Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Empfohlene Beiträge

[h=1]Cemaat mi, Parti mi?[/h]Doğru cevabı bulmak için soruyu geniş bir açının içine yerleştirelim. Her ikisinden geriye ne kalacak? Tarih bilinci olanlar, bugüne de geleceğe de, yaşanan ve yaşanacak bir tarih olarak bakarlar. Her şey geçici. Bugün varız, yarın yokuz. Baki olan Allah.

Peki bizden, bugünden, kurumlarımızdan, yaptıklarımızdan geriye neler kalacak? Yüz yıl sonra, bugünlerin tarihini anlatanlar hangilerini önemseyip hatırlanmaya değer bulacaklar? Haklı çıkmak, tarihe bir not düşmek çaresizlerin tesellisi; doğrusu tarihi yapmak, geleceği inşa etmek ve başarmak olmalı.

Su, yolunu yani tarikini bulamazsa ortalık bataklığa dönüşür. Bu mümbit topraklarda suyu doğru mecraına akıtmak, insanlara hayat alanları açmak ve bu arada biriken çamuru yoğurup şekil vermek tarih boyunca gönül ehli adamların görevi oldu. İnsanlar rızalarıyla bir araya gelip, dayanışma içine girdikleri zaman ortaya bir cemaat çıkar. Yüzyıllardır bu topraklarda cemaatler, dinî hayat ekseninde şekillenmiş, toplum önderleri de din adamları olmuştur. “Cemaatler STK olamaz” diyenler, sadece bu toplumsal tarihe değil, aynı zamanda dünyaya da yabancılar. Kendi işini kendisi gören sivil toplumun bizdeki karşılığı cemaatlerdir. Tarikatları da, belli bir tarihî geleneği sürdüren bir cemaat türü olarak kabul edersek, içinde yaşadığımız toplum boşluk bırakmadan cemaatler tarafından iğne oyası gibi örülmüştür. Ortak payda gönüllülük esasına dayanmaktır. Gönüllülük esasına dayanarak gönüller inşa ediyorlar. Hiçbiri hiç kimseyi kavgaya, yıkmaya çağırmıyor. Tarih boyunca bu toplum temel dengelerini, menfaatler değil gönüller üzerine kurmuş. Dinî cemaatleri çekip çıkardığınız zaman bu topraklarda bir arada yaşama kültürü adına neredeyse hiçbir şey kalmaz. Bin yıl önce bir din büyüğü, yanına dervişlerini alıp, köyler şehirler kuruyor. Türbeleri üzerinden hatıralarına gösterilen saygı, toplumun hâlâ onların bıraktığı izi takip etmelerinden. Laik siyasî kimliğin bu topluma yabancılaşmasının en önemli sebebi, bu cemaatlerin karşıladığı hayati rolü kavrayamamaları oldu. Tekke ve zaviyeler kapatılınca, bireylerin toplumsallaşma kanallarının kapılarına birer bekçi konulmuş oldu. Sonuç? Kendi tarihsel ve doğal toplumsal çevresine yabancılaşmış ve bugün kendisini savunmasız gören seçkin azınlıklar dışında bu yasak kimseyi etkilemedi. “Cemaatler STK değildir” dediklerine göre, hâlâ bu gerçekliğin çok uzağında yaşıyorlar.

Evet, haklı çıkmak yeterli değil; geleceği inşa etmek lazım. Bediüzzaman yüz yıl önce, Türkleri, Arapları ve Kürtleri ittihada davet ederken haklıydı; ama çaresizdi. Geçen bir asırda Arap âleminin başına gelenler onu haklı çıkardı. Sonra, sabırla gönüller inşa etmeye girişti. Bugün elimizde olanlar üzerinde onun payını kim inkâr edebilir?

Hizmette yarış devam ediyor. Bediüzzaman gibi, öngörüleri çok sağlam olanlar greyder gibi önümüzü açıyor; bir dünya inşa ediyor. Kimi, eski bilindik usullerde geleneği sürdürüyor. Kimse öksüz-yetim kalmıyor. Siyaset ise hep kendi mecrasında ilerliyor; eline geçirdiği güce karşı rakip tanımıyor. Sadece hükmetmek istiyor. Siyasete, dinî referanslarla bakanların, -laik kimlik sahipleri de dahil- bu vesile ile yanıldıkları da ortaya çıkıyor. Hükümet’inki dinî siyaset mi? Sadece siyaset, hükümranlık alanını genişletirken toplumun refleksleri ile karşı karşıya geliyor. Gezi’de de aynı çatışma yaşanmadı mı?

Kaybetmemek kazanmak demek değildir. Böyle bir karşılaşmada, toplum da, onun örgütlü hali olan cemaat de kaybetmez. Kazanamayacak olan ise her zaman partilerdir. Hiçbir siyasetçi kazanamayacağı savaşa girmez. Cemaatler bin yıldır devam eden canlı bir gelenek, öbür tarafta kısa ömürlerinden parti mezarlığına intikal eden çok sayıda siyasî partimiz duruyor.

Tekrar yüz yıl sonrasına bakalım. Acaba kimin diktiği ağaç, yaptığı köprü veya yol ve öngördüğü gelecek ayakta kalacak?

 

Müntaz´er Türköne, Zaman, 11.08.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • Antworten 423
  • Erstellt
  • Letzte Antwort

Top-Benutzer in diesem Thema

Top-Benutzer in diesem Thema

Veröffentlichte Bilder

[h=1]Cemaatlerin alanı![/h]Demokrasinin “süreçlerle ilgili krizi” çerçevesinde cemaatler ve siyasi katılım konularını ele alırken zorunlu olarak “cemaat-stk” ilişkisini de ele almak gerekiyor.

Cemaatler dini referansla tarihsel örgütlenme modellerine göre modern ve postmodern kentte var olmaya çalışırlarken, şekil şartları açısından stk’larla benzerlik gösterirler. Bir toplumsal grup veya sosyal etkinliğin “sivil toplum” tanımına girebilmesinin üç şekil şartı var: Hükümet-dışı, gönüllü ve özerk olması.

Stk’ların “din-dışı” olması ağırlıklı olarak Avrupa’nın yaşadığı tarihsel tecrübeye mahsustur. Aynı kültürel mirası paylaşan Amerika’da 20 bin civarında olduğu tahmin edilen sivil kuruluşun tümü “din-dışı” değildir, tam aksine kahir ekseriyeti dini referans ve motivasyonlarla faaliyet göstermektedirler. Dahası kimi kaynaklara göre müntesiplerinin sayısı 70 milyona baliğ olan Evanjelikler sadece “sivil alan”da değil, Amerikan politik ve idari hayatı, ekonomisi, eğitim sistemi, sinema ve medyası üzerinde de belirgin etkiye sahiptirler. Hatta Neoconların geri planda dış politikayı Evanjeliklere göre planladıkları, Reagan’dan Bush’a Amerika’yı yönetenlerin birer Evanjelik oldukları sır değil.

Kıta Avrupası’nın siyasi telakkisine göre teşekkül etmiş muhafazakar partilerin, ılımlı veya sert laikliği referans alan diğer partiler gibi cemaatleri neden demokratik karar süreçleri dışına çıkarmaya çalıştıkları önemli bir sorudur. Kesinlikle bundan bir cemaatin “yürütmeye ortak” olmasını kastetmiyorum, ama herhangi bir baskı ve çıkar grubu ya da stk gibi eğer cemaatler de vergi verip oy kullanıyorsa karar süreçleri üzerinde etkili olmak isteyebilirler, bu bir haktır.

Burada sorun büyük ölçüde bizde şekillenen siyasetin ve partilerin Avrupa’ya özgü demokraside verili kategorilerden biriyle kendi kimliklerini tanımlamaktan kaynaklanıyor. Özellikle Anglosaksonlardan çok Fransız siyasi geleneğinden etkilenenler bu konuda çok daha radikal tutum alırlar. Bu çerçevede “dine, dini referans alan partilere veya cemaatlere” karşı tutum alışta sol-sosyalist, Marxist, liberal veya milliyetçi partilerle muhafazakar demokrat partiler arasında mahiyet farkı değil, derece farkı bulunmaktadır. Aydınlanmanın iktidarı “göklerden yere indirip kralda veya halkta topladığı telakki”ye göre, siyasi aktörler “dindar-mütedeyyin” olsalar bile siyasette ve kamusal politikaların tespitinde dini referans almazlar; cemaatleri de karar süreçleri dışında tutmaya çalışırlar.

Teorinin siyasi partilere büyük avantajlar sağladığında hiç kuşku yok. Ne kadar aksi iddia edilirse edilsin, Aydınlanma’nın geleneği içinde partiler siyasi modernleşmenin en etkili enstrümanlarıdır, birinci derecede modern-ulus devlete, ikinci derecede iktidara taşımak istedikleri sınıflara aittirler. Partiler -hele bizde- devlet gibi yukarıdan aşağı doğru örgütlenirler, doktrinleri kabul edilmiş siyasetlerden birine -merkez sağ, merkez sol veya sağ ve solun uçlarına- dayanır ve en önemlisi “lider eksenli”dirler. Merkezi kontrol eden partiler, tabii ki siyaset ve idare aygıtı üzerinden toplumu, bu arada cemaatleri de kontrol etmek isterler. Bu kombinezonda cemaat siyasi talepte bulunduğunda “Sen cemaatsin, orda dur, işine gelmiyorsa parti kur sahaya in” der. Ancak bu sorunu çözmüyor, çünkü ne iktidar toplumun bütününü doğru algılayabiliyor ne aşağıdan-toplumdan gelen sahici taleplerin ifadesine mecra açıyor. Bu demokrasinin temel bir krizidir.

Yeni bir siyasete ihtiyacımız var. İslam dünyası kendi tarihsel tecrübesine uygun şu formül üzerinde mutabakata varabilirse kriz aşılabilir: Topluma ait fonksiyonların tümü topluma bırakılmalı, devlet bu alanlardan elini çekmeli. Osmanlı’da toplumsal fonksiyonları gören yaklaşık 345 bin vakıf vardı. Bunlar gönüllüydü, özerkti ve hükümet dışıydı, ama devlete ve hükümetlere de karşı değildi.

Burada “toplum”dan farklı din ve mezheplerin, cemaat veya seküler stk ve demokratik derneklerin içinde yer aldığı zengin bir sosyal yelpazeyi kastediyorum. Topluma ait fonksiyonları topluma -bu zengin yelpazeyi- bıraktığımızda etnik, mezhep veya azınlık sorunu da büyük ölçüde çözülmüş olur.

 

 

Ali Bulac, Zaman, 12.08.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Din, cemaatler ve siyaset

 

Cemaatler ve siyaset konusu, özellikle son yıllarda Türkiye’nin gündeminden düşmüyor.

 

Bazıları, cemaatlerin sivil toplum kuruluşları olmadıklarını iddia ediyor; bazıları, cemaatleri siyasete fazla müdahil olmakla suçluyor; bazıları, cemaatler siyasetle ilgilenemez hükmü veriyor. Böylesi yargılamalarda cemaat denirken kastedilen, daha ziyade dinî/İslâmî cemaatler. Öyleyse meseleye cemaatlerin temeli olan Din açısından baktığımızda karşımıza çıkan gerçek şudur:

Kur’ân-ı Kerim’in Hz. Rasûl’ün (s.a.s.) misyonunu anlatan bir âyeti, Din’in de aslî temellerini ortaya koyar: “Size, kendi içinizde, bizzat kendinizden bir rasûl gönderdik: size (kendisine vahyettiğimiz, ayrıca iç dünyanızdaki, kâinattaki, eşya ve hadiselerdeki) âyetlerimizi okuyor, anlatıyor; sizi arındırıyor; size Kitab’ı ve hikmeti öğretiyor ve size bilmediğiniz (fakat bilmeniz gereken) ne varsa hepsini öğretiyor.” (Bakara Sûresi/2: 151) Bu tarif içinde Din’in temelinde Kelâm’ın ve Kudret’in vahyini, yani İlâhî Kitab’ı, insanı, kâinatı ve hadiseleri okuma ve anlatma; insanların zihinlerini yanlış bilgi ve kabullerden, kalblerini günahlardan temizleme ve insanlara Kitab’ı, hikmeti ve dünya ve bilhassa Âhiret saadeti adına bilmediklerini öğretme yatar. Tarihte bu temel misyonla gönderilen rasûller tebliğlerini yapmış ve ortaya üç netice çıkmıştır: Bazı rasûllere çok az insan iman etmiş, bir hicret imkânı da ortaya çıkmamış ve Cenab-ı Allah (c.c.), bu rasûlleri ve mü’minleri kurtararak, diğerlerini helâk etmiştir. Bazı rasûller, fert ve toplum temelinde içeriden bir ıslahat gerçekleştirmişlerdir. Bazı rasûller için hicret yolu açılmış ve onlar misyonlarına başka diyarlarda devam etmiş, bunlardan bazıları, ilk yurtlarını daha sonra muzaffer olarak Din’e dahil kılmışlardır.

Görülüyor ki, siyaset ve siyasî iktidar, Din’in temelinde mutlak bir kaide olarak yoktur. Siyasî iktidar, ancak halkın kabulü ile olur; Medineli Ensâr, Peygamber Efendimiz’i (s.a.s.) liderleri olarak kabul etmemiş olsalardı, Peygamber Efendimiz’in bir Medine dönemi olmayacaktı. Siyasî iktidara yürümeyen rasûller, vazifelerini yine tam olarak yapmışlardır. Hz. Davud (a.s.) ve Hz. Süleyman (a.s.) gibi aynı zamanda halife ve melik olan rasûller, bu vazife de kendilerine verilmeseydi yine rasûldüler. Din adına bu temel kaide sebebiyledir ki, İslâm tarihinde Hz. Ali efendimiz’den (r.a.) sonra Peygamberî hilâfet hilâfetin saltanatına dönüşünce Müslüman taban, ilim ve maneviyat etrafında kümelendi ve ortaya bir yandan bütün ihtişamlarıyla dinî ilimler, kevnî ilimler ve tasavvuf, diğer yandan, Müslüman tabanın kendisini cemaatler, tarikatlar olarak ifade etme vâkıası çıktı. Âlimler ve mürşidler, siyasetle aralarına belli bir mesafe koydular ve siyaseti nasihatlarıyla ve halk tabanı arkalarında olarak meşrû çizgiye yöneltmeye, meşrû çizgide tutmaya çalıştılar. Din’in sözü edilen temelleri etrafında bütün toplumu kucaklamaya çalışan cemaatlerin, tarikatların mensupları içinde elbette yönetim kademelerinde, hayatın bütün ünitelerinde yer alanlar da oldu ve her zaman da olacaktır. Dolayısıyla, İslâm’ın bugünlere gelmesinde ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde varlığını ve hayatiyetini korumasında asıl misyonu cemaatler, tarikatlar gördü. Bu, Din’in öz mahiyetinin sonucudur. O bakımdan, cemaatler, tarikatlar, en has ve gevşek dokulu sivil toplum kuruluşları olduğu gibi, varlıklarını Kıyamet’e kadar sürdürecek ve İslâm’ın on dört asırlık tarihinde yüzlerce iktidarı ve siyasî partileri eskittikleri gibi, yine yüzlerce iktidarı ve siyasî partileri eskiterek varlıklarını devam ettireceklerdir.

 

 

Ali Ünal, Zaman, 12.08.2013

 

 

 

----------------

 

 

 

 

[h=1]Rusya, Gülen hareketi ve Erdoğan

[/h]Yeni Türkiye'nin en önemli iki aktörü: Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen...

Yeni Türkiye'nin en önemli meselesi: Erdoğan hükümeti ile Gülen hareketi arası ilişkiler...

Toplumda bu ayrışmanın karşılığı yok.

İşin en tuhaf yanı günümüzün bu en önemli meselesinin boyutlarını tam olarak bilen insan sayısı çok çok az. Çok ince ve hassas bir mesele bu. Toplum nezdinde zaten bu konuda hiçbir şey anlaşılmıyor. Yukarı seviyelerdeki ayrışmanın toplum tabanında karşılığı yok. Toplumun dindar çoğunluğu özellikle Gezi kalkışmasından sonra "Yeniden eski rejim günlerine döner miyiz?" diye kaygılı ve Erdoğan etrafında kenetlenmiş halde...

Rus istihbaratının operasyonu

Geçen haftalarda Gülen Hareketi için çok önemli bir olay Camia'nın Rusya hinterlandı ayağında yaşandı. Rus istihbaratının uzantısı olarak görev yapan bir kadın gazeteci Gülen'e bağlı okulların eski SSCB coğrafyasının tamamında kapatılması için bir medya operasyonuna girişti. Amacı Gülen okullarının kapısına kilit vurmak isteyen Rus istihbaratı için ortam hazırlamak ve kamuoyu desteği yaratmaktı. Gazetesinde bu konuda çarpıtılmış bir haber yaptığı gibi Rus televizyonunda da Gülen'in ve okullarının ne kadar tehlikeli olduğunu anlattı. Haliyle binbir emekle Rusya hinterlandında okullar açan Gülen Hareketi bu kirli operasyondan çok ürktü ve etkilendi. Rus istihbaratının son dönemdeki bir diğer amacı da Erdoğan hükümetiyle Gülen Hareketi arasındaki limoni ilişkilerden hareketle "Gülen tehlikesi vardır" yönünde Erdoğan'dan onay almaktı. Eğer bu onay alınsaydı, yani Rus coğrafyasında tüm Gülen okullarının kapatılmasının özellikle "Türk-Rus ticari ilişkilerine" zarar vermeyeceği konusunda garanti alınsaydı bütün bu okullar kapatılacak ve tüm Camia mensupları da Rusya'dan sınırdışı edilecekti...

Karşılarında Erdoğan'ı buldular

Başbakan Erdoğan'ın yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti asla böyle operasyonlara izin vermez,vermedi de. Yurtdışındaki Gülen varlığına en ufak zarar vermek isteyenler karşılarında her seferinde Erdoğan'ı buluyor. Hiç şüphe yokki Gülen Hareketi'ne bağlı Türk okulları bu ülkenin gurur kaynağıdır.Vatanından uzakta nefsini sıfır merkeze alarak, binbir fedakarlıkla çalışan insanlar gerçek anlamda Muhabbet Fedaileri'dir.

Geçen sene Petersburg'a gitmiş ve Rus istihbaratının kovmak istediği bu Muhabbet Fedaileri ile görüşmüştüm. Ali Ertuğrul, Bekir ve diğer kardeşlerim yaşadıkları zorlukları anlattılar. 28 Şubat sürecinde Rusya'dan yüklü oranda silah alan Genelkurmay'ın bunun karşılığı Türk okullarının kapatılmasını istediğini anlattılar. Rus Dışişleri'nin bu konuda resmi yazısını gösterdiler. Utandım... Bu ülke öyle rezil günlerden geçti ki Türk okulları bizzat Türk devleti ve ordusu tarafından "üstüne para verilerek" kapattırıldı...

Camia medyası nereye?

Bu Muhabbet Fedaileri'nin anlattığına göre kimi Türk gazeteciler Rusya'ya gelip, okulların kapatılması için lobi yapıyor ve "Müslüman Türklerin Rusları eğitmek için okul açması kanıma dokunuyor" diyecek kadar kendi ülkelerinden nefret ediyorlardı. Ve geçen haftalarda inanılmaz birşey oldu... Bahsi geçen, bu sömürge beyinli Ergenekoncu gazetecilerden biri, Camia mensubu biri tarafından Camia'nın bir gazetesinde sadece Erdoğan-karşıtı olduğu için övüldü! Bunun üstüne başka söze gerek var mı?. Bu konuya devam edeceğiz...

 

 

Rasim Ozan Kütahyali, Sabah, 13.08.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Yahu siz çekilin bir aradan![/h]Çok değil birkaç sene önce, önemli bir siyasî figür gazeteyi ziyaret etti. Daha hoş beş diyemeden Başbakan Tayyip Erdoğan aleyhine verip veriştirmeye başladı.

Söyledikleri tenkit çizgisini aşıyor, yaralayıcı noktalara doğru gidiyordu. Dayanamadım, “Keşke bu kadar ağır konuşmasanız, bu kadar sert ve incitici lafların size de ülkeye de faydası yok.” demek zorunda kaldım. Pek hoşuna gitmemişti; ama ne yaparsın, iş büsbütün çığırından çıkıyordu. Şimdi durum ne mi? O, şimdi AK Parti'nin önemli adamlarından biri oldu. Söylediklerini hem çevresi unuttu, hem kendisi. İyi ki de unuttu; çünkü ne siyasî nezaket o ağır sözleri taşıyabilirdi, ne kardeşlik hukuku...

Son seçimlerden birkaç gün önce mühim bir köşe yazarı ile dertleşiyorduk. O sırada Taraf'ta bir iddia dile getirilmişti: Şayet AK Parti yüzde 50'nin altına düşerse bazı komutanlar darbe davaları için hükümete ağır baskı yapacak, oy oranı yüzde 50 civarında olursa komutanlar istifa edecekti. Nitekim iddia doğru çıktı ve Necdet Paşa dışındaki bütün kuvvet komutanları istifa etti... Kâbus senaryolarını tahayyül ederek, “İnşallah oylar yüzde 50 civarında olur da demokrasiye bir balyoz daha inmez.” dedim. Benimkisi demokrasinin devamına yönelik bir temenni idi sadece. Bizim mahallenin tecrübeli yazarı bu düşünceme şiddetle karşı çıktı. O da verdi veriştirdi Başbakan'a. Ona göre parti 40'larda kalmalıydı ki haddini bilsin. Ağır laflar etti. Bir şey demedim; zira o, AK Parti'ye bizden daha yakındı. Yakın ama uzak. Şimdi el üstünde tutuluyor ve ha bire “cemaat analizi” (!) yaparak diğer dostlarını ötekileştirmeye çalışıyor, yürek dağlıyor, gönül kırıyor...

Sadece siyaset ve medyada mı bu gidişat? Hayır. Birkaç yıl önce bir bürokrat, “Bunların akıbeti Menderes'ten kötü olacak!” diye gürlüyordu. Pervasızlığı ile koridorları çınlatan bu bürokrat, lafın ne manaya geldiğini tabii ki biliyordu. Neyse, zaman değişti, devran başka bir denklemin doğmasına vesile oldu ve o şahıs önemli bir yere getirildi. “Eski ülkücü” diye tercih edilen o kişi, şimdi “cemaat” diye yaftalanıp tasfiye edilen meslektaşlarının koltuğunda oturuyor. Otursun. Takdir onu tercih edenlerin; lakin vaktiyle hiçbir beklentiye girmeden kelle koltukta hizmet edenler de bu kadar rencide edilmesin; zira onların dostluğu konjonktürden değil yürekten...

DÜN NEREDEYSEK, BUGÜN DE ORADAYIZ

Örnekleri çoğaltmaya, sözü uzatmaya gerek yok. Hangi birini sayacaksın. Bizzat işittim, mesleğin popüler bir siması, “Bu AKP'lilerden bir cacık olmaz, bunlardan sıtkım sıyrıldı.” diyordu. Adam, tiksinerek bahsettiği partide şimdilerde baş tacı ediliyor. Sayın Başbakan, Kars'taki heykel için “ucube” dediğinde hem Erdoğan'a hem partiye öfke kusan, şimdi mevsimlik tetikçi rolüne soyundu ve ha bire AK Parti'ye yaslanıp cemaate saydırmakla meşgul. Yaşını başını almış adamların bilge kisvesine bürünerek iki kitleyi birbirine düşürmek için hince yazılar yazmasının da samimiyetle, fikrin namusu ile hiçbir ilgisi yok. Kısa bir süre öncesine kadar karanlık odalardan muhafazakâr kitlelere karşı kara operasyon yapanlar şimdi bir taraftan AK Parti'ye güzelleme yapıyor, diğer taraftan da fitne üstüne fitne çıkararak ‘cemaat'i linç etmeye kalkışıyor. İstihbarat(lar)ın elinde melabe olmuş birileri de ‘cemaat'e karşı 28 Şubat gibi bir tasfiye yapıldığını ve bunun devam edeceğini gururla söylüyor... Sonra da bozacılarla şıracılar el ele vererek AK Parti'ye şirin görünüp ‘cemaat'i ötekileştirmeye kalkıyor.

“Eee siz nerdesiniz?” diyorsanız cevabım net: Dün nerdeysek bugün de oradayız. Üzüntülerimize, burukluğumuza rağmen oradayız. Zıt istikametlere gittiğini düşünenler bir metre yol aldığında iki metrelik mesafe kat edildiğini sanır. Oysa yerinde duran, uçurumun derinleşmesini önler. Dün, bütün demokratik gayretlerin en hararetli destekçisiydik; bugün de öyle! Ülke hayrına atılan her adım (kim atarsa atsın) desteği de, alkışı da hak etmektedir. Yanlış gördüğümüz her konuda (ve herkese karşı) fikrimizi dürüstçe söylemeyi hem dostluğumuzun hem de ülke sevdamızın gereği olarak görüyoruz. Bu niyetimizin doğru anlaşılabilmesi için fitne gayretlerinin abartısına ve operasyonuna takılmamak gerekiyor. Her bir iddiaya cevap vermek imkânsız; ama o lafların safi zihinlerde iz bırakmasına göz yummak da bir başka vebal. Fitne ateşinin içinden geçerken bazı insanlar gıybet, yalan ve iftiralar nedeniyle kendi kendilerini helak edebilir. Böyle zor zamanlarda asıl yapılması gereken, nefse karşı mukavemet etmek, hakkı tavsiye etmek ve sabırlı olma yolunu tercih etmektir.

Hükümet ile camia(lar) arasında görüş ayrılıkları olamaz mı? Tabii ki olur. Hatta olmalıdır ki istişarenin bereketi zuhur etsin. Hazret-i Peygamber'in, “Ümmetimin ihtilafı rahmettir.” sözü, farklı yaklaşımlardan rahmete yol bulma tavsiyesi değil midir? Arada ciddi bir sorun varsa bunun çözüm şekli bellidir; çok eski yıllara dayanan arkadaşlık ve kardeşlik hukuku devreye girer, ihtilaftan rahmet devşirilir. Zerre kadar dava çilesi çekmemiş fitne cambazlarının kurduğu çadır tiyatrosuna gerek yok. Şahsi menfaatleri uğruna belli yerlerde mevzi tutmuş kişilerin yol haritası çıkarmasına da gerek yok. Sosyal gerçekliği olan bir kitle ile siyasi gerçekliği olan bir partinin kendine mahsus iletişim yolları vardır daima. Bazı sorunları bahane ederek egolarını tatmin edenler hem sırtını dayadıkları yapıya hem Türkiye'ye zarar veriyor. Üstelik sakil de kaçıyor. O yüzden işgüzar birilerine, “Siz çekilin aradan kardeşim; riyakârlığın âlemi yok!” demek gerekiyor.

Panorama

Birisi Hocaefendi için durduk yerde “Soros” dedi. Ya da röportajı yapan Rus öyle demiş o da tasdik etmiş. Aynı kapıya çıkar. Reha Muhtar sağ olsun. Rus röportajcının (!) ne mal olduğunu gözler önüne serdi ve neden mülakatı yarıda kestiğini anlattı. Muhtar'ı okuyunca Rus gazetecinin gazetecilik dışı faaliyetler içinde olduğunu ve mülakat yaptığı kişilerin ağzından istediği lafı nasıl kopardığını net bir şekilde anlamış olduk. Sayın Başyazar Bey bu gerçeği gördüyse problem yok. Değilse kariyerinde kocaman bir gedik açılmış oldu...

İstihbarat adına devremülk köşe yazarlığı yapan birileri, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un cezasını da cemaate fatura edebildi ya; helal olsun. Güya Başbuğ, AK Parti'nin kapatılmaması için Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt ile çok çalışmış. Halbuki Paksüt, AK Parti'nin kapatılması yönünde oy vermişti. Trajikomik bir iddia. Nitekim AK Parti milletvekili ve eski gazeteci Şamil Tayyar, parti kapatma davasında Başbuğ'un rolünü açık açık anlattı, konjonktürel partizanlar boşluğa yuvarlandı...

Eleştiriler haklı; referandumdaki en hararetli konu olan yargıdaki değişim yerle bir ediliyor. Ya o gün söylenenler doğruydu ya da bugün. Yargıtay, Danıştay ve HSYK'nın yapısı referandumda değiştirilirken Venedik kriterleri ileri sürülmüş, halk da yüzde 58 destek vererek anayasa değişikliği yapmıştı. Şimdiki taslak yargıyı tepeden tırnağa siyasallaştırıyor. Değişiklik kabul edilirse hâkim ve savcıların oy kullanmasının önemi kalmıyor, buralara partiler aday belirliyor. Referandum'da ‘hayır' cephesinde yer alan CHP, MHP, YARSAV ve boykotçu BDP buna çoktan razı. Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in referandum öncesi saatler süren renkli sunumu ve halkın desteği demek ki boşluğa düşüyor.

AK Partili olduğunu iddia ve genç olduklarını beyan eden bazı sanal kişiler Zaman ve camia aleyhine internette kampanya düzenliyor. Bu arkadaşlar Türkiye sevdasını ya anlamamışlar yahut maskeli iletişim sayesinde birileri onların adını kullanıyor. Üstelik bu saldırgan tavırlarıyla büyük bir camiayı kendilerine karşı tepkili hale getiriyorlar. Herkes hata yapabilir; ama hataların en büyüğü duygudaşlık yaptığın kişileri gücendirmektir. Bir gün kalkar sorarlar: Ülke menfaati için PKK'yla bile uzlaşma zemini ararken kardeşlerinizi niye sürekli rencide ediyorsunuz!

Çok komik bir iddia deyip geçeceğim ama onlarca keredir yazıp söylüyorlar. Güya cemaat içinde anket yapmışlar da büyük bir çoğunluk “Kim ne derse desin oyum AK Parti'ye…” demiş. Bunu uyduranların niyeti önde görünenleri itibarsızlaştırmak olmasa gülüp geçmek lazım. Bu tür uyduruk operasyonlar kitleyi kenetler, anketçilerin ağır bir tokat yemesine sebebiyet verir. Hiç gerek yok böyle palavralara. Hem hiç endişe etmeyin, zamanla sular durulur, gerçek dostlar dönemsel şövalyelerden ayrışır...

 

 

 

Ekrem Dumanli, Zaman, 12.08.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Ekrem Dumanlı'nın bana ayar verme gayreti![/h]

4

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[h=3]EKREM DUMANLI MI? ULUSAL TV Mİ? FARKLI ÜLKÜCÜLÜK MÜ? MURAT KARAYILAN MI? HEPSİ DE SALDIRIRKEN BİR OLUYOR (MU?)

İnsanlar belki biraz da doğaları gereği, yeknesaklıktan ve statükodan hoşlanıyorlar ve farklılıklardan çok fazla haz etmiyorlar. Aykırılar ise her zaman göze batıyor. Sivrilikler ille de tıraş edilmeli, düz pürüzsüz biri olunmalı. Hani şöyle orta halli, ne suya karışan ne sabuna dokunan insan olmak ise en makbulü.

