Alle Aktivitäten
Dieser Stream aktualisiert sich automatisch
- Gestern
-
Im Schwitzkasten der Gesellschaft – Soziologie und Psychologie des Wrestlings Zum Bestellen: https://www.awin1.com/cread.php?awinmid=14158&awinaffid=1056401&ued=https%3A%2F%2Fwww.thalia.de%2Fshop%2Fhome%2Fartikeldetails%2FA1077194682 Im Schwitzkasten der Gesellschaft – Soziologie und Psychologie des Wrestlings Wrestling ist ein weltweites Phänomen zwischen Sport, Theater und sozialem Experiment. Dieses Buch öffnet den Blick hinter die Seile und nimmt Sie mit auf eine Reise durch die Geschichte, Soziologie, Psychologie und Faszination des Wrestlings. Von den goldenen Zeiten der Territorien bis zur globalen Dominanz, von japanischen Ritualen bis zur mexikanischen Maskentradition, von Kindheitsfantasien bis zu Social-Media-Inszenierungen. Erfahren Sie, welche Rolle das Publikum spielt, warum Helden fallen und wiederauferstehen, wie Familien-Dynastien und Rivalitäten das Geschäft prägen, wie Wrestling uralte Rituale und moderne Mythen vereint, welche psychologischen und soziologischen Kräfte hier am Werk sind, warum die Geschichten aus dem Ring unsere Ängste, Sehnsüchte und Hoffnungen widerspiegeln und was dieses Spektakel über unsere Sehnsüchte, Konflikte und Werte verrät. Dabei geht es aber auch um Machtspiele, gekränkte Egos, gebrochene Helden und die ewige Suche nach Anerkennung. Es geht um Aufstieg und Fall, um Helden und Verräter, um die dunklen Seiten des Ruhms und die psychologischen Dramen, die sich im Schatten des Rings abspielen. Von manipulierten Karrieren über Machenschaften, hier wird Wrestling zu einem Spiegel der Gesellschaft. Dieses Buch verbindet die spektakuläre Welt des Wrestlings mit tiefen soziologischen und psychologischen Einblicken. Es ist eine Reise in die Köpfe der Stars, der Fans und in die Strukturen einer Industrie.
-
İzin Mevsimi, Karne Heyecanı ve Kültürel Kimlik: Avrupa’da Yaşayan Ailelerin Gözünden Bir Bakış Avrupa’da yaşayan Türk aileleri için yılın belki de en sabırsızlıkla beklenen zamanı, izin mevsimi. Yaz tatili yaklaştıkça hem valizler hazırlanıyor hem de kalpler kıpır kıpır oluyor. Ama bu dönem, sadece güneş, deniz ve memleket havası demek değil. Aynı zamanda çocuklarımızın karne aldığı, aile içi sohbetlerin, değerlendirmelerin arttığı, duyguların yoğunlaştığı, belki de en hassas ve düşündürücü dönemlerden biri. Bu süreci sadece dışarıdan bir “tatil” olarak görmek bir eksiklik olur. Çünkü işin içinde psikolojik derinlikler, sosyolojik katmanlar ve kültürel kırılmalar da var. Karne ve Başarı: Ailenin Aynası mı, Çocuğun Kimliği mi? Şöyle bir sahne gözünüzde canlandırın: Okulun son günü. Çocuklar ellerinde karnelerle eve geliyor. Kimisi heyecanla gösteriyor, kimisi ise göz ucuyla bakıyor tepkileri tartmak için. İşte tam da burada başlıyor asıl mesele. Karne dediğimiz belge, sadece ders notlarını göstermiyor. Birçok göçmen aile için o karne, kendi ebeveynlik becerilerinin de bir özeti gibi görülüyor maalesef. Başkalarıyla kıyas ve rakiplik belgesi haline geliyor adeta. Örneğin “Bakın biz buraya çocuklarımız başarılı olsun diye geldik” algısı çok yaygın. Hâliyle karne sadece çocuğun değil, ailenin de notu gibi algılanıyor. Bu durum çoğu zaman çocuklara ağır bir yük bindiriyor. Çünkü karne, onların gözünde bir başarı göstergesi olmaktan çıkıyor, bir çeşit sevgi ve kabul belgesi hâline geliyor. Yani çocuğun zihninde şöyle bir denklem kuruluyor: “İyi not = Sevgi kazanımı”. Ve bu denklem zamanla iç motivasyonu törpülüyor, özgüveni sadece