarýný dahi tatbik etsen, ne kadar lâtif ve güzel ve doðru ve mücazefesiz bir hakikat olduðunu anlarsýn. Onuncu Asýl: Ekser taife-i mahlûkatta olduðu gibi ef'al ve a'mâl-i beþeriyede Bâzý hârika ferdler bulunur. O ferdler eðer iyilikte ileri gitmiþse, o nevilerin medâr-ý fahrleridir, yoksa medâr-ý þeametleridir. Hem gizleniyorlar. Âdeta birer þahs-ý mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sâir ferdlerin herbirisi o olmaða çalýþýr ve o olmak ihtimali var. Demek o mükemmel hârika ferd ise; mutlak, mübhem bulunup heryerde bulunmasý mümkün. Þu ibham îtibariyle mantýkça kaziye-i mümkine Sûretinde külliyetine hükmedilebilir. Yâni, herbir amel þöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, «Kim iki rek'at namazý filan vakitte kýlsa, bir hac kadardýr.» Ýþte iki rek'at namaz Bâzý vakitte bir hacca mukabil geldiði hakikattýr. Herbir iki rek'at namazda bu mânâ külliyet ile mümkündür. Demek þu nevideki rivâyetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî deðil. Zira kabûlün mâdem þartlarý vardýr, külliyet ve daimîlikten çýkar. Belki ya bilfiil muvakkattýr, mutlaktýr veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek þu nevi ehâdîsteki külliyet ise, imkân itibariyledir. Meselâ: «Gýybet, katil gibidir.» Demek gýybette öyle bir ferd bulunur ki, katil gibi bir zehr-i katilden daha muzýrdýr. Meselâ: «Bir güzel söz, bir abdi âzad etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.» Þimdi tergib ve teþvik için o mübhem ferd-i mükemmel, mutlak bir Sûrette her yerde bulunmasýnýn imkânýný, vâki bir Sûrette göstermekle hayra þevki ve þerden nefreti tahrik etmektir. Hem de þu âlemin mikyasýyla âlem-i ebedînin þeyleri tartýlmaz. Buranýn en büyüðü, oranýn en küçüðüne müvazi gelemez. Sevab-ý a'mâl o âle- sh: » (S: 363) me baktýðý için, dünyevî nazarýmýz ona dar geliyor. Aklýmýza sýðýþtýramýyoruz. Meselâ: مَنْ قَرَأَ هذَا اُعْطِىَ لَهُ مِثْلُ ثَوَابِ مُوسَى وَ هَارُونَ yâni: اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ السَّموَاتِ وَ رَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعَالَمِينَ, وَلَهُ الْكِبْرِيَاءُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ السَّموَاتِ وَ رَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعَالَمِينَ, وَلَهُ الْعَظَمَةُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ وَلَهُ الْمُلْكُ رَبُّ السَّموَاتِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ Ýnsafsýz ve dikkatsizlerin en ziyade nazar-ý dikkatini celbeden þu gibi rivayetlerdir. Hakikatý þudur ki: Dünyada dar nazarýmýzla, kýsacýk fikrimizle Mûsa ve Hârun Aleyhisselâmlarýn sevablarýný ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyette Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine birtek virde mukabil vereceði hakikat-ý sevab, O iki zâtýn sevablarýna -fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevablarýna- müsavi olabilir. Meselâ: Bedevî, vahþi bir adam hiç padiþahý görmemiþ. Saltanat haþmetini bilmiyor. Bir köyde bir aðayý nasýl tasavvur eder, o mahdud fikriyle bir pâdiþahý ondan büyükçe bir aða kadar bilir. Hattâ bizde sâde-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardý ki: «Padiþah, kendi ocaðý yanýnda ve tenceresinin baþýnda piþirdiði bulgur çorbasý yanýnda ne yapýyor, bizim aðamýz onu biliyor.» Demek onlar, padiþahý o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir Sûrette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasýný kendi piþiriyor, âdeta bir yüzbaþý haþmetinde farzediyorlar. Þimdi biri o adamlardan birisine dese: «Sen bugün benim için bu iþi yapsan, senin bildiðin padiþah haþmeti kadar sana bir haþmetlik vereceðim.» Yâni bir yüzbaþý kadar bir rütbe vereceðim. O söz hakikattýr. Çünki haþmet-i padiþahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaþýlýk kadar bir þevkettir. sh: » (S: 364) Ýþte dünya nazarýyla dar fikrimizle âhirete müteveccih hakaik-i sevabiyeyi o bedevî adam kadar da düþünemiyoruz. Hazret-i Mûsa (A.S.) ve Hârun'un (A.S.) meçhulümüz olan hakikî sevablarý ile müvazene deðil, -çünki Teþbih kaidesi, meçhulü mâlûma kýyas eder- belki müvazene edilen ve mâlûmumuz olan ve tahminimize giren sevablarýyla bir abd-i mü'minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabýdýr. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeði, Güneþin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark, keyfiyettedir. Hazret-i Mûsa (A.S.) ve Hârun'un (A.S.) deniz-misâl âyine-i ruhlarýna in'ikas eden mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü'minin bir âyetten aldýðý ayný mahiyet-i sevabdýr. Mahiyetçe, kemmiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir. Hem bâzan olur ki; birtek kelime, birtek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmýþ sene hizmetle o açýlmamýþ. Demek Bâzý hâlât oluyor ki, birtek âyet Kur'an kadar faide verebilir. Hem Ýsm-i âzama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn bir âyette mazhar olduðu feyz-i Ýlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile Ýsm-i âzam zýlline mazhar bir mü'min, kendi kabiliyeti itibariyle kemmiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alýyor denilse hilâf-ý hakikat olamaz. Hem de sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sýðýþabilir. Nasýlki bir zerrecik bir þiþede, semâvât nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, Niyyet-i hâlise ile þeffafiyyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semâvât