 

Çevrenizdeki insanlara dikkat ettiniz mi hiç? Aslında en çok sevdiklerimiz, bize en çok benzeyenler olması da bir tesadüf olmasa gerek. Farklı seslerin haklılıklarına ise asla hiç tahammül edil(e)mez. Aslında bu durum, biraz da insanın kendisinin de farklı ol(a)mamasından kaynaklanıyor olsa gerek. Farklılık, özgünlük ve alışılmış kalıpların dışında olmak, azımsanmayacak kadar cesarete sahip olmayı da beraberinde gerektiriyor.

 

Sıradansanız, sırtınızı dayayacak birilerini her zaman kolaylıkla bulabilirsiniz. Bir topluluğun / kitlenin sorgulan(a)maz değerleri sizi koruması altına alır ve eleştirilemez olma lüksüne de kavuşuverirsiniz kolaylıkla. İnsanların kendilerinden farklı olanlara tahammülsüzlükleri aslında kendilerinin farklı olamamasından da kaynaklı oluyor galiba.

 

Ancak biz her şeye rağmen, yine de farkı düşünmenin ve kuralları yıkan işlemler yapmanın gerekliliğine inanmaya devam ediyoruz. Eğer özgün değilseniz, size neden ihtiyaç duyulsun ki? Zaten sizin gibi düşünen ve davranan daha binlercesi daha var. Modern yönetim anlayışına göre de; “eğer aynı kurumda, aynı düşünen iki kişi varsa bunlardan birisi fazladır” değerlendirmesi söz konusu.

Ancak farklı olma duygusu da insanları zoraki bir farklılaşma gayretine ve kendi değerleri ile de çatışma çabası içine de sokmamalı insanı. Çünkü farlılığımız, aynı zamanda doğallığımızdan kaynaklıysa özgündür. Aksi durumda ise, sadece farklı olma çabasıyla yaptıklarımız, ancak bizi uyumsuz ve atipik yapmakla kalır, değil mi? Oysa bizim kastettiğimiz zoraki yapılanlar değil, kendiliğinden olan orijinalliklerdir demeliyim.

 

Kendi adıma belirtmeliyim ki; aykırı düşüncelerim sadece doğal yapımın bir parçası olarak dışarıya yansımaktadır bugüne değin. Benimsenen fikirlerim de, gaf olarak değerlendirilenler de, kişiliğimin olduğu gibi dışarı yansımalarıdır. Elbette toplum geneline ya da mevcut yasal durumlarda veya benimsenen değerlere aykırı olanları da vardır / olacaktır da. Burada önemli olan, doğruluğuna inandıklarımızın ısrarla arkasında durmamız, insan fıtratı gereği düşebileceğimiz hatalardan da geri dönebilmemizdir, değil mi? Bunların onlarca örneklerini de, kamuoyuna görüşlerini sıklıkla dile getiren biri olduğumdan dolayı fazlası ile yaşadım / yaşamaya da devam edeceğim sanırım...

 

Şimdi de isterseniz Ekrem Dumanlı’nın bana ayar verme gayretlerine geleyim. Tabi belki tam olarak yapmak istediği de bu değildir. Ama maksadını aşan cümleler kullanmış da olabilir, değil mi? Ancak öyle bile olsa, bizim de konu ile ilgili olarak birkaç kelam etme zorunluluğumuz sanki fazlası ile ortaya çıktı diye düşünmekteyim.

 

Kişi olarak hiçbir kurum, kişi veya oluşumu bağlayıcı nitelikte sözlerimiz bugüne kadar tarafımızdan sarf edilmedi. Kamuoyunu ilgilendiren pek çok konuda, yine bütün kamuoyunun önünde dillendirdiğimiz görüşlerimizle de, yalnızca kendi kişisel düşüncelerimiz ve bilgi birikimimizin dışa yansımaları söz konusu oldu / olmaya da devam edecek. Ancak beyan ettiğimiz fikirlerimizi, ille de birilerine yamamaya çalışan kişiler varsa, bu da kendi hastalıklı haleti ruhiyelerinin ürünüdür ki, bizim de bu konuda onlara Allahtan acil şifalar dilemekten başka yapabileceğimiz bir şeyler olmasa gerek.

 

Hal böyle iken birilerinin –bu Ekrem Dumanlı bile olsa- bize / bana ayar vermeye kalkışmasını da abesle ve en azından da tebessümle karşılarım. Çünkü ben; bugüne kadar olduğu gibi, bugünden sonra da, yine kamuoyunu ilgilendiren ve daha çok da uzmanlık alanıma giren veya bizi yakından ilgilendiren, ehemmiyet verdiğimiz konularla ilgili düşüncelerimi, yasaların izin verdiği çerçevede, ifade etmeye / açıklamaya / söylemeye devam edeceğim.

 

Yazdıklarımız, konferanslarımız ve twitlerimiz ile beni takip eden dosltarı ve dost adaylarını, bazen bilgilendirme, bazen de kendi kişisel yorumlarımızı, hayatı görüş ve algılayış çerçevesi dahilinde açıklamaya çalışmalarımız artarak devam edecektir. Bu sözlerden gayrisine, anlamak isteyen, için hacet kalmamıştır diye düşünmekteyim. Anlamak istemeyenler içinse yapabileceğimiz ekstradan hiç bir şey yok.

 

Çünkü biliyoruz ki; meydanlarda davul çaldırıp, tellallarla yazdıklarımızın sadece kişisel düşüncelerimiz olduğunu ilan etsek bile, sabit fikirlilerin yaklaşımlarında hiçbir değişim olmayacak. Bu Ekrem Dumanlı olsa da, ’Ulusal TV’nin web sitesi olsa da aynı şekilde değerlendirmeye devam edecekler. Bazen '’farklı ülkücülük’ü sen hazırladın' diye yalan bir şekilde saldırırlarken, bazen de Öcalan’ın militanları; ’öldüreceğiz seni’ tehditlerine devam edecekler. İktidarda olanlar ise; 'bizim istediğimiz gibi olmazsan, seni müsteşar yardımcısı yapmayız' derlerken -sanki çok umrumdaydı-, vesayet yapısının devamını isteyenler de defaatle arkamıza adam takıp, fail-i belli olan fail-i meçhule doğru göndermek için peşimize yelken açacaklar... Ama hepsine de tek elden yanıt vermem gerekirse;

1. Vız gelip tırıs gidersiniz…

2. Sizin en yakınınızda zannettiğiniz insanlar bile, yaptıklarınızın ne kadar da hatalı ve yanlış olduğunu haykırıp, olup biten herşeyi bizimle paylaşıyorlar...

 

Tam da bu noktada, yeri geldiği için, kişisel bir düşünceyle yazımı bitirmeyi arzuluyorum. Prof. Dr. Mümtazer Türköne’nin Atatürk Dil ve Tarih Kurumu üyeliğine atanmasını çok taktirle karşıladım. Ancak istifasını ise asla doğru bulmuyoruz. Bizce ona düşen görev, birileri ür(ü)sede, kervanı yürütmeye devam ettirmek olmalıydı, i…..e hiç aldırmadan!..

 

Not:

1. 25 yıldır tanıdığım ve fakat 3 cümle bile konuşmuşluğumuzun olmadığı Ekrem Dumanlı’nın benim hakkımda yazdıklarını az daha aranın soğumasından sonra hislerden arınmış olarak çok daha geniş olarak yazacağım.

 

2. 11 günlüğüne bütün iletişim bağlarımdan / ağlarımdan, televizyon, gazete, internet siteleri ve twitter’dan izin istiyorum. Elimdeki 3 kitabı bitirmek için inzivaya çekileceğim ve 11 gün sonra geri döndüğümde de, Ekrem Dumanlı ile ilgili yazacaklarımla ‘vira bismillah’ diyeceğim.

 

Kalın sağlıcakla efendim!..

 

 

Önder Aytac, Medya Fare, 11.01.2012

 

[/h]

 

 

 

 

 

------------

 

BAŞBAKAN ERDOĞAN BUNU NİYE ANLAMIYOR?- Önder Aytaç

 

 

 

1. Hz. Ömer efendimizin (r.a.), hilâfeti döneminde İslâm diyarında bilhassa Medine’de çok şiddetli hissedilen bir kıtlık yaşandı. Koca Ömer, başını yere koyar ve Cenab-ı Allah’a “Allah’ım, benim yüzümden Ümmet-i Muhammed’i helâk etme!” diye dua ederek yalvarırdı.

 

 

2. Bu, bir sorumluluk şuuru olduğu kadar, aynı zamanda bir gerçektir de. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de okuyoruz ve merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinde de detaylı olarak anlatılıyor. Hz. Musa (a.s.), kavminden o kavmin temsilcileri konumundaki 70 kişiyi seçerek Tur Dağı’na çıkardı. Bu 70 kişi, orada Hz. Musa’ya Cenab-ı Allah’ın konuşmasına şahit oldu. Gerçi Hz. Musa gibi vahyi duymadılar, fakat bu vahyin ortamına ve bütün işaretlerine şahit oldular. Ne var ki, buna rağmen “Ey Musa, Allah’ı açıkça görmedikçe inanmayız!” dediler. Çünkü onların akılları gözlerindeydi ve göz ise maneviyata kördü.

 

 

3. Bunun üzerine Hz. Allah (c.c.), üzerinde bulundukları dağı dehşetli bir şekilde sarstı. 70 kişi ölüm derecesinde yere serilirken, Hz. Musa (a.s.) başını yere koydu ve “Allah’ım, içimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk eder misin…?!” diye yalvardı ve af dilendi.

 

 

4. Cenab-ı Allah bunu Kur’ân’da anlatırken, bütün bir İsrail Oğulları’na “Böyle yaptınız!” der. 70 kişinin yaptığı neden bütün bir kavme mal ediliyor? Fethullah Gülen kasetlerinde bunu şöyle açıklamakta: “Onlar, kavimlerinin temsilcileriydi; her bakımdan bütün bir kavmi temsil ediyorlardı. Allah, öndekilerin kalplerine bakar.”

 

 

 

5. Bir zamanlar bir başbakanın yönetimi sırasında memleketinde felâket hiç eksik olmazdı. İnternette yine o yöreyle ilgili bir felâket haberini okurken, Halim Baba’nın; “bu zat başta kaldıkça bu yöreden felâket eksik olmayacak!” dediğini duymuştum ve bir kenara da bunu o zaman not etmiştim.

 

 

6. Her gün sabahları kalktığımda kanalları, bilhassa haber kanallarını tararım, “Acaba yine bir felâket yaşandı mı” korkusuyla, bunu yaparım. Bunu bazıları yanlış anlamasın diye yazıyorum; çok yakın çevremden tanıdığım ve 30-35 yıldır tanıdığım insanların -ve dahi anacığım ve babacığımın- 6 aydır her gün fasılasız hacet namazı kılıp dua ettiklerini biliyorum / görüyorum / yaşıyorum. Ülkenin ve baştakilerin salâh ve ıslahı için bunu yaptıklarını çok iyi biliyorum... 12 Haziran 2011 seçim akşamından bu yana da, zafer sarhoşluğuna dönüşen bu âdeta psikolojik travma halinin de hala bazılarında fazlasıyla devam ettiğini de görüyorum ve çok da üzülüyorum…

 

 

7. Ali Ünal’ “Ustalık Dönemiyle İlgili Üç Endişe”

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1178741

başlığıyla yazdığı makalesinde bu durumu somut bir biçimde anlatması söz konusu idi. Ancak artık ne yazık ki, her gün bir değil, birkaç felâket haberiyle karşılaşıyoruz, değil mi? Ve sarsılıyoruz ve bunları artık öyle kanıksıyoruz ki, tebrik edilmesi gereken Fatih Terim’in gösterdiği kadarcık bile olsa, bu duyarlılığı göstermesi gerekenler, sanki hiç göstermiyorlar mı ne?..

 

 

8. Ülkenin başında kara bulutlar dolaşıyor. Bunu bazıları anlamasa, anlamak istemese ve farklı yorumlayacak olsalar da, ben burada yazacağım. Hz. Bediüzzaman’ın halâ hayatta olan –Cenab-ı Allah başımızda duacı ve paratoner olarak daha uzun ömürler, afiyetler ve sıhhat bahşetsin– Mustafa Sungur ağabeyin anlattığı bir hadisedir. DP iktidarının son yıllarında ehlullah, artık DP ile kalbî münasebetlerini keserler. Aralarında konuşurlarken, “Sadece Bediüzzaman desteğini çekmedi. O da çekse DP gidecek” diye de konuşurlar.

 

 

Rahmetli Tahsin Tola abiye yapılan bir haksızlık üzerine, nihayet Hz. Üstad da kızar ve yanındaki talebelerine o kendine has konuşma tarzıyla, son derece ciddî bir şekilde “Ben de bıraktım kardeşlerim!” der. Yanındakiler dışarı çıkarlar, fakat Hz. Üstad, onları hemen geri çağırır ve şöyle der: “Kardeşlerim. Ben de bıraktım dedim ama arkadan büyük bir anarşinin geldiğini gördüm. Ben desteklemeye devam edeceğim.”

 

 

Hz. Üstad, vefatına yakın Ankara’ya gelirken geri çevrilir ve şehre alınmaz. Söylediği şu olur: “Menderes, beni CHP’ye rüşvet verdi.” O, 31 Mart 1909 hadisesi münasebetiyle kendisini idamla yargılayan mahkemeye de şunu söyler: “Ölümüm, nevruzumdur.” Evet, Allah, 51 yıl önce söylediği bu sözde onu yalan çıkarmadı. 1960 yılının 23 Mart, yani Nevruz gecesi –ki o gece Ramazan’ın da 23., büyük ihtimal o yılın Kadir Gecesiydi– ruhunun ufkuna yürüdü ve 2 ay 4 gün sonra meşum 27 Mayıs darbesiyle DP. devrildi ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin yüz karası olarak DP iktidarının belki en samimi üç siması dar ağacına çekildi. O gün bugün o meşum hadisenin şeametlerini de hala ülke ve insanları olarak yaşmaktayız halâ!..

 

 

9. Hz. Bediüzzaman, “Kâinatı ayakta tutan câzibe-i umumiye (genel çekim) kanunu değil, Kur’ân’ın cazibesidir. Kur’an, yerküre kafasının aklıdır, düşünme melekesidir. Bu akıl yerkürenin kafasından çıktığı (yani artık ona iman ve itaat edilmediği) zaman, yerküre beyni çıkarılmış kuş gibi gider kafasını bir gezegene çarpar ve Kıyamet’i koparır” der. Kendisine yapılan bir zulüm karşısında o zulmü işleyen zalim –muhtemelen Nevzat Tandoğan– için “Ben hakkımı helâl etmiştim, fakat sonradan ortaya çıktı ki, Kur’an helâl etmemiş.” der. Hz. Bediüzzaman’a makam odasında hakaretler eden ve başındaki sarığını çıkarmaya zorlayan Tandoğan, daha sonradan kendi başına sıktığı kurşunla intihar etmişti.

 

 

10. Onları ben bitireceğimmmmm” diyen ve iktidarlarının, başka bütün kesimlerle ittifaklar arayıp, bütün gücüyle üzerine geldiği “the cemaat,” sizce bir iman ve Kur’an hizmeti cemaati değil midir Sn. başbakan?.. Bence de the cemaatin iman ve Kur’an hizmeti dışında, bunlardan başka hiçbir düşüncesi yoktur.

 

 

11. Fethullah Gülen’in de hayatta kendi adına istediği hiç bir şey yoktur Sn. Başbakan. Onun her ânı İslâm’ın ve ülkemizin hayrı için bir gayret değil midir Sn. Başbakan? İstekleri de “the cemaat”e ait istekler değil, tamamen ülkenin hayrı adına isteklerdir Sn. Başbakan.

 

 

12. O, “Milletimin imanını selâmette görürsem, Kur’anımız cemaatsiz kalmayacaksa ben Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım!” anlayışının insanıdır Sn. Başbakan. Bunu böyle bilmeyen, ona da, the cemaate de sadece ve sadece haksızlık etmiş olur Sn. Başbakan…

 

 

13. Gece Antep’teki yürek dağlayan hadise, gündüzünde de 10 şehit verilmesi olayı ve hala kanları kurumamış Uludere’de katledilen yurttaşlarımızın durumlarına ne dersiniz Sn. Başbakan? Kur’an, “Haksız yere bir hayata kıyan, bütün insanların hayatına kıymış gibidir” buyuruyor ve Allah, siz istememenize rağmen, üzerinize 10 şehidin daha vebalini yüklüyor, değil mi Sn. Başbakan?

 

 

14. Ülke uçuruma gidiyor Sn. Başbakan. Siz görmeseniz de, ustalık döneminizde uçuruma yuvarlanıyor Sn. Başbakan. Allah aşkına artık bunu görün. Bütün bu olup bitenlerin, dökülen kanların, şehitlerin vebali sizin başbakan olmanızdan dolayı sizin üzerinizedir Sn. Başbakan.

 

 

15. Allah aşkına bir muhasebe yapın; etrafınızdan uzaklaşıp vicdanınızla baş başa kalın. Enaniyet ve nefsaniyetinizin üzerinize yürüyün. Bu ülke, daha fazlasını kaldıramaz Sn. Başbakan.

 

 

16. Allah korusun, bir yerde(n) çakılacak bir kıvılcım, bütün ülkeyi yangın yerine ve kan gölüne çevirebilir Sn. Başbakan. Geç olmadan kendinize gelin, girdiğiniz yoldan çıkın. Mazlumlara, masumlara, ülkeye, imana ve Kur’an’a hizmetten başka düşüncesi olmayan insanlara, bir toz zerresi bile bulaştırmaktan endişelenin, korkun Sn. Başbakan..

 

 

17. Bediüzzaman, “ne zaman Risale-i Nur’un üzerine gelinse, bu ülkenin bir yerinde muhakkak bir felâket olur” derdi ve evet hep de olmuştur Sn. başbakan. Bakın, emir verdiniz “Kapatın dersaneleri!” diye. Üzerinden belki 10 geçti ve yaşadıklarımızı görün. Son bir yıldır şahsınızın başında dönenler de dahil, yaşadıklarımızı görün Sn. Başbakan...

 

 

18. Şimdiler de, sizin sayenizde bir şeyler olan, tanıdığım pek çok bakan, müsteşar, genel müdür ve milletvekilleri var; bunlardan bazıları da, kendilerine muvakkat olarak hizmet etmeleri için verilen bu mevkiler de “kendimi kullandırtmam” diye, içine düştüğü bir haletle, bazen “the cemaat”ten bildiklerinin üzerine üzerine geldiler. Halbuki, onlarla, the cemaat adına değil / the cemaat için değil, onların kendi adlarına ve dahi ahretleri adına konuşmak gerekiyor. Yoksa onların hiç birisinin de, iman ve Kur’an hizmetine karşı yapabilecekleri hiçbir olumsuzluk yok… Yapabilmeleri de aslında mümkün değil…

 

 

19. Mümkün değil çünkü, bu hizmet; ne partiler, ne iktidarlar, ne yeri doldurulamaz büyük adamlar ve ne mezarlarda yatmayacağı sanılan güç ve hırs sahibi komutanlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları gördü ve eskitti. Şeflik dönemi CHP’sini eskitti; DP’yi eskitti; AP’yi eskitti; ANAP’ı, DYP’yi eskitti. Dört tane de darbe eskitti. Gerekiyorsa sizi de eskitir ama inanın olan kendinize olur. Kendinize ve partinize edersiniz Sn. Başbakan.

 

 

20. Vallahi de, billahi de, tallahi de kendinize ve partinize ve kurduğunuz sırça köşklere edersiniz Sn. Başbakan!.. Ve dahi bu ülkeye de edersiniz Sn. Başbakan!..

 

 

21. Helâk edilen topluluklar için Kur’an’da buyrulduğu gibi: “Allah, insanlara zulmetmedi, ama insanlar kendilerine zulmettiler.” Herkes, yaptığıyla kendisine zulmeder; masumlara yapılan zulümler de döner zalimleri vurur Sn. Başbakan!..

 

 

22. En derin saygılarımla, ellerinizden öperim ve dualarım da sizinle Sn. Başbakan!..

 

 

23. Son olarak, keşke ama keşke Sn. başbakan, bir kış günü İstanbul’da Deniz Baykal’la baş başa gittiğiniz balıkçıdaki dostunuzla da ara sıra -ama araya fitne sokanların anlattıklarına itibar etmeden- konuşsanız / otursanız mı Sn. Başbakan!..

 

 

 

 

Not: Okuduğunuz bu makaleyi yazıp bitirdikten ve düzetmeleri de yaptıktan sonra, çok ciddi bir baş ağrısı içindeydim. Makalenin köşede yayınlanıp / yayınlanmaması bağlamında tereddüde düşünce, ben de ‘twitter’dan dostlara ve dost adaylarına sordum ve neredeyse onlardan gelen geri dönütlerde % 100 şeklinde yayınlamasının gerekliliğini ifade ediyorlardı ve ben de yayınladım…

 

 

 

Önder Aytac, Haber X, .....

 

-------------------------------------------

 

 

1999-2013: FETHULLAH GÜLEN VE RECEP TAYYİP ERDOĞAN

1. Sene 1999 ve ortalıkta Fethullah Gülen ile ilgili çok ciddi bir kaset fırtınası esmekte. Ali Kırca –düğmeci- ve ekibi; 'kandırıldım' diyerek ana haber bültenlerinde arz-ı endam eden birilerini sürekli ekranlara çıkarmakta ve 4. Kuvvet Medya da organize şebeke, 6. kol faaliyetlerine ara vermeksizin tam gaz devam etmekte...

2. Sn. Gülen sağlık sorunlarının oluşması üzerine, bir sevk-i ilahı ile bu süreçte Amerika'ya gider ki bu Türkiye literatürüne daha sonradan'okyanus ötesi'olarak geçecektir.

3. Sn. Gülen'in Erzurum'dan Edremit'e, Edremit'ten Edirne'ye, oradan Manisa'ya ve sonrasında da İzmir'e gelmesini anlamayanlar / yadırgayanlar, onun İstanbul'a gitmesini de asla anlayamadılar. Bu çerçeveden bakılınca onun ABD'ye -sağlık için- gitmesini de maalesef ki anla(ya)mayan ya da ters anlayan bir sürü insan da söz konusu...

 

4. Üst üste aleyhinde açılan davalar birbirini kovalarken, sonradan anlamışız ki davaları açanlar

ve hatta açtırtanlar

çiçek sulamayı gerçekten de çok sevenlermiş ve hatta o olayda iddianameyi hazırlayan savcımızın da, gazeteci meslektaşımızın da meğerse özel çekim güreş kasetleri varmış, değil mi?

5. Bu süreç içinde, bir yandan dershaneler ve okullar insan kaynağı bağlamında sıkıntı çekerlerken, harekete yakınlık duyanlar da, her türlü psikolojik harekât ile karşı karşıya kalmışlardır...

6. Bu süreç içinde mekânı cennet olsun ve Allah kendisinden ebeden razı olsun Bülent Ecevit –Karaoğlan- şimdikilerin bile yap(a)madıklarını yaparak, önüne getirilen Fethullah Gülen hareketinin aleyhindeki karalama kampanyası raporlarını, elinin tersiyle iter. Kendisine, Milli Güvenlik Kurulunda (MGK) dayatılanları da kabul etmez ve bunların hiç birisine de inanmadığını söyler...

7. Bu süreç devam ederken Gayretullah'a dokunulma(ma)sı bağlamında Said Nursi'nin ifadeleri ile; 'Bu ehl-i dünya, bu Anadolu halkı Risale-i Nur'a girmeseler de ilişmesinler. Eğer ilişseler, yakında bekleyen yangınlar, tufanlar, zelzeleler ve tâunların istilâsına uğrayacaklarını düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar. Madem biz onların dünyalarına karışmıyoruz, onların da lüzumsuz bir halde bu derece ahretimize karışmalarında onlara felâket getirmek ihtimali kavîdir'

denilmektedir ki; bazılarına göre de bir ikaz / deprem söz konusu olmuş mudur?

8. O dönemlerde belediye başkanlığının kendisine az geldiğini düşünen Sn. Erdoğan, siyasetle Türkiye'yi bir yerlere taşıyacağı ümidiyle / umuduyla yolunu Sn. Erbakan'dan ayırır ve yeni bir oluşum ortaya çıkar...

 

9. 2000'li yıllarda, beyazlardan beyaz bir adam yargının açılış töreninde oldukça demokratik bir konuşma yapar. 'Bana Risalelerimi getir Nazmiye' diyerek bir zamanlar tüm Nur camiasına selam çakıp sonrasında da altını oyduğu iddia edilen, 'Efendim bizim arkadaşlardan hiç kimseyi listelere koymamışsınız' dediklerinde; 'ben varım yaaaa' diyecek kadar geniş bir siyasetçi olan ve Prof. Mehmet Haberal'ın kankası olan bu kişiden görevi Ahmet Necdet Sezer alır.

 

10. Temmuz 2000'de; 'düğmeye ben bastım' diyen Ali Kırca kendi evinin inşaatında asansör boşluğuna düşer ve; 'düğmeye basmayın' şeklinde avazı çıktığı kadar bağırmak zorunda kalır.

11. 2002 seçimlerinde yine Allahın takdiri ile DYP ve MHP % 9 gibi bir oranla baraj altında kalırlar ve beklide Menderes ve Özal döneminden sonra ilk kez milli bir iktidarımız olur...

 

12. Bu AK parti iktidarının oluşmasının hemen sonrasında, Sn. Bülent Arınç'ın bugünlerde ; 'artık bu Ergenekoncuları salmamız lazım' dediği adamlar, darbe planlarına başlarlar...

 

13. 2002-2007 arasında heyecanla ve gayretle çalışan AK Parti hükümeti, bazılarının çanlarına ot tıkadıkça, çevresindeki şer odaklarına da rahatsızlık vermeye başlar. Bu süreçte bin bir gece masalları gibi bin bir darbenin atlatıldığını da Alper Görmüş'lü Nokta dergisi sayfa sayfayayınlamaktadır...

14. Bu süreçte camiayı da devre dışı bırakmak isteyen kendini beyaz Türk gören ve fakat asla Türklükle alakası olmayan dönmeler, bir yerlerde kullanmak üzere sakladıkları Nurettin G. Veren'i devreye sokarlar. Şimdiler de ise benzer şekilde Kemalettin Özdemir de aynı misyonu hem de dinsel boyutu ve babasından gelen unsurları da içinde taşıyarak daha fazlası ile yapmaktadır.

15. Bu esnada Sn. Başbakanımızın yakın çevresi ile ilgili çok ciddi ve derin analizlere zaman ayıran derin yapı, AKP'nin 'Kasa' – 'Masa' – 'Nisa' üçlüsünde zaafları tespit etmekte ve arşivlemektedir.

 

16. Sn. Gül, Sn. Erdoğan ve Sn. Gülen birlikte hareket ederse, sonuca varamayacağını anlayan 'derin devlet', Cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle, gerek medyadaki manşetler aracılığı ile gerekse yakın markaja aldığı bu milli adamların çevresindeki acemler ve kriptolar sayesinde bu kişilerin ve eşlerinin arasını açmakta başarılı olmuştur.

 

17. Yine bu süreç içerisinde az bir parça kullanılan ve fakat asıl ileride kullanılmak için saklanılan Abdüllatif Şener de hala derin yapının bir kozu olarak, bir kenarda tutulmaktadır... Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde C(M)HP'nin ortak adayı olarak çıkarsa da çok şaşmamak gerektir...

 

18. Aynı dönemde, bizkackisiyiz.com diyen bir grup da; taaa o zamanlardan başlayarak Abdüllatif Şener için bir proje çalışması yaparak ona katkı sağlıyordu. Hatta onu ifade ederken de; 'adil, mert ve korkusuz' olduğunu ifade ediyordu...

 

19. Bu süreçler devam ederken, Beşir Atalay Hocam içişleri bakanı olarak yurtdışında faaliyet gösteren okulların kapatılmasını, yurtiçinde kaymakamlık sınavlarında; 'aha alın size de 40 da 1' diyen bir kişi miydi acaba? Yaptığı vali, il emniyet müdürü ve valilik genel sekreterlerinin tayinlerinde bile kurucu unsur olarak 'the cemaat'ten olunmamasını şart koşulmakta ve emniyette tayin ettiği Ergenekoncularla içli-dışlı olan 'Hacı Müdür' gibiler sayesinde, kendi acem Fidan'larını ekme ve şimdilerde çok konuştuğumuz Oslo görüşmelerini malum ülke olan İngiltere kontrolörlüğünde gerçekleştirme konusunda da inanılmaz özveri ile çalışmaktadır. Ve vakti zamanı geldiğinde de acemlerce kullanılmak üzere bir kenarda beklemekte midir?

 

20. 2007 sonrasında Sn. Cumhurbaşkanı Gül'ün kısmen bir kenara itilmiş olması nedeniyle, Sn. başbakan Erdoğan ile arasının mesafeli olduğunu bilen / bu işlemi gerçekleştiren derin yapı, bu kez de 'camia' / 'the cemaat' ile başbakan Sn. Erdoğan'ın arasını açmaya karar vermiş ve "her yerde sadece bunlar var" söylemini farklı kanallardan yaymaya başlamışlardır...

 

21. Oslo görüşmelerindeki veriler de, ileride Sn. Başbakan Erdoğan'ın aleyhine onları kullanabilecek olan ve kendi yakın çevresindeki insanlarca ellerinde tutulmaktadır. Oslo hezeyanına göre; PKK'ya hangi sözlerin verildiğine bakacak olursak;

 

21.1. Ana dilde eğitim ve seçim barajının düşürülmesi,

 

21.2. Demokratik özerkliğin önünün açılması,

 

21.3. Önderliğin (yani Öcalan'ın) serbest bırakılması,

 

21.4. Önderlikle aramızdaki iletişim kanallarının açık tutulması,

 

21.5. Silahlı gücümüzü (yani, "özerkleştirilmiş bölge"de, PKK'yı) koruyacağımızı,

 

21.6. Görüşmelerin başında önderliğin yol haritasının benimsenmesini,

 

21.7. Önderlikle görüşmelerin önünün açılacağını,

 

21.8. Hükümet olarak önderliği gerçek muhatap kabûl edeceğinizi,

 

21.9. KCK'lıların serbest kalacağı güvencesini,

 

21.10. Güneydoğu'da teröre karşı savaşan askerlerin ve polislerin savaş suçlusu olarak yargılanacaklarını,

 

21.11. Terörle Mücadele Koordinasyon Bakanlığı'nı işgal eden Beşir Atalay'ın vasıtasıyla, iktidarın İngiltere'ye PKK'nın müzakere masasına oturtulması için ricada bulunmasını taahhüt altına aldılar mı acaba?