başarıya endeksli hâle getiriyor. İzin Mevsimi ve Memleket Ziyaretleri: Tatil mi, Kimlik Yenileme mi? Peki ya tatil? Valizler hazır, astronomik rakamlarla pahalı uçak biletleri alınmış, memleket yolu göründü. Ama bu da sanıldığı kadar sade bir mesele değil. Özellikle ikinci ve üçüncü kuşak çocuklarımız için Türkiye’ye yapılan ziyaretler, sadece “tatile gitmek” değil, kim olduklarını, nereye ait olduklarını sorguladıkları içsel bir yolculuğa dönüşüyor. Çocuklar Türkiye’ye gittiklerinde bir yandan akrabalarını, dedelerini, ninelerini görüyor, kuzenleriyle oynuyor, ama bir yandan da kendilerine yöneltilen “Sen nerelisin?” sorusuyla karşılaşıyorlar. Bu soru, dışarıdan basit görünse de çocukların kafasında fırtınalar koparıyor. Çünkü Avrupa’da “yabancı”, Türkiye’de “Alamancı” muamelesi görmek, onların aidiyet duygusunu zedeliyor. “Ben nereye aitim?” sorusu, kimlik bunalımının temelini oluşturuyor. Kimi çocuklar bu yolculukta köklerine daha sıkı sarılıyor, ama kimileri ise iki kültür arasında sıkışıp kalıyor. Ne tam burada, ne tam orada… Bu da uzun vadede çifte aidiyet duygusuna, hatta yer yer hiçbir yere ait hissedememe gibi tehlikeli bir boşluğa yol açabiliyor. Bu boşluk ise psikolojik olarak özgüven sorunlarına, kimlik karmaşasına ve içsel çatışmalara zemin hazırlıyor. Kültürel Kimlik ve Eğitim Arasındaki Denge Çocuklarımız Avrupa’da akademik olarak başarılı olmaya çalışırken, diğer yandan kendi kültürel köklerinden kopmamak için çaba gösteriyor. Ama bu çaba, sadece yaz tatillerine bırakıldığında yetersiz kalıyor. Kimlik dediğimiz şey, bir iki haftalık Türkiye ziyaretleriyle değil, her gün yaşanarak, her gün hissedilerek gelişiyor. Sosyolojik açıdan kimlik, sadece nereli olduğunu bilmek değil, aynı zamanda bu aidiyetin ne anlama geldiğini çözümlemektir. Bu yüzden kültürel aktarım yıl boyunca devam etmelidir. Gelenekleri yaşatmak bu sürecin temel taşlarıdır. Kimliğini bilen çocuk, hayatta daha sağlam durur. Utanmaz, çekinmez. Nereden geldiğini bilen çocuk, nereye gideceğini de daha iyi bilir. Köprü Kurmak: İki Kültürü Birleştirmek Mümkün Avrupa’da yaşayan Türk ailelerin en büyük gücü, iki farklı kültür arasında köprü kurma potansiyelleridir. Batı’nın ve doğu’nun değerleri arasında bir denge kurmak, aslında bir zorluk değil, büyük bir zenginliktir. Bu iki kültürün güçlü yanlarını harmanlayan bir yaşam tarzı, hem çocukların kimlik gelişimini destekler hem de toplumsal uyumu kolaylaştırır. Önemli olan, bir kültürü diğerine üstün görmek değil, her iki kültürün de sunduğu değerleri saygıyla kabul edip içselleştirmektir. Böylece çocuklarımız, nerede yaşarlarsa yaşasınlar, hem kendilerine hem de çevrelerine güvenle bakan bireyler olarak yetişebilirler. Sonuç: Yaz Tatilinden Öte Bir Yolculuk Özetle, izin mevsimi, karne heyecanı ve memleket ziyareti denilince akla sadece tatil, notlar veya valizler gelmemeli. Bu dönem, Avrupa’da yaşayan Türk aileleri için hem bir muhasebe hem de bir yeniden yapılanma sürecidir. Hem bireysel hem de toplumsal anlamda kimliklerin gözden geçirildiği, aile bağlarının yeniden şekillendiği, bazen sorgulandığı ama her hâlükârda derinleştiği özel bir zamandır. Ve unutmayalım, başarı sadece bir karnedeki notla ölçülmez. Asıl başarı, çocuklarımızın kendilerini tanımaları, sevmeleri, saygı duymaları ve kimliklerini bilinçli taşımalarıdır. Türkiye’ye giderek kimliğimizi yaşatabiliriz ama esas olan, o kimliği Avrupa’nın tam ortasında da yaşatabilmektir. Dr. Cemil Şahinöz, Referans Dergisi, Temmuz-Ağustos 2025
-