gibi nurânî sevab ve fazilet yerleþebilir. Netice-i Kelâm: Ey insafsýz ve dikkatsiz ve îmâný zaîf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam! Þu «On Aslý» nazara al. Sonra sen hilâf-ý hakikat ve kat'î muhalif-i vâki gördüðün bir rivâyeti bahâne ederek Ehadîs-i Þerifeye ve dolayýsýyla Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn mertebe-i ismetine halel verecek ítiraz parmaðýný uzatma! Zira evvelâ o «On Aslýn» on dairesi, seni inkârdan vazgeçirir. «Hakikî bir kusur varsa bize aittir» derler, Hadîse raci' olamaz. «Eðer hakikî deðilse, senin sû'-i fehmine aittir» derler. Elhasýl: Ýnkâr ve redde gitmek için, þu «On Aslý» tekzib ve ibtal etmek lâzým gelir. Þimdi insafýn varsa bu «On Usûlü» Kemâl-i dikkatle düþündükten sonra, o aklýn hilâf-ý hakikat gördüðü bir hadîsin inkârýna kalkýþma! «Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardýr»de, iliþme. sh: » (S: 365) Onbirinci Asýl: Nasýl Kur'an-ý Hakîm'in müteþabihatý var; tevile muhtaçtýr veyahut mutlak teslim istiyor. Ehadîsin de Kur'anýn müteþâbihâtý gibi müþkilatý vardýr. Bâzan çok dikkatli tefsire ve tâbire muhtaçtýr. Geçmiþ misâllerle iktifâ edebilirsiniz. Evet nasýlki hüþyar olan adam, yatmýþ olan adamýn rü'yasýný tâbir eder. Öyle de: Bâzan uykuda olan bir adam, yanýnda uyanýk olan konuþanlarýn sözlerini iþitiyor, fakat kendi âlem-i menamýna tatbik eder bir tarzda mânâ veriyor, tâbir ediyor. Öyle de: Ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvim edilen insafsýz adam!. Sýrr-ý مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى ve تَنَامُ عَيْنَىَّ وَلاَ يَنَامُ قَلْبِى hükmüne mazhar ve hakikî hüþyar ve yakzan olan Zâtýn gördüðünü sen kendi rü'yanda inkâr deðil, tâbir et. Evet uykuda bir adamý bir sinek ýsýrsa, müdhiþ bir harbde yaralar alýr gibi bir hakikat-ý nevmiye bâzan telâkki eder. Ondan sorulsa, «Hakikaten ben yaralandým. Bana top, tüfek atýldý.» diyecek. Yanýnda oturanlar onun uykusundaki ýzdýrabýna gülüyorlar. Ýþte bu nevm-âlûd nazar-ý gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-i Nübüvvete mihenk olamazlar. Onikinci Asýl: Nazar-ý Nübüvvet ve tevhid ve îmân; vahdete, âhirete, Ulûhiyete baktýðý için, hakaiký ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarý; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktýr. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadý, ehl-i Usûl-üd Din ve ülemâ-i Ýlm-i Kelâm'ýn makasýdý içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. Ýþte onun içindir ki, mevcûdâtýn tafsîl-i mahiyetinde ve ince ahvâllerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmiþler. Fakat hakikî hikmet olan Ulûm-u Âliye-i Ýlahiye ve Uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sýrrý fehmetmeyenler, muhakkikîn-i Ýslâmiyeyi, hüKemâlara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akýllarý gözlerine inmiþ, kesrette boðulmuþ olanlarýn ne haddi var ki, Veraset-i Nübüvvet ile makasýd-ý âliye-i kudsiyeye yetiþenlere yetiþebilsinler. Hem bir þey iki nazar ile bakýldýðý vakit, iki muhtelif hakikatý gösteriyor. Ýkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ý kat'iyesi, Kur'anýn hakaik-i Kudsiyesine iliþemez. Fennin kýsa eli, onun münezzeh ve muallâ damenine eriþemez. Nümune olarak bir misâl zikrederiz: sh: » (S: 366) Meselâ, Küre-i Arz ehl-i hikmet nazarýyla bakýlsa hakikatý þudur ki: Güneþ etrafýnda mutavassýt bir seyyare gibi hadsiz yýldýzlar içinde döner. Yýldýzlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur'an nazarýyla bakýldýðý vakit -Onbeþinci Söz'de izah edildiði gibi- hakikatý þöyledir ki: Semere-i âlem olan insan; en câmi', en bedi' ve en âciz, en aziz, en zaîf, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduðundan, beþik ve meskeni olan zemin; semâya nisbeten maddeten küçüklüðüyle ve hakaretiyle beraber mânen ve san'aten bütün kâinatýn kalbi, merkezi.. bütün mu'cizât-ý san'atýnýn meþheri, sergisi.. bütün tecelliyat-ý Esmâsýnýn mazharý, nokta-i mihrakýyesi.. nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahþeri, ma'kesi.. hadsiz hallâkýyet-i Ýlâhiyenin hususan nebatât ve hayvanâtýn kesretli enva'-ý sagiresinden cevvadane icadýn medârý, çarþýsý ve pek geniþ âhiret âlemlerindeki masnûatýn küçük mikyasta nümunegâhý ve mensucat-ý ebediyenin sür'atle iþleyen tezgâhý ve menazýr-ý sermediyenin çabuk deðiþen taklidgâhý ve besâtîn-i daimenin tohumcuklarýna sür'atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraasý ve terbiyegâhý olmuþtur. Ýþte Arzýn bu âzamet-i mâneviyyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyyesindendir ki, Kur'an-ý Hakîm; semâvata nisbeten büyük bir aðacýn küçük bir meyvesi hükmünde olan Arzý, bütün semâvata karþý küçücük kalbi, büyük kalýba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtý bir kefede koyuyor, mükerreren رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ diyor. Ýþte sâir mesâili buna kýyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur'anýn parlak, ruhlu hakikatleriyle müsâdeme edemez. Nokta-i nazar ayrý ayrý olduðu için, ayrý ayrý görünür. DÖRDÜNCÜ DAL: اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللَّهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِى السَّموَاتِ وَمَنْ فِى اْلاَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَاْلجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَابُّ وَكَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ وَكَثِيرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُ وَمَنْ يُهِنِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍ اِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يَشَاءُ sh: » (S: 367) Þu büyük ve geniþ âyetin hazinesinden yalnýz birtek cevherini göstereceðiz. Þöyle ki: Kur'an-ý Hakîm tasrih ediyor ki: Arþtan ferþe, yýldýzlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyarattan zerrelere kadar herþey Cenâb-ý Hakk'a secde ve ibâdet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibâdetleri, mazhar olduklarý Esmâlara ve kabiliyetlerine göre ayrý ayrýdýr, çeþit çeþittir. Biz onlarýn ibâdetlerinin tenevvüünün bir nev'ini bir temsil ile Beyân ederiz. Meselâ: وَلِلَّهِ اْلمَثَلُ اْلاَعْلَى Azîm bir Mâlik-ül Mülk, büyük bir þehri veya muhteþem bir sarayý bina ettiði vakit, o Zât dört nevi ameleyi onun binasýnda istihdam ve istîmal eder: Birinci nevi: Onun memlûk ve köleleridir. Bu nev'in, ne maaþý var ve ne de ücreti var. Belki onlar seyyidlerinin emriyle iþledikleri her amelde, onlarýn gâyet lâtif bir zevk ve hoþ bir þevkleri vardýr. Seyyidlerinin medhinden ve vasfýndan ne deseler, onlarýn zevkini ve þevkini ziyade eder. Onlar o mukaddes seyyidlerine intisablarýný büyük bir þeref bilerek onunla iktifa ediyorlar. Hem o seyyidin nâmýyla, hesabýyla, nazarýyla iþlere bakmalarýndan da mânevî lezzet buluyorlar. Ücret ve rütbeye ve maaþa muhtaç olmuyorlar. Ýkinci kýsým ki, Bâzý âmi hizmetkârlardýr. Bilmiyorlar niçin iþliyorlar. Belki o Mâlik-i Zîþan onlarý istimal ediyor, kendi fikriyle ve ilmiyle onlarý çalýþtýrýyor. Onlara lâyýk bir cüz'î ücret dahi veriyor. O hizmetkârlar bilmiyorlar ki; amellerine ne çeþit küllî gayeler, âlî maslahatlar terettüb ediyor. Hattâ bazýlarý tevehhüm ediyorlar ki, onlarýn amelleri yalnýz kendilerine ait o ücret ve maaþýndan baþka gayesi yoktur. Üçüncü kýsým: O Mâlik-ül Mülk'ün bir kýsým hayvanatý var. Onlarý o þehrin, o sarayýn binasýnda Bâzý iþlerde istihdam ediyor. Onlara yalnýz bir yem veriyor. Onlarýn da istidadlarýna muvafýk iþlerde çalýþmalarý onlara bir telezzüz veriyor. Çünki Bilkuvve bir kabiliyet ve bir istidad, fiil ve amel Sûretine girse; inbisat ile teneffüs eder, bir lezzet verir ve bütün faaliyetlerdeki lezzet bu sýrdandýr. Þu kýsým hizmetkârlarýn ücret ve maaþlarý, yalnýz yem ve þu lezzet-i mâneviyyedir. Onunla iktifa ederler. sh: » (S: 368) Dördüncü kýsým: Öyle amelelerdir ki; biliyorlar ne iþliyorlar ve ne için iþliyorlar ve kimin için iþliyorlar ve sâir ameleler ne için iþliyorlar ve o Mâlik-ül Mülk'ün maksadý nedir, ne için iþlettiriyor. Ýþte bu nevi amelelerin sâir amelelere bir riyâ set ve nezaretleri var. Onlarýn derecât ve rütbelerine göre derece derece maaþlarý var. Aynen bunun gibi, Semâvat ve Arzýn Mâlik-i Zülcelâli ve dünya ve âhiretin Bâni-i Zülcemâli olan Rabb-ül Âlemîn; -deðil ihtiyaç için.. çünki herþeyin Hâlýký Odur- belki izzet ve âzamet ve rubûbiyetin þuunatý gibi Bâzý hikmetler için, þu kâinat sarayýnda þu dâire-i esbab içinde hem melâikeyi, hem hayvanatý, hem cemadât ve nebatâtý, hem insanlarý istihdam ediyor. Onlara ibâdet ettiriyor. Þu dört nev'i ayrý ayrý vezaif-i ubûdiyetle mükellef etmiþtir. Birinci Kýsým: Temsilde memlûklere misâl, melâikelerdir. Melâikeler ise onlarda mücahede ile terakkiyat yoktur. Belki herbirinin sâbit bir makamý, muayyen bir rütbesi vardýr. Fakat onlarýn nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusalarý var. Nefs-i ibâdetlerinde derecatlarýna göre tefeyyüzleri var. Demek o hizmetkârlarýnýn mükâfatý, hizmetlerinin içindedir. Nasýl insan mâ, hava ve ziya ve gýda ile tegaddi edip telezzüz eder. Öyle de Melekler, zikir ve tesbih ve hamd ve ibâdet ve mârifet ve muhabbetin envarýyla tegaddi edip telezzüz ediyorlar. Çünki Onlar nurdan mahlûk olduklarý için gýdalarýna nur kâfidir. Hattâ nura yakýn olan rayiha-i tayyibe dahi onlarýn bir nevi gýdalarýdýr ki, ondan hoþlanýyorlar. Evet ervâh-ý tayyibe, revayih-ý tayyibeyi sever. Hem melekler, Mâbudlarýnýn emriyle iþledikleri iþlerde ve Onun hesabýyla iþledikleri amellerde ve Onun namýyla ettikleri hizmette ve Onun nazarýyla yaptýklarý nezarette ve Onun intisabýyla kazandýklarý þerefte ve Onun mülk ve melekûtunun mütalaasýyla aldýklarý tenezzühte ve Onun tecelliyat-ý cemâliye ve celâliyesinin müþahedesiyle kazandýklarý tenâ'umda öyle bir saadet-i azîme vardýr ki, akl-ý beþer anlamaz, melek olmayan bilemez. Meleklerin bir kýsmý âbiddirler, diðer bir kýsmýnýn ubûdiyetleri ameldedir. Melâike-i arziyyenin amele kýsmý bir nevi insan gibidir. Tâbir caiz ise, bir nevi çobanlýk ederler. Bir nevi de çiftçilik ederler. Yâni rûy-i zemin, umumî bir mezraadýr. Ýçindeki bütün hayvanatýn taifelerine Hâlýk-ý Zülcelâl'in emriyle, izniyle, hesabýyla, havl ve kuvvetiyle bir melek-i müekkel nezaret eder. Ondan daha küçük herbir nevi hayvanata mahsus bir nevi çobanlýk edecek bir sh: » (S: 369) melâike-i müekkel var. Hem de rûy-i zemin bir tarladýr, umum nebâtat onun içinde ekilir. Umumuna Cenâb-ý Hakk'ýn namýyla, kuvvetiyle nezâret edecek müekkel bir melek vardýr. Ondan daha aþaðý bir melek, bir taife-i mahsusaya nezaret etmekle Cenâb-ý Hakk'a ibâdet ve tesbih eden melekler var. Rezzakýyyet arþýnýn hamelesinden olan Hazret-i Mikâil Aleyhisselâm, þunlarýn en büyük nâzýrlarýdýr. Meleklerin çoban ve çiftçiler mesabesinde olanlarýnýn insanlara müþabehetleri yoktur. Çünki