 

22. 2011 seçimlerine kadar çevresi itinayla acemler ve bazı kriptolar tarafından kuşatılan Sn. Başbakan Erdoğan, her zaman imdadına yetişen yeni anayasa söylemi ile yeni Ustalık dönemine de bir taze başlangıç yapmış ama sonrasında ise Yeni Anayasa kelimelerini bile bir kez ağzına almamıştır. Bu konuda atılan en son adım sadece Osman Can'ın partiye davet edilmesidir ki bunda da kim hangi özelliklerinden fedakarlıkta bulunmuştur bu daha çok net belli değildir...

 

23. Artık onun yanında onu bir sürü suikasttan koruyan ve bunu ibadet neşvesi içinde yapan / hizmet eden Maksutların yerinde, acem ellerinden dostları, yeşil aristokrasisi ve milyonlarca / milyarlarca doları ve İran riyali mi vardır?

 

24. Ancak KİK da milyarlarca dolarlık yolsuzluğun patlak vermesi ve bunun faturasının 3-4 memura atılmış olması, önceden yiyecek ve ekmeğe bile muhtaç adamların, lüks ve konfora alışmış olması artık saklanılmadan konuşulur olmuştur... Acaba günün birinde kullanılmak üzere bunlar ile ilgili kasetlerin ve belgelerin varlığı söz konusu mudur?

 

25. Sn. Başbakan Erdoğan kapalı kapılar ardında alenen medya patronlarına ve paşalara karşı galiz küfürler sallamakta mıdır? Borsada bazı kendisine yakın olduğu iddia edilen şirketlerin –MarmaraMetal gibi- borsadaki adı (VKGYO) olan ve hisseleri 1,20 den 3 ay içerisinde 4,80'lere çıkmakta mıdır? Kendisinin emirlerini yerine getirmeyen şirketlere de, açık ve seçik olarak; 'bak keserim ipini / işlerini' mi denilmektedir?

 

26. Artık 'the cemaat'i kendisi açısından tek rakip olarak gören Sn. Başbakan Erdoğan, rahmetli Özal'ın ve Ecevit'in yaptığını devam ettirmenin yerine, ekilen fidanların hazırlattığı sözde raporlara mı inanmaktadır? Yoksa böylesi sözde raporlar hazırlatılması talimatını mı vermektedir? İşin garibi ise bu haberlerde yine partideki birilerince Karanlık bir dergiye mi servis edilmektedir? Yoksa kendisi bilinçli olarak servis ettirip, kamuoyunun nasıl tepki vereceği mi gözlemlenilmektedir?

Bu haberlerin medyada yer almasından sonra, bu durumun bir fitne ateşi olduğunu / olacağını gören Sn. Fethullah Gülen'den hemen bir yalanlama ve tekzip açıklaması gelir...

 

27. The cemaate karşı psikolojik harekât adına bir spor camiası karşısına dikilmeye çalışılmış, Sn. Fethullah Gülen de böylesine kendisine ve 'the cemaat'e açıktan tavır alınmış ve sessiz kalınarak Fenerbahçe tarafından 'camia'nın linç edilmesine zemin hazırlanmış ve hatta Aziz Yıldırım'a, 'seninle ben uğraşmıyorum. Uğraşanlar Hoca'nın hakim-savcıları ile polisleri' diyenler olmasına rağmen,

O ise sadece; 'duanın çabuk kabul edileni hayır içerendir' diyerek Sn. Başbakan Erdoğan'a dua etmekte olduğunu ifade etmektedir...

http://www.youtube.com/watch?v=XJ2pvxybf8A

28. Aynı zamanda bir diğer camiayı daha karşısına dikmeye karar veren 'derin yapı' (+ Sn. Başbakan'a yakın bazı avukatlar) bu sefer de Cübbeli Ahmet Hocanın kulağına yalan yanlış şeyler fısıldamışlar ve araya fitne sokmaya çalışmışlardır. Sn. Fethullah Gülen ise dine hizmet eden yapıların arasındaki fitne kapısını kapatmak için Ahmet Hocaya hediyeler ve kitap göndererek kendisine dua ettiğini de ifade etmişlerdir.

29. Sn. Başbakan Erdoğan, inşallah bir güç zehirlenmesi içinde olmamaktadır. Ve hatta bir yandan da cemaatleşmemektedir. Ve kendisine göre rakip olarak gördüklerini / algıladıklarını da devletin gücünü de arkasına alarak egale etmek adına adımlar atmamaktadır...

 

30. Sanki Soner Yalçın'ın, Yalçın Küçük'ün, İlker Başbuğ'un, Ali Bayramoğlu'nun açıklamalarına kulak kabartan bir yapıda adımlar atıyor izlenimini veren Sn. Başbakan Erdoğan bu amaçla dershaneleri kapatmaya çalışmıyordur, değil mi?.

http://www.haberx.com/basbakanimiz_dershane_ogretmenlerine_paraci_paragoz_halkimizi_somuren_tufeyli_mi_dedi_(19,w,11985,204).aspx

 

31. Dershaneleri kapatma konusunda Sn. başbakan Erdoğan'a rehber olan Yalçın Küçük ki; zamanında; 'selam Kürdistan dağlarındaki kardeşlerime ... Zekeriya Öz bak beni yargılama, bu görevden seni alırlar ... Güneydoğuda Fethulah Gülen'in adamları canımıza okudu' anlatımlarında bulunan kimsedir. Ve adeta Sn. Başbakan Erdoğan da kibirlendikçe, kalp gözü açık olmasına rağmen Yalçın Küçük'ü dinler gibi bir hale mi gelmiştir? Bu bağlamda Kemalettin Özdemir de hem Sn. Beşir Atalay'a, Sn. Hakan Fidan'a hem de Diyanet İşleri başkanına ve hatta Sn. Başbakan Erdoğan'a da ihanet derecesinde danışmanlıklar yapmakta ve ben the cemaati bölecek adamım şeklinde değerlendirmelerde mi bulunmaktadır?

 

32. Ve son olarak da, doğuda terör olayları artmakta, batıda bundan sonra MİT'in haberi olan bombalar birer birer patlatılmakta ve halkın nezdinde de Sn. başbakan Erdoğan'ın pimi yavaş yavaş çekilmektedir... Çünkü Sn. Başbakan Erdoğan Erdoğan'da artık bir Saddam gibi, bir hafız Esad gibi ve bir Muammer Kaddafi gibi tek adamlığa oynamakta ve çevresindekiler tarafından da adeta Mehdi gibi kutsanarak, sanal bir 'Muhafazakar Şef' mi kurgulanmaktadır?

 

33. Kısacası düşmanını bilmeyen asla payidar kalamaz... Hani 'Kabadayı' filminin sonunda "bir sürmeli kadar olamadınız" diyen bir repliğin olduğu sahne vardı. Bilmem onu hatırlar mısınız?..

Ben de; 'benden de selam olsun bir Ecevit kadar bile olamayanlara' diye haykırmak istesem de yutkunuyor ve sessizce bakıyor veeee susuyorum!..

34. Selam ve dua ile!..

 

Önder Aytac, Medya Faresi, 27.09.12

 

 

 

 

 

 

-------------------------

 

 

(AKP + SİYASET) – (THE CEMAAT + UZANTILARI) = GENE İKTİDAR (ÖYLE Mİ?)

1. Bakmayın makalenin başlığının böyle afili olduğuna. Ben sadece merak uyandırsın diye böylesine bir başlık kullandım.

 

2. Bu makalenin içinde Fethullah Gülen’in siyaset ile ilgili değerlendirmelerinden bazı alıntılar yapılacak ve onların üzerinden hareketle bazı yorumlarda bulunacağım. Neden mi böylesi bir makale yazmak ihtiyacı hissettim? Çünkü çok sevdiğim ve önemsediğim psikolog doktor bir arkadaşımın söyledikleri, bana bunları çağrıştırdı / düşündürdü ve yazmalıyım duygusunu oluşturdu.

 

3. 3-4 ay önce ‘X’ cemaatinden bir doktor arkadaşımla fikir alışverişinde bulunuyorduk. Çok seviyeli bir muhabbetin sonunda arkadaşımın söyledikleri kafamın bir hayli karışmasına neden oldu.

 

4. Yine birkaç gün önce, ‘Y’ cemaatinden olan bir iş adamı arkadaşımla da son dönem olayları hakkında konuşurken, bu arkadaşım da ilk arkadaşım gibi aynı cümleleri tekrar etti / söyledi. Bu arada belirtmeliyim ki; ne ‘X cemaati’ ne de ‘Y cemaati’ ile kastettiğim asla ve asla ‘the cemaat’ değildir…

 

5. ‘X’ ve ‘Y’ cemaatlerinden olan çok sevdiğim ve önemsediğim arkadaşlarıma göre; ‘’the cemaat’ her şeye karışmakta ve hükümete yön vermeye kalkışmakta’ imiş. ‘Eğer Hocaefendi çok istiyorsa, gelsin o da siyasete girsin ve rahatça kendi kadrolarını kursun ve halkta oy verirse yönetsin’ imiş.

 

6. Demek ki, birilerince sürekli kaynatılan bu fitne bu kadar gelişmiş. Demek ki, bu konu gerçekten de derinlemesine araştırılması ve incelenmesi gereken bir konu haline gelmiş. Demek ki, hayatı boyunca siyasete asla sıcak bakmayan ve peygamberi meslek olan irşat ve tebliğle uğraşmanın dışında hiçbir siyasi oluşuma sıcak bakmayan / bakmadığını cent defa ifade eden ötesinde Fethullah Gülen, siyaseti de avucunun içine almak istediği düşüncesi, bazılarında ürpermeye / gereksiz endişeye / korkuya neden oluyor-muş. Muş-muş da muş-muş!..

 

7. O zaman genellemeler yapmadan ve somut Fethullah Gülen’in söylemlerinden alıntılar yaparak, the cemaat’in siyasete bakış açısını mercek altına getirmeye çalışalım ve hatta onun siyaset anlayışına göre; ‘şimdikiler acaba ner(eler)dedir?’ bunu da beraberinde inceleyelim…

 

8. ‘…Siyaset, halkı ve Hakk'ı hoşnut etme çizgisinde bir sevk u idare san'atıdır. Hükümetler, halkı, güç ve iktidarlarıyla şerlerden, adaletleriyle de zulümlerden korudukları ölçüde siyasette başarılı sayılır ve istikbal vadedici olurlar. Aksine, ikbal mumları hemen söner; sonra da yıkılır gider ve arkalarında küfürlerle, lânetlerle seslendirilen bir hercümerç bırakırlar…’

 

Burada ben sporda şike ve rüşvet yasası bağlamında ve KCK’lıların 3. Yargı paketi sonrasında serbest bırakılması ile ilgili bir şey söylemiyorum. Ve 4. Yargı paketi sonrasında da çıkarılacak olan 2000’e yakın KCK’lı ile ilgili de hiçbir yorum da bulunmuyorum. Büyükşehir yasası ile de fiilen Kürdistan’ın sözde sınırlarının mı çizildiğini de hiç sormuyorum. Zaten tek dershanelerin değil, doğudaki etüt merkezleri, okuma salonlarının da bu çerçeve de kesinlikle kapatılması gerekli olsa diye düşünüyorum. Çünkü Murat karayılan da sadece dershanelerin değil, etüt merkezlerinin, okuma salonlarının ve bütün devletin okulları dahil bütün eğitim kurumlarının kapatılmasını istiyor…

 

9. ‘…Hükümet, adalet ve asayiş demektir. Bunların bulunmadığı bir yerde hükümetin varlığından söz edilemez. Hükümet bir değirmene benzetilecek olursa, çıkardığı un, nizam, huzur ve emniyettir. Bunları çıkarmayan bir değirmen ise, kuru bir gürültüden ibarettir ve hep hava öğütür…’

 

Son dönemlerde sıklıkla yaşanan Şemdinli’de, Hakkari’de, Şırnak’ta ki baskınlar her ne kadar bastırılsa da, çok temkinli olmakta sanki fayda var değil mi? Hükümet çıkardığı ve çıkaracağı yeni yargı paketleri ile maalesef ki sadece kendi topuğuna sıkmamakta, bütün Anadolu’nun da geleceğini sanki karartmakta mıdır? Ve hatta bazen çok endişe duyuyorum bu AK Parti eliyle ülke parçalanılmak mı istenilmektedir?

 

10. ‘…Bir hükümetin milletine "Benim milletim" demesinden ziyade, bir milletin başındaki hükümete "Benim hükümetim" demesi daha önemlidir ve zannımca her zaman aranan da işte budur. Aksine millet, başındaki hükümeti bünyesine musallat olmuş tırtıl silsilesi görüyorsa, o bünye ile o baş, çoktan birbirinden kopmuş demektir.

 

Halkın kalbinde devlete saygı, hükümete hürmet, memurun şiddetiyle değil, devleti idare edenlerin tavır ve davranışlarındaki ciddiyet, iş ve hizmetlerindeki samimiyetle kazanılmaya çalışılmalıdır. Şimdiye kadar, ne zalim memurların istibdadıyla, ne de kitlelerin iğfaliyle hiç kimse pâyidar olamamıştır…’

 

Burada da Hatay Dörtyol’daki İstemi Kağan Türkoğlu’nun olayında da görüldüğü gibi, polisin yıpratılması ve iş yapamaz duruma getirilmesi eğer siyasi yapı tarafından gerçekleştiriliyorsa, burada da inanılmaz bir hatanın yapılması söz konusudur.

 

11. ‘…İyi ve faziletli bir devleti idare eden memurlar, özlerindeki asalet, fikirlerindeki asalet ve hislerindeki asalete göre seçilebiliyorlarsa, o devlet, iyi ve güçlü bir devlettir. Bu yüksek seciyelerden mahrum kimseleri memur tayin ederek, onlara iş gördürme bahtsızlığına uğramış bir hükümet ise iyi bir hükümet değildir ve kat'iyen uzun ömürlü olamaz. Zira, seciyesiz memurların fena davranışları, er-geç birer siyah leke olarak onun çehresine de aksedecek ve halk vicdanında onu da karalayacaktır

Memurlar, muamelelerinde kanunlar çerçevesinde, fakat vicdanlarının yumuşatıcılığına göre yumuşak olmalıdırlar. Böylece hem kendi itibarlarını, hem kanunların itibarını, hem de devletin itibarını korumuş olurlar. Aşırı sertliklerin beklenmedik patlamalara, aşırı yumuşaklıkların da, toplumun nesepsiz düşüncelerin fidanlığı hâline gelmesine sebebiyet vereceği hatırdan çıkarılmamalıdır.

 

Burada da en son gerçekleşen 29 Ekim kutlamalarındaki gereksiz yasaklamaların yapılması neredeyse toplum nezdinde, 28 şubatta ki başörtülü kızların yerlerde sürüklenmesine benzer çağrışımlar acaba oluşturulmuş mudur*

 

12. ‘…Bahçıvan, fidanlarını besler, büyütür; onları afetlerden, zararlı şeylerden korur; sonra da bağ bozumu mevsiminde meyvelerini toplar. Hükümetle millet arasındaki münasebet de, bahçıvanla fidanlar arasındaki aynı münasebettir…’

 

İşte bu yüzden de fidanlar asla odun olmamalı, fidan diye düşünülenler de asla zehirli birer zakkum haline dönüşmemelidir. Acem-(l)i beşiret veren / müjdeleyen PKK yapılanmaları asla bahçıvanmış gibi davranılmamalıdır. Eğer böyle bir durum olursa da gerçekten de vay halimize denilebilir mi acaba?

 

13. ‘…Muhteşem hükümetler, muhteşem milletlerden doğar; muhteşem milletler de, ilmî iktidarları, mâlî imkânları ve geniş idrakleriyle ruhçu nesillerden ve "kendi olma" kavgasını veren güzide fertlerden.

 

Her ferdiyle henüz rüştünü ispat edememiş bir millette idare, içlerinde en bilgili, en görgülü ve en maharetli kimseler aranıp bulunarak onlara tevdî edilmelidir. Bir millet için, devlet işlerinin ilmi, irfanı, mahareti olmayan kimselere teslimi ölçüsünde ikinci bir felâket tasavvur edilemez…’

 

İşte bu nedenle de; sadakatin değil, liyakatin ön plana çıkarıldığı sistemler kurulmalıdır. Bir diğer anlatımla; istihbarattan anlayanı o birimin başına, milli eğitimden anlayanı milli eğitime, sağlıktan anlayanı sağlığa, güvenlikten ve emniyetten anlayanı da onun koordinatörlüğüne getirmek gereklidir. Aksi durumda ise bir hüsran olması kaçınılmazdır.

 

14. ‘…İRFAN VE ASALETTEN MAHRUM, DEVLET IŞLERINDEN DE ANLAMAYAN NASIPSIZLER, ŞAYET YANLIŞLIKLA BIRER VAZIFE BAŞINA GETIRILMIŞLERSE, HÜKÜMETIN GÜCÜNÜ KULLANMAKTAN, ONUN IKTIDARINI ISTISMAR ETMEKTEN, HER YERDE KENDI ÇIKARLARINI ARAMAKTAN VE DESPOT BIRER KRAL GIBI HÜKÜM SÜRMEKTEN GERI KALMAYACAKLARDIR. BÖYLELERININ IKTIDARDA OLDUĞU BIR ÜLKEDE SADECE ZALIMLERIN "HAY-HUY"U VE MAZLUMLARIN INILTISI DUYULACAKTIR KI, BU ŞEÂMETLI SESLERIN YÜKSELDIĞI HEMEN HER YERDE ÂD VE SEMÛD'UN ÂKIBETI KAÇINILMAZ OLAGELMIŞTIR…’

 

İŞTE TAM DA BU NOKTADA BELEDIYELERDEKI YOL(SUZ)LUKLARA BIR DE BU GÖZLE BAKMAKTA SANKI FAYDA VARDIR. KENDI ARAÇLARINI BILE DEVLETE KIRALAYANLAR, 2 TANE TRAKTÖRÜ 140,000 LIRAYA KULLANDIRANLAR VE AZICIK MEDYA KARIŞTIRDIĞIMIZDA YAŞANAN BIR SÜRÜ ŞEY INŞAALLAH YOKTUR / YAŞANMAMAKTADIR.

 

15. ‘…Bir hükümet, milletinin yalnız iş, hareket ve davranışlarını değil, düşünce ve anlayışını da tanzime çalışmalıdır. Böyle bir tanzimde en önemli esas ise, düşünce birliği, his birliği, tâlim ve terbiye (öğretim ve eğitim) birliğidir. Bir milleti meydana getiren fertler, ayrı kültür, ayrı düşüncelerle besleniyor, birbirleriyle zıtlaşıyor ve birbirlerine karşı farklı anlayışların kavgasını veriyorlarsa, o milletin kendi kendini yeyip bitirmesi mukadderdir.

 

Bir milletin güçlü olması için duygu, düşünce ve kültür birliği ne ölçüde önemli ise, parçalanıp dağılmasında da dinî ve ahlâkî vahdetin (birlik) bozulması o ölçüde müessirdir.

 

Acaba son dönemlerde güney doğuda devletin dini hassasiyetlerini yaşayan yapıları koruyup kollamamasından dolayı, Yezidilik, Zerdüştlük, Ermenilik propagandaları almış yürümüş müdür? Hatta bu bağlamda kendi köklerinize kavuşuyorsunuz denilmesi bağlamında, Hıristiyanlık propagandalarında da gözle görülen bir artış sağlanmakta mıdır?

 

16. ‘…Her şeyde bir siyaset vardır; milletin dirilişini hazırlayanların siyaseti de, hiçbir şeyi, hatta kendi hazlarını dahi düşünmeyerek, sadece ve sadece milletinin lezzetleriyle gerilip, onun acılarıyla iki büklüm olmalarındadır.

 

İyi idare ve seviyeli siyaset, ne ak saç ve ak sakallarda, ne tabasbus ve riyanın kazandırdığı mansıp ve rütbelerde, ne de bir kısım lokal ve locaların kayırmalarıyla elde edilen sun'î şöhretlerde değil, o, yüksek ruh insanları, sancılı beyinler ve hakikatin âzat kabul etmez köleleri arasında aranmalıdır…’

 

Acaba bu localar, Ergenekon operasyonlarında bile bir türlü dokunulamayan localar mıdır? Ya da İtalya da bu localar çökertilmeden başarıya ulaşılamadığını söyleyen cesur savcı Felice Casson'un söylediklerine de kulak kabartmakta yarar var mıdır?

 

17. ‘…FARKLI DÜŞÜNCE VE FARKLI MÜTALÂALARA SAHIP OLMAK OLGUN INSANLARIN IŞIDIR. NE VAR KI, TOPLUMU BÖLÜP PARÇALAYIP KAMPLARA AYIRAN FARKLI ANLAYIŞ VE MÜLÂHAZALARA MÜSAMAHALI OLMAYA DA KIMSENIN HAKKI YOKTUR. ZIRA, BÖLÜNÜP PARÇALANMAYA MÜSAMAHA, MILLETIN YIKILIP GITMESINE GÖZ YUMMAK DEMEKTIR.

 

MILLÎ DUYGU VE DÜŞÜNCEYI PAYLAŞMAYAN KIMSELER HAKKINDA NE KADAR IYIMSER VE HÜSNÜNIYETLI OLSANIZ DA, SIZE ZARAR VERECEKLERI IHTIMALINI GÖZDEN IRAK TUTMAMALISINIZ. VE HELE, MILLET VE TOPLUMUN CAN DAMARLARI MESABESINDEKI NOKTALARI ELE GEÇIRMELERINE KAT'IYEN FIRSAT VERMEMELISINIZ! ZIRA, BIR INSAN KENDINI TEHLIKELERE ATABILECEK MÜSAMAHALARDA BULUNABILIR; AMA, MILLETI VE DEVLETI IÇIN BÖYLE BIR DAVRANIŞA ASLA HAKKI YOKTUR…’

 

Bu paragrafı biz acem-i sever müzakerecilere itinayla atfetmenin dışında hiç bir şey söylemiyor ve Allah Başer Hocalara onlara layık olduğu şekliyle bildiği gibi davransın diyoruz.

 

18. ‘…Sizin gibi düşünmeyip farklı bir dünya görüşüne sahip bulundukları halde çok samimî ve faydalı kimselerin de olabilecekleri mülâhazasıyla, size ters gelen her düşüncenin karşısına acele edip çıkılmamalı ve düşünce sahipleri kaçırılmamalıdır. Hatta onların mütalâa ve fikirlerinden istifade yolları araştırılarak, kendileriyle mutlaka diyaloğa girilmelidir.Yoksa bizim gibi düşünmüyorlar diye bir bir uzaklaştırılan veya uzaklaşan bu gayrimemnunlar, dev dev kitleler meydana getirerek karşınıza çıkar ve sizi yerle bir edebilirler.Gayrimemnunların beşer tarihi boyunca müspet bir icraatları gösterilemese de, yıktıkları devletler sayılmayacak kadar çoktur.

 

Kimden gelirse gelsin insan, kendi sistemine, kendi düşüncesine, kendi dünyasına menfaati dokunacak bilgi ve mülâhazalardan faydalanmayı bilmeli ve hele tecrübe sahiplerinin tecrübelerinden yararlanmayı asla ihmal etmemelidir.

 

Din, birleştirici, bütünleştirici hususiyeti nazar-ı itibara alınarak, milletleri idare edenlerin gözleri önünde bulunması ve daima onun yenilmez gücüne sığınılması lâzım gelen hayatî bir müessesedir.

Valilerde şefkat, duyarlılık ve mes'uliyet; belediye reislerinde intizam, nezafet ve çarşı-pazar emniyeti; hakimlerde de hak düşüncesi, tarafsızlık ve medenî cesaret esastır…’

 

Yukarıdaki anlatımlar çerçevesinde, acaba yapılan atamalarda bu kıstas ve ölçülere ne kadar dikkat edilmektedir? Ya da olumlu tarafından söylemek gerekirse; umudumuz / arzumuz o dur ki yapılıyordur…

 

19. ‘…Devlet ve milletlerin birbirlerini çekememeleri tabiîdir. Bu itibarla da, bunlar arasında siyaset, ya samimî dostluk ya da menfaat etrafında cereyan eder. Zarar vermemek, zarara uğramamak kaydıyla her iki tarz idare de mahzursuzdur. Ancak, bizim kimseyi iğfal edeceğimiz düşünülmese bile, başkalarının iğfaline gelmemek için de devamlı teyakkuzda (uyanık) bulunmak siyasetin bir diğer yanıdır…’

 

Kanımızca acemiler bu cümleyi bir kez daha okumalı ve fakat acemice okumamalıdır!..

 

20. ‘…Kuvvetin hakimiyeti gelip geçicidir; bâki olan, hak ve adaletin hakimiyetidir. Bunlar, bugün olmasa bile, çok yakın bir gelecekte mutlaka galip geleceklerdir. Onun içindir ki, en büyük siyaset, hak ve adalet taraftarlığında aranmalıdır.

 

KABUL ETTIĞIMIZ ÖLÇÜLER IÇINDE "SIYASETE KARIŞMAM, SIYASETE KARIŞMA!" DEMEK, "VATAN VE MILLET IŞINE, MILLETIN HAYAT VE BEKASINA KARIŞMAM VE KARIŞMA!" DEMEKTIR…’

 

KANIMIZCA BU BAĞLAMDA FETHULLAH GÜLEN’E SIYASETE BULAŞMA DIYENLER MILLETIN BEKASINA BULAŞMA DEMEKTEDIRLER… BILMEM FARKINDALAR MI? HOCAEFENDI SIYASETIN DAR VE GEREKSIZ TARAFGIRLIK KOKAN YERLERINE ASLA KARIŞMAZ VE KARIŞMAYACAKTIR DA… ANCAK HIÇBIR ZAMANDA TARIHI HATALARA GÖZ YUMMAZ VE YUMMAYACAKTIR DA… BU SIYASET ELIYLE OLACAKSA BU IŞIN SORUMLULARINA GEREKLI IZAHATLARINI DAHA ÖNCEDEN YAPMIŞTIR, BU GÜNLERDE DE YAPMALIDIR VE BUNDAN SONRA DA YAPACAKTIR.

 

21. ‘…GÜNÜMÜZDE INSANLARIN BÜYÜK BIR BÖLÜMÜ, GÜNLÜK POLITIKA OYUNLARINI, KITLELERIN ALDATILIP IĞFAL EDILMESINI, IKTIDAR VE MENFAAT MÜCADELELERINI VE BU UĞURDA BÜTÜN GAYRIMEŞRÛLARIN MEŞRÛ GÖSTERILMESINI SIYASET TELÂKKI EDENLERE KARŞI, KALBÎ HAYATLARI, DÜŞÜNCE ISTIKAMETLERI VE HAK'LA MÜNASEBETLERI ADINA HER SIYÂSÎ HAREKETTEN UZAK KALMAYI ZARÛRI GÖRMEKTEDIRLER. HEYHÂT; NEREDE ADALET VE HAK DÜŞÜNCESIYLE BÜTÜNLEŞEN SIYASET; NEREDE ÇOĞU YALAN VE TEZVIRDEN IBARET OLAN SOKAK ŞARLATANLIKLARI..!’

 

CEMIL MERIÇ; ‘HER TARIFIN BIR TAHRIP OLDUĞUNU’ IFADE ETTIĞI IÇIN YUKARIDA SÖYLENENLER ILE ILGILI BIR AÇIKLAMA YAPILMAYACAKTIR. ÇÜNKÜ ANLATIM ÇOK NETTIR VE ÖRNEKLERLE IZAHAT GETIRILMEYECEK KADAR AÇIKTIR.

 

Tüm bu yazılanların ışığında bir kez daha düşünecek olursak; İran’ı, acem(i)severliği, büyükşehir yasasını, belediyelerde dönen yolsuzluk skandallarını, rahmetli / şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin kara kutusunu yiyen keçileri, KCK’lıların salıverilmesini, PKK ile Beşir Hoca’nın müzakerelerini, Oslo’yu, güneydoğuda yanan ateşi ve bu ateşi söndürmek için bir itfaiye gibi görev yapanların dershanelerinin / etut merkezlerinin / okuma salonlarının kapatılmasını ve daha sayamadıklarımızı gelin beraberce bir kere daha düşünelim, aşağıdaki görsel de olduğu gibi, ‘ses ver yiğidim’ diyelim, ağlayalım ve ağlayıp da sinelerimizi dağlayalım!..

http://www.youtube.com/watch?v=N_pXFawFtJw

 

Allah kendisini itfaiye memuru gören ve çıkan her yangını söndürmeye koşan ışık süvarilerinin yar ve yardımcısı olsun inşallah!...

 

 

Önder Aytac, Haber X, 03.11.2012

 

 

 

-----------------

 

 

 

 

 

HERKES VE ÖZELLİKLE DE ‘THE CEMAAT’ İÇİN BAŞBAKAN’IMIZI ANLAMA VE ONUNLA UZLAŞMA KLAVUZU

İstesek de istemesek de, beğensek de, beğenmesek de bu ülkenin bir Başbakanı var. Bu ülkenin başbakanı da Sn. Recep Tayyip Erdoğan… O zaman; ya onunla uzlaşılacak ya da onunla herkesin iyi geçinmek için kendisini ona uyarladığı gibi uyumlanılacak. Ya ona harfiyen uyulacak, ya da onun emirleri kayıtsız şartsız yerine getirilecek… Yani bu diyardan gidilecek alternatifiniz yoksa, ya kayıtsız şartsız itaat edilecek ya da onun her dediğine uyulacak. Başka da bir seçenek yoktur…

 

O zaman gelin şimdi Sn. Başbakan’la sürekli iyi geçinmek ve onunla iyice anlaşmak için neler yapılması gerektiğini maddeler halinde Sn. Başbakan Erdoğan’ı ‘anlama kılavuzu’ şeklinde yazalım ve beraberce bu maddeleri irdeleyelim. Buna da herkesin ve özellikle de ‘the cemaat’in uymasının gerekliliğine de özellikle parmak basalım. Ben İsmet İnönü’nün ‘milli şef’liğinden hareketle, Sn. Erdoğan için de ‘milli (görüşçü) şef’ değerlendirmesini akla getirerek bu maddeleri sıralıyorum. Şöyle ki;

 

1) Her durumda ve her şartta Sn. Başbakanı takdir ettiğinizi söyleyin / gösterin.

 

Öncelikle şunu hatırlamakta fayda var. Başbakanımız hep hayranlığı hak ettiğini düşünmektedir. Eğer niyetiniz onunla iyi ilişkiler sürdürmekse asla duraksamayın: Başarılarından dolayı ona sürekli iltifatlar yağdırın. Giyiminden kuşamından, belagatine, karizmasından, etkileyiciliğinden ve başka her ne varsa onu övün… Böyle davranmanın birçok avantajını göreceksiniz: Başbakan böylelikle sizi etkilemeye çalışmayacak, sizin yanınızdayken daha az öfkeli olacak ve onu eleştirdiğinizde bile sizi daha çok dikkate alacaktır.