(03.10.2025) Avrupa’daki Türk Kökenli Siyasetçilerin Kimlik Çatışması Avrupa’daki Türk Kökenli Siyasetçilerin Kimlik Çatışması 80’li senelerde Avrupa’da doğan türkler bilirler. Örneğin Almanya’da doğup büyüyen gençlere orada “Alamancı” derlerdi, Türkiye’deyse “Yabancı”. Bu ikili durum dizilere, filimlere bile konu olmuştur. Alamancı’nın kıyafeti başkaydı, saçı başkaydı, yürüyüşü bile farklıydı. Esnaf daha 500 metre öteden tanırdı onu. “Heh, bu kesin Almancı” derdi içinden. Ama en çok da bu kimlik çatışmasını bugün siyasete atılan Türk kökenli insanlar yaşıyor. Onlar iki dünyanın beklentileri arasında sıkışıyor. Türk toplumu diyor ki: “Anavatanını savun.” Yaşadıkları ülkenin toplumuysa, “Bize benzeyen bir figür ol” talebinde bulunuyor. İki taraftan da aynı cümle geliyor: “Bizim vekilimizsin.” Ve orada siyasetçi kalakalıyor. Kendi kendine sormaya başlıyor: “Ben kimi temsil ediyorum?” Bazen bu sorular dolaylı geliyor, bazen de doğrudan: “Berlin mi, Ankara mı?” Bu soru öyle sıradan bir “Memleketin neresi?” sorusu da değil. Bu soru, siyasetin yönünü soruyor. Kimlik, durduğun yer, temsil ettiğin çizgi… Hepsi test ediliyor sürekli. Mesela Türkiye’yle ilgili güncel bir konu açılıyor ve taraf olman bekleniyor. Ama vereceğin cevap ne yaparsan yap iki tarafı da memnun etmiyor. Ya bir taraf diyor “Asimile olmuş bu”, ya da diğer taraf “Bu daha entegrasyon sağlayamamış.” Ortaya çıkıyor bizim meşhur söz: Ne lahana ne turşu… Önyargılar Aidiyet meselesi ne yazık ki hâlâ tek yönlü algılanıyor: Ya bizdensin, ya onlardan. Ortası yok. Bu durumda da fikirler değil, kimlik ön plana çıkıyor. O da yetmezmiş gibi, bir de önyargılar devreye giriyor. Ağızdan çıkan her kelime, her cümle çekiştiriliyor. Mevlana’nın 700 yıl önce söylediği şey bugün hâlâ geçerli: “Senin ne söylediğin değil, karşındakinin ne anladığı önemli.” Schutz von Thun yıllar sonra aynısını söylemiş, ama Mevlana çoktan yazmıştı bunu. Medya da bu işin tuzu biberi. Malcolm X boşuna dememiş: “Medya, suçluyu kahraman, kahramanı hain ilan edebilir.” Örnek mi? Almanya’da bir türk kökenliye önce uyum ödülü verdiler, sonra yıllar içinde aynı kişiyi vatana ihanetle suçladılar. Bu güvensizlik ortamı yüzünden ne oluyor? Partiler bu siyasetçileri vitrine koyuyorlar ama karar mekanizmasına almıyorlar. Güzel bir fotoğraf vermesi yeterli onlar için. Eğer bu kişinin dini hassasiyetleri varsa, geçmişte bazı camilerde ya da derneklerde bulunmuşsa, hemen bir fısıltı yayılıyor: “Acaba gizli ajandası mı var?” Sürekli bir güvensizlik hali… Ve bu insanlar her adımda kendini savunmak zorunda kalıyor. Halbuki bir siyasetçinin geçmişte STK’larda, derneklerde yer alması çok normal. Zaten siyasete atılanların çoğu toplumun içinden geliyor. Aktif insanlar siyasete yöneliyor. Bu kadar basit. Değerler siyaseti Peki çözüm ne? Çözüm, bu kimlik çatışmasına ve önyargılara karşı çok yönlü bir kimlik geliştirmek. Kültürler arasında köprü kuran bir kimlik. Her iki topluma da değer katan bir kimlik. Zor mu? Evet, zor. Ama imkânsız değil. Ve bu bir zayıflık değil, tam tersine bir zenginliktir. Bu tutum bir sadakatsizlik de değildir. Artık köken siyaseti değil, değer siyaseti lazım. Nereden geldiğin değil, neyi savunduğun önemli. Sadece aynı kökten geliyoruz diye değerlerimiz uymuyorsa desteklemek zorunda değiliz. Ya da biri farklı kökten diye, bizimle aynı fikirdeyse reddetmek zorunda değiliz. Dr. Cemil Şahinöz, Öztürk Gazetesi, Ekim 2025
-
https://dai.ly/x9stcg4
-
https://dai.ly/x9stcg6
-
https://dai.ly/x9stcfw
-
https://dai.ly/x9stdm0
-
https://dai.ly/x9stcfy
-
https://dai.ly/x9stcge
-
https://dai.ly/x9stcgc
-
(12.11.2007) ALLAH’TAN KORKMAK NE DEMEKTİR? ALLAH’TAN KORKMAK NE DEMEKTİR? İnsanoğlu korku duygusuyla yaratılmıştır. Korku, insanı koruyan, hataya düşmekten alıkoyan ve dikkatini diri tutan bir duygudur. Ancak Allah’tan korkmak, bir canavardan korkmak gibi değildir. Bu korku, bir tehditten değil, bir sevgiden doğar. Çünkü Allah korkusu, O’nun sevgisini kaybetme korkusudur. Bu, insanı kaçıran değil, O’na yaklaştıran bir duygudur. SEVGİDEN DOĞAN BİR KORKU Bir çocuk annesini çok sever. Ancak annesinin sevgisini kaybetmekten de korkar. O korku, annesinin onu cezalandırmasından değil, artık onun sıcak gülümsemesini görememekten gelir. Allah korkusu da tam olarak budur. Mümin, Rabbine derin bir sevgiyle bağlanır. Onun rızasından uzak kalmak, kalbinde büyük bir sızı oluşturur. Bu yüzden Allah’tan korkan insan aslında en çok seven insandır. Çünkü korkusu sevgisinden beslenir. ALLAH KORKUSU İNSANI GÜZELLEŞTİRİR Gerçek Allah korkusu, insanı kötülükten uzaklaştırır ve kalbini güzelleştirir. Bu korku, insanı ürkütmez, aksine kalbine huzur verir. Çünkü Allah’tan korkan kişi bilir ki, O affedicidir, merhametlidir ve kullarına şah damarından daha yakındır. Böyle bir insan başkalarına da merhametle yaklaşır, kimseyi kırmaz, adaletten şaşmaz. Onun gözünde her davranış, Allah’ın rızasıyla ölçülür. KORKU VE SEVGİNİN DENGESİ Kur´an-ı Kerimde korku ve ümit dengesinden bahsedilir: “Onlar korkarak ve ümit ederek Rablerine dua ederler“ (Kur´an, 32:16). Peygamber Efendimiz de bir gün ölüm döşeğinde yatan bir gencin yanına gider ve ona halini sorar. Genç, “Ey Allah’ın elçisi, ben Allah’ın (rahmetini) umuyor, ancak günahlarımdan (dolayı ahirete intikal etmekten) korkuyorum” diye cevap verir. Peygamber Efendimiz ise kendisine: “Bunların ikisi (korku ve ümit) bu halde bir kişinin kalbinde birlikte bulunduğunda Allah ona umduğunu verir ve korktuğu şeyden korur” (Tirmizi, Cenaiz, 11, H. No: 983; İbn Mace, Zühd, H. No: 4402) der. Cennetle müjdelenen Hz. Ömer der ki: “Mahşer günü deseler ki herkes cennete girecek. Ama sadece bir kişi cehenneme girecek. O bir kişi ben miyim diye korkarım. Yine deseler ki herkes cehenneme girecek ama sadece bir kişi cennete girecek. O bir kişi ben miyim diye ümitlenirim.” Dolayısıyla iman sahibi bir insanın kalbi iki kanatla uçar. Biri sevgi, diğeri korkudur. Sadece sevgisi olan kişi hataya düşebilir, sadece korkusu olan ise umudunu kaybedebilir. Gerçek denge, bu iki duygunun birlikte yaşanmasıyla mümkündür. Allah’tan hem sevmekle hem de korkmakla insan, hem umutla yaşar hem de sınırlarını bilir. SONUÇ: KORKMAK DEĞİL, KAYBETMEKTEN KORKMAK Allah’tan korkmak, sadece O’nun azabından dehşete kapılmak değil, O’nun sevgisinden mahrum kalmaktan endişe etmektir. Bu korku, kalbi eğitir, ruhu olgunlaştırır ve insanı Rabbine daha çok yaklaştırır. Tıpkı annesinin sevgisini kaybetmekten korkan bir çocuğun, annesinin kollarına daha sıkı sarılması gibi. Gerçek mümin de Allah’tan korktukça O’na daha çok yaklaşır. Cemil Şahinöz
- Früher
-
Im Islam ist der Handel mit Kryptowährungen umstritten. Viele Gelehrte halten Bitcoin & Co. für nicht halal, weil sie stark spekulativ sind, keinen inneren Wert besitzen und oft für Zinsgeschäfte oder Glücksspielzwecke genutzt werden. Andere Gelehrte erlauben sie, wenn sie als legitimes Tauschmittel genutzt werden und keine verbotenen Elemente enthalten. Fazit: Es hängt von der Absicht, Nutzung und Art des Handels ab, also nur mit Vorsicht und islamischem Wissen investieren.