Onlarýn nezaretleri sýrf Cenâb-ý Hakk'ýn hesabýyladýr ve Onun namýyla ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezaretleri, yalnýz Rubûbiyetin tecelliyatýný, memur olduðu nevide müþahede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini o nevide mütalaa etmek ve evâmir-i Ýlâhiyyeyi o nev'e bir nevi ilham etmek ve o nev'in ef'âl-i ihtiyâriyesini bir nevi tanzim etmekten ibarettir. Ve bilhassa zeminin tarlasýndaki nebâtata nezaretleri, onlarýn tesbihat-ý mâneviyyelerini melek lisânýyla temsil etmek ve onlarýn hayatlarýyla Fâtýr-ý Zülcelâl'e karþý takdim ettiði tahiyyat-ý mâneviyelerini melek lisanýyla ilân etmek; hem onlara verilen cihazatý, hüsn-ü istimal etmek ve Bâzý gayelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibarettir. Melâikelerin þu hizmetleri, cüz'-i ihtiyârîleriyle bir nevi kesbdir. Belki bir nevi ubûdiyet ve ibâdettir. Tasarruf-u hakikîleri yoktur. Çünki: Herþeyde Hâlýk-ý Külli Þey'e has bir sikke vardýr. Baþkalarý parmaðýný îcâda karýþtýramaz. Demek, melâikelerin þu nevi amelleri ise, onlarýn ibâdetidir. Ýnsan gibi, âdetleri deðildir. Ve bu saray-ý kâinatta ikinci kýsým amele; hayvanâttýr. Hayvanat dahi, iþtiha sahibi bir nefs ve bir cüz'-i ihtiyârîleri olduðundan amelleri hâlisen livechillâh olmuyor. Bir derece nefislerine de bir hisse çýkarýyorlar. Onun için Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâli Vel-Ýkram Kerîm olduðundan onlarýn nefislerine bir hisse vermek için amellerinin zýmnýnda onlara bir maaþ ihsan ediyor. Meselâ: Meþhur bülbül kuþu (Haþiye) gülün aþkýyla mâruf o hayvancýðý, Fâtýr-ý Hakîm istihdam ediyor. Beþ gaye için onu istimâl ediyor: Birincisi: Hayvanat kabileleri namýna, nebâtat taifelerine karþý olan münasebat-ý þedideyi ilâna memurdur. Ýkincisi: Rahmân'ýn rýzka muhtaç misafirleri hükmünde olan hayvanât tarafýndan bir hatib-i Rabbanîdir ki, Rezzak-ý Kerim ta- ____________________________ (Haþiye): Bülbül þâirane konuþtuðu için, þu bahsimiz de bir parça þâirane düþüyor. Fakat hayal deðil, hakikattýr. sh: » (S: 370) rafýndan gönderilen hediyeleri alkýþlamakla ve ilân-ý sürur etmekle muvazzaftýr. Üçüncüsü: Ebnâ-yý cinsine imdad için gönderilen nebâtata karþý hüsn-ü istikbali herkesin baþýnda izhar etmektir. Dördüncüsü: Nev-i hayvanatýn nebâtata derece-i aþka vâsýl olan þiddet-i ihtiyacýný, nebâtâtýn güzel yüzlerine karþý mübârek baþlarý üstünde Beyân etmektir. Beþincisi: Mâlik-ül Mülk-i Zülcelâli Vel-cemâli Vel-ikram'ýn bârgâh-ý merhametine en lâtif bir tesbihi, en lâtif bir þevk içinde, gül gibi en lâtif bir yüzde takdim etmektir. Ýþte þu beþ gayeler gibi baþka mânâlar da vardýr. Þu mânâlar ve þu gayeler, bülbülün Hak Sübhânehu ve Teâlâ'nýn hesabýna ettiði amelin gayesidir. Bülbül kendi diliyle konuþur. Biz þu mânâlarý onun hazîn sözlerinden fehmediyoruz, melâike ve ruhâniyatýn fehmettikleri gibi... Kendisi kendi naðamatýnýn mânâsýný tamamen bilmese de, fehmimize zarar vermez. «Dinleyen söyleyenden daha iyi anlar» meþhurdur. Hem bülbül, þu gayeleri tafsilâtýyla bilmemesinden olmamasýna delâlet etmiyor. Lâakal saat gibi sana evkatýný bildirir, kendisi bilmiyor ne yapýyor. Bilmemesi senin bildiðine zarar vermez. Amma o bülbülün cüz'î maaþý ise, o tebessüm eden ve gülen güzel gül çiçeklerinin müþahedesiyle aldýðý zevk ve onlarla muhavere ve konuþmak ve dertlerini dökmekle aldýðý telezzüzdür. Demek onun naðamat-ý hazînanesi, hayvanî teellümâttan gelen teþekkiyât deðil, belki ataya-yý Rahmâniyeden gelen bir teþekkürattýr. Bülbüle; nahli, fahli, ankebut ve nemli, yâni arý ve vasýta-i nesil erkek hayvan ve örümcek ve karýnca ve hevâm ve küçük hayvanlarýn bülbüllerini kýyas et. Herbirinin amellerinin bülbül gibi çok gayeleri var. Onlar için de birer maaþ-ý cüz'î hükmünde birer zevk-i mahsus, hizmetlerinin içinde dercedilmiþtir. O zevk ile, san'at-ý Rabbâniyedeki mühim gayelere hizmet ediyorlar. Nasýlki, bir sefine-i Sultaniyede bir nefer dümencilik edip bir cüz'î maaþ alýr. Öyle de, hizmet-i Sübhaniyede bulunan bu hayvanatýn birer cüz'î maaþlarý vardýr. Bülbül bahsine bir tetimme: Sakýn zannetme ki, bu ilân ve dellâllýk ve tesbihatýn naðamatýyla teganni, bülbüle mahsustur. Belki ekser enva'ýn herbir nev'inin bülbül-misâli bir sýnýfý var ki, o nev'in en lâtif hissiyatýný, en lâtif bir tesbih ile en lâtif sec'alarla temsil edecek birer lâtif ferdi veya efrâdý bulunur. Hususan Sinek ve bö- sh: » (S: 371) ceklerin bülbülleri hem çoktur, hem çeþit çeþittirler ki, onlar bütün kulaðý bulunanlarýn en küçük hayvandan en büyüðüne kadar olanlarýn baþlarýnda tesbihatlarýný güzel sec'alarla onlara iþittirip onlarý mütelezziz ediyorlar. Onlardan bir kýsmý leylîdir. Gecede sükûta dalan ve sükûnete giren bütün küçük hayvanlarýn kaside-hân enîsleri, gecenin sükûnetinde ve mevcûdâtýn sükûtunda onlarýn tatlý sözlü nutuk-hânlarýdýr. Ve o meclis-i halvette olan zikr-i hafînin dairesinde birer kutubdur ki, herbirisi onu dinler; kendi kalbleriyle Fâtýr-ý Zülcelâllerine bir nevi zikir ve tesbih ederler. Diðer bir kýsmý, neharîdir. Gündüzde aðaçlarýn minberlerinde, bütün zîhayatlarýn baþlarýnda, yaz ve bahar mevsimlerinde yüksek âvazlarýyla, lâtif naðamat ile, sec'alý tesbihat ile Rahmanurrahîm'in rahmetini ilân ediyorlar. Güya bir zikr-i cehrî halkasýnýn bir reisi gibi iþitenlerin cezbelerini tahrik ediyorlar ki, o vakit iþitenlerin herbirisi lisan-ý mahsusuyla ve bir avâz-ý hususî