 

The Cemaat’in durumu: Camia ilk zamanlarda başbakanı neredeyse kayıtsız şartsız desteklemiştir. Ancak son zamanlarda özellikle de ihalelerde yaşanan yolsuzluklar,hakan Fidan olayı, KCK operasyonlarını ve Ergenekon mücadelesinden geri adımların atılması, müzakere sürecinin yanlış işletilmesi, ÖYM’lerin kaldırılması, sporda şike ve rüşvet yasası gibi konularda ise ya yapılanları desteklememiş ya da inceden inceye eleştirmiştir. Camia Mavi Marmara olayı ve dershaneler konusunda da tavrını çok net bir şekilde ortaya koyunca, Sn. Başbakan bunları kendisine karşı yapılan adeta birer hakaret gibi algılamıştır. Ve şu anda da kimseyi iplememektedir.

 

Örneğin; Ergenekon gibi bir operasyonun yapılmasını sağlayan ÖYM’lerin kaldırılması söz konusu olduğunda, Adalet Bakanı Sadullah Ergin çıkıp demiştir ki; ‘böyle bir çalışmamız yok.’ Ama sonradan ne oldu? Başbakan; ‘var’ dedi ve ÖYM’ler kaldırıldı.

 

Dershanelerin kapatılması ile ilgili de, daha bir hafta kadar önce, MEB Bakanı Ömer Dinçer açıklama yaptı ve onun dediklerine göre; ‘böyle bir çalışma’ yoktu. Sonradan Sn. Başbakan ne dedi;’Kapatılacak!..’

 

Daha az bir zaman önce Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç; ‘İsrail ile uluslararası görüşmeler yapılmalı’ dedi. Sn. Başbakan ne dedi? ‘İsrail ile görüşmeler olmayacak...’

 

2) Sn. Başbakan’a başkalarının tepkilerini açıklamaya çalışın.

 

Eğer Başbakan’ın güvenini bir şekilde kazanmayı önceden başardıysanız; kendinizi sık sık, onun başkaları hakkındaki şikâyetlerini dinlerken bulacaksınız demektir. O, size insanların boş, aptal, terbiyesiz, kötü olduklarını söyleyecektir. Bir diğer ifade ile; onun anlatmak istediği, hak ettiğini düşündüğü ilgi ve dikkati insanların ona yeterince ve gerektiği kadar göstermedikleridir.

 

The Cemaat’in durumu: Zaten en başından beri Sn. Başbakan’ın camia hakkında kafası ve düşüncesi çok netti. Yani camia Başbakan’ın hiçbir zaman güvenini kazanamamıştır. Camia; Milli Görüşün 28 şubat ile fitilini çeken ve tüm dini çevrelerin toparlandığı Başbakanlıktaki akşam yemeğine katılmayarak kendisini başka bir yere koymuştur. Bu durumsa dönemin Başbakan’ı rahmetli Erbakan ve çevresindeki ekibi tarafından; "nasıl olur da gelmezler" şeklinde yorumlanmıştır.

 

Mavi Marmara olayında da insanların vicdani duyguları kullanılarak o gemi yola çıkarılmıştır. Kanımızca bu geminin içindeki pek çok insan masum ve bilgisi olmasa bile, o yola bir proje olarak çıkıldığı bir gün sağlıklı şekilde yazılacak ve o zaman bu ülkenin başbakanın ülkeyi nasıl bir felakete sürükleme ihtimalinin olduğu da çok daha iyi anlaşılacaktır. Acaba o gemi de bir milletvekili olsaydı gerçekten ne olurdu acaba?

 

Camia ise bu gidişe muhalif olmuş, hem Mili Görüş, hem de Sn. Başbakan tarafından "yanımızda değiller" şeklinde yorumlanmıştır. Dikkat ederseniz bu bağlamda Sn. Erbakan’ın davranışları ile Sn. Erdoğan’ın davranışları adeta tam bir benzerlik göstermektedir. Mesele ve nüans 1. adam olmak üzerinedir. Bugünün olaylarına bakış olarak, eğer rahmetli Erbakan Hoca yaşasaydı, yine aynı şeyler hem de daha da fazlası ile olacaktı diyebiliriz…

 

Bu konuda da kafasında soru işaretleri olanlar için, o dönem Erbakan Hocama atfedilenlerle, bugün Başbakan Erdoğan’a atfedilenleri gözden geçirmeleri fazlasıyla yeterli olacaktır. Bugün Farkı yaratan Tayyip Bey’in hedefine giderken, ‘bu yolda her şey mubahtır’ deyip ilerlemesi ve bugüne kadar da camiaya çaktıkları; "gücü elde edene kadar susarlar" taktiğini aynen kendisinin uygulamasıdır. Bu konuda şüpheleri olanların, yeni anayasa ve cumhurbaşkanlığı seçiminde okyanus ötesine selam çakan Başbakan ile yanına Kemalettin Özdemiri alıp, onun kendi kulağına fısıldadığı; "dershaneler bunların insan kaynakları merkezi" sözünü duyduktan sonra, okyanus ötesine harbiden harbiye ‘’çakma"sıdır…

 

3) Sn. Başbakanla görüşürken görgü ve nezaket kurallarına titizlikle uyun

 

Başbakan’ın kendisini sizden ve herkesten çok daha fazla önemli gördüğünü ve sonuçta sizden de, herkesten de ilgi beklediğini asla unutmayın. Toplantıya geç gelmek, onu baştan savarcasına selamlamak, takdim etme sırasını karıştırmak, gerektiğinden fazla senli benli olmak vb konular, Sn. Başbakan’ı anında sinirlendirmenin en somut örnekleri ve yollarıdır. Sizin için anlamsız olabilecek küçük bir ayrıntı bile Sn. Başbakan tarafından, bir ilgi eksikliği olarak algılanacak ve sizin kara listeye girmenize vesile olacaktır… Bu konuya bir örnek olarakta aşağıda linkini verdiğimiz görseli izleyebilirsiniz…

 

The Cemaat’in durumu: Camia daha önceki her Başbakan’a olduğu kadar, Sn. Erdoğan’a da saygı da hiçbir zaman kusur etmemektedir. Hatta Başbakan’ın bir NATO toplantısında bayrağımızın üstüne basmayıp onu yerden kaldırıp cebine koyması, Türkçe Olimpiyatlarında uğurlanışı vb gibi neredeyse her konuda ve her alanda onore edilmektedir. Ancak Başbakan Erdoğan tarafından, Sn. Fethullah Gülen’in Türkiye’ye çağırılmasına olumlu cevap vermemesi bile başbakan tarafından bir nezaketsizlik ve söz dinlememe olarak algılanmaktadır. Bununla ilgili de Başbakan’ın kanaatini değiştirmek açısından camianın çok da yapabileceği bir şey yoktur. Başbakan’a göre, o yumruğunu masaya istediğinde vurur ve the cemaat’te hizaya girmek zorundadır…

 

4) Sn. Başbakan ile konuşurken sadece zorunlu ve mutlak yapılması gereken eleştirileri yapın ve dolaylı değil çok açık ve seçik konuşun.

 

Camia bu konuda son ana kadar beklemektedir. Bence şu anda da hala da beklemektedir. Çünkü cemaat açısından muhtemel doğacak kutuplaşmaların, insanların kalbine ve aklına ulaşmada ciddi sorunlara neden olabileceği düşünülmektedir. Ancak cemaat bazı hayati konularda, muhakkak bir uyarı yapmasının gerekliliğine inanıyorsa, bunu da çok düşük perdeden yapmaktadır. Ancak cemaatin en samimi uyarıları bile, özellikle yandaş-candaş medyanın da katkısıyla köpürtülmekte ve bilinçli olarak kaynatılmakta ve abartılmaktadır.

 

Düne kadar ki ve özellikle de 28 şubat sürecindeki ‘Milli Görüşçü’ olanlara; derin devlet, Aydınlık, ODATV ve saz ekibinin söylemlerindeki gericilik yaftasının aynısının tıpkısı, dikkat edecek olursanız, şu anda ‘the cemaat’e karşı ve neredeyse aynı dil kalıbı ve söylemleri ile Sn. Başbakan ve çevresindekiler tarafından kullanılmaktadır…

 

‘BUNLAR DA HERYERİ ELE GEÇİRDİ’ gibi anlatımların sıklıkla ifade edilmesi de bu bağlamdaki en önemli bir söylemdir. Ancak Sn. Başbakan’ın unutmaması gereken nokta, ‘the cemaat’in hala ‘maydanoz tarlasını bozmadığı’ ve ısrarla sustuğudur. Ülke menfaatleri adına, bu vatanın evlatlarının canı yanmasın diye, "herşeye" rağmen ‘kan kussa bile kızılcık şerbeti içtim’ demesi ve susmaya devam etmesidir.

 

AK Parti; yaptırttığı anket üstüne anketlerle % 6-7 gibi oy oranlarıyla the cemaati nitelendirse de, bu anlatım ile sadece kendisini züğürt tesellisinde olduğu gibi avutmaktadır. Eğer camianın ABD’deki lobi gücü olmasaydı, bugün Amerika senatosundan geçmiş olan Ermeni soykırımını tartışıyor olacaktık… Yine the cemaat, etki çevresi ve onun hareketine göre şekillenecek oy potansiyelini de ısrarla anketlerle ölçümlemeye çalışsa da elinde bu konuda net bir veri bulunmamakta ve anketlerde de etki çevresi olarak % 15-18 bandında bir rakama ulaşılmaktadır…

 

Anket demişken AKP’nin oy oranları da son dönemlerde açıkladığı anket sonuçlarına göre % 54-55 bandında asla değildir. Şu anlarda, seçmendeki AKP’nin alternatifsizliği ve muhalefetin beceriksizliğine rağmen % 39- 45ler seviyesinde hareket ettiği bilinmektedir.

 

Ve Ankara kulislerinde; Ergenekon ve KCK yapısını idare eden / yönlendiren / kullanan ‘derin devlet’ olgusu da, adeta bir futbol maçı izler gibi kendisinin "loca"sından, bir yandan ‘the cemaat’ ile Sn. Başbakan, Sn. Cumhurbaşkanı ile Sn. Başbakan, Sn. Başbakan ile parti içindeki yapıcıklar arasındaki ama büyük ama sıradan maçları keyifle izlemekte ve Sn. Başbakan’ı MİT üzerinden sürekli manipüle ederek acem(l)i oyunlarla kandırmaktadır.

 

Kanımızca Sn. Başbakan kendi altını kazan yapılarla işbirliği içine girerek hayatının hatasını yaptı. Düne kadar Sn. Başbakan’ın ve ailesinin -eşinin, kızlarının- özel sağlık danışmanı / doktoru olan ve hep yanında yer alan Turhan Çömez’i oraya yerleştiren derin yapı ile Sn. Başbakan’ın güvenlik unsurlarını değiştiren ve "biz gerekirse bu ülkenin cumhurbaşkanını bile bizzat kendi ailesine zehirletiriz" diyen zihniyet bire bir aynı yapılardır.

 

5) Sn. Başbakan ile konuşurken, başarılarınız ve ayrıcalıklarınız konusunda mutlak itaat içinde davranın ve ölçülü olun.

 

Bir kişinin, bizim de hak ettiğimizi ve aslında onun değil bunlar bizim olması lazımdı diye düşündüğümüz ve bunlara sahip olmaktan memnunluk duyacağımız ayrıcalıklarını öğrendiğimizde, içimizi saran hiç de hoş olmayan kıskançlık duygusu, sanırım hiçbirimize yabancı değildirdir… Sn. Başbakan da ise bu his kanımızca normal bizim gibi sıradan insanlara göre 10 kat daha fazladır. Hepimizden çok daha fazla şeyi hak ettiğini düşündüğünden dolayı, bu sahip olduğumuz ayrıcalıklarımız, onda çok acı veren duygulara neden olabilir…

 

İşte bu nedenle da, Sn. Başbakanımızla konuşurken, asla kendi başarılarımızdan, gerçekleştirdiklerimizden ve aldığımız ödüllerden söz etmemeliyiz. Bütün bu bize üstünlük veren bu birikimlerimiz, ona herhangi birine vereceğinden daha çok daha fazla acı verir ve dolayısıyla da bu durum da onunla ilişkilerimizi alabildiğine olumsuz etkilenir. İsterseniz şimdi de dönün, geriye bakın ve İstanbul’daki Türkçe olimpiyatlarının kapanış şölenindeki konuşmasının ardından; ‘biz de bunların yaptıklarını daha da fazlasıyla 23 Nisanlarda yapalım’ diyen ve yurtdışında okul projeleri açan ve sonrasında da dershaneleri kapatma kararı alan zihniyeti bir kere daha yeniden anlamaya çalışın...

 

Allah Sn. Başbakan’ımıza basiret ve hisleri ile hareket etmeme duygusu, ‘the cemaat’e de sabır-metanet versin!..

 

 

 

Önder Aytac, 18.11.2012

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Önder Aytaç, Ergenekon’un “Ofis-boy”u Mu, Gülen Camiası'na Sızdırdığı Operasyonel Elemanı Mı?- Cevdet Akbay

 

 

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/13212143.asp

 

Ergenekon Davası gizli tanığı Ahmet Faruk, sözkonusu fotoğrafların “Levent Ersöz'ün yakınları” tarafından Hürriyet’e servis edildiğini söylüyor. Bu durumda, Önder Aytaç, Levent Ersöz'ün yakınlarından biri olmuş oluyor! Aytaç, Ergenekon Çetesi’nin Tuncay Güney gibi Gülen Camiası’na yerleştirdiği operasyonel bir eleman mı, yoksa Ergenekon’un evraklarını gazetelere servis eden sıradan bir “ofis-boy” mu?

 

 

Bülent Ecevit’i, Haberal’in hastahanesinden alınacak bir raporla tasfiyeye çalışan, hiç şüphesiz ki, Derin Devlet idi. Plan işleseydi, 28 Şubat Süreci’nde yaptıkları gibi, seçime girmeden iktidar olacaklardı. Ergenekon’un kirli komplosu keşfedilince önlem alındı, Ecevit iyileşti. Kendilerine teslim olmayan Ecevit’in partisini parçaladılar; 28 Şubat Süreci’nde Refah-Yol’un ortağı DYP’ye yaptıkları gibi (hatırlayalım, Genelkurmay Karargahı’na giren DYP milletvekilleri, ceplerinde “istifa mektupları” ile çıkıyorlardı). Hedefleri, B. Ecevit’siz, D. Bahceli’siz bir“Ergenekon Hükümeti” kurmaktı. 28 Şubat’ta hükümet yıkıp hükümet kurmaya alışmış medya patronlarının yardımıyla ta Almanya’larda işi pişirmeye kalkıştılar.

 

 

 

 

Tezgâhı öğrenen D. Bahçeli, erken seçim kararı aldırarak, halkı işin içine karıştırmadan iktidar olma planları yapan Ergenekon Çetesi’nin kirli oyununu bozdu. Ergenekon Çetesi, Bahçeli’nin bu tavrını unutmadı; onu partinin başından indirmek için çok uğraştı, en çirkin oyunu 2011’deki “MHP Kasetleri”ydi. Kirli kasetler başka partililere ait olduğu halde, hedef D. Bahçeli’ydi. İsmini aşağıda zikredecegim arkadaşın bu kasetlerle olan yakın ilgisini başka bir yazı konusu.

 

 

Bahçeli’nin girişimiyle öne alınan genel seçimlerde AK Parti tek başına iktidar oldu. Ergenekon Çetesi, başta TSK olmak üzere sistem içindeki elemanlarını harekete geçirdi. Onlarca darbe planıyapıldı. Plan, tek başına yeterli olmadığı için, darbe zemini hazırlamak için PKK 2004’te devreye sokuldu. Danıştay ve benzeri cinayetler işlendi, mitingler düzenlendi “kahrolsun irtica!”, “Turkiye laiktir, laik kalacak!” nutuklarıatıldı, vesaire.

 

 

Bütün yukarıdaki faaliyetlerle beraber, AK Parti’yi içerden çökertme planları da yapıldı. Hedef, AK Parti’yi zayiflatarak yönetemez hale getirmek ve nihayetinde istifaya zorlamaktı. 2005’lere geri dönüp oradan aktaracağım kısa kısa haberlerle günümüze kadar atlaya atlaya gelelim isterseniz.

Tarih: 15.02.2005 (1). “Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu, bakanlık görevinden ve AKP’den istifa etti.”

 

 

Tarih: 8.03.2005 (2). “AK Parti Yozgat Milletvekili Mehmet Erdemir de partisinden istifa ettiğini açıkladı. Erdemir´in istifası da Mumcu bağlantılı. Mumcu´nun ardından AKP Malatya milletvekili Süleyman Sarıbaş 21 şubat pazartesi, Hatay Milletvekili Mehmet Eraslan da 24 şubat perşembe günü istifalarını sundu… Son olarak geçtiğimiz hafta İstanbul Milletvekili Göksal Küçükali istifa etmişti.”

 

Tarih: 16.03.2005 (3). “AK Parti Ardahan İl Başkanı Mehmet Ekinci ve yönetim kurulu üyeleri, milletvekili Kenan Altun’un çalışmadığı gerekçesiyle topluca istifa etti. AK Parti Ardahan Milletvekili Kenan Altun ise, il yönetiminin, çalışmadığı yönündeki şikayetler üzerine Parti Genel Merkezi tarafından görevden alındığını ileri sürdü”

 

Tarih: 31.10.2005 (4). “AKP Çorum Milletvekili Ali Yüksel Kavuştu, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Yücel Aşkın'ın tutuklanma biçimini eleştiren rektörlere, ‘Adam değil’ dedi.”

 

 

Tarih: 01.11.2005 (5). “Van Yüzüncüyıl Rektörü Yücel Aşkın’a destek vermek için Van’a giden ve Aşkın’ın tutuklanma biçimini eleştiren rektörlere ‘adam değil’ diyen AKP Çorum Milletvekili Ali Yüksel Kavuştu’nun ve onaylayan AKP Mardin Milletvekili Mehmet Beşir Hamidi’nin bu sözleri için rektörler Ankara’da‘hakaret toplantısı’ yapacak.”

 

 

Yukarıdaki kısa haberleri özellikle seçtim. Haberlerde ismi geçenlerin bazısının, mesela E. Mumcu’nun, 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimindeki olumsuz tavrını biliyoruz. Bu tavrın, kendilerine yapılan Ergenekon direktifi/tehdidi sebebiyle olduğunu daha sonra ortaya çıkan Ergenekon belgelerinden öğrendik. AK Parti’den istifalarının da Ergenekon baskısı/tehdidiyle olduğu tahmin ediliyor. Bir sonraki haberde, AK Parti’ye mensup milletvekillerini istifa etmek için Ergenekon’un hangi yollara başvurduğunu görüyoruz.

 

 

Tarih: 23.04.2006 (6). “3 AKP milletvekilinin 2003 Ekim’inde Ankara Beştepe Hacıbayram Mescidi’nde, Nur Cemaati’nin liderlerinden Mustafa Sungur’la çekilen görüntüleri bir istihbarat raporuna yansıdı. Raporun, AKP’den bir süre önce Anavatan’a geçen Yozgat Milletvekili Mehmet Erdemir’in video görüntüsünün yer aldığı sayfasında ‘04 Ekim 2003 günü. Beştepe Hacıbayram Mescidi’nde Nurcu Mustafa Sungur Grubu’nun sohbet toplantısında elde edilen görüntü’ ibaresi dikkat çekiyor.”

 

 

“AKP Çorum Milletvekili, İçişleri Komisyonu Üyesi Ali Yüksel Kavuştu ile Ardahan Milletvekili, Dilekçe Komisyonu Sözcüsü Kenan Altun’un görüntülerinin yer aldığı sayfalardan birinde ise şöyle yazıyor: ‘11 Ekim 2003, Berat Kandili gecesi Beştepe Hacıbayram Mescidi. AKP milletvekilleri A. Yüksel Kavuştu, Kenan Altun ve Mustafa Sungur’un sohbet görüntüsü.’ AKP milletvekilleri Kavuştu ve Altun’a istihbarat raporundaki fotoğrafları gösterdik. Kendilerini teşhis edip raporda belirtilen tarihte mescitte olduklarını doğruladılar.”

 

 

“Ali Yüksel Kavuştu- AKP Çorum Milletvekili: Diyanet’in müsaade ettiği bir mescitteyiz.İnkar mı edelim, gerçekten oradayız. Yanımızdaki çocuklarımız da olabilir. Bizi gizlice çekmişler. Namaz kılmak yasak mı? Suçumuz ne, vatandaş olarak bilelim. Bunu yapan MİT ya da olabilir. JİT olabilir. Kaçak çekmişler. Bize açıkca söyleselerdi, çekin, derdik. Bu görüntülerin üç sene sonra meydana çıkmasının manası nedir? Müslüman ülkesinde ibadet ederken bize mani çıkarmasınlar. Bunu yapanlarla ahirette hesaplaşacağız. Dinsiz bir devletin, milletin ayakta durmasına imkan yok. Herkesin inancına ayırım yapmadan saygı duyuyoruz.”

 

 

Said Nursi hazretlerinin 130 eserini okudum. Tahkik etseler, Kuran’dan süzülmüş iman hakikatları olduğunu görecekler. Mustafa Sungur, Bediüzzaman hazretlerinin öğrencisi ve hizmetkárı. Onunla görüşmemin bir sakıncası mı var? Bizi görüntüleyip fişleyenler mertçe söylesin, milletvekili meyhaneye gidebilir ama mescide gidemez, desin.”

 

 

 

“Kenan Altun- AKP Ardahan Milletvekili: Evet, fotoğraftaki benim. Biz her yere gideriz. Hiçbir ayrım yapmayız.. Almanya ziyaretimizde Atatürkçü Düşünce Derneği’nin (ADD) davetine de katıldık. Mustafa Sungur’la yakın ilişkim yok ama anlayamadım, Sungur Bey’in bir sakıncalı tarafı mı var? Bu fani dünyada bizi hangi düşünceyle görüntüye çekmişler? Bu kavga niye? Kardeşlik içinde yaşasak daha iyi değil mi?”

 

 

 

Bir sonraki habere geçmeden önce kısa bir not düşelim. 11 Ekim 2003’te Ergenekon elemanları tarafından gizli olarak çekilen görüntülerde ismi geçen Mehmet Erdemir’in 8 Mart 2005’te AK Parti’yi eleştirerek istifa etmesi (7), onun (ve diğerlerinin) bir önceki görüntülerle (veya buna benzer malzemelerle) tehdit edilerek istifa ettirildiği iddiasını güçlendiriyor. İsimleri zikredilen Ali Yüksel Kavuştu ile Kenan Altun’un da benzer baskılara maruz kaldığını, istifa etmedikleri için Hürriyet gazetesinde afişe edildiklerini/hedef gösterildiklerini tahmin ediyorum.

 

 

Milletvekili Ali Yüksel Kavuştu, görüntülerin MİT veya JİT’in işi olduğunu söylüyor. 2003’te MİT’in başında Şenkal Atasagun, JİT’in başında ise Levent Ersöz var. Atasagun, 28 Şubat Sureci’nde MİT’in başına getirildi. 1990’lı yıllarda görev yaptığı Şırnak’ta “Sarı Levent” ismiyle tanınan Ersöz, emekli Orgeneral Şener Eruygur’un adamı olarak biliniyor. Eruygur, emekliye ayrıldıktan sonra Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Başkanlığı'na seçildi. 2007 yılındaki, Cumhuriyet Mitingleri'nin organizatörüdür. Aynı zamanda Ergenekon çetesinin önemli sanıklarındandır.

 

 

Ergenekon tarafından servis edildiği apaçık ortada olan bu haberin, dönemin CumhurbaşkanıA. Necdet Sezer’in, 12 Nisan 2006 tarihinde İstanbul’da Harp Akademileri Konferansı’nda yaptığı konuşmadan yaklaşık 10 gün sonrasına denk geldiğini de not edelim. Sezer, sözkonusu uzun konuşmasında “İrticai tehdit, kaygı verici boyutlara ulaşmıştır… İrtica siyasete, eğitime ve devlete sızmaya çalışmakta…”sözleriyle açıkça AK Parti Hükümeti’ni hedef almıştı. (8). Sezer’in suçlamalarına Başbakan Erdogan’in tepkisi aynı derecede sert oldu “Kimse bize irtica dersi vermesin… Dindar insanları siyasetten alıkoymak için konuşuyorsanız, bu millet sizi affetmez. Kimse irtica tehlikesi var demesin.” (9).

 

 

Sırası gelmişken, apoletli ve apoletsiz darbecilerin (ve destekçilerinin) dillerinden hiç düşürmediği, 28 Şubat post modern ilkel darbesinin birinci gerekçesi olarak gösterilen “irtica”in, Ergenekon’un yayın bülteni görevi yapan Hürriyet Gazetesi’ne yansıma istatistiğine bakalım: 2002: 97, 2003: 109, 2004: 81, 2005: 74, ve yukarıdaki Ergenekon ürünü malzemenin çıktığı 2006: 275! 2004 ile 2005’teki düşüşü, PKK’nin Ergenekon’un direktifiyle tekrar silahlı çatışmaya başlamasına bağlayabiliriz; tırmandırılan çatışmalar gundemi hafiften değiştirmiş olmalı.

 

 

“İrtica” istatistiklerine bakildiginida, sözkonusu gizli görüntülerin doğru zamanda (2006) ve doğru yere (Hürriyet) servis edildiğini görebiliriz! Çok profesyonelce bir iş! Ergenekon’un, meşru sivil hükümeti devirmek için üretilen bu tur malzemelere paralel olarak başka eylemleri de oldu 2006’da. Mesela, Rahip Andrea Santora, 5 Şubat 2006’da Trabzon’da uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. 5, 10 ve 11 Mayıs 2006 tarihlerinde Şişli'de bulunan Cumhuriyet Gazetesi merkezine el bombasıatıldı. Darbeye zemin hazırlamak için 2006’da tezgahlanan en önemli eylem ise, 17 Mayıs 2006 günkü Danıştay 2. Dairesine yönelik silahlı saldırıdır. Saldırıda Danıştay üyesi Mustafa Yücel Özbilgin öldürüldü, 4 üye de yaralandı.

 

 

 

Danıştay Saldırısı, Ergenekon Çetesi’nin ABD’deki hamisi Neocon Çetesi’nin güdümündeki Hudson Enstitüsü’nün daha sonra sızan “kirli planı” ile ilişkilendirilmişti (10-14). Danıştay Saldırısı ’ndan sonra kopartılan ve aşağıda numunelerini vereceğim fırtınalar, bu saldırının çok profesyonelce, uluslararası bir planın ürünü olduğunu, hedefin meşru hükümeti yıkmak olduğunu gösteriyor. Onun için, Danıştay Saldırısı’ndan sonra atılan 18 Mayıs 2006 tarihli manşetleri, sarfedilen ifadeleri tekrar hatırlamakta fayda var (15):

 

 

 

“Laiklige kurşun” (Milliyet), “Kaşıya kaşıya” (Hürriyet), “Yargıya Türk-İslam sentezci saldırı”(Radikal; manşetin altında “Saldırırejimin temeline” ve "Çörtoğlu: En yetkililer saldırıya cesaret verdi” başlıklarını kullanmıştı), “Bu kez de aynı el” (Cumhuriyet; gazetede “Tehlikenin Farkında mısınız?”ve “Danıştay hükümeti suçladı:Yetkililer cesaret verdi, Hükümete tavır” şeklinde başlıklar atılarak saldırılardan hükümetin sorumlu olduğu izlenimini vermişti), “O üyeler vuruldu” (Güneş; gazetede manşetin altında “Türban hakkındaki kararlarından dolayı yobazların dış bilediği, dinci Vakit'in de hedef gösterdiği 5 Danıştay üyesi suikaste uğradı” yazılarına yer verilmişti), “Türkiye’ye kurşun” (Posta; gazetede Alparslan Arslan’in Türk-İslam sentezci olduğuna vurgu yapılarak “Allah'in askeriyiz, türban yüzünden cezalandırılacaksınız, Allah’in gazabı üzerinize olsun” şeklinde bağırdığıyazılmıştır). “Laik Cumhuriyete savaşaçtılar” (Takvim; gazetede saldırgan “mürteci, aşırı dinci” olarak tanımlanmıştı).

 

 

 

Ertesi günkü (19 Mayıs 2006) manşetler ve söylemler direk sivil hükümeti hedef alıyordu (unutulmasın, uluslararası odaklar tarafından planlanan saldırının amacı sivil hükümeti devirmekti): “Öfke”(Akşam; haberde “Yüksek Yargı temsilcileri, hukukçular, rektörler ve onbinlerce kişinin Anıtkabir'e akın ettiği, cenaze törenine katılan Çevre Bakanı'nm Polis kaskıyla kaçırıldığı haberlerine yer verilmişti), “Hükümete öfke” (Cumhuriyet). Takip eden günlerde kışkırtıcı, sivil hükümeti hedef alan, darbe çığırtkanlığı kokan manşetler atıldı, konuşmalar yapıldı. Sivil hükümeti hedef alan en provokatif konuşma, dönemin CumhurbaşkanıA. Necdet Sezer’inkisiydi: “Danıştay'a yapılan saldırı laik Cumhuriyet'e yapıldı. Saldırıya neden olanların tutum ve davranışlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekir... Laikliği çeşitli biçimlerde yorumlayarak, için boşaltıp demokrasiyi, dolayısıyla devlet rejimini yıkmaya kimsenin gücü yetmeyecektir.” Sezer’in hedefinde, yaklaşık bir ay önce kendisini “Kimse bize irtica dersi vermesin!” diye tersleyen Erdoğan ve hükümeti vardı şüphesiz.

 

Danistan Saldırısı gibi büyük bir planın darbe ile sonuclanmamasinin en büyük sebeplerinden biri Danıştay saldırganının suçüstü yakalanmasıydı.Yakalanmasaydı, suç hükümete yüklenecek, daha önce hazırlanmış manşetler ve planlanmış eylemlerle sivil hükümet yıkılacaktı.

 

 

 

Bu analizden sonra başladığımız haber akışına geri dönelim. Hurriyet’in manipülatif, operasyonel sızdırma haberinden bir gün sonra Yeni Şafak gazetesi olayı “Kim fişledi kim sızdırdı” başlığıyla analiz etti:

Tarih: 24.04.2006 (16). “Üç milletvekilinin 2003 yılında namaz kılarken gizli kamerayla görüntülenmesi ve üç yıl aradan sonra bu görüntülerin 'tarikat bağlantısı' yorumuyla basında yer alması ‘vekilleri kim fişliyor’ tartışmasına yol açtı (…) Milletvekilleri izlendiklerini, 3 yıl öncesine ait görüntülerinin Hürriyet gazetesinde yayınlanmasıyla öğrendi.”

 

“Olaya sert tepki gösteren AK Parti Çorum Milletvekili Ali Yüksel Kavuştu, ‘Bu fişlemeyi kimin yaptığını merak ediyorum. Fişlemeyi ya MİT ya da JİT yapmıştır. Kim yaptıysa mertçe ortaya çıkıp 'ben yaptım; şu amaçla takip ediyordum' demelidir (…) Milletvekilerinin ibadetlerinin takip edilmesi vahim bir durumdur. Vekile bunu yapanlar vatandaşlara akla gelmedik iftiralar atabilir’diye konuştu.”

 

“Görüntülerin 2003'te çekilmesine rağmen bugün piyasaya sürüldüğüne dikkat çeken Kavuştu, ‘Bu görüntülerin neden şimdi yayınlandığınımerak ediyorum’ şeklinde konuştu. Ardahan Milletvekili Kenan Altun ise milletvekili olarak ibadet etme hürriyetlerinin bulunduğunu belirtirken, ‘Fişlemenin kimin tarafından yapıldığını ben de merak ediyorum. Benimle ilgili başka fişlemeler var mı? Türkiye AB yolunda ilerlerken bu tür şeyler eskide kaldı. Eski yöntemlerle hiçbir yere varılamaz’dedi.”

 

“AK Parti'den isminin açıklanmasını istemeyen bir milletvekili ise ‘kendisinin de fişlendiği’ yolunda ihbarlar aldığını söyledi. Milletvekili, ‘bir ilçe kongresinde yaptığı konuşmanın JİTEM'in istihbarat raporunda yer aldığı’ yolunda kendisine haberler ulaştığını belirterek, ‘Ben henüz bu istihbarat raporunu görmedim. Ancak fişlendiğim konusunda dolaylı bilgiler edindim. İstihbarat raporunu temin edince kamuoyuna açıklayacağım’ şeklinde konuştu.”

 

Tarih: 10.09.2006 (17). “AKP Çorum Milletvekili Ali Yüksel Kavuştu’ya göre Gülen-Erdoğan arasında sorun yok. Erdoğan’ın cemaatlere karşı ‘kıyak veya cezalandırma’ politikası yürütmediğini anlatan AKP’li Kavuştu şöyle dedi: ‘Mahalli ve genel seçimlerde Gülen cemaati bizi desteklemedi. Başbakan cemaate karşı cezalandırma yöntemine başvurmadı. Süleymancılar DYP’yi desteklemesine rağmen Erdoğan hepsine eşit yaklaşmıştır. Gülen cemaati geçen hükümet döneminde Ecevit’i destekledi. Onlar iktidar kimse şimdiye kadar ona destek verdiler. Şu ana kadar bize desteklerini görmedim. Belki önümüzdeki süreçte görebiliriz.”

 

 

Milletvekili Ali Yüksel Kavuştu’nun“Gülen-Erdoğan arasında sorun yok”, ardından “Gülen cemaati bizi desteklemedi”ifadeler dikkatimi çekti. Kavuştu, Gülen Camiası hakkındaki bu fikirlerinden dolayı hedef alındığı akla gelebilir belki ama Ergenekon aleyhinde çalışanların başında Camia geliyor. Acaba, Camia’ya sızan, önceki yazımda bahsettiğim Derin Damar’a mensup birileri, Camia’nin güvenini kazanmak, Camia’daki yerini sağlama almak (deşifre olmamak) için mi Kavuştu’yu hedef aldı?

 

 

Tarih: 15 Aralik 2009. Vakit gazetesi, 15 Aralık Salı günü, “Ergenekon Hürriyet'i kullanmış” başlıklı bir yazıyla, Hürriyet gazetesinde 23 Nisan 2006'da “ADD'ye de gitmiştik” başlıklı haberin Ergenekoncular tarafında servis edildiğine dair bir haber yayınladı. Vakit’in haberini bulamadığım için onun aynısı/benzeri olan Yeni Şafak’ın “Ergenekon Hürriyet’i nasıl kullandı?” başlıklı haberini vereceğim.

Tarih: 15/16.12.2009. (18). “Ergenekon iddianamesinin ek klasörlerinde yer alan gizli tanık Ahmet Faruk'un ifadelerine göre, Hürriyet gazetesinde yer alan istihbarî haberin kaynağı Ergenekon! Fotoğrafı bizzat Levent Ersöz'ün yakınında çalışan gizli tanık Ahmet Faruk çekmiş…”

“Ergenekon soruşturması çerçevesinde yargılanan emekli Tuğgeneral Levent Ersöz, AK Parti milletvekilleri Ali Yüksel Kavuştu ve Kenan Altun'un, bir mescidde Mustafa Sungur Hoca ile gizli çekilmiş fotoğraflarını Hürriyet gazetesine servis etmiş. Hürriyet gazetesi de, Levent Ersöz'ün yakınları tarafından getirilen söz konusu fotoğrafları haberleştirerek yayınlamış.”

 

“23 Nisan 2006 tarihli Gülden Aydın imzalı haberde, AK Partili iki milletvekilinin 4 Ekim 2003 tarihinde Beştepe Hacıbayram Mescidi'nde Bediüzzaman Said Nursi'nin talebesi Mustafa Sungur ile fotoğrafı yayınlanmıştı. Bir istihbarat raporuna girdiği söylenen fotoğrafla ilgili, ‘Nurcu Mustafa Sungur'un sohbet toplantısında elde edilen görüntü’ ifadeleri yer aldığı ileri sürüldü.
Gizli tanık Ahmet Faruk, savcıya verdiği ifadede bu fotoğrafın kendisi tarafından çekildiğini ve birkaç yıl sonra Hürriyet'e sızdırıldığını itiraf ediyor.”

 

“Ahmet Faruk, bu tür gayri resmi ve gizli istihbarat çalışmalarını Ergenekon sanığı emekli Tuğgeneral Levent Ersöz'le birlikte yaptıklarını anlatırken, şu ifadeleri kullanıyor:
'Ben Mustafa Sungur hakkında medyaya itiraf şeklinde mektuplar yazacaktım. Mustafa Sungur'un erkek çocuklar ile cinsel ilişkiye girdiğini belirterek onu küçük düşürecektik
. Bunların karşılığında Levent Paşa beni Hürriyet veya Doğan Grubu'nda başka bir yerde işe aldıracaktı. Hürriyet'te kendilerine çalışan bir ekibin olduğunu söylüyordu.'”

 

“Ersöz'ün Ankara'da Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Daire Başkanlığı'na atanmasıyla birlikte Ankara'da faaliyetlere başlayan gizli tanık Ahmet Faruk, 'Buradaki çalışmalar tamamen siyasilere yöneliktir.Cemaat ilgisi olan milletvekilleri ile görüşülüp çekimleri yapılıyordu. (…) İstihbaratta çalışan Başçavuş Bayram Güleç'i cemaate ben sızdırdım.(…) Ankara'daki faaliyetlerimiz 1 seneye yakın sürdü. Bu çalışmalar neticesinde darbeye doğru gittiklerini anladım. Çünkü her defasında Ersöz Paşa, Başbakan'a küfür ederek, ‘indireceğiz bunları’ diye söylüyordu' şeklinde ifade vermiş.”

“…Ergenekon iddianamesinin delil klasörlerinde, var olduğu iddia olunan
Ergenekon Terör Örgütü'nün gizli çektiği fotoğrafların, Aydın Doğan'ın sahibi olduğu Milliyet gazetesi i
le Aydın Doğan'ın ortak olduğu Cumhuriyet gazetesinde aynen yayınlandığı yer alıyor.”

“… Terör Örgütü üyeleri; Ankara'da, Feyzeddin Erol tarafından 18 Kasım 2003 tarihinde verilen ve dönemin AK Partili Adıyaman Milletvekili Hüsrev Kutlu, Afyon Milletvekili Ahmet Koca, Diyarbakır Milletvekili İhsan Aslan, Kocaeli Milletvekili Muzaffer Baştopçu, Şanlıurfa Milletvekili Mahmut Kaplan, Siirt Milletvekili Ömer Gülyeşil ve Van Milletvekili Maliki Ejder Arvas'ın katıldığı iftar yemeğini gizli kamerayla çekmiş.”

 

“İftar yemeğinde çekilen görüntüler, Var olduğu iddia olunan Ergenekon Terör Örgütü yöneticisi olduğu gerekçesiyle yargılanan emekli Orgeneral Şener Eruygur ve emekli Orgeneral Hurşit Tolon'a getirilmiş. Şener Eruygur ve Hurşit Tolon'da bulunan gizli çekim görüntüleri, Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerine servis edilmiş.”

 

“Cumhuriyet Çalışma Grubu tarafından 18 Kasım 2003'te gizli kamerayla çekilen iftar yemeği görüntüleri, Milliyet gazetesinde 3 Ocak 2004 tarihinde (47 gün sonra)
‘Şeyhinin dergâhında’,
Cumhuriyet gazetesinde de ‘
Kutlu AK Parti'yi zorluyor’
ve
‘Kutlu tarikat yemeğinde’
başlıklarıyla manşetten yer almış.”

 

 

Çoğunu aktardığım haberin Vakit gazetesinde “Ergenekon Hürriyet'i kullanmış” başlığıyla verilmesi Hürriyet muhabiri Gülden Aydın’ı çok kızdırdıgi için haberinin kaynağını açıklamak zorunda kaldı.

 

Aydın’ın kısa açıklamasını olduğu gibi sunuyorum:

Tarih: 16.12.2009 (19). “Vakit gazetesi, 15 Aralık Salı günü, ‘Ergenekon Hürriyet’i kullanmış’ başlıklı bir yazıyla, Hürriyet gazetesinde 23 Nisan 2006’da ‘ADD’ye de gitmiştik’ başlıklı haberimin Ergenekoncular tarafından servis edildiğine dair bir iftira yayınladı.”

 

“Vakit’i gazete, yaptığını gazetecilik olarak görmüyorum. Bu yüzden kendilerine bir açıklama göndermiyorum. Sözüm, bu iftiraları sorgusuz alıntılayan ve yaygınlaştıran internet medyasına.”

 

“Ben, haberin kaynağı ile değil haberin kendisiyle ilgilenirim. Haber doğruysa, kimden geldiğine bakmam. Kendine gazeteci diyen de bakmaz zaten. Vakit’in iftirasında sakladığı şu: Haber doğru mu? Evet. Haberde ismi geçen AKP Milletvekilleri Ali Yüksel Kavuştu ve Kenan Altun’la konuşmuş muyum? Evet. Onlar fotoğrafı, haberi doğrulayıp bana röportaj vermiş,birlikte fotoğraf çektirmişler mi? Evet.”

“Demek ki haberle, haberin doğruluğuyla ilgili bir sorun yok. Geriye haberin kaynağı kim sorusu kalıyor. Haber kaynağının açıklanıp açıklanmaması konusundaki ilkesel tavrı biliyorum. Ama bana ve çalıştığım gazeteye karşı‘Ergenekonculuk’ suçlamasıyla haksız bir linç kampanyasının sürdürüldüğü bu dönemde, kendisinden izin alarak bu haberin kaynağını açıklıyorum.”

“Haber kaynağım: Polis Akademisi Öğretim Üyesi ve Taraf gazetesi yazarı Doç. Dr. Önder Aytaç.”

“Bu durumda Vakit iftiracılarının ve takipçilerinin, Önder Aytaç’ın Ergenekoncu olup olmadığını tartışmaları gerekiyor.”

Çok ilginç bir durum!

Ergenekon Cetesi’nin, meşru hükümetin mensuplarını istifa ettirmek, dolayısıyla hükümeti zayiflatarak yıkmak için çektiği malzemeyi Hürriyet gazetesine servis eden, bir önceki yazımda Derin Devlet’in yeni tetikçi yapılanması olan “Derin Damar” Cetesi’nin elemanı olarak takdim ettiğim Önder Aytaç’mıș!

 

 

Bunca haberlere ve aradan geçen bunca zamana rağmen Önder Aytaç’ın Hürriyet’in sözkonusu haberi hakkında konuşmaması ve iddiaları reddetmemesi hakkındaki şüpheleri artırıyor! Levent Ersöz yapımı olan malzemeyi nereden temin etti? Neden Hürriyet gazetesine servis etti? Servis ettiği başka malzemeler de var mı? Zaman zaman gizli kasetlerden bahsederek hükümete gözdağı veriyor yazılarında ve twitlerinde; etrafındakilere “elimde birkaç bakanı götürecek malzeme var” dediği söyleniyor. Sözünü ettiği malzemeler de Ergenekon’dan mı miras kalma?

Aytaç, Ergenekon Çetesi’nin Tuncay Güney gibi Gülen Camiasi’na yerleştirdiği (20) operasyonel bir eleman mi, yoksa Ergenekon’un evraklarını gazetelere servis eden sıradan bir “ofis-boy” mu?

 

 

Ergenekon Davası gizli tanığı Ahmet Faruk, hükümet mensuplarıyla birlikte Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur’u da hedef alan sözkonusu fotoğrafların “Levent Ersöz'ün yakınları” tarafından Hürriyet’e servis edildiğini söylüyor. Bu durumda, Önder Ayraç, Levent Ersöz'ün yakınlarından biri olmuş oluyor! Bahsedilen yakınlık, akrabalıktan kaynaklanmıyorsa, ki sanmıyorum, “görev icabı yakınlık” olsa gerek.

 

 

Hakkındaki bunca şaibeye rağmen, Ergenekon Terör Örgütü’ne karşı oldukça iyi mücadele veren ve hala vermekte olan Gülen Camiası’nın televizyonunda program yapması, Camia’daki birçok yazar/zevat tarafından el üstünde tutulması ilginç. Üstelik, bazı Camia elemanlarına, mesela Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’ya, yeri geldiğinde ayar çekip tehdit ettiği halde (21; Aytac, “Sizin en yakınınızda zannettiğiniz insanlar bile… olup biten herşeyi bizimle paylaşıyorlar” ifadeleriyle Dumanli’yi tehdit ediyor, mensubu olduğu Derin Damar’in Camia’nin kılcal damarlarına kadar sızdığını ima ediyor)!

 

 

Bütün bunlara rağmen Önder Aytaç’ın Ergenekon ile olan ilişkisinin Camia tarafından şimdiye kadar sorgulanmaması ilginç! İlginç olan bir diğer konu, Levent Ersöz’ü tutuklatan Özel Yetkili Mahkeme savcılarının Önder Aytaç’ın ifadesine bile basvurmaması…

 

 

Haber kaynağı O. Aytaç’ı çok iyi tanıdığını tahmin ettiğim Gülden Aydın’ın, “…Önder Aytaç’ın Ergenekoncu olup olmadığını tartışmaları gerekiyor” ağır lafına rağmen Vakit’in, bunca somut verilere ve iddialara rağmen, Önder Aytaç’ın Ergenekon bağlantısı hakkında bir satır haber dahi yapmaması ilginç!

 

 

Camia’nın ve Vakit’in sorgulamadığı Önder Aytaç’ın sorgulanma vakti gelmiş, hatta geçiyor. Sorgulamaya, onun MHP’ye kurulan komplo kasetleriyle olan ilgisini; bu kasetleri kullanarak Ergenekon’un hedefindeki MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi hedef almasını; meşru sivil hükümeti hedef alırken Ergenekon yöntemlerini kullanmasını tahlil ederek devam edeceğim.

 

Cevdet Akbay, 28.09.2012

 

 

1) http://www.habervitrini.com/haber/flas-flas-erkan-mumcu-hem-bakanliktan-hemde-ak-partiden-istifa-etti-163095/

2) http://www.haber7.com/haber/20081225/Ak-Partiden-bir-istifa-haberi-daha.php

3) http://www.habervitrini.com/haber/milletvekiline-kizan-ak-parti-il-yonetimi-istifa-etti-166765/

4) http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=168537

5) http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=3471023

6) http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=4300123&tarih=2006-04-23

7) http://yenisafak.com.tr/arsiv/2005/mart/09/p10.html

8) http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=4262182

9) http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=4262353

10) http://www.nasname.com/Yazarlar/cakbay/1240.html

11) http://www.nasname.com/Yazarlar/cakbay/766.html

12) http://www.nasname.com/Yazarlar/cakbay/346.html

13) http://www.nasname.com/Yazarlar/cakbay/5962.html

14) http://www.nasname.com/Yazarlar/cakbay/4148.html

15)http://tr.wikisource.org/wiki/Ergenekon_iddianamesi/B%C3%96L%C3%9CM_IV_ERGENEKON_TER%C3%96R_%C3%96RG%C3%9CT%C3%9CN%C3%9CN_GER%C3%87EKLE%C5%9ET%C4%B0RD%C4%B0%C4%9E%C4%B0_EYLEMLER,

16) http://yenisafak.com.tr/arsiv/2006/nisan/24/g03.html

17) http://haber.gazetevatan.com/0/86873/1/Haber

18) http://yenisafak.com.tr/Gundem/Default.aspx?t=16.12.2009&i=229105

19) http://www.hurriyet.com.tr/gundem/13212143.asp

20) http://www.haber10.com/haber/292554/

21) http://www.medyafaresi.com/yazi/784/onder-aytac-ekrem-dumanli-nin-bana-ayar-verme-gayreti.html

 

 

 

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Ben bir fitneciyim! Da da da!

[/h]Bi kere bana göre 7 Şubat sıradan bir kriz değildi. 7 Şubat bence bazı yargıemniyet mensuplarının bir blok halinde hükümete karşı alenen giriştikleri derin bir darbeydi!

Kısaca özetleyeyim neden böyle düşündüğümü. Biliyorsunuz. Terörün bitirilmesi için devlet adına PKK'lılarla müzakerelerde bulunan MİT yetkilileri bir Cumhuriyet Savcısı tarafından vatan hainliği ile suçlandı. Başbakan Erdoğan'ın ağır bir ameliyat geçirmesinin hemen akabinde Müsteşar Hakan Fidan ile eski müsteşar Emre Taner ve yardımcısı Afet Güneş hakkında yakalama emri çıkarıldı. Oslo'da yapılan görüşmelerin tutanaklarında kullanılan ifadeleri ve MİT'in PKK'yı çözümlemek için yaptığı birtakım girişimleri hainlik şeklinde değerlendiren savcı resmen bu yetkililerin kellesini istedi.

Kulislerde asıl amacın Başbakan'a gözdağı vermek ve hatta MİT'çilere kelepçeyi taktıktan sonra da onu "vatan haini" suçlaması ile içeri tıkmak olduğu konuşuldu. İşte o günlerde Türk basınında neler olup bittiğini açık yüreklilikle dile getiren ve bunu yaparken de bir vatansever olarak Fidan'a ve arkadaşlarına dibine kadar sahip çıkan nadir kalemlerden biriydim ben. Çoğu kalem -ki bunların arasında "yandaş" diye tabir edebilecekleriniz de var- nedense bu meselelerde ya susmayı tercih etti ya da ortaya karışık bir şeyler yazmayı... Çünkü söz konusu blokun Gülen Cemaati'nin kontrolünde olduğu kaygısı vardı hep. İşte hem hükümeti küstürmemek, hem de Gülen Cemaati'ne ters düşmemek adına iki tarafa da pozitif mesajlar verenlerin arasından benim o "Kral Çıplak!" tadındaki yazılarım ne yazık ki fitnecilik ithamları ile karşı karşıya kaldı. (Trajikomik belki ama bana bu ağır ithamlarda bulunanlardan ve hatta cemaat gönüllülerine "Alçak kadın hizmetimize hunharca saldırıyor. Alenen fitne yapıyor!" telefon mesajları gönderenlerden biri şu aralar pek bir cevval bu konuda!)

Neyse yani... 7 Şubat bence çok önemli bir dönüm noktasıydı. Duruşumdan, yazdıklarımdan dolayı hakkımda "MİT'in tetikçisi, taşeronu" gibi abuk sabuk tezvirat yapılmış olsa da kendimle hakikaten gurur duyuyorum. Çok doğru bir duruştu ve emin olun bugün yaşansa aynı olaylar yine aynı duruşu sergilerim. Çünkü yargı ve emniyet görevlilerinden oluşan o derin birliktelik kendi vesayetlerine ters düşüyor diye gümletmeye çalıştıkları Fidan için 40 yıldır akan kardeş kanını durdurma çabalarını da baltalıyorlardı aynı zamanda.

Bu gerçeği gören bir kalem olarak susmam, üç maymunu oynamam mümkün değildi. Mesele hafif sıyrıklarla atlatıldı ama 7 Şubat Cemaat ve hükümet arasında da derin bir yarık açtı. Okuyorsunuz. Bu yarık son zamanlarda iyice belirginleşti ama ben girmemeye çalışıyorum. Korkumdan falan değil bu tabii. Kızgınlığımdan. Kırgınlığımdan. Çünkü hem Cemaat'e, hem de hükümete yakın bazı isimlerin 7 Şubat vakası ile ilgili hakkımda garip spekülasyonlar yaptığını duydum. Bu spekülasyonları yapan taraflara ince bir mesaj vermek, serzenişte bulunmak için de kısa bir süre önce de "Ölümüne kadar beraberler" mealine gelecek bir yazı kaleme aldım. Anlayan anladı tabii ama anlamayanlar var hâlâ. İşte Haberal ile ilgili kulislerdeki söylentileri yazınca yine taarruza geçti şahsıma "fitneci" diyen bu tayfa!

Bazı Cemaat gönüllüleri abarttı, ağza alınmayacak hakaretlerle saldırmaya başladı. İnanın yoruldum artık. Çünkü böyle bir derdim yok. Niye Cemaat'e düşman olayım? Evet Cemaat mensubu olduğunu söyleyen birileri akla ziyan işler yapıyor bi yerlerde ama bu bütün gönüllüleri bağlamaz ki! Tanıdığım, her adımına kefil olabileceğim çok değerli insanlar var aralarında. Ve bunların sayısı da yanlış olanlara oranla hayli fazla. Hakiki dostum diyebileceğim bu insanların hatırına bile olsa fitne yapmam ben! Kızdırıyor olabilir yazdıklarım bazılarını ama yaptığım tek şey gazetecilik! Maalesef perde arkasında bunlar konuşuluyor.

Mesela son zamanların en sükseli kulisi. Pelesenk oldu dillere ama ben tam 1 yıl önce yazmıştım Mustafa Sarıgül'ün Gülen Cemaat'inden tam destek sözü aldığını! O zaman da fitneci diye yaftalanmıştım. Şimdi de Haberal'la Cemaat'e dair perde arkasında konuşulanları yazıyorum diye fitneci oldum! Ne yapayım söyler misiniz? Bu mahallede herkesin bildiklerini köşeme falan yazmayıp, alıp alıp sandığa mı atayım?

 

 

 

Sevilay Yükselir, Sabah, 11.08.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]İktidar mensubu olmak[/h]Bu seferki tartışmanın, çoğu kimsenin gözünden kaçan tuhaf bir tarafı var. Aslanlar gibi savunmaya geçenler, acem kılıcı gibi iki tarafı kesen sözlerle kime saldırıyorlar?

Üstelik nasıl? Sadece bir parti amblemini, sorgulanamaz bir aidiyet duygusu ile takım tutar gibi en ilkel düzeyde savunmanın bir partiye faydası olur mu? Ak ve karadan müteşekkil iki renkli bir dünyada yaşamak? “Kime karşı?” sorusu, ilkelliğin sebebini de açıklıyor. Kime karşı? Bu sefer doğrudan, oyunu AK Parti’ye verenlere karşı. Bu tartışmanın, hükümetin arkasındaki % 50’nin içinde geçtiğinin, iktidarı savunanların farkında olmaması mümkün mü? Düşmanlık AK Parti’ye desteğe devam edip, bazı rezervlerini sıralayanları da karşısına alıyor. Hâlbuki karşımızda bir doktrin partisi değil, bir kitle partisi duruyor. Doktrin partileri her şeyinizi sorgusuz isterler ve bu yüzden % 1’i geçemezler. Kitle partileri ise en çok sayıda insanın sadece oyunu ister; kimsenin inancını, hayatını, dünyasını mensubiyetin gereği olarak talep etmez. Normal olanı da zaten budur. Öyleyse süregiden tartışmalarda gerçekten bir tuhaflık yok mu?

Ben oyumu, 2002’den beri AK Parti’ye veriyorum. Yerel seçimler için endişelerim var. Ama cumhurbaşkanlığı seçiminde -şayet olursa- Erdoğan’a, genel seçimlerde de istikrarın devamı adına yine AK Parti’ye oy vermeyi düşünüyorum. Son tartışmada AK Parti’nin keskin kalemleri ve fanatikleri tarafından ağır hakaretlere maruz kalanlar istisnasız bu % 50’nin içinde yer alıyorlar. Üstelik çevrelerini ve hitap ettikleri kitleleri de bu yönde etkileyen insanlar. Peki, o zaman keskin kılıçlar, kime karşı AK Parti’yi savunmuş oluyorlar? Bu sorunun cevabı şu ince farkta saklı: Aslında AK Parti’yi değil, iktidarı savunuyorlar.

İktidar olmayı, iktidarda bulunmayı, iktidara yakın olmayı, iktidarın safında yer almayı savunmuş oluyorlar. Bu fark önemli. Çünkü, AK Parti iktidarda olmazsa, hiçbiri bu savunmayı sürdürmez. Onları ilgilendiren parti değil, iktidar. AK Parti’nin kurumsal kimliği, kişiliği ve seçmen nezdindeki itibarı onların meselesi değil. Durum böyle olunca ortaya sevimsiz bir sonuç çıkıyor: İktidar kutsanıyor. Güç, merkeze alınıyor. Hükmetmenin baştan çıkartan cazibesi, iktidarı savunmanın motivasyonuna dönüşüyor. Güç ve iktidar tarafından biçimlenen kalemin ve fikrin ise pırıltısı kalmıyor. Çünkü fikir, itiraz ederken, eleştirirken, doğru yolu gösterirken lazımdır. Sonuç? Bu tartışmalar AK Parti ile iktidarı karşı karşıya getiriyor ve bu işten parti büyük zararlar görüyor.

Tuhaflığın altını çizmek için tekrarlamalıyım. İktidarı savunmaya geçenler, AK Parti’nin arkasındaki % 50’ye savaş açmış durumdalar. Her şeye rağmen bu partiye oyunu vermekte ısrarlı olan insanları bezdirmek ve vazgeçirmek gibi bir amaca hizmet ediyorlar. AK Parti’yi değil, iktidarı tavizsiz bir şekilde savundukları için, kendileri de söyledikleri de sevimsiz hale geliyor. Bir tartışma programında, sevimsiz ve mekanik bir şekilde iktidarı savunan bir gazeteci dostuma, “Seni tanımasam, AK Parti’yi küçük düşürmek için Kılıçdaroğlu’ndan rüşvet aldığını düşünecektim” diye takılmıştım. Dikkatinizi çekti mi? İktidarı her hal ve şartta tavizsiz bir şekilde savunanlar, hiçbir zaman AK Parti seçmenine hitap etmiyor, sadece “patron ne der?” sorusuna cevap arayarak tek kişiye hitap ediyorlar. Bu yüzden tatsız, tuzsuz şeyler ortaya çıkıyor. Hükümete destek veren o koskoca medya gücünden, AK Parti hanesine en küçük bir payın bile çıkmaması bu yüzden olmalı.

AK Parti kendisini yok etmeye çalışan güç ve iktidar sahiplerini alt etti. Şimdi seçmeni ile arasına yerleşmiş güç ve iktidar sahipleri var. Önümüz yerel seçim. İstikrara etkisi yok. Sizce AK Parti kendisini kuşatan bu güç ve iktidarın oluşturduğu sevimsiz engeli aşabilir mi?

 

 

Mümtaz´er Türköne, Zaman, 13.08.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Arınç'tan Fethullah Gülen-AK Parti açıklaması[/h]

[h=2]Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, katıldığı televizyon programında son günlerde köşe yazarlarının yazılarıyla tartışma haline gelen AK Parti ile Gülen cemaati arasındaki gerilim ile ilgili açıklamalarda bulundu.[/h]

Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, Kanal 24'te katıldığı programda son günlerde Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı ile Sabah Gazetesi Yazarı Mehmet Barlas'ın karşılıklı eleştiriyle gündeme gelen AK Parti ile Gülen cemaati arasındaki gerilim ile ilgili açıklamalarda bulundu.

ONDAN HİÇ AYRILMAYAN BİRİYİM

Fethullah Gülen'i çok sevdiğini anlatan Arınç, "Muhterem Gülen hoca efendiyi Mayıs ayındaziyaret ettim. 3 saat boyunca neler konuştuklarımızı tek tek anlatacak değilim. Ben hoca efendiyi de yeni tanıyan biri değilim. Manisa'ya hizmet yapmaya geldiği ilk günden beri tanıyorum. Onu çok seven ve ondan hiç ayrılmayan da biriyim. Cemaat de kötü bir şey değil.Sosyolojinin bir varlığı. Cemaat birileri tarağından yanlış anlaşılır diye camia diyorlar. Ama bence hizmet kelimesi daha güzel. Fethullah Gülen siyasi bir kişilik değil. Hayatın her alanında büyük dernekleri, vakıfları var. Medyada, yazılı basında çok güçlüler. Ama tüm gördükleri Türkiye'nin hayrına yapılacak ne varsa onu yapmaya çalışıyorlar" dedi.

"BÜYÜYEN VE GELİŞEN CAMİADA BÖYLE SORUNLAR OLABİLİR"

Gülen Cemaati'nin içinde de sorunlar olabileceğini söyleyen Arınç, "Böylesine büyüyen bir camianın farklı sorunları olabilecektir. Farklı anlaşılmalar olabilecektir. Her zaman bu böyledir. Ne kadar genişler ve büyürseniz o kadar sorunlar çıkabilir. Biz RP'de, FP'de siyaset yaptım. Biz kitle partisi değildik. Biz RP'de, FP'de hangi sandıktan ne kadar oy çıkacağını bilirdik. Alaybey'de bilirdik ki bir sanıktan 3 oy çıkacak. 6 oy çıkınca bayram yapardık. Ama biz şimdi 300 seçmeni olan bir sanıktan 270 oy alınca normal görmeye başladık. Rahmetli Erbakan hoca kendine hedefler koymuştu. Hedeflere yöneliksiz siyaset yapınca karşıdakiler de reel siyasetlebağdaştıramıyordu. AK Parti kitle partisi oldu. Oyumuz yüzde 50. AK Parti farklı bir parti çünkü. 16 vekil çıkarılan bir ilde 355 tane aday adayı oluyor. Herkes kendi nefsini kardeşine tercih etsindedim gidip. Güçlü parti iktidar olur kendime yer bulayım diye düşünüyorlar. Güçlü olanı herkes tercih eder. Baykal döneminin son döneminde çarşaflılara rozet takıldı. Mustafa Kemal'in partisiyiz biz diyenler bu noktaya geldi. Yüzyıllardır tarikat ve cemaat gerçeği vardır. Birkaç tane cemaat de değil ne cemaatler var" diye konuştu.

"AK PARTİ'Yİ DESTEKLİYORLAR"

Arınç, "Gülen hoca efendinin işaret ettiği noktalara büyük bir hızla koşan çok dürüst insanlar var. Ama onlarla birlikte bulunanların kafalarından farklı şeyler geçiyor olabilir. Bu da insanın doğasında var. Bunlar şu tarafa, şunlar bu tarafa laf söylemeye kalkarsa bu kötüdür. Hükümeti ve Tayyip Beyi, Abdullah beyi çok seviyor, onlara çok güveniyor Gülen hoca efendi. 12 Eylül 2010 referandumunda bu camianın kadını erkeği kapı kapı dolaştı ve oylarınızı evet olarak kullanın dedi. Bu öpülecek bir davranıştır. Biz bugün ne yapıyorsak 12 Eylül referandumundan aldığımız güçle yapıyoruz. Bu camiaya sadece bunun için yüzyıllarca hakkımızı helal etsek geri kalmayız. Seçimlerde büyük oranda AK Parti'yi destekliyorlar" dedi.