ile Fâtýr-ý Zülcelâlinin zikrine baþlar. Demek, herbir nevi mevcûdâtýn, hattâ yýldýzlarýn da bir ser-zâkiri ve nur-efþan bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali ve en eþrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasýfça en parlak ve zikirce en etemm ve þükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve Sûretçe en ecmel, kâinat bostanýnda, arz ve semâvâtýn bütün mevcûdâtýný lâtif secaatýyla, leziz naðamatýyla, ulvî tesbihatýyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beþerin andelib-i zîþaný ve benî-Âdemin bülbül-ü zül-Kur'aný: Muhammed-i Arabî'dir. عَلَيْهِ وَ عَلَى اَلِهِ وَ اَمْثَالِهِ اَفْضَلُ الصَّلاَةِ وَ اَجْمَلُ التَّسْلِيمَاتِ Elhasýl: Kâinat sarayýnda hizmet eden hayvanat, kemâl-i itaatle evâmir-i tekviniyyeye imtisâl edip, fýtratlarýndaki gayeleri güzel bir vecihle ve Cenâb-ý Hakk'ýn namýyla izhar ederek hayatlarýnýn vazifelerini bedi' bir tarz ile Cenâb-ý Hakk'ýn kuvvetiyle iþlemekle ettikleri tesbihat ve ibâdât, onlarýn hedâya ve tahiyyatlarýdýr ki; Fâtýr-ý Zülcelâl ve Vâhib-i Hayat dergâhýna takdim ediyorlar. Üçüncü kýsým ameleleri: Nebâtat ve cemâdâttýr. Onlarýn cüz'-i ihtiyârîleri olmadýðý için, maaþlarý yoktur. Amelleri hâlisen livechillâhtýr ve Cenâb-ý Hakk'ýn iradesiyle ve ismiyle ve hesabýyla ve havl ve kuvvetiyledir. Fakat nebâtatýn gidiþatlarýndan hissolunuyor ki, onlarýn vezaif-i telkîh ve tevlidde ve meyvelerin terbiyesinde bir sh: » (S: 372) çeþit telezzüzatlarý var. Fakat hiç teellümata mazhar deðiller. Hayvan muhtar olduðu için, lezzet ile beraber elemi de var. Cemâdât ve nebatâtýn amellerinde ihtiyar gelmediði için, eserleri de ihtiyar sahibi olan hayvanlarýn amellerinden daha mükemmel oluyor. Ýhtiyar sahibi olanlarýn içinde, arý emsali gibi vahy ve ilham ile tenevvür edenlerin amelleri, cüz'-i ihtiyârîsine itimad edenlerin amellerinden daha mükemmeldir. Yeryüzünün tarlasýnda nebâtatýn herbir taifesi, lisan-ý hal ve istidad diliyle Fâtýr-ý Hakîm'den sual ediyorlar, dua ediyorlar ki: «Ya Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün herbir tarafýnda taifemizin bayraðýný dikmekle Saltanat-ý Rubûbiyetini lisanýmýzla ilân edelim ve rûy-i arz mescidinin herbir köþesinde sana ibâdet etmek için bize tevfik ver ve meþhergâh-ý arzýn herbir tarafýnda senin Esmâ-i Hüsnânýn nakýþlarýný, senin bedi' ve antika san'atlarýný kendi lisanýmýzla teþhir etmek için bize bir revaç ve seyahatâ iktidar ver.» derler. Fâtýr-ý Hakîm onlarýn mânevî dualarýný kabûl edip ki, bir taifenin tohumlarýna kýldan kanatçýklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar. Tâifeleri namýna Esmâ-i Ýlâhiyyeyi okutturuyorlar (Ekser dikenli nebâtat ve bir kýsým sarý çiçeklerin tohumlarý gibi). Ve bir kýsmýna da, insana lâzým veya hoþuna gidecek güzel et veriyor. Ýnsaný ona hizmetkâr edip her tarafa ekiyor. Bâzý taifelerine de, hazmolmayacak sert bir kemik üstünde hayvanlar yutacak bir et veriyor ki, hayvanlar onu çok taraflara daðýtýyorlar. Bazýlara da, çengelcikleri verip her temas edene yapýþýyor. Baþka yerlere giderek taifesinin bayraðýný dikerler, Sâni'-i Zülcelâl'in antika san'atýný teþhir ediyorlar. Ve bir kýsmýna da, acý düðelek denilen nebâtat gibi saçmalý tüfek gibi bir kuvvet verir ki, vakti geldiði zaman onun meyvesi olan hýyarcýk düþer, saçmalar gibi birkaç metre yerlere tohumcuklarýný atar, zer'eder. Fâtýr-ý Zülcelâl'in zikir ve tesbihini kesretli lisanlarla söylettirmeye çalýþýrlar ve hâkezâ kýyas et... Fâtýr-ý Hakîm ve Kadir-i Alîm, kemâl-i intizâmla herþeyi güzel yaratmýþ, güzel teçhiz etmiþ, güzel gayelere tevcih etmiþ, güzel vazifelerle tavzif etmiþ, güzel tesbihat yaptýrýyor, güzel ibâdet ettiriyor. Ey insan! Ýnsan isen, þu güzel iþlere, tabiatý, tesadüfü, abesiyeti, dalâleti karýþtýrma; çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma. Dördüncü kýsým: Ýnsandýr. Þu kâinat sarayýnda bir nevi hademe olan insanlar, hem melâikeye benzer, hem hayvanata benzer. Melâikeye, ubûdiyet-i külliyede, nezaretin þümûlünde mârifetin sh: » (S: 373) ihâtasýnda, Rubûbiyetin dellâllýðýnda meleklere benzer. Belki insan daha câmi'dir. Fakat insanýn þerire ve iþtihalý bir nefsi bulunduðundan, melâikenin hilâfýna olarak pek mühim terakkiyat ve tedenniyata mazhardýr. Hem insan, amelinde nefsi için bir haz ve zâtý için bir hisse aradýðý için hayvana benzer. Öyle ise, insanýn iki maaþý var: Biri; cüz'îdir, hayvanîdir, muacceldir. Ýkincisi; melekîdir, küllîdir, müecceldir. Þimdi, insanýn vazifesiyle maaþý ve terakkiyat ve tedenniyatý, geçen Yirmiüç aded Sözlerde kýsmen geçmiþtir. Hususan Onbirinci ve Yirmiüçüncü'de daha ziyade Beyân edilmiþ. Onun için þurada ihtisar ederek kapýyý kapýyoruz. Erhamürrâhimîn'den rahmet kapýlarýný bize açmasýný ve þu Sözün tekmîline tevfikini refik eylemesini niyaz ile, kusurumuzun ve hatâmýzýn afvýný taleb ile hatmediyoruz. BEÞÝNCÝ DAL: Beþinci Dal'ýn «Beþ Meyvesi» var. Birinci Meyve: Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaþým! Muhabbet, þu kâinatýn bir sebeb-i vücududur. Hem þu kâinatýn râbýtasýdýr. Hem þu kâinatýn nurudur, hem hayatýdýr. Ýnsan, kâinatýn en câmi' bir meyvesi olduðu için, kâinatý istilâ edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeði olan kalbine dercedilmiþtir. Ýþte þöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyýk olacak, nihayetsiz bir Kemâl sahibi olabilir. Ýþte ey nefis ve ey arkadaþ! Ýnsanýn havfe ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fýtratýnda dercolunmuþtur. Alâküllihal o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlýk'a müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi, belalý bir musibettir. Çünki: Sen öylelerden korkarsýn ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamýný kabûl etmez. Þu halde havf, elîm bir beladýr. Muhabbet ise, sevdiðin þey, ya seni tanýmaz, Allah'a ýsmarladýk demeyip gider. -Gençliðin ve malýn gibi.- Ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecâzî aþklarda yüzde doksandokuzu, maþukundan þikâyet eder. Çünki: Samed âyinesi olan bâtýn-ý kalb ile sanem-misâl dünyevî mahbublara perestiþ etmek, o mahbûblarýn nazarýnda sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fýtrat, fýtrî ve lâyýk olmayan þeyi reddeder, atar. (Þehvânî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) Demek sevdiðin þeyler ya seni tanýmýyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor. Senin raðmýna müfarakat ediyor. Mâdem öyledir; bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfýn lezzetli bir tezellül olsun. Muhabbetin, zilletsiz bir saadet olsun. sh: » (S: 374) Evet Hâlýk-ý Zülcelâl'inden havf etmek, Onun rahmetinin þefkatýna yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçýdýr; Onun rahmetinin kucaðýna atar. Mâlûmdur ki, bir valide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gâyet lezzetlidir. Çünki: Þefkat sinesine celbediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin þefkatleri, rahmet-i Ýlahiyenin bir lem'asýdýr. Demek havfullahta bir azîm lezzet vardýr. Mâdem havfullahýn böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduðu mâlûm olur. Hem Allah'tan havf eden, baþkalarýn kasavetli, belalý havfýndan kurtulur. Hem Allah hesabýna olduðu için mahlukata ettiði muhabbet dahi firaklý, elemli olmuyor. Evet insan evvela nefsini sever. Sonra akâribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûklarý, sonra kâinatý, dünyayý sever. Bu dairelerin herbirisine karþý alâkadardýr. Onlarýn lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki þu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deveranýnda hiçbir þey kararýnda kalmadýðýndan bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanýyor. Elleri yapýþtýðý þeylerle, o þeyler gidip ellerini paralýyor, belki koparýyor. Daima ýzdýrab içinde kalýr, yahut gaflet ile sarhoþ olur. Mâdem öyledir, ey nefis! Aklýn varsa, bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, þu belâlardan kurtul. Þu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl sahibine mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin, o vakit bütün eþyâyý Onun nâmýyla ve Onun âyinesi olduðu cihetle ýzdýrabsýz sevebilirsin. Demek þu muhabbet, doðrudan doðruya kâinata sarfedilmemek gerektir. Yoksa muhabbet en leziz bir nimet iken, en elîm bir nýkmet olur. Bir cihet kaldý ki, en mühimi de odur ki, ey nefis! Sen, muhabbetini kendi nefsine sarfediyorsun. Sen, kendi nefsini kendine mâbud ve mahbub yapýyorsun. Herþeyi nefsine fedâ ediyorsun, âdeta bir nevi Rubûbiyet veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi, ya Kemâldir; zira Kemâl zâtýnda sevilir. Yahut menfaattýr, yahut lezzettir veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebeb tahtýnda muhabbet edilir. Þimdi ey nefis! Birkaç Sözde kat'î isbat etmiþiz ki; asýl mahiyetin kusur, naks, fakr, acizden yoðrulmuþtur ki; zulmet, karanlýðýn derecesi nisbetinde nurun parlaklýðýný gösterdiði gibi, zýddiyyet itibariyle sen, onlarla Fâtýr-ý Zülcelâl'in Kemâl, Cemâl, Kudret ve Rahmetine âyinedârlýk ediyorsun. Demek ey nefis! Nefsine muhabbet deðil, belki adavet etmelisin veyahut acýmalýsýn veyahut sh: » (S: 375) mutmainne olduktan sonra þefkat etmelisin. Eðer nefsini seversen, çünki: Senin nefsin lezzet ve menfaatin menþeidir, Sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun. O zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-ý nefsiyeyi, nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yýldýz böceði gibi olma. Çünki o, bütün ahbabýný ve sevdiði eþyayý karanlýðýn vahþetine gark eder, nefsinde bir lem'acýk ile iktifa eder. Zira nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün alâkadar olduðun ve bütün menfaatleriyle intifa' ettiðin ve saadetleriyle mes'ud olduðun mevcûdâtýn ve bütün kâinatýn menfaatleri, nimetleri, iltifatýna tabi bir Mahbub-u Ezelî'yi sevmekliðin lâzýmdýr. Tâ, hem kendinin, hem bütün onlarýn saadetleriyle mütelezziz olasýn. Hem Kemâl-i Mutlak'ýn muhabbetinden aldýðýn nihayetsiz bir lezzeti alasýn. Zâten sana, sende senin nefsine olan þedid muhabbetin, Onun zâtýna karþý muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sû'-i istimal edip kendi zâtýna sarfediyorsun. Öyle ise nefsindeki eneyi yýrt, hüveyi göster ve kâinata daðýnýk bütün muhabbetlerin, Onun esmâ ve sýfâtýna karþý verilmiþ bir muhabbettir. Sen sû'-i istimal etmiþsin, cezasýný da çekiyorsun. Çünki: Yerinde sarfolunmayan bir muhabbet-i gayr-ý meþruanýn cezasý, merhametsiz bir musibettir. Rahmanürrahîm ismiyle, hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularýna câmi' bir meskeni, senin cismanî hevesâtýna ihzâr eden ve sâir Esmâsýyla senin ruhun, kalbin, sýrrýn, aklýn ve sâir letâifin arzularýný tatmin edecek ebedî ihsanatýný o Cennet'te sana müheyya eden ve herbir isminde mânevî çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelî'nin, elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat Onun bir cüz'î tecelli-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise o Mahbub-u Ezelî'nin kendi Habibine söylettirdiði þu Fermân-ý Ezelîyi dinle, ittiba et: اِنْ كُنْتُمْ ُتحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ Ýkinci Meyve: Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfat-ý lâhika deðil, belki netice-i nimet-i sâbýkadýr. Evet biz ücretimizi almýþýz. Ona göre hizmetle ve ubûdiyetle muvazzafýz. Çünki: Ey nefis! Hayr-ý mahz olan vücudu sana giydiren Hâlýk-ý Zülcelâl, sana iþtihâlý bir mide verdiðinden Rezzak ismiyle bütün mat'umatý bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuþtur. Sonra sana hassasiyet- sh: » (S: 376) li bir hayat verdiðinden, o hayat dahi bir mide gibi rýzýk ister. Göz, kulak gibi bütün duygularýn, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniþ bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuþtur. Sonra mânevî çok rýzýk ve nimetler isteyen insâniyeti sana verdiðinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniþ bir sofra-i nimet, o mîde-i insâniyetin önüne ve aklýn eli yetiþecek nisbette sana açmýþtýr. Sonra nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddi eden ve insanîyet-i kübrâ olan Ýslâmiyeti ve îmâný sana verdiðinden, daire-i mümkinat ile beraber Esmâ-i Hüsnâ ve sýfât-ý mukaddesenin dairesine þamil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiþtir. Sonra îmânýn bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-ý mütenâhî bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiþtir. Yâni, cismâniyetin itibariyle küçük, zaîf, âciz, zelîl, mukayyed, mahdud bir cüz'sün. Onun ihsanýyla cüz'î bir cüz'den, küllî bir küll-ü nurânî hükmüne geçtin. Zira hayatý sana vermekle, cüz'iyetten bir nevi külliyete ve insâniyeti vermekle hakikî külliyete ve Ýslâmiyeti vermekle ulvî ve nurani bir külliyete ve mârifet ve muhabbeti vermekle muhit bir nura seni çýkarmýþ. Ýþte ey nefis! Sen bu ücreti almýþsýn. Ubudiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlý, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki, buna da tenbellik ediyorsun. Eðer yarým yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kâfi gelmiyormuþ gibi, çok büyük þeyleri mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem «Niçin duam kabûl olmadý» diye nazlanýyorsun. Evet, senin hakkýn naz deðil, niyazdýr. Cenâb-ý Hak Cennet'i ve saadet-i ebediyeyi, mahz-ý fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen, daima rahmet ve keremine iltica et. Ona güven ve þu fermaný dinle: قُلْ بِفَضْلِ اللَّهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ Eðer desen: «Þu küllî hadsiz nimetlere karþý nasýl þu mahdud ve cüz'î þükrümle mukabele edebilirim?» Elcevab: Küllî bir niyetle, hadsiz bir îtikad ile... Meselâ: Nasýlki bir adam beþ kuruþ kýymetinde bir hediye ile, bir padiþahýn huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara deðer hediyeler, makbul adamlardan gelmiþ, orada dizilmiþ. Onun kalbine gelir: «Benim hediyem hiçtir, ne yapayým?» Birden der: «Ey seyyidim! Bütün þu kýymetdar hediyeleri kendi namýma sana takdim ediyorum. Çünki: Sen onlara lâyýksýn. Eðer benim iktidarým olsaydý, bunlarýn bir mis sh: » (S: 377) lini sana hediye ederdim.» Ýþte hiç ihtiyacý olmayan ve raiyetinin derece-i sadakat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabûl eden o pâdiþah, O bîçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzu sunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatýný, en büyük bir hediye gibi kabûl eder. Aynen öyle de: Âciz bir abd, namazýnda «Ettahiyyâtü lillâh» der. Yâni: Bütün mahlukatýn hayatlarýyla sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesabýma, umumunu sana takdim ediyorum. Eðer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem sen onlara, hem daha fazlasýna lâyýksýn. Ýþte þu niyet ve îtikad, pek geniþ bir þükr-ü küllîdir. Nebâtatýn tohumlarý ve çekirdekleri, onlarýn niyetleridir. Hem meselâ: Kavun, kalbinde nüveler Sûretinde bin niyyet eder ki, «Ya Hâlýkým! Senin Esmâ-i Hüsnânýn nakýþlarýný yerin bir çok yerlerinde ilân etmek isterim.» Cenâb-ý Hak gelecek þeylerin nasýl geleceklerini bildiði için, onlarýn niyetlerini bilfiil ibâdet gibi kabûl eder. «Mü'minin niyeti, amelinden hayýrlýdýr.» Þu sýrra iþaret eder. Hem سُبْحَانَكَ وَ بِحَمْدِكَ عَدَدَ خَلْقِكَ وَ رِضَآءَ نَفْسِكَ وَ زِنَةِ عَرْشِكَ وَ مِدَادِكَلِمَاتِكَ وَ نُسَبِّحُكَ بِجَمِيعِ تَسْبِحَاتِ اَنْبِيَآئِكَ وَ اَوْلِيَآئِكَ وَ مَلئِكَتِكَ gibi hadsiz adedle tesbih etmenin hikmeti þu sýrdan anlaþýlýr. Hem nasýl bir zâbit, bütün neferatýnýn yekûn hizmetlerini kendi namýna padiþaha takdim eder. Öyle de: Mahlûkata zabitlik eden ve hayvanat ve nebatâta kumandanlýk yapan ve mevcûdât-ý arziyyeye halifelik etmeye kabil olan ve kendi hususî âleminde kendini herkese vekil telakki eden insan, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ der. Bütün halkýn ibâdetlerini ve istianelerini, kendi nâmýna Mâbud-u Zülcelâl'e takdim eder. Hem سُبْحَانَكَ بِجَمِيعِ تَسْبِحَاتِ جَمِيعِ مَخْلُوقَاتِكَ وَ بِاَلْسِنَةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ der. Bütün mevcûdâtý kendi hesabýna söylettirir. Hem اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَآئِنَاتِ وَ مُرَكَّبَاتِهَا der. Herþey sh: » (S: 378) nâmýna bir salâvat getirir. Çünki herþey, Nur-u Ahmedî (A.S.M.) ile alâkadardýr. Ýþte tesbihatta, salâvatlarda hadsiz adedlerin hikmetini anla. Üçüncü Meyve: Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen ve herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faideli görmek istersen ve âdetini ibâdete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen, Sünnet-i Seniyeye ittiba et. Çünki: Bir muamele-i þer'iyeye tatbik-i amel ettiðin vakit, bir nevi huzur veriyor. Bir nevi ibâdet oluyor. Uhrevî çok meyveler veriyor. Meselâ: Birþeyi satýn aldýn. Îcab ve kabûl-i þer'iyeyi tatbik ettiðin dakikada, o âdi alýþ-veriþin bir ibâdet hükmünü alýr. O tahattur-u hükm-ü þer'î bir tasavvur-u vahiy verir. O dahi, Þârii düþünmekle bir teveccüh-ü Ýlahî verir. O dahi, bir huzur verir. Demek Sünnet-i Seniyeye tatbik-i amel etmekle bu fâni ömür, bâki meyveler verecek ve bir hayat-ý ebediyeye medâr olacak olan faideler elde edilir. فَآمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ الَّذِى يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ fermânýný dinle. Þeriat ve Sünnet-i Seniyenin ahkâmlarý içinde cilveleri intiþar eden Esmâ-i Hüsnânýn herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ý câmi' olmaða çalýþ... Dördüncü Meyve: Ey nefis! Ehl-i dünyaya, hususan ehl-i sefahete, hususan ehl-i küfre bakýp sûrî zînet ve aldatýcý gayr-ý meþru lezzetlerine aldanýp taklid etme. Çünki: Sen onlarý taklid etsen, onlar gibi olamazsýn. Pek çok sukut edeceksin. Hayvan dahi olamazsýn. Çünki: Senin baþýndaki akýl, meþ'um bir âlet olur. Senin baþýný daima döðecektir. Meselâ: Nasýlki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbasý bulunur. O elektrikten teþa'ub etmiþ ve onunla baðlý küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiþ. Þimdi birisi o büyük elektrik lâmbasýnýn düðmesini çevirip ziyayý kapatsa, bütün menziller derin bir karanlýk içine ve bir vahþete düþer. Ve baþka sarayda büyük elektrik lâmbasýyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbalarý, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasýnýn düðmesini çevirerek ka- sh: » (S: 379) patsa, sâir menzillerde ýþýklar bulunabilir. Onunla iþini görebilir, hýrsýzlar istifade edemezler. Ýþte ey nefsim! Birinci saray, bir müslümandýr. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasýdýr. Eðer Onu unutsa, el'iyazübillah kalbinden Onu çýkarsa, hiçbir peygamberi daha kabûl edemez. Belki hiçbir kemâlâtýn yeri ruhunda kalamaz, hattâ Rabbini de tanýmaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler, karanlýða düþer ve kalbinde müdhiþ bir tahribat ve vahþet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahþete mukabil hangi þeyi kazanýp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup o tahribat zararýný onunla tâmir edersin? Halbuki ecnebiler, o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ýn nurunu kalblerinden çýkarsalar da, kendilerince Bâzý nurlar kalabilir veya kalabilir zannederler. Onlarýn mânevî Kemâlât-ý ahlâkiyelerine medâr olacak Hazret-i Mûsa ve Ýsa Aleyhimesselâm'a bir nevi îmânlarý ve Hâlýklarýna bir çeþit îtikadlarý kalabilir. Ey nefs-i emmâre! Eðer desen: «Ben, ecnebi deðil, hayvan olmak isterim.» Sana kaç defa söylemiþtim: «Hayvan gibi olamazsýn. Zira kafandaki akýl olduðu için, o akýl geçmiþ elemleri ve gelecek korkularý tokatýyla senin yüzüne, gözüne, baþýna çarparak dövüyor. Bir lezzet içinde bin elem katýyor. Hayvan ise, elemsiz güzel bir lezzet alýr, zevkeder. Öyle ise, evvelâ aklýný çýkar at, sonra hayvan ol. Hem كَاْلاَنْعَامِ بَْل هُمْ اَضَلُّ sille-i tedibini gör.» Beþinci Meyve: Ey nefis! Mükerreren söylediðimiz gibi; insan, þecere-i hilkatin meyvesi olduðundan, meyve gibi en uzak ve en câmi' ve umuma bakar ve umumun cihet-ül vahdetini içinde saklar bir kalb çekirdeðini taþýyan ve yüzü kesrete, fenâya, dünyaya bakan bir mahlîktur. Ubûdiyet ise, onun yüzünü fenadan bekaya, halktan Hakk'a, kesretten vahdete, müntehadan mebde'e çeviren bir hayt-ý vuslat, yahut mebde' ve müntehâ ortasýnda bir nokta-i ittisaldir. Nasýlki tohum olacak kýymettar bir meyve-i zîþuur, aðacýn altýndaki zîruhlara baksa, güzelliðine güvense, kendini onlarýn ellerine atsa veya gaflet edip düþse, onlarýn ellerine düþecek, parçalanacak, âdi bir tek meyve gibi zayi' olacak. Eðer o meyve, nokta-i is- sh: » (S: 380) tinadýný bulsa, içindeki çekirdek, bütün aðacýn cihet-ül vahdetini tutmakla beraber aðacýn bekasýna ve hakikatýnýn devamýna vasýta olacaðýný düþünebilse, o vakit o tek meyve içinde birtek çekirdek, bir hakikat-ý külliye-i daimeye, bir ömr-ü bâki içinde mazhar oluyor. Öyle de: Ýnsan, eðer kesrete dalýp kâinat içinde boðulup dünyanýn muhabbetiyle sersem olarak fânilerin tebessümlerine aldansa, onlarýn kucaklarýna atýlsa, elbette nihayetsiz bir hasârete düþer. Hem fenâ, hem fâni, hem ademe düþer. Hem mânen kendini îdam eder. Eðer lisan-ý Kur'andan kalb kulaðýyla âman derslerini iþitip baþýný kaldýrsa, vahdete müteveccih olsa, ubûdiyyetin mi'racýyla arþ-ý Kemâlâta çýkabilir. Bâki bir insan olur. Ey nefsim! Mâdem hakikat böyledir ve mâdem Millet-i Ýbrahimiyedensin (A.S.) Ýbrahimvari لآَاُحِبُّ اْلاَفِلِينَ de. Ve Mahbub-u Bâki'ye yüzünü çevir ve benim gibi þöyle aðla: (Buradaki Farisî beyitler, Onyedinci Söz'ün ikinci makamýnda yazýlmakla burada yazýlmamýþtýr.) * * * Link to comment Share on other sites More sharing options...
Recommended Posts