"ORADAN LAF GETİRENLERİ DOĞRU GÖRMEM"

Gülen cemaatinin AK Parti'yi sevdiğini ve desteklediğini söyleyen Arınç, "Ama bu camia geçmişte farklı siyasi tercihlerde bulunmuş olabilir. Hükümetimizi bu kadar seven bir camiaya karşı bizim, bazılarının laf söylemesi ve ölçüyü kaçırması yanlış. Buradan oraya nasıl haber gidiyor, orası nasıl etkileniyor. Ben herkesin vicdanına bırakıyorum. Oradan laf getirenlerin, bir takım yanlış insanların yaptıklarını da doğru görmem ben. Camia ile hükümet arasındaki ilişkileri bozabilecek bir yarışa girmeye ihtiyacımız yok. Hükümetin muhalefeti vardır. Onlar bir şeyler söyleyecekler. Onlar da iyi niyetle ikaz ediyorsa bu hakkın onlar için de olduğuna inanırırm" ifadelerini kullandı.

"BU TARAFI SEVİYORUM AMA BU TARAFIN DA İÇİNDEYİM"

Arınç konuşmasını şu sözlerle sürdürdü;

Ama burada olan Sözcü Gazetesi'nde olduğu gibi değil, Ekrem'in burasına geldiği için yazmıştır ama bu taraftan da atılan tweetleri biliyorum. Ben ortada durayım. Bu tarafı seviyorum ama bu tarafın da içindeyim. Bu partinin kurucularından biriyim. Hükümet işi bizzat hoca efendinin sözüdür: Hikmeti hükümete karışmak doğru değil. Bazı şeyleri bahane ederek hükümetin icraatlarını yüksek perdeden eleştirmek ve birilerini sevindirmek doğru değil. Bütün güçlüklere rağmen başbakan bu ülkeyi çok güzel yönetiyor. Bakmayın burada böyle söylediklerine bunu muhalefet de kabul ediyor. İsim belirterek ya da ima ederek partinin önemli kişilerini yerden yere vurmak çok yakışık almıyor. Biz ilişkilerimizi en iyi şekilde götüreceğiz. Başbakanımız Hoca efendiye karşı çok güzel hisler içinde ama hükmeti hükümetin başında."

Haber7, 13.08.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'ndan Hizmet Hareketi'ne yönelik iddialara cevaplar

 

13.08.2013

Son dönemde giderek artan bir şekilde başta sosyal medyada olmak üzere, Hizmet Hareketi ile ilgili olarak karalama ve yanlış bilgiye dayalı yönlendirme kampanyaları dikkat çekmektedir. Her ne kadar bir iddiayı dile getiren, onu ispatlamakla yükümlü olsa da bu gerçek dışı iddiaları dile getirenler, “böyle şeylerin ispatı olmaz” yaklaşımı ile yanlış tavırlarına devam etmekte ve edecek gözükmektedirler. Hizmet hareketi hakkında kamuoyunu yanıltma ihtimali bulunan bu tür karalamalara cevap vermeyi, Vakfımız zaruri bir görev olarak görmüştür. Öte yandan, bu iddialara ve karalamalara farklı zaman ve zeminlerde cevaplar verilmiş olsa da kamuoyunun şeffaf bilgilendirilmesi ilkesine saygının gereği olarak da bu açıklamayı yapmayı zorunlu görüyoruz.

1. İddia: “Gezi parkı eylemlerinin arkasında Hizmet Hareketi vardı”

Konuyla ilgili gerek Fethullah Gülen Hocaefendi’nin açıklamaları, gerekse Hizmet Hareketi’nin genel tavrı dikkate alındığında bu iddianın asılsız olduğu apaçık görülecektir.

Hizmet Hareketi, insanların şiddete başvurmayan barışçıl protesto hakkına demokrasiye saygının gereği karşı değildir. Ancak, bu tür protestoların istismara açık olmaları sebebiyle Hizmet, kendisine gönül vermiş olanların bu tür protestolara katılmalarını teşvik etmez.

Protestoların tamamen çevreci duyarlılıkla ve barışçıl olduğu ilk günlerde, üstelik Hükümete yakın çevrelerden de olmak üzere toplumun her kesiminden bireylerin katıldığı bu protestoya, Hizmet’e sempati duyan bazı kimselerin çevreci duyarlılıklarla ve kendi şahsi iradeleriyle ilk günlerde olumlu bakmış olmaları, topyekûn Hizmet Hareketi’nin bir tür komplo içinde olduğu anlamına gelmez.

Nitekim eylemcilere çapulcu denmemesi gerektiğini belirttiği konuşmasında Onursal Başkanımız Sayın Fethullah Gülen, masum taleplerle başlayan eylemin daha sonra bazı art niyetli çevreler tarafından istismar edildiğinin ve bazı uluslararası medyanın da olumsuz algılanacak bir tavır içinde olduğunun altını çizmiştir. ( http://www.herkul.org/herkul-nagme/323-nagme-taksim-gezi-parki-hadiseleri-ve-problemlerin-temeli/)

Gezi eylemlerinin en başındaki çevre duyarlılığına hak veren ve göstericilere karşı ilk günlerde alınan sert tutumla ilgili her çevreden tepkiler olmuştur. Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “sandık her şey değildir”, Başbakan Vekili Bülent Arınç’ın “özür dileriz”, Kültür Bakanı Ömer Çelik‘in “mesaj alındı”, Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın “bütün muhalefeti birleştirdik”, Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış’ın New York Times gazetesindeki yazısında Gezi Parkı eylemleri “çoğulculuğun ve demokrasinin bir yansıması” olarak tasvir etmesi ve son olarak AK Parti Milletvekili Prof. Dr. İdris Bal’ın Gezi olaylarına ilişkin raporundaki ‘Hükümetin Gezi olayında stratejik hata yaptığı’ tespiti Hizmet’in bu konuya yaklaşımından farklı değildir.

Başbakan Erdoğan da, olaylar hala devam ediyorken tepki olarak düzenlediği Kazlıçeşme mitinginin hemen arkasından Türkçe Olimpiyatları’nın kapanış törenine gelmiş ve burada Hizmet Hareketi’ni övmüştür. Pozisyonu itibarı ile her türlü istihbarata sahip olan Sayın Başbakan, ‘Gezi komplosu’nun arkasında Hizmet Hareketi’nin olduğunu düşünseydi bu övgüleri hiç şüphesiz yapmazdı.

 

2. İddia: “Gezi Eylemcilerini Hizmet’e yakın savcı ve hâkimler tutuklamayıp salıvermiştir ”

Bütün savcı ve hakimler kamu görevlisi olup HSYK’nın yetkilendirme ve denetimine tabidir. Şayet yapılan görevin ifası konusunda yanlışlıklar varsa sorumluluk Adalet Bakanlığı ve HSYK’ya aittir.

Kaldı ki, son dönemde medyada sıklıkla yer alan bazı haber ve yazılar sayesinde Hizmet’e yakın olduğu iddia edilen yargı mensuplarının zaten tasfiye edildiği de kamuoyunun bilgisi dahilindedir.

Üstelik uzun zamandır tutuklu yargılamaları problem olarak gören çevrelerin, şimdi “yargı neden tutuklamıyor” diye şikâyetçi olmaları da büyük bir tutarsızlıktır.

Ergenekon davalarını gayrimeşru hale getirmek için yakın geçmişte vesayetçi çevrelerin dillerine doladığı “Cemaatçi yargı” ithamının şimdi başka çevreler tarafından gündeme getirilmesi ve bunların bir tepki görmemesi de son derece düşündürücüdür.

3. İddia: “Hizmetle bağlantılı polisler, eylemcilerin çadırlarını yakarak ve Gezi eylemlerine sert müdahale ederek eylemlerin büyümesini sağladı”

Kolluk güçleri kamu görevlisi olup İçişleri Bakanlığı’nın yetkilendirme ve denetimine tabidir. Hükümetin emrindeki kolluk kuvvetlerinin yaptıklarının sorumluluğunu bir sivil toplum hareketine mal etmek mantık dışıdır.

Nitekim olayların ilk başladığı andan itibaren bütün müdahale talimatlarının Hükümetten geldiği ve çadırları belediye zabıtasının yaktığı daha sonra ortaya çıkmıştır.

Başbakan Sayın Erdoğan da, Emniyet güçlerine talimatları kendisinin verdiğini ifade etmiş, Emniyet güçlerine destek çıkan açıklamalar yapmış ve nihayet onları olaylardaki performanslarından dolayı ödüllendirmiştir.

 

4.İddia: “Cemaat Mısır’daki darbeye karşı çıkmıyor”

Türkiye’de yapılmış her darbeden mağdur olmuş bir hareketin darbelere karşı olmaması düşünülemez. Bu yaklaşım ile Hizmet Hareketi’nin kamuoyu nezdindeki itibarının yıpratılmaya çalışıldığı da açıktır. Darbe tehdidi konusunu gündemde tuttuğu için eleştirilen Hizmet Hareketi’nin, darbelere sıcak bakması asla mümkün değildir.

Bu vesile ile tekrar hatırlatmakta fayda bulunmaktadır ki, Mısır’da meşru ve seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı yapılan müdahale bir darbedir ve hiçbir şekilde tasvip edilmesi düşünülemez.

Fethullah Gülen Hocaefendi, Mısır’daki olaylar üzerine bir konuşma yapmış ve açıkça “Demokrasi bir kere daha darbe yedi” demiştir. (http://www.herkul.org/herkul-nagme/352-nagme-misirda-darbe-ve-ramazanda-tevbe/). Hocaefendi, açıklamasında, iktidara gelmesinin üzerinden bir yıl bile geçmeden, “hata yaptı” denilerek Mısır Cumhurbaşkanı Mursi’nin, Türkiye’deki 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askeri darbelerinin benzeri bir darbe ile görevinden uzaklaştırılmasının tarihe kara bir leke olarak geçeceğini açık bir şekilde vurgulamıştır.

Hizmet Hareketi’ne yakın olan medya organlarının hiçbirinin editoryal çizgisinde darbeye sıcak bakan bir üslup olmadığı gibi, bu medya organlarının tüm yayınları net bir şekilde darbe karşıtı olmuştur. Bazı Batılı siyasi çevrelerin Mısır’daki darbe karşısındaki ilkesiz tutumunu da en net bir şekilde söz konusu bu medya organları eleştirmiştir.

 

5. İddia: “Alternatif iktidara giden yol Pensilvanya’dan geçer. İktidara alternatif arayanlar gidip Gülen ile görüşüyor”

Toplumun her kesiminden insanın saygı duyduğu bir sivil kanaat önderinin insanlar tarafından ziyaret edilmesinin alternatif bir iktidar arayışı olarak sunulması ve böyle bir algı oluşturma çabasına girilmesi hem yanlış hem yanıltıcıdır.

Hayatı boyunca toplumun her kesimiyle diyaloğa açık olmuş ve kapısını herkese açık tutmuş olan Sayın Gülen’in, kendisi ile görüşmek isteyen insanlara sağlığı elverdiği sürece “hayır” demesi misyonuna ve inandığı değerlere terstir. Nitekim toplumun değişik kesimlerinden saygın pek çok isim Sayın Gülen’i ziyaret ettiği gibi, hükümetin birçok üyesi de defalarca kendisi ile görüşmüştür.

Kaldı ki, Sayın Gülen’in insanlarla olan ilişkilerine sadece siyaset perspektiften bakmak ve bu ilişkileri sınırlandırmaya çalışmak son derece yanlıştır.

Yakın geçmişe kadar Hocaefendi’nin Türkiye’de yaşamasını bile hazmedemeyenler bulunmaktaydı. Görünen o ki, şimdi bunlara gurbette ziyaretçilerini hazmedemeyenler de eklenmiş. Unutulmamalı ki, özgür bir insanın en temel demokratik haklarıyla bağdaşmayan bu saygısız tavır bir tür tecrit çabası olarak algılanmaktadır.

 

6. İddia: “Hizmet, bürokrasi üzerinden vesayet kurmak ve iktidara ortak olmak istiyor”.

Demokratik bir sivil toplum hareketi olan Hizmet Hareketi’ni, iktidar üzerinde vesayet kurmak ve iktidara ortak olmakla suçlamak açıkça abesle iştigaldir.

Demokrasilerde, seçimle gelen yönetimler yine ancak seçimle giderler. Bununla birlikte vatandaşların ve sivil toplum aktörlerinin iki seçim arasında her konuda eleştirilerde ve tavsiyelerde bulunmaları, devlet yönetimine karışmak olarak asla görülemez.

Seçilmiş meşru iktidarların her an denetim ve gözetimi, Türkiye’nin üye olmak istediği Avrupa Birliği normları çerçevesinde, katılımcı demokrasinin en tabii bir gereğidir. Toplum, bu hak ve hatta sorumluluğu sivil toplum örgütleri, muhalefet partileri ve özgür ve eleştirel medya aracılığıyla yerine getirir.

Her hangi bir tavsiye veya eleştiride bulunan sivil toplum oluşumlarını, iktidar peşindelermiş gibi sunarak, onlara “siyasete karışma”, “öyleyse parti kur”, ya da “seçimleri bekle” demek demokratik sistemin ruhu, norm ve değerleriyle bağdaşmaz ve kabul edilemez.

Öte yandan, Hizmet Hareketi’nin prensiplerini ve ideallerini farklı düzeylerde benimseyen, toplumun her kesiminde çok sayıda insanın olması doğaldır. Bunun gibi, demokratik bir ülkede sadece yasal ve meşru vatandaşlık haklarını kullanarak, liyakat ilkesi çerçevesinde bürokrasiye girmiş Hizmet gönüllülerinin olması da doğaldır. Hangi görüşten ve yaşam tarzından olursa olsun vatandaşların cari kanunlar çerçevesinde kendi devletinde görev almasının “devleti ele geçirme”, “devlete sızma”, “vesayet kurma” veya “paralel iktidar oluşturma” şeklinde sunulmasının iyi niyetle açıklanması mümkün değildir ve üstelik benzer ifadeler Eski Türkiye’ye ait bir bakışı hatırlatmaktadır.

Elbette ki, bürokratlar seçilmiş yöneticilerinin ve amirlerinin (hukuka uygun) emirlerine itaat etmek ve sadece onlardan emir almak durumundadır. Bu yüzden şayet hukuka aykırı şekilde davrandığı ve yöneticilerinin emirlerine uymadığı ileri sürülen bürokratlar varsa, bunlar deliller ışığında yine hukuka uygun şekilde soruşturulmalı ve bir an önce yargıya havale edilmelidir.

Ancak, geçmişten bugüne olageldiği gibi, “vesayet oluşturma” ve “iktidara ortak olma” iftiralarıyla, bürokratik katmanlarda belli toplumsal kesimlerin tasfiye edilmesi ve dışlanması amacı varsa, bu hukuk ve demokrasinin en temel ilkelerine aykırıdır. Halkın iradesiyle seçilmiş iktidarların idari tasarruflarına tabii ki saygılı olunmalıdır; ancak yaygın iddialara göre, insanların Hizmet Hareketi’ne nispet edilerek anayasal bir suç olan fişlenmesi ve sonra da tasfiye edilmesi demokratik değildir.

 

7. İddia: “Hizmet, Kürt sorununun çözümü sürecine karşı”.

Çözüm süreci ile ilgili olarak açık ve net bir şekilde, “Sulh hayırdır, hayır sulhtadır” (http://www.herkul.org/herkul-nagme/195-nagme-sulh-hayirdir/) diyen onursal başkanımız Gülen’in fikir ve tavsiyeleriyle ilham verdiği Hizmet Hareketi çözüm sürecini en başından beri desteklemiştir.

Sayın Gülen’in, hem çözüm sürecinin çok öncesinden, hem de çözüm süreci başladıktan sonra yaptığı açıklamalar çok açıktır, nettir ve hükümetin Kürt sorununun çözümü konusunda bugüne kadar takip ettiği çizginin ilerisindedir. Bunu çeşitli sohbetlerinde ve en son Erbil’de yayımlanan Rudaw gazetesine verdiği röportajda da açıkça ortaya koymuştur (http://www.zaman.com.tr/yorum_hak-ve-hurriyetler-pazarlik-konusu-olamaz_2103914.html ). Sözgelimi, zikredilen röportajda Gülen, anadilde eğitim konusunun bir insan hakkı olduğunu ve siyasi pazarlık konusu yapılamayacağını net dille ifade etmiştir.

Öte yandan, çözüm süreciyle ve sürecin sağlıklı yürümesiyle ilgili her türlü samimi tavsiye ve ikazlar da asla çözüm karşıtlığı olarak görülemez/gösterilemez. Bilakis, bunlar sürecin daha sağlıklı bir şekilde işlemesi için yapılan katkılar olarak değerlendirilmelidir.

Vakfımız, Kürt sorunu ile ilgili bugüne kadar Diyarbakır ve Erbil şehirleri de dahil olmak üzere pek çok toplantı yapmıştır. Hizmet gönüllülerinin açmış olduğu okullar, Irak Kürdistan’ında zaten 20 yıldır Kürtçe eğitim yapmaktadır. Türkiye’nin ilk yasal özel Kürtçe televizyonu da yine Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş müteşebbisler tarafından açılmıştır.

Hizmet Hareketi’nin somut olarak pozisyonu bu iken, hükümetin net bir şekilde arkasında durduğu KCK davalarının faturasını Hizmet Hareketi’ne mal etmek gibi çarpıtma örnekleri ile topluma yanlış algılar pompalamak büyük bir haksızlıktır.

 

8. İddia: “Hizmet 7 Şubat’ta Başbakanı tutuklayacaktı”.

Bu çok açık ve akl-ı selim hiçbir vicdanın asla kabul edemeyeceği büyük bir iftiradır.

Buna rağmen, hiçbir hukuki dayanağı olmayan, mantık kurgusu zayıf ve tutarsız; uygulanabilirliği ise hukuk sistemimiz gereği sıfır olan bu saçma senaryo “çamur at, izi kalır” mantığıyla art niyetli çevreler tarafından ısrarla tekrar edilmekte ve Hizmet Hareketi’ne açıkça iftira atılmaktadır.

Hizmet Hareketi’ne bu iftirayı atanlar, Başbakan’ı tutuklamakla Hizmet Hareketi’nin ne elde edeceğini ve sadece 9 ay öncesindeki seçimlerde yeni anayasa için cansiperane çalışırlarken neden bir anda komplocu oldukları sorusuna bugüne kadar makul, mantıklı ve ikna edici bir cevap verememişlerdir.

Kendisine yakın medya ve sivil toplum örgütleriyle ülkedeki her türlü demokratikleşme çabasını ve derin yapıların ve ilişkilerin ortaya çıkarılmasını destekleyen, Ergenekon soruşturması ve davalarına da bu yüzden destek olan Hizmet Hareketi’ne yakın bazı medya organlarının, KCK bağlantılı MİT soruşturmasını da bu süreçlerle bağlantılı görerek, olumlu bakması, Başbakan’a karşı bir komplonun içinde olunduğu iddiasını asla doğrulamaz.

Şu da çok bilinen bir gerçektir ki, herhangi bir savcı bir yana, Yargıtay başsavcısının bile başbakana ve bakanlara dava açma yetkisi yoktur. Hal böyleyken, “Başbakan tutuklanacaktı” iddiası saçma bir iftiradan öte değer taşımamaktadır.

Hizmet Hareketi’ne gönül verenler, AK Parti’deki hukukçu vekillerin ve yöneticilerin bu art niyetli iftiraların devam etmesine neden göz yumduklarını bir türlü anlayamamakta ve gönül kırgınlığı yaşamaktadırlar.

 

9. İddia: “Hizmet, seçimlerde bazı parti ve kişiler ile ittifak yapacak”.

Hizmet Hareketi, bugüne kadar hiç bir parti ile ittifak yapmadığı gibi bundan sonra da hiç bir parti ya da kişi ile ittifak yapmayacaktır.

Herhangi bir parti ile ittifak yapmak, Hizmet Hareketi’nin, parti siyasetinin üzerinde olması ve gönüllüleri arasında her siyasi görüşten bireyler olması gerçeklerine terstir.

Hizmet Hareketi, siyasi partilerle ittifaklar yapmamakla birlikte, demokrasi, çoğulculuk, insan hakları, inanç özgürlüğü, adalet gibi temel ilkelerine uygun politikaları ve uygulamaları hangi parti tarafından yapılırsa yapılsın, partizan olmadığı için, destekler. Bu sadece demokratik bir hak değil, aynı zamanda ülkeye ve gelecek nesillere karşı sorumluluğun gereğidir. Hareket, tersi durumlarda, yine partizan olmadığı için, siyasetteki uygulamaları eleştirmekten ya da tavsiyede bulunmaktan çekinmez. Bu, ülke menfaatlerini gözeten, prensipler doğrultusunda olan ve siyasi partiler üstü bir yaklaşımdır.

 

10.İddia: Ayağa düşmüş ve Hükümet tarafından inanıldığına da hiç ihtimal vermediğimiz bir başka iddia ise “Başbakan’ın odasına böceği Hizmet’e yakın çevreler koydu” iddiasıdır.

Devlet içerisindeki kurumlararası mücadelenin bir kurbanı haline getirilmek istendiği aşikar olan Hizmet Hareketi’nin “Başbakan’ı dinlemek” gibi açık bir iftirayla yıpratılmaya çalışılması asla kabul edilemez.

Konusu bariz suç teşkil eden böyle bir iddianın gereğinin yapılmamış ve hala yargı yoluyla aydınlatılmamış olması ise düşündürücüdür. Hizmet Hareketi’ni töhmet altında bırakmaya matuf algı oluşturma çabalarının ifadesi olan beyan ve yazıları kınıyoruz. Sorumluların bulunup ortaya çıkarılması yerine ortalıkta bazı tezviratların dolaşması ve ithamların yapılması başka karanlık amaçların güdüldüğünü akla getirmektedir.

Konunun bütün yönlerinin aydınlatılması, tertipçilerinin bir an önce bulunup ve hak ettiği cezanın verilmesi hükümetin ve yargının sorumluluğundadır.

 

11. İddia: “Fethullah Gülen neden Türkiye’ye dönmüyor? ABD’de olduğu için ABD etkisinde.”

Bu, Sayın Gülen’e yapılan çok açık bir hakaret ve iftiradır. Zaten, bu iftirayı dile getirenlerin çoğu, aynı şeyleri Hocaefendi Türkiye’de yaşıyor iken de, çok eski yıllarda da dile getiriyorlardı.

Bu iddia ve iftiraları dile getirenlerin çoğunluğu zaten aynı zamanda ABD’nin dünyanın her yerine hakim olduğunu da dile getirmektedirler. Sayın Gülen onların anlayışına göre, Türkiye’ye dönse de bu etkiden nasıl kurtulmuş olacaktır? Zaten aynı zihniyet ABD’ye hayatında adımını bile atmamış kişilere de aynı yaftaları ellerinde hiç bir delil olmadan takmaktadır. Hatta ilk kurulduğu zamanlarda AK Parti’ye bile ABD projesi diyenler olmuştur.

Sayın Gülen’in, Türkiye’ye neden dönmediğine dair defalarca açıklamaları olmuş ve Türkiye'ye dönüşünün, ‘demokratik kazanımları tersine çevirmek için bazı çevreler tarafından kullanılacağı endişesini taşıdığını’ dile getirmiş, dolayısıyla ‘Türkiye'ye dönmeyi çok arzu etmekle birlikte endişelerim izale oluncaya kadar dönmeyi düşünmüyorum’ demiştir.

Ayrıca, Türkiye’deki hızlı gündemlerle ve kendisine yönelecek medya ilgisi ve saldırıları ile ilgili açık bir şekilde: “Türkiye'ye ne zaman gelirsem geleyim o gün fırtınayı koparanlar, hortumları meydana getirenler, isnatlarda bulunanlar, idam fermanı kesenler yine aynı şeyleri yapacaklar. Bu yaştan sonra da her zaman aynı şeyleri duyarak yaşamanın zor olacağını düşündüm” demiştir. Zaten, Gülen, bir başka ülkede de yaşasa, bugünkü tezviratların belki 10 katının başka açıdan yapılacağını tahmin etmek zor değildir.

Yukarıdaki iddiaların bazılarını gündeme getiren ve yazan kişilerin Hizmet Hareketi’ne karşı ‘bir savcı 3 polisle hizmeti terör örgütü ve çete kapsamına sokarız, bitiririz’ gibi karanlık niyetleri ifade ediyor olmaları, buna ilave olarak dershanelerin kapatılma düşüncesini ‘Cemaata had bildirme’olarak gündeme getirmeleri ve Hizmete gönül verdiğini düşündükleri kişilerin bürokrasiden tasfiye edildiğini ifade etmeleri ne acıdır ki derin devlet refleksi ve post modern darbe dönemi planlarını hatırlatmaktadır.

Hizmet hareketi her zaman tüm faaliyetlerini hukuk ve meşruiyet alanında sürdürmüştür. Milletimizin fedakârlığı ile açılmış ve büyük hizmetlere vesile olmuş bu kurumların had bildirmek için kapatılması iddiası hiçbir aklıselim ve vicdan sahibinin kabul edebileceği bir durum değildir.

Sonuç olarak; İnsanlığa hizmet sevdası ile yola çıkan fedakar gönüllülerden oluşan ve faaliyet gösterdiği 150 kadar ülkede gerek yetkililerden ve gerekse de o ülkelerin insanlarından çok olumlu tepkiler alan Hizmet Hareketi, bugüne kadar hiç bir yerde, hukuka, demokrasiye ve insan haklarına zıt hiç bir tavrın içerisinde olmamıştır, olamaz. Hizmet Hareketi, insanlardan oluştuğu ve insanın olduğu her yerde hatanın olması da tabii olduğu için, Hareket, hatalarının tespit edilmesine ve yapıcı eleştiriler getirilmesine sonuna kadar açık olmakla kalmaz, bunları dile getirenlere samimiyetle teşekkür eder. Ancak, yanlış ve yanlı bilgilendirmeye dayalı karalama kampanyalarına sessiz kalınması mümkün değildir. Bu duyurunun amacı, yapıcı eleştirilerin önünü kesmek değil aksine daha sağlıklı bir tartışma ortamına katkı sağlamaktır.

 

Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

 

GAZETECİLER VE YAZARLAR VAKFI

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Benim dediğimi yapmazsan yapacağımı bilirim!

 

Siyasi sorumluluğu olmayanların siyasetçilere akıl öğretmeleri bana hep Nasrettin Hoca'yı hatırlatır.

Bilirsiniz... Hoca'nın eşeği kaybolmuş. Hiç görülmemiş şekilde öfkelenmiş. "Eşeğimi bulmazsanız yapacağımı bilirim" diye köy meydanında bağırmaya başlamış. Köylüler telaşlanmışlar. Dağ taş demeden eşeği aramaya başlamışlar. Sonunda bir uzak köşede eşeği bulup, Nasrettin Hoca'ya getirmişler.

Arama ekibindeki bir köylü Nasrettin Hoca'ya sormuş,

- Hocam, eşeğini bulamasaydık ne yapacaktın?

Hoca gülümseyip cevap vermiş,

- Yeni bir eşek satın alacaktım!

Siyasetçilere "Benim dediklerimi yapmazsan yapacağımı bilirim" diyen yorumcular da böyle değiller mi?

 

Hep o şarkı

Eğer belirli bir yaşı geçmişseniz ve yaşanılanlardan ders almaya çalışan biriyseniz Adnan Menderes'in, Süleyman Demirel'in, Bülent Ecevit'in, Turgut Özal'ın da, tıpkı Tayyip Erdoğan gibi "Benim dediğimi yapmazsan yapacağımı bilirim"diyenler tarafından uyarıldıklarını hatırlarsınız.

Bu uyarıları yapanların arasında bu liderlerin partilerinin ileri gelenleri olduğu gibi, hem partinin hem de toplumun ileri gidenleri de bulunmuştur, bulunmaktadır.

Siyasi sorumluluk sahibi olmadıklarından öteye sırtlarında yumurta küfesi bulunmayanların ve mesela çalıştıkları gazetelerinin patronlarına veya evlerinde aile fertlerine laf söylemekten ürkenlerin, Başbakan'a falan fırça atarak egolarını cilalamaları daha da ilgi çekicidir.

 

Ağır bir sorumluluk

"Siyasi sorumluluk" sade iktidar sahiplerinin değil, muhalefetteki siyasetçilerin de bellerini büken çok ağır bir yüktür. Seçimi kaybetmek, örgütüne ve tabanına hakim olamamak, yönettiğin ve üstelik Türkiye'nin sosyo-ekonomik yapısını değiştirmeyi başarmış mesela ANAP gibi bir partinin buharlaşmasına sebep olmak.... Tartışılmaz bir lider gibi görülürken bir kasetle CHP'nin başından gitmek...

Bir de tek başına iktidar olmuş ve üç seçimde oylarını artırmış bir partinin lideri ve ülkenin başbakanı olduğunuzu düşünün... Suriye'deki krizin de, Taksim Meydanı'nın mimarisinin de, barış açılımının da, yargı kararlarının da, cari işlemler açığının da hesabı sizden soruluyor...

 

Sandık teferruat mı?

Ve sırtında yumurta küfesi bulunmayanlar "Benim dediğim gibi yapmazsan seni desteklemem ha" diye sürekli uyarıyorlar seni.

Askeri demokrasinin 1000 yıl süreceğini hazır ol durumunda söyleyenler, seçilmiş sivil iktidarları "Sandık teferruattır"diyerek azarlıyorlar.

Ama hayatın gerçekleri böyle işte.

Hamama giren de, siyasete giren de terler.

Galiba önemli olan hamamdan da, siyasetten de temiz çıkabilmeyi başarmaktır. Tabii bir de kubbede hoş bir seda ve geride yaptığın hizmetin ürünlerini bırakmak meselesi vardır...

 

 

Mehmet Barlas, Sabah, 14.08.2013

 

 

 

 

 

 

 

 

---------------

 

 

 

[h=1]Erdoğan, Camia ve insaf

[/h]Dün, Rus derin devletinin Gülen Hareketi'ne ve Türk okullarına yönelik kirli operasyonundan bahsettim. Var olduklarını düşündükleri "Erdoğan-Gülen gerginliği"nden hareketle Türk okullarının toptan kapatılması için zemin yokladı bu derin güçler. Fakat bu girişimin karşılığını Başbakan Erdoğan çok sert bir şekilde verdi.

Bu operasyonu planlayanlara Rus coğrafyasındaki Türk okullarının Türk Büyükelçiliklerinden farkı olmadığı söylendi. Büyükelçiliği kapatıp Türk diplomatlarını toptan ülkeden kovmak neyse okulları kapatıp Muhabbet Fedaileri'ni sınırdışı etmek de aynı anlama geliyor Erdoğan hükümeti için...

Muhabbet Fedaileri'nin garantisi

Türkiye'nin içinde belli sorunlarımıza karşı Hizmet Hareketi ve AK Parti arasında farklı anlayışlar, farklı görüşler olabilir. Ama yurtdışındaki bu birlik ve beraberlik görüntüsü çok önemlidir ve herkes bunun kıymetini bilmelidir. Aksi bir tavır Türkiye'ye toptan zarar verecek bir durum yaratacaktır. İçeride kim fitne yaratırsa yaratsın Başbakan Erdoğan'ın yurtdışındaki Türk okullarına ve kurumlarına sahip çıkan gerçek devlet adamı tavrı asla değişmez... Vatanından uzakta binbir cefa çeken Muhabbet Fedaileri'nin haklarını sürekli koruyan, garanti altına alan adamdır Erdoğan...

Tuhaf tavırlar

Üzücü olan bizzat Muhabbet Fedaileri'nin ağzından alçaklıklarını dinlediğim kimi sömürge gazetecilerinin Camia mensubu kimi yazarlar tarafından son dönemde desteklenmesidir.

"Müslüman Türklerin Rusları eğitmek için okul açması kanıma dokunuyor" diye sefilce sözler ederek Muhabbet Fedaileri'ne de hakaret eden kişilerle Erdoğan karşıtlığı ortak paydasında ittifak etmek Hizmet Felsefesi'ne uygun mudur? Bu yapılan hem Muhabbet Fedaileri'ne hem de Erdoğan'a karşı ayıp değil midir?

 

İnsafsızlık

Yahut Sabah ile Zaman arası polemiklerin başladığı noktayı ele alalım... Dünyanın hangi coğrafyasının hangi gazetesini ele alırsanız alın eğer o gazetenin bir çalışanı kendi patronunu da işin içine dahil ederek bir başka medya organına "Kirli ittifaklar içinde" diye yazı yazarsa o kişi zaten gazetesinden kovulmak ve kendince "ucuz kahraman" olmak istiyor demektir... Böyle bir ucuzluk belki çok kısa bir süre gündem olur sonra da unutulur gider (Mesela şu an çoktan unutuldu bile)

***

Camia çevresinden Sabah'a haksız saldırılardan biri de bu gazetede Başbakan Erdoğan'ın hiç eleştirilemeyeceği, eleştirenin de kovulacağı iddiası...

Sabah'ın seçilmiş meşru sivil hükümetin Başbakan'ı olan Erdoğan'ı her türden vesayetçilere ve darbecilere karşı sonuna kadar savunduğu bilinen bir gerçek. Çünkü bu gazete demokratik yolun dışında bir iktidar arayışını şiddetle reddediyor. Fakat aynı zamanda bu gazetenin arşivi Başbakan'a karşı yapılan son derece sert eleştirilerle dolu...

Yarın bu konuya örneklerle devam edeceğim...

 

 

 

Rasim Ozan Kütahyali, Sabah, 14.08.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

14 Ağustos 2013 Çarşamba 09:44

[h=1]AK Parti-Cemaat polemiğinde Bediüzzaman'ın omuzundaki izlere bakın[/h]

Eraslan, AK Parti ve Zaman grubu arasında meydana gelen polemiği Bediüzzaman'a yaptığı ilginç bir atıfla yorumladı

 

Risale Haber-Haber Merkezi

Star gazetesi yazarı Sibel Eraslan, AK Parti ve Zaman grubu arasında meydana gelen polemiğiBediüzzaman'a yaptığı ilginç bir atıfla yorumladı.

Eraslan, "Son zamanlardaki 'AK Parti/Cemaat' polemiğinin geçici bir sınav olduğunu düşünüyorum. Bizde hareket çoktur, tıpkı adamın da arslanın da çok olduğu gibi...Kendi içimizde itişip kakışsak da 'çatının içindedir' her şey. Erdoğan Türkiye'nin çatısıdır, bugünlere kolayca gelinmedi, merak eden Bediüzzaman'ın omzundaki yük izlerine baksın..." dedi.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

14 Ağustos 2013 Çarşamba 14:28

[h=1]Nur Cemaatleri aleyhine kampanya mümkün değildir[/h]

Yeni Şafak yazarı Ömer Lekesiz, Nur Cemaatlerinin Müslümanların dualarına ve desteklerine muhatap olduklarını söyledi

 

Risale Haber-Haber Merkezi

Yeni Şafak yazarı Ömer Lekesiz, Nur Cemaatleri aleyhine bir kampanya olmasının mümkün olmadığını, Müslümanların dualarına, saygılarına ve desteklerine muhatap olduklarını söyledi.

Hükümet ile camia arasındaki tartışmalara değinen Lekesiz, yazısına başlarken şu ifadeleri kullandı:

"Nur Cemaat(ler)i aleyhine bir kampanya olmamıştır ve olması da mümkün değildir. Çünkü yediden yetmişe herkes bilir ki, Said Nursi'nin 'Hakaik-i imaniye' davasını omuzlarında taşıyanlar -onu hangi tavizler neticesinde ve ne şekilde kurumsallaştırmış olurlarsa olsunlar-kendileriyle aynı meşrepten olmayan Müslümanların dualarına, saygılarına ve desteklerine muhataptırlar."

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]7 Şubat'ta hedef Başbakan değil miydi?

[/h]Yazı yazarken genellikle telefonumu sessize alırım. "Dikkatim dağılmasın, işimi bir an önce yapıp bitireyim" diye. Önceki gün de yine öyle oldu. Hiçbir şeyden haberim yok. Ben yazıdayken, telefonum da sessizdeyken Gülen Cemaati'nin temsilcisi olarak kabul gören Gazeteciler Yazarlar Vakfı bir açıklama yapmış. Yazım bittikten sonra, bir meslektaşımdan gelen sms de; "Cemaat pazar günü yazdıklarına cevap vermiş!" uyarısını okuyunca hemen internete girdim. Ve tabii bi çırpıda da okudum. Ve gördüm ki, vakıf 11 maddelik açıklamada sadece benim köşemde dile getirdiğim değil, bütün köşelerde ve hatta sosyal medyada filan dile getirilen tüm iddialara karşı tek tek izahat yapmış.

Takdir edersiniz ki, yerim dar olduğu için yapılan açıklamaların bütününü burada irdeleme imkanım yok. O nedenle sadece kendi yazımda konu ettiğim mevzulara dair açıklamalarını ele alacağım bugün. Yani 8. ve 9. maddeleri...

"Hizmet 7 Şubat'ta Başbakanı tutuklayacaktı!"

Evet. Geçtiğimiz pazar günkü yazıda çok açık bir şekilde 7 Şubat operasyonunun asıl hedefinin Başbakan Erdoğan olduğunu yazdım.

Peki son derece kritik olan, hassasiyet arzeden bu yorumu ben kafama göre mi yaptım? Böyle bir görüş, öngörü, düşünce yoktu da ben mi uydurdum? Tabii ki değil! Kusura bakmasın GYV ama o gün yaşananlar ve gözümüzün önünde cereyan eden olaylar insanın aklına başka bir şey getirmiyordu!

Deniliyor ki açıklamada; "Hizmet Hareketi'ne yakın bazı medya organlarının, KCK bağlantılı MİT soruşturmasını da bu süreçlerle bağlantılı görerek, olumlu bakması, Başbakan'a karşı bir komplonun içinde olunduğu iddiasını asla doğrulamaz!"

Bi kere bu açıklamada doğrular tümüyle aktarılmamış. Çünkü KCK bağlantılı MİT soruşturmasına sadece olumlu bakmadı Cemaat kontrolündeki medya. Bizzat destekledi! Ve hatta kimi kalem, operasyon tam gaz sürsün diye gazlayabildikleri kadar gazladılar savcıları. Düşünün... Devletten, Başbakandan aldıkları yetkiyle PKK'lılarla müzakere eden ve terörü bitirmek ve çözüme varmak için sonuç ararken çabalayan devletin memurları,"Vatan hainliği" gibi son derece mesnetsiz, haksız bir suçlama ile itham ediliyordu ve bu haksızlığa da cemaat medyasının büyük bölümü alkış çalıyordu. Bırakın alkış çalmayı sessiz kalmak bile o operasyonun bir parçası olmak anlamına geldiğinden ben yapılan haksızlığa gücüm yettiğince karşı çıkmaya çalıştım. Ve işe bakın ki bunu yaptım diye de, Zaman Gazetesi Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı tarafından onlarca meslektaşımın gözleri önünde hakaret edilerek alenen aşağılanmayla karşı karşıya kaldım.

Peki, Başbakan tarafından bile MİT'e yönelik bu operasyonun bizzat kendisini hedef aldığını ifade ettiği 7 Şubat olayıyla iligili; "Hizmetin hiçbir gühahı yoktur! Bunu söyleyenler tamamen art niyetlidir" demek biraz insafsızlık olmuyor mu?

Gelelim 9 maddeye..

"Hizmet, seçimlerde bazı parti ve kişiler ile ittifak yapacak"

Cemaatin Mustafa Sarıgül'e destek vereceği ya da Mehmet Haberal ile ilgili düşünülen bir projede yer alacağı iddiasını da yine ben gündeme getirdim. Getirdim çünkü bu iddialar artık ulu orta, her yerde konuşulan iddialardı. Ama inanın tamamen gazetecilik saikiyle kaleme aldığım bu kulislerin Gülen Cemaati'ni bu kadar rahatsız edeceğini, inciteceğini bilseydim asla köşeme konu etmezdim. Bütün bunları yazmaktaki amacım bilakis Cemaat'in gücüne ve değerine verdiğim önemdendir. Önümüzdeki seçimlerde cemaat gönüllülerinin kimi, hangi partiyi, hangi siyasi görüşü destekleyeceğini merak etmek, sorgulamak ve bu yöndeki kulisleri okurlarla paylaşmak Cemaat'i rahatsız değil, aksine memnun etmelidir diye düşünüyorum. Neden bu türden kulislere alınganlık gösterildiğini kavrayamıyorum. Çünkü bir parti ya da siyasal bir yapıyla sonsuz bir birliktelik gibi bir anlayış içerisinde olmadıklarını söyleyen yine kendileri. Ayrıca Ekrem Dumanlı son pazartesi yazısında iktidarı Gülen Cemaati gönüllüllerinin oylarını çantada keklik gibi görmemeleri konusunda uyarmadı mı? Vaktinde blok halinde ANAP'ı, dün AKP'yi destekleyen hizmetin yarın da Sarıgül'ü aynı biçimde destekleyecek olma ihtimali niye ayakları yere basmayan bir iddia olsun?

 

 

Sevilay Yükselir, Sabah, 15.08.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Demokratik kamusallık[/h]“Sivil alan-siyasal alan” ve “özel alan-kamusal alan” ayırımı üzerinde oturan demokrasi, “alanlar” arasında kurduğu zorunlu ilişki dolayısıyla iktidarı kullanma yetkisini partilere hasreder.

Partiler “kabul edilmiş merkez sağ-merkez sol ve uçlara doğru gidenler” olduğundan, demokrasi bunların dışında kalan siyasi görüşlere kapalıdır. İslamiyet'ten referansını alan bir görüşünüz varsa, bunu ancak kabul edilmiş siyasetlerden birini benimsediğinizi açıkça ve kesin olarak deklare ettiğiniz ve buna sadakatinizi ikrar ettiğiniz sürece size siyasi yarışa katılma izni verilir. Aksi durumda ya Türkiye'deki Milli Görüş partilerinde gözlendiği üzere kapatılırsınız ya da Mısır İhvanına karşı yapıldığı gibi cezasını kanlı darbe ile ödersiniz.

Bu, demokrasinin Batılı siyaset paradigması tarafından nasıl totaliter bir niteliğe büründürüldüğünü göstermesi bakımdan önemlidir. Fakat daha önemlisi partilerin iktidar enstrümanlarını kullanarak modern devletin kamusal alanı bunaltıcı biçimde kontrol etmesi karşısında cemaatlerin, STK'ların kendilerine özerk alan açma ve bu sınırlı sivil alanda nefes alma mücadelesine girişmiş olmalarıdır. Cemaat ve STK'ların alan arayışları onlara tam özerklik getirmez, görece rahat nefes almalarına imkan sağlar. Kamusal alan, siyaset-devlet ilişkisi dolayısıyla sadece sivil alanı kontrol sahası içine katmaya çalışmakla yetinmez, özel alanı da denetim sahasına katmak, mahrem olanı buharlaştırmak ister. Başta parlamento olmak üzere eğitim ve üniversiteler, ekonomik kritik kararlar, piyasa, sosyal ve aile politikaları, medya ve popüler kültür sivil ve özel alanın aleyhinde olmak üzere dönüştürücü rol oynar.

“Cemaatler” ile “STK'lar” arasında farklar olduğu doğrudur, belirgin fark referanslarında ve yönelimlerinde ortaya çıkar. Fakat postmodern zamanın STK'ların en azından bir bölümü devletin sadakati çerçevesinde faaliyet gösteren “sivil devlet kuruluşları (SDK'lar)” değildir. Devlete düşman anarşistlerden, demokratik yollarla oluşmuş iktidara “gölge etme başka ihsan istemem” veya “bana sormadan karar verip yapma” deyip kamusal denetimin dışında kalma mücadelesi verenlere kadar geniş yelpazede yayılır. “Demokratik bir hükümetin, milli iradeyi temsil ederim, her konuda karar alır, uygularım” demesi şimdi dünyanın her yerinde bir iç infialle karşılaşıyor. Taksim-Gezi, I. Tahrir, Brezilya, Sofya, Londra, Wall Street ve daha yüzlerce yerde vuku bulan patlamalar, hâlâ “aydınlanmanın aklı” tarafından düzenlenmekte olan kamusallığa birer tepkidir ve bu tepkiler her türlü iç ve dış komploya, manipülasyona açık olarak daha da şiddetlenip sürecektir. Komplo ve manipülasyon sonradan patlamalar üzerinde oturur, ama patlamaları doğuran sahici iç dinamikler söz konusu, bu dinamikler artık yetersiz hale geldiği anlaşılan demokratik süreçlerce beslenmektedir.

Pozitivizmle tabiattan bilgiyi elde eden modern aklın postmodern zamanda bize herhangi bir kesinlik vermediği, hakikatin parçalanmasıyla kamusallığın da parçalanma sürecine girdiği, monolotik tasarlanmış bulunan ulus ve toplumun çözülmekte olduğu anlaşılmıştır. Bu yüzden “kamusal akıl” iş göremiyor, bu aklı oluşturmak üzere bulunmuş siyasi yöntem demokrasi de aksıyor, “milli iradeyi temsil konumundaki çoğunluk hükümetleri” infiale yol açıyor.

Demokratik hükümetler; parlamentoların yaptığı yasalar, eğitim, üniversiteler, sosyal ve iktisat politikaları, çılgın devasa kalkınma projeleri, medya, spor ve kayıtlardan kurtarılmış beden yanında mobeseler, her köşeye yerleştirilen kameralar; hastane, banka, okul, maliye, mahkeme kayıtları; telefon dinlemeleri, kredi kartları ve internet takipleri üzerinden denetimlerini artırdıkça kamusal alan daha da totaliterleşiyor, daha da bunaltıcı hale geliyor ki, her bir patlamayı birer inficar formuna sokan belli başlı etken budur. Demokrasi bu postmodern kamusallık karşısında acz içindedir. İşin garibi bundan sonraki patlamaların muhatabı sadece otokrat yönetimler değil demokratik yollarla iktidar olmuş hükümetler de bundan payını almaktadırlar.

 

 

 

Ali Bulac, 15.08.2013, Zaman

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Yanlış anlamalar hakkında

 

Mevlânâ, Mesnevi’nin ikinci cildinde, birbirlerini anlamayan dört kişinin üzüm kavgasını anlatır. Hakikaten hoş bir hikâyedir: Adamın biri hallerine acıdığı dört kişiye bir dirhem verir. İranlı olan “Bu parayla engûr alalım!” diye tutturur. İkinci adam Arap’tır, “Lâ,” diye itiraz eder, “ben inep isterim!” Üçüncü, “Ben engûr da istemem, inep de... Üzüm alalım!” diye araya girer, o Türk’tür. Rum da istatil isteyince kavgaya tutuşurlar. Engûr, inep, üzüm ve istatilin aynı anlama geldiğini bilmeyen bilgisiz adamlardır bunlar.

 

Mevlânâ bu dört kişinin ahmaklıkları yüzünden birbirlerini yumruklamaya başladıklarını söyledikten sonra şöyle devam ediyor: “Sır sahibi, çok dil bilir, kadri yüce birisi orada olsaydı, onları uzlaştırırdı. Onlara derdi ki: Ben bu bir dirhemle hepinizin isteğini yerine getiririm. Bir dirheminiz dört muradı da yerine getirir, dört düşman da uzlaşır, birliğe ulaşır. Sizin sözleriniz savaşa, nifaka sebep oluyor. Fakat benim sözüm, sizleri birleştirir. Siz susun, dinleyin de konuşma hususunda diliniz ben olayım. Sizin sözünüz yüz türlüdür, eseriyse ancak savaş ve kızgınlıktan ibaret.”

Türkiye’de şu sırada yaşanan kavgaların çoğu, aslında bu hikâyedeki gibi birbirlerinin dillerini tam bilmeyenlerin yanlış anlamaları yüzünden çıkıyor. Yanlış anlamaları kullanarak yahut her söylenene bile bile yanlış anlamlar yükleyerek kavgayı kızıştırmak isteyenler de çok.

Sizi bilmem, ama ben bu yanlış anlama meselesinin son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Cehaletten kaynaklanan yanlış anlamalar, Mevlânâ’nın hikâyesindeki gibi bir sağırlar diyaloğuna, hatta kör dövüşüne dönüşme tehlikesi taşımaktadır.

Meramını iyi anlatamayanlar da ciddi yanlış anlamalara yol açabilirler. Bir mesele müzakere edilirken, tarafların yanlış anlamaları önleyecek bir dil kullanmaları, yani ifadelerinde vuzuh olması şarttır. Ve elbette iyi niyet... Muhatabı hakkında peşin hükümler taşıyan biri, onun her söylediğine başka anlamlar yükleme temayülündedir. İki taraf da peşin hükümlüyse, bir de kelime ve kavramlara birbirinden farklı anlamlar yüklüyorlarsa, mesela demokrasiden herkes başka bir şey anlıyorsa, anlaşmak ve uzlaşmak imkânsızdır.

En tehlikelisi, bile bile yanlış anlamalardır. Bunun ciddi bir ahlakî problem olduğunu ayrıca belirtmeye gerek var mı? Söylenen bir söze, herhangi bir amaca yönelik olarak başka anlamlar yükleyenlerin aslında çözümsüzlük peşinde olduklarını fark edebilmek için çok zeki olmak gerekmez. Peki, sıkışınca yanlış anladıklarını veya yanlış anlaşıldıklarını söyleyerek işin içinden sıyrılmaya çalışanların davranışı bir çeşit ahlâksızlık değil midir? Hakaret kastıyla söylenen bir sözün aslında anlamlarının da bulunduğunu iddia etmek için sözlüklere başvurmak da öyle! Böyle durumlarda en doğru hareket, ağzından istemeden maksadını aşan bir söz kaçırdığını itiraf ederek özür dilemektir, lafı evirip çevirmek değil...

Eskilerin kullandığı, doğru dürüst bir karşılık bulunamadığı için lügatimizden adeta silinen mugalata, son zamanlarda Türkiye’de sıkça rastlanan bir durumu ifade etmek için son derece elverişli bir kelime ve kavramdır. Bakınız, Kubbealtı Lugatı bu kelimeyi nasıl açıklamış: “Yanıltacak şekilde söz söyleme, yanıltmaca, meşhur ve yanıltıcı kavramlardan faydalanarak akıl yürütme.”

Son zamanlarda yapılan tartışmalarda mugalata o kadar yaygınlaştı ki, “Beyler, oynadığınız Yanlışlıklar Komedyası! Engûr, inep, istatil, üzüm… Hepsi aynı!” diye haykırmamak için kendimi zor tutuyorum.

 

 

 

Besir Ayvazoglu, Zaman, 15.08.2013

 

 

 

-----------

 

 

 

 

[h=1]Hükümet-Hizmet meselesinin özü

[/h]Dün ilan etmiştim, bugün gazetemiz Sabah'ın çizgisinden bahsedecek ve karşılaştırmalı bir medya analizi yapacaktım. Fakat hem Fethullah Gülen'in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın (GYV) 11 maddelik manifestosuna hem de Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın Yaşar Taşkın Koç'a yaptığı çok önemli açıklamalara kayıtsız kalmak mümkün değil... Şimdi son gelişmelerin analizine geçelim...

Gölge boksu bitti. Yeni dönem başladı.

Günümüz Türk siyasetinin en ama en önemli meselesi Erdoğan hükümeti-Gülen hareketi ilişkilerinde çok önemli bir eşik aşılmış bulunuyor. Mesele ortaya dürüstçe konmuş durumda. Bence artık bundan böyle gölge boksu dönemi bitmiştir...

Hem Zaman'ın kurumsal pazartesi yazısında hem de GYV açıklamasında açıkça silahlısilahsız bürokrasi ile yargıdaki camia mensuplarının tasfiye edildiğine yönelik açık şikâyet var. Artık "Emniyet ve Yargı'da kadrolarımız olduğu iftiradır"gibi eski rejim döneminden kalma ifadelere başvurulmuyor. O baskı rejimi için bu taktikler anlamlı ve gerekliydi ama artık bu dönem kapandı. Artık her şey açık ve şeffaf biçimde konuşulacak. Malum ilan edilmiştir, yeni bir dönem başlamıştır...Zaten Hükümet- Hizmet meselesinin "özünün özü" bu bürokrasi ve yargı mevzuudur. Gerisi teferruat ve kamuflajdan ibarettir...

Hizmet'in devlet kadroları

Silahlı-silahsız bürokrasi ve yargıda görev yapmak Hizmet mensuplarının anasının ak sütü gibi hakkıdır. Sadece cemaat kimliklerinden ötürü bürokratları ve yargı mensuplarını fişleyen alçaktır. "Fethullahçılar devlete sızdılar" laflarını kim dillendiriyorsa eski rejim artığı bir Ergenekoncudur...

Öte yandan GYV'nin açıklamasında isabetle belirtildiği gibi Hizmet'in bürokratları seçilmiş otoritenin iradesine itaat etmek zorunda olduğunu unutmamalıdır. Demokrasinin birinci şartı budur. Camia bürokratları Başbakan'ın talimatlarından bir milim bile ayrılamaz. Başbakan emreder ve tüm devlet kademeleri hizaya geçer... Hizaya geçmeyen suç işler...

Memurlar amirleri aleyhine haber yaptıramaz

Ayrıca camia bürokratları seçilmiş amirleri olan bakanlar ve Başbakan aleyhinde haber yaptıramaz, yazı yazdıramaz ve hükümet-karşıtı internet siteleri kuramaz ya da bu sitelere sivil otorite aleyhine servis yapamaz. Bu çok açık bir suçtur. İnternet andıcı davasında şu an bu suçun birebir aynısı yargılanmış ve ilgili sanıklar mahkum olmuştur... İnternet Andıcı davasında camia medyasının kimilerince çok eleştirilen kararlı tavrı son derece doğru ve haklıdır. Bu konuda camia medyası demokratik prensiplerin yanında durmuştur. Her türlü "Atanmışların seçilmişlere karşı medya komploları"konusunda da bu tavrı alacaklarına eminim...

 

Yargı mensupları da TBMM'ye itaat edecek

GYV'nin açıklamasında olmayan çok önemli bir başka husus ise Hizmet'in sayısı belki binleri bulan yargı mensuplarının da TBMM'nin iradesine itaat etme mecburiyetidir. Zannediyorum bu önemli nokta gözden kaçmış. Hizmet mensubu olsun olmasın tüm savcılar ve hakimler TBMM'den çıkan yasalara itaat etmek zorundadır. "TBMM'den ne yasa çıkarsa çıksın ben bildiğimi okurum" diyen yargı mensuplarının meslekten men edilmesi demokrasinin gereğidir. -Ki son dönemde meslekten men edilen hiçkimse yok- Demokrasiye aykırı davranan yargı mensupları Hizmet'ten olsa da bu kural değişmez. Hukukta prensipler her şeyin üzerindedir. TBMM dışında bir yasakoyucu yoktur. TBMM yani halkın iradesi yasaları koyar ve yargı mensupları uygular. Uygulayıcılar yasakoyucular yerine geçerse bu açık bir hukuk ihlalidir. Hem bu halkın çoğunluğu hem de AB kriterleri hukukçu olan savcı ve hakimlerin bizzat hukuku ihlal ettiği bir Türkiye istemiyor. GYV'nin açıklamasında sık sık vurgulanan "Hukuka uygunluk" kriteri de herhalde bu evrensel noktayı kastediyor. Yoksa "Savcılar ve hakimler ne derse hukuktur. Ne yaparlarsa doğrudur" tipi bir zihniyet açıkça eski rejimdeki TSK'nın yerine yargı vesayetini koymaktır ve bu durum kesinlikle evrensel hukuka aykırıdır. Bülent Arınç gibi ben de Camia'nın ve hele de Fethullah Gülen Hocaefendi'nin bu zihniyette olduğuna ihtimal vermiyorum...

 

 

Rasim Ozan Kütahyali, Sabah, 15.08.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

AKP- Cemaat savaşını kim kaybeder

 

Dünkü yazıda anlattığım gibi bayramı kırsal bölgelerde geçirdim ve ilginç gözlemler edindim. Bunlardan en ilginç olanı Cemaat- AKP kavgası üzerine olanı. “AKP alternatifsiz ona mecburuz” diyen hemen her kime sorduysam AKP’yi sarsacak tek yapının Cemaat olduğunu ifade etti.

Cemaat’in AKP’yi nasıl sarsacağı konusunda farklı görüşler var. Ancak AKP- Cemaat kavgasından AKP’nin büyük yara alacağı konusunda insanlar hemfikir.

Cemaat’in oy oranı sizce ne,” diye sorduğumda net bir görüş alamadım. Ancak “Cemaat AKP aleyhine kampanya yaparsa AKP’nin oylarını yüzde 8 ile 15 arasında etkiler” görüşü hâkim.

Cemaat AKP aleyhine negatif kampanya yapar mı,” sorusuna “yapmaz çünkü alternatif yok” cevabı geliyor. Ancak “AKP Cemaat’i canından bezdirirse mecburen yapar” diyenler de var.

Ortada alternatif parti yokken Cemaat ne yapabilir ki,” Soruma bir vatandaş ilginç bir cevap verdi: “Cemaat Samanyolu’nda AKP aleyhine bir dizi yapsa AKP’den yüzde 5 sil.” Bir başkası araya giriyor: “Benim üç çocuğum var üçü de Cemaat’in kurumlarında okudu/okuyor. Şimdi onlar AKP’ye oy vermeyeceksin derse ben nasıl oy veriyim.

Cemaat’in kurumlarında okuyan kaç öğrenci var,” soruma aldığım cevap şu: “Bu köylerden okuyup üniversite kazanan ne kadar öğrenci varsa hepsi Cemaat’in ya dershanesinden, ya yurdundan, ya evinden geçer.

Doğrusu bu gözleme ben de katılıyorum. On yıl önce geldiğimde tek tük üniversite mezunu olan bu bölgenin köylerinde neredeyse üniversite mezunu bulunmayan hane kalmamış. Hemen her evden bir öğrenci ya üniversite okuyor, ya hazırlanıyor, ya da mezun olmuş.

Köyde bir öğretmen yaşlı annesi ve babasına bakmak için beş yıl önce tayin yaptırıp bölgeye gelmiş. Ancak Cemaat, “Güneydoğu’ya git” dediği için yaşlı annesini babasını, bırakıp Güneydoğu’da bir ile gidecek. Köyde konuştuğum bir köylü o öğretmeni örnek gösterip “Annesini babasını, evini barkını bırakıp Cemaat git dediği için Güneydoğu’ya giden bu öğretmene AKP ne yapabilir,” diye sorup ekliyor: “AKP sonuçta bir menfaat partisi. Bu adamlarda gönüllülük esas, çatışırsa kim kaybeder görmüyor musun?

Cemaat ve AKP neden çatışıyor,” sorusuna hemen hiç kimsenin net bir cevabı yok. Ancak şehirde gördüğümden farklı olarak, kırsalda bu çatışmanın haksız tarafının Erdoğan olduğunu düşünen bir hayli kişi var. Bunun temel nedeni Cemaat networku kişilerin hayatına doğrudan dokunurken, AKP daha üst bir siyaset alanından etkiliyor bu insanları.

AKP- Cemaat tartışmasında bu bölge halkı için en kırılgan konu dershanelerin kapatılmasıkonusu. Çünkü hemen hiçbir öğrenci dershaneye gitmenden üniversite kazanamamış. Hâliyle dershanelerin kapatılması bu bölgedeki insanları doğrudan etkileyecek.

Dershaneler özel okula dönüştürülecek, devlet bir kısmını karşılayacak,” diye soruduğumda ilginç cevaplar alıyorum: Bir köylü, “Benim kızım lise son sınıfa gidiyor bu sene kazanamaz. Seneye dershaneye gidecek ki kazansın. Dershane olmazsa zaten mezun olmuş çocuğumu ben ne yapacağım?” Bir başkası: “Elimizde avucumuzda ne varsa hepsini biriktirip çocukları bir yıl dershaneye gönderebiliyoruz. Ama özel okul olursa devlet ücretin yarısını verse bile, kalan yarısını tamamlayıp çocukları okutamayız. O iş zengine yarar bize değil.

Kırsaldan gözlemim şu: Kırsal bölgelerde AKP- Cemaat tartışmasından kazançlı çıkan olmaz ama kaybedenler içinde en çok kaybeden AKP olur.

 

 

Emre Uslu, 15.08.2013, Taraf

 

 

 

 

 

 

 

 

 

------------------

 

Fitne mi?

 

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın açıklaması, dolan bardağın taşma anını resmediyor.

 

Gayet derli toplu, dikkatle kaleme alınmış ve içine aldıkları ile dışarıda bıraktıkları arasındaki sınır özenle çizilmiş. Satır arası okumaya gerek yok; meram berrak bir şekilde ifade edilmiş. "Kol kırılır yen içinde" kavlince, sıkıntıların ortaya dökülmesinden rahatsız olanlar fitne endişesi izhar ediyorlar. Benim daha önce yazdıklarıma gelen eleştiriler arasında "fitne" uyarısı kayda değer yer tuttuğu için üzerinde durmak gerekiyor. Üstelik ne tuhaf ki, Vakfın bildirisi tam on bir maddede bu fitne konularını teşhir ediyor. Peki fitne çıkar mı? Tam tersine, büyüyen fitneyi durdurmanın en etkili yolu bu olmalı. Fitne ortalık yerde konuşarak ve tartışarak değil, kapalı kapılar arkasında fısıltılarla büyür. Demokrasinin sunduğu imkânları neden kullanmayalım? Yıllardır Abant Platformu yönetim kurulu üyesi sıfatıyla, bu sıkıntıların nasıl ortaya çıktığını ve büyüdüğünü takip ettim. Doğru olan şeffaflık. O kadar doğru ki, fitnenin önlenmesi ancak bu şeffaflıkla mümkün.

Peki asıl fitnenin kaynağında ne var?

Parti, sıradan bir parti değil 11 yıldır İktidar'ın kendisi; cemaat sıradan bir cemaat değil, Türkiye'nin küresel ölçekte en ileri iddiası. Türkiye seçkinlerini değiştiriyor; doğal biçimde yönetici seçkinlerle değişimin motorunu oluşturan toplumun seçkinleri arasında birincilerin başlattığı bir ayrışma yaşanıyor. Yönetenler, her seçkin zümrenin yaptığı gibi iktidar alanını daraltıyor ve dışarıya kapatıyor. Türkiye özellikle 2011'den sonra hızlı bir iktidar temerküzü yaşadı. Yönetici seçkinler, devlet veya iktidar vasıtasıyla konumlarını edinenler ve sürdürenler. Bunların arasında siyaset, bürokrasi ve devletin ekonomik iktidarını kullanarak büyüyen sermaye seçkinleri var. İktidarı devralan yönetici seçkinler, değişen toplumun ürünü olan yeni seçkinler arasında küçük bir azınlığı oluşturuyor. Tabiatı gereği, ayrıcalıklarını sürdürmek için diğerleriyle sıkı bir rekabete giriyor. Genel kavramları kullanalım: Kemalist seçkinler sadece iktidarlarını değil, toplumdaki seçkin konumlarını da kaybettiler. Muhafazakar seçkinler onları yerlerinden ettiler. AK Parti'nin etrafında yer alan siyasî kadrolar, oluşturdukları ekonomi seçkinleri ile yeni yönetici seçkinleri meydana getiriyorlar. Yönetici olmayan yeni seçkinler ise, önemli ölçüde Gülen Hareketi içinde yer alıyor. Kültür alanında, medyada, eğitimde, yükselen müteşebbis sınıf arasında yılların çabası, dayanışması ve bilinçli tercihleri ile oluşmuş devasa bir birikim var. Sadece hak ve adalet ölçüleri içinde düşünün: Müteşebbisleri, devletten hiçbir himaye görmeden iş yapıyor ve Türkiye'nin ekonomik büyümesine ciddi katkılarda bulunuyor. Akademik dünya başta olmak üzere, yetişmiş nitelikli insan gücü bulunduğu yere sadece yetenek ve bireysel çabaları ile geliyor; kimseden resmî himaye görmüyorlar ve yönetici seçkinler arasında yer bulamıyorlar. Bu dinamizm ve başarı hizmeti besliyor.

Fitnenin kaynağı, AK Parti'nin veya Başbakan'ın tercihleri değil siyasetin doğası. Parti doğası gereği, kendi içinde kıran kırana rekabeti işleterek işleyişini sürdürür. Lider bu rekabeti yönettiği için vazgeçilmez olur. Cemaatler ise tersine, dayanışma ve feragatle hizmetini yürütür. Siyaset hırsla, hizmet istiğna ile yapılır. Parti ve lider daha fazla güç elde etmek için çaba harcar. Cemaat daha fazla hizmet etmek için kendi içinde yarışır.

Mısır yüreğimizi dağlıyor. Ölen onca masum insanın katilleri, devlet iktidarını gasp eden darbeciler. Yönetme hakkınıza sahip çıkamazsanız, sadece söz hakkınıza değil canınıza da kastediyorlar. Türkiye bu dönemleri geride bıraktı. Elimizde kaideye bağlı bir yönetim var. Demokrasi işliyor. Sandık dışında iktidarın değişeceği bir yer yok. Öyleyse ancak bu hakkımızı koruyarak fitneyi engelleyebiliriz. Fitneyi durduracak en güçlü silah ise şeffaflık. Ayrıca cemaat terbiyesi ile siyaset yapan Bülent Arınç'ı da iki arada kalmaktan kurtarmak lâzım.

 

Mümtaz´er Türköne, Zaman, 15.08.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

The Cemaat ne kadar Nurcu?Siyasî ihtirasın sadece kişileri değil, toplulukları da nasıl ifsad edebildiğini gösteren en canlı örnekleri, siyasete fazlasıyla dalmış bir cemaatin içine düştüğü durumda şimdi hep beraber seyrediyoruz. Herşey açıkça cereyan ettiği ve yapılıp söylenenler göz önünde olduğu için, bu konuda çok fazla söz söylemeye zaten ihtiyaç kalmadı. Bizim dikkat çekmek istediğimiz husus, hükûmet düşürmeye çalışırken suçüstü yakalanan siyasî cemaatin yapıp ettiklerinden ziyade, bu yapılanların fatura adresini ilgilendiriyor.Söz konusu cemaatin kamuoyunda bir Nur cemaati olarak bilinen, hattâ kalabalığı ve malî gücü sebebiyle Nurcular denince ilk akla gelen bir topluluk olduğunu hepimiz biliyoruz. Oysa gerek gaye, gerekse metod açısından, Risale-i Nur ile “the Cemaat”i bir arada düşünmenin imkânsızlığı, bugüne kadar pek çok tecrübe ile ortaya çıkmıştır.The Cemaat’in Risale-i Nur ile ters düştüğü alanların başında siyaset gelir. The Cemaat’in siyasete yakınlığı ne kadar gerçek ise, Risale-i Nur’un ve Bediüzzaman Said Nursî’nin siyasetten uzaklığı da o kadar yaygın şekilde bilinen bir hakikattir.*Burada, the Cemaat’i Risale-i Nur’dan ayıran bâriz farklar ortaya çıkıyor.***Öncelikle belirtmek gerekir ki, Bediüzzaman’ın siyasetten uzaklığı, İslâmın siyaset üzerindeki hakimiyetini reddeden bir davranış değildir. Bilâkis, o, İslâmın sosyal hayata ve siyasete temas eden kanunlarını, hattâ âdâbını dahi hayatı pahasına açıkça ve kahramanca savunmuştur. “Şeriatın bir meselesine bin ruhum feda olsun” sözü, onun bu konudaki duruşunu en iyi anlatan bir paroladır.Bediüzzaman, Risale-i Nur’un İslâm dairesi içindeki özel hizmeti iman konularına dair olduğu için siyasetten uzak durmuştur. İman hakikatlerini* maddî veya manevî, dünyevî veya uhrevî hiçbir şeye hiçbir surette âlet etmemek, tâbi kılmamak, basamak yapmamak ilkesi, Risale-i Nur hizmetinin en esaslı anayasa maddesidir. Bu ilkeyi titizlikle koruyan Nur talebeleri siyasete girmezler, mevki ve makamlara talip olmazlar, kadrolaşma gibi hareketlerin içinde bulunmazlar. Ancak, herkese olduğu gibi, tam bir eşitlik içinde ve hangi taraftan olduklarına bakmaksızın, talip olan siyasetçilere de iman hizmeti verirler. Bediüzzaman’ın “İman dersi için gelene tarafgirlik nazarıyla bakılmaz; dost-düşman derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır” sözü bu hakikati dile getirir.The Cemaat’in ise politikasız nefes dahi alamayacağı o kadar bilinen bir gerçek haline gelmiştir ki, kendilerini bu konuda aklamaya yönelik açıklamaları bile siyaset diliyle yapılmış olduğu için, bu açıklamaların içinde gerçeği olduğu gibi yansıtan bir cümle bulabilmek çok uzun çabalara ve aşırı derecede iyiniyetli bir yaklaşıma ihtiyaç göstermektedir. Bu açıklamaların şifresini çözmek için, söz konusu metinlere Bediüzzaman’ın “Lisan-ı siyasette lâfız mânânın zıddıdır” sözünün ışığında yaklaşmanız daha isabetli olacaktır.***Siyaset konusunda Risale-i Nur ile the Cemaat arasındaki ikinci önemli fark ise, hizmet iddiasıyla girdikleri siyasete bizim değerlerimizi taşımak yerine, oradan iktibas ettikleri değerleri Müslümanların hayat alanlarına taşımak şeklinde ortaya çıkıyor. Hergün nice örneklerine şahit olduğumuz bu vakıanın kendi başımdan geçen bir nümunesini bir ibret levhası olarak sunuyorum:Bundan iki ay kadar önce, tamamen İslâmî değerler çerçevesinde eğitim veren bir anaokulunun mezuniyet törenine katılmamız icap etti. Talihsizlik ise, bu okul yöneticilerinin tören için the Cemaat’e ait bir eğitim kurumu ile anlaşmış olmalarında ve başlarına geleceklerden habersiz bulunmalarındaydı.Salon ve sunucu the Cemaat’e ait olup program da yine onlar tarafından düzenlenince, daha gecenin ilk dakikasında, Besmele niyetine nâhoş bir sürprizle karşılaştık:Salonun iki tarafına yerleştirilmiş ekranlarda, Kur’ân için “Araboğlunun yavesi” diyen zâtın görüntüsü belirdi ve sunucu, bir salon dolusu mütedeyyin topluluğu bu resimlerin huzurunda saygı duruşuna kaldırdı!Bundan sonrası ise, biteviye Can Yücel şiirleriyle sürüp giden bir gece idi. Ama hakkını yemeyelim, the Cemaat’in sunucusu, o şiirlerin arasında bir yere Hz. Ali “aleyhissalâtü vesselâmdan” (!) bir vecize yerleştirmeyi de ihmal etmedi.Dikkat buyurunuz: Bu dayatma, ülkede Ergenekoncular ile kediseven Mehdimizden (ve tabii bir de kendilerinden) başka Atatürkçünün kalmadığı bir ortamda, tamamı dindar ailelerden meydana gelen bir topluluğa reva görülüyor! Hiçbir tehlikenin ve icbarın olmadığı bir ortamda, hiçbir meşru sebep yokken, Müslümanları emrivâki ile bir putperestlik ritüeline zorlamanın hangi hizmetle, hangi imanla, hangi siyasetle alâkası vardır? Bu durumda, the Cemaat’in şimdiye kadar “takiyye”yi kime karşı yaptığı konusunda şüpheye düşmez misiniz? (Meraklısına not: Bu satırların yazarı söz konusu ritüele iştirak etmediği gibi, elinin ve sözünün ulaşabildiği kişileri de bundan alıkoymaya çalışmış, bu arada geçen süreyi de Müslümanların başına bu çorabı örmeye çalışanlar için tahmin edebileceğiniz türden dualar okumakla değerlendirmiştir.)***Bu hadiseyi münferit olarak değil, Cemaat gazetesinin Afrikalı öğrencilerden iftiharla naklettiği “Bize Atatürk sevgisini öğretmenlerimiz aşıladı” sözleriyle, Moğolistan’a diktikleri büstü “Ulan Bator’a Atatürk mührü” olarak müjdeleyen başlıklarıyla, heykel dikme konusunda bazı Türk cumhuriyetlerinde karşılaştıkları güçlükleri nasıl aştıklarını övünerek anlatan the Cemaat önderinin beyanlarıyla beraber değerlendirdiğinizde, the Cemaat’in Kemalist değerleri sadece bu ülkenin çocuklarına aşılamakla yetinmeyip bütün dünyaya taşıma konusunda nasıl bir hamiyet sahibi olduğunu da açıkça göreceksiniz.Buna, başörtüsü konusundaki talihsiz tavırdan başlayıp İsrail mandacılığına kadar uzanan ve bugünlerde de Peygamberimizin lehviyat meclislerinde görüldüğü yolundaki iftiralara ve “Dâvâmız İslâm değil, insanlık dâvâsıdır” söylemine kadar gelip dayanmış bulunan bir çizgi içinde, istikrarlı bir şekilde yürüyen “değer aşındırma” ameliyesini de kattığınız takdirde, the Cemaat’i siyasete sevk eden asıl sebebin Müslümanlara birşey kazandırmak mı, yoksa onları ait olmadıkları bir yere taşımak mı olduğunu tesbit etmekte çok fazla zorlanmazsınız.***Şimdi işin asıl can alıcı yönüne geliyoruz:Bütün bu faaliyetler ve aşındırmalar kamuoyunda Risale-i Nur ile irtibatlandırılan bir cemaat eliyle gerçekleştirildiğinde, herkesten önce bundan zarar gören, Risale-i Nur ve cemaatleri oluyor. Daha önceki bir yazımızda da üzerinde durduğumuz gibi (bkz. “Risale-i Nur üzerinden neler pazarlanıyor?” ), Risale-i Nur ile hiçbir ilgisi olmadığı halde onun nüfuzundan faydalanmak suretiyle kamuoyuna pazarlanan nice kavramlar var ki, bedelleri Risale-i Nur ve cemaatleri tarafından ödenmiştir ve ödenmeye devam etmektedir. Bunda, Nur talebelerinin payı da elbette ihmal edilemez. Vaktiyle birilerini muayyen bir çizgide tutabilmek ümidiyle yapılan iltifatlar ve sırt sıvazlamalar, umulan düzelmeyi netice verecek yerde, bilâkis o kimseleri daha da zaptedilmez hale getirmiş ve bugünkü tenkit edilemez, tenkit edilmesi tasavvur dahi olunamaz konumunu onlara kazandırarak evvelce hayallerden bile geçmeyen bâtıl düşünce ve uygulamaların yaygınlaşmasına meydan açmıştır.The Cemaat Risale-i Nur üzerinden pazarlama yapmak suretiyle ne kadar kazanç sağlar gözüküyorsa, gerçek Risale-i Nur cemaatleri de bu durumdan o kadar zarar görmektedir. Ödenen faturaların, Risale-i Nur cemaatleri ile ümmetin geri kalan kısmı arasında bir soğukluğa yol açtığını görmezden gelemeyiz. Ehl-i dalâlet ile işbirliği yaparak Müslümanları iktidardan indirmeyi 28 Şubat’tan bu yana bir gelenek haline getiren ve bir yandan meş’um 28 Şubat kararlarına içtihad sevabı bağışlarken diğer yandan da Müslümanlar hakkında “tenakür”den söz edenler sahte Nurcu kimlikleriyle ortada dolaştıkça, hakikî Nur talebeleri de bu hareketlerin yol açtığı infialden nasiplerini toplamaya devam edeceklerdir.Onun için, Risale-i Nur cemaatleri, eğer ümmetin geri kalan kısmıyla uhuvvet ve muhabbetlerini sağlamlaştırmak ve suizanlara son vermek istiyorlarsa, the Cemaat’ten teberrî etmek ve onlarla aralarındaki farkı vurgulamak zorundadırlar.(Konunun bir de maddî menfaatlerle ilgili kısmı var ki, bu da ayrıca üzerinde durulmayı gerektiriyor.)_____________________________________________

 

 

Ümit Simsek, Son Devir, 15.08.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]11 maddelik açıklamanın önemi…[/h]Onursal başkanlığını Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın, 11 maddelik açıklaması, tahmin edildiği gibi hem ses getirdi hem de bazılarınca körük sallanan bir fitneyi önleme adına isabetli oldu. Yüzde 50 oy almış iktidar partisi ile hayır, huzur, istikrar ve demokratikleşme için gönüllü olmuş, fedakârlık yarışına girmiş milyonların arasını açmaya kalkmak düpedüz fitnedir.

Vakfın açıklamasına; “söz konusu iddialar, çoğunlukla sosyal medyada yer alan ve herkesin duyduğu-bildiği şeyler değil, abuk sabuk dedikodulardan ibaret. Bunlara cevap vermeye değmezdi” eleştirisini getirenler oldu. Bu eleştiriye katılmak mümkün değil. İki sebepten; birincisi, çamur at izi kalsın gerçeği. Ayyuka çıkmış, fısıltı gazetelerine manşet olmuş iddialar, iftiralar ve karalamalar karşısında sustuğunuzda, bunları doğrulamış gibi olursunuz. Sükût ikrardan gelir, diye buna deniyor. İkincisi, suskunluk; hem iktidar hem de Hizmet Hareketi içindeki hasbi ve makul büyük çoğunluğu, bir süre sonra üzüntü ve tedirginliğe sürükler. İnsanlar, “ne oluyoruz, neden bir şey yapılmıyor, bu iftira, dedikodu ve karalamalara, bu fitneye dur denmesi gerekmez mi?” diye kaygılarını dile getirirler…

Vakfın açıklamalarında üslup son derece dikkatli. Hükümete kafa tutma yok, “her zaman biz haklıyız, eleştiri kabul etmeyiz” tavrı yok. Tam tersine, insanın olduğu yerde hata olur, denilerek; “Hizmet Hareketi’nin, yapıcı eleştiriler getirilmesine sonuna kadar açık olduğunun, bunları dile getirenlere samimiyetle teşekkür edileceğinin” altı çiziliyor…

Kanaatimce açıklamaların üzerinde en çok durulması gereken bölümü, yıllardan beri dillendirilen ve 28 Şubat sürecinde, hareketin cuntacılar tarafından hedefe konulmasında kullanılan suçlama: “Hizmet, bürokrasi üzerinden vesayet kurmak ve iktidara ortak olmak istiyor…”

Buna verilen cevap, gerçekten önümüzdeki dönemde sıklıkla hatırlatılması gereken bir demokrasi ayarı:

“Demokrasilerde, seçimle gelen yönetimler yine ancak seçimle gider. Vatandaşların ve sivil toplum aktörlerinin eleştirilerde ve tavsiyelerde bulunmaları, yönetime karışmak olarak görülemez. Seçilmiş iktidarların her an denetim ve gözetimi, katılımcı demokrasinin en tabii gereğidir. Tavsiye veya eleştiride bulunan sivil toplum oluşumlarını, iktidar peşindelermiş gibi sunarak, onlara “siyasete karışma”, “öyleyse parti kur”, ya da “seçimleri bekle” demek demokratik sistemin ruhuyla bağdaşmaz.

“Hangi görüşten ve yaşam tarzından olursa olsun vatandaşların kanunlar çerçevesinde kendi devletinde görev almasının “devleti ele geçirme, sızma, vesayet kurma veya paralel iktidar oluşturma” şeklinde sunulması iyi niyetle açıklanamaz.

“Elbette ki bürokratlar, yöneticilerinin ve amirlerinin (hukuka uygun) emirlerine itaat etmek ve sadece onlardan emir almak durumundadır. Hukuka aykırı şekilde davrandığı ve yöneticilerinin emirlerine uymadığı ileri sürülen bürokratlar varsa, bunlar deliller ışığında yine hukuka uygun şekilde soruşturulmalıdır. Ancak, geçmişten bugüne olageldiği gibi, “vesayet oluşturma” ve “iktidara ortak olma” iftiralarıyla, bürokratik katmanlarda belli toplumsal kesimlerin tasfiye edilmesi amacı varsa, bu da hukuk ve demokrasiye aykırıdır…”

Aslında doğrunun ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Demokratik çizgimizi ve insaflı duruşumuzu koruyabilirsek problemler de çözülür, fitnelerin önüne de geçilir…

 

 

Hüseyin Gülerce, Zaman, 16.08.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

'Cemaat-Hükümet kavgası zaman kaybettiriyor'

Mehmet Altan'a göre Cemaat ile Hükümet arasındaki gerilim Türkiye'nin demokratikleşmesinde zaman kaybından başka bir şey değil

GAZETECİLER.COM - Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın açıklamasından sonra gözler AK Parti-Cemaat ilişkilerine çevrildi. Prof.Dr. Mehmet Altan bu tartışmayı OGÜNhaber'e değerlendirdi

 

Son günlerin en çok tartışılan, gündemi en çok meşgul eden konuların başında AK Parti - Cemaat ilişkisi geliyor. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın 11 maddelik açıklama sonrası bu konu daha da ön plana çıktı. AK Parti ile Cemaat arasında gerginlik olduğuna dair iddialar taraflarca yüksek sesle dile getirilirken, Başbakan Erdoğan medya üzerinden bir tartışma yapmanın doğru olmadığını söyledi.Konu ile ilgili olarak OGÜNhaber'den Erman Çimen'e değerlendirmelerde bulunan Prof.Dr.Mehmet Altan, konunun aslında Türkiye'nin demokratikleşmesi meselesi olduğunu söyledi. Altan;"Bu tartışmaların kimseye faydası yok. Yaklaşık altı yüz tane 12 Eylül yasası ile ülke yönetiliyor. Boşa zaman kaybediyoruz" diye konuştu.

Altan'ın değerlendirmeler şöyle:

SORUN DEMOKRATİKLEŞMEYE ODAKLANMAMAK

"Türkiye'de aslında temel sorun demokratikleşme hususuna odaklanamamızdan kaynaklanıyor. Türkiye hala 12 Eylül Anayasası ve hukuku ile yönetiliyor. Bu vesayet bitmiş değil. Mevcut hükümette bundan rahatsız değil herhalde ki; bu konuda yeterli adımları atmaktan kaçınıyor.

Türkiye'de hala Milli Güvenlik Kurulu gibi bir yapının varlığı devam ediyorsa, Siyasal Partiler Yasası, Seçim Yasaları hala değişmemişse, yani halkın özgürce kendini yönetenleri seçebileceği bir yapı oluşturulamamışsa orda demokratikleşme olduğu söylenemez..

ULUDERE AYDINLANMADI, YÖK AYNEN DURUYOR

Bakınız; Uludere'de yaşanan facia, Afyon'daki patlama, Suriye'de düşen uçağın akıbetleri hala belli değil. Bu olaylar aydınlatılamadı. Daha önce varlığına sürekli isyan ettiğimiz YÖK hala neden kaldırılmadı? Yok, eğer bunlar zaten bizim denetimimizde deyip meselenin özünü kaçırıyorsak bu durum yarın mutlaka size karşı da dönecektir. O yüzden gerçekten demokratikleşme isteyenler, AB standartlarında bir demokrasi anlayışı ve buna uygun Anayasayı derhal hayata geçirmek zorundadırlar.

CEMAAT VE İKTİDAR TARTIŞMASI BİZE ZAMAN KAYBETTİRİYOR

Ben meseleye, bu yüzden demokratikleşme üzerinden bakıyorum. Yoksa iktidar partisi ile cemaat üzerinden yapılan tartışmalar bize sadece zaman kaybettiriyor. İki yapı arasında iç ve dış politik meselelerde bir gerginlik olduğu çok açık ama mesele demokratikleşmeyse kim bu değişimi istiyorsa ondan taraf olmak gerekir. Herkes bu durumdan şikâyetçi ama vesayet değişip yerine başka vesayetler geliyorsa orda bir sıkıntı var demektir.

CEMAAT DEVLETİ ELE GEÇİRİYOR DEMEK KOMİK

Ayrıca, ben gerçekten bu tartışmaları anlamakta zorlanıyorum. "Modern Devlet" kuramını yazan Fransız düşünür Montesquieu'ye göre; devlet yönetiminde yasama, yürütme ve yargı erklerinde ayrım açıkça belirtilmiştir. Devletin hâkimi, savcısı bir karar alıyorsa illa bunun arkasında bir şeyler aramak hiç mantıklı değil. Bunu kimseye anlatamazsınız. Yabancı dile çevirseniz size gülerler. Bakınız; Avrupa'da, mesela İngiltere'de bir topluluk devleti ele geçirdi, Kanada'da dinsel bir hareket devlete el koydu diye bir şey duydunuz mu? Olabilir mi böyle bir şey? Neden çünkü gerçek demokrasinin olduğu yerde, bu tür tartışmalar yaşanmaz. O yüzden meseleye bu açıdan bakmak gerekir diye düşünüyorum"

 

 

Gazeteciler, 17.08.2013

 

 

------------------------------------------

 

 

 

[h=1]Cemaatçiler tasfiye mi ediliyor?

[/h]Geçen yazı Fethullah Gülen'e bağlı vakfın açıklamasında bürokrasi ile yargıdaki camia/cemaat mensuplarının tasfiye edildiğine yönelik açık şikayet olduğunu belirtmiştim. Bu artık yeni bir dönemi işaret ediyordu...

Askeri vesayet rejimi döneminde Hizmet Hareketi "Emniyet ve Yargı'da kadrolaştığımız yalan ve iftiradır" argümanını kullanıyordu. Çünkü açık ve dürüst olunursa eski rejimin patronu TSK'nın tüm cemaat mensuplarını devletten kovacağı ve bu bahaneyle haklarında "Devleti ele geçirmeye teşebbüs"ten dava açılacağı düşünülüyordu.

Takiyye'den tasfiyeye

Haklıydılar, eski rejimin generalleri Gülen Hareketi'ni ve Muhabbet Fedaileri'ni ortadan kaldırmayı kafasına koymuştu. O dönem için takiyye politikalarının kendi içinde anlamı ve meşruiyeti vardı...

Şimdiyse anladığım kadarıyla Fethullah Gülen'in talimatıyla açıklık ve şeffaflık politikasına geçildi. Yeni Türkiye'ye yakışan ve olması gereken de bu. Gizli kapaklı örgütlenmeler eliyle ülkede hegemonik pozisyonda olma stratejisini geçmişte mason teşkilatları uyguladı. Masonlar Gülen'e de tüm dindarlara da gizli yöntemlerle çok düşmanlık yaptılar. Artık Türkiye halkının Yeni Masonik organizasyonlara tahammülü yok...

Tasfiye değil kızak

Gelelim asıl meselemize... Geçen yazıda da belirttiğim gibi Hükümet-Hizmet meselesinin özünün özü bu bürokrasi ve yargı mevzuudur. Geri kalan ihtilaflar teferruat ve kamuflajdan ibarettir...

Peki gerçekten Gülen Vakfı'nın söylediği gibi bürokrasi ve yargıda cemaat mensupları tasfiye ediliyor mu?

Tasfiye demek o kişinin kurumla ilgisinin tamamen koparılması ve o kurumun bünyesinden tamamen atılması demektir. Mesela Ergenekon ve Balyoz davalarında yargılanan hemen hemen her asker TSK'dan tasfiye edildi. Bu kişiler isteseler de yeniden subay olup bir göreve getirilemez. Yahut son YAŞ kararlarında eski rejim kafasına yakın generaller emekli edildi, yani tasfiye edildi... Ulusalcı-darbeci kafa yapısına sahip askerlerin son 3 yıl içinde sistemli olarak TSK ile ilişiği kesildi ve bu şekilde askeri vesayet geriletildi...

Bu anlamda bürokraside özellikle Emniyet'te ve Yargı'daki cemaat mensuplarının ise hiçbiri- evet hiçbiri- tasfiye edilmedi... Bir tane bile cemaat bürokratı kurumdan atılmadı ya da emekliye sevkedilmedi...

"Tasfiye edildik" diyen cemaat bürokratları ve yargı mensuplarının hepsi hala devlette görev almaktadır. Bürokrat olanların hepsi hala sivil hükümetin emrinde memurdur. Yargı mensupları da TBMM'nin çıkardığı yasalara itaat etmek zorunda olan, HSYK'nın kontrolünde kamu çalışanlarıdır. Zaten Cemaatin devlet kadrolarının emekli olmasına da daha çok var. Çoğu 30'lu ve 40'lı yaşlarında onbinlerce cemaat mensubu her an hâlâ devlette her pozisyona gelebilir. Sonra sivil hükümete itaatsizlik yapmayan çok sayıda cemaat bürokratı hâlâ iyi yerlerdeler. Diğerleri de Başbakan'ın ve HSYK'nın tek bir talimatı ile istediği yere gelebilir. O zaman nedir bu tasfiye edebiyatı?

 

İddiaların kaynağı "

Ağabey" konumundaki Hizmet mensubu kimi devlet görevlilerinin istedikleri yerlerde olmaması, bekledikleri pozisyonlara kavuşmamaları yüzünden çıkıyor tüm bu hikaye. Koskoca Hizmet Hareketi ve özellikle de cemaat medyasının kimi kalemleri 30-35 tane istediği yerde olmayan bürokratın hırsı ve kiniyle hükümete karşı yayın yapıyor...

Sonra bu bürokrat arkadaşlar devlet memuru olduklarını nasıl hemen unutup, amirleri aleyhinde tezvirata geçebiliyorlar? Eğer seçilmiş bakanlarla ve Başbakan'la bir meseleniz varsa istifa edin ve dilediğiniz muhalefeti yapın... Ama eski rejimin generalleri gibi "Hem Başbakan'ın emrindeki memuriyet kadromu korurum. Hem de Başbakan aleyhine her naneyi yerim" diyorsanız,orada yolumuz ayrılır...Ben sizlerin hakkını hep teslim etmiş bir adamım. O yüzden hükümetten kimileriyle bile kavga ettim ama demokrasiye ve hukuka aykırı böyle bir durumu ben hazmedemem...

Sakın "Bunlar yalan. Bizim bürokratlar öyle şey yapmaz" demeyin. O zaman Başbakanlığın elindeki somut kanıtları inkâr etmiş olursunuz...

O bürokratlar ve yargı mensupları silkinip kendine gelse "Bu dönem bizim de kimyamız bozuldu. Hatalar yaptık. Şimdi yeniden 2011 öncesi gibi sivil hükümetin ve yasaların tam emrindeyiz" dese ve bunun gereğini yapsa bu mesele bitecek aslında...

Hele 14 Haziran 2012 sürecinde Başbakan'ın hedeflediği o buluşma, o karşılıklı diyalog ortamı sağlanabilseydi şimdi böyle bir mesele yoktu. Gönül kırgınlıkları bitecekti...

 

 

Rasim Ozan Kütahyali, Sabah, 17.08.2013

 

 

---------------

 

 

 

 

 

 

------------------

 

 

 

Bir ittifakın çöküşü...

 

Bardak 'Haziran ayı' itibariyle taştı.Başka bir ifadeyle Gezi olayları adım adım şekillenmekte olan bir 'siyasi durumu' açığa çıkardı.Nasıl?Ya da neydi adım adım şekillenen?İç içe 'iki daire' düşünelim.'İlk daire'de 'toplum ile siyaset arasındaki ilişkiler'e dair 'yeni bir durum'la karşı karşıyayız:'Çoğulcu-çoğunlukçu, temsili-katılımcı demokrasi' tartışmaları 'yeni bir gerginlik kalemi' olarak, bir süredir ve kalıcı bir şekilde siyasi hayatımıza katılmış bulunuyor. Bu kalem, beden, kadın, sokak, çevre gibi hususlara işaret 'mikro siyaset fikri' ve yükselen 'kamusal alan merkezli siyaset algısı' üzerinden şekilleniyor. Ve Kürt sorunu, Alevi meselesi, laikçi-dindar veya diğer cemaatimsi kutuplaşmalar gibi yerleşik gerginliklerimizin yanına ayrı bir unsur olarak ekleniyor, dolayısıyla onları da etkiliyor.Açık: 'Yeni durum'u, önemli ölçüde seküler merkezli bir kesim taşıyor.Ancak hemen ardından şunu da söylemek gerekiyor: Bu durum laik o kesimin kendi içinde ne denli farklılaştığını da gösteriyor. Zira yeni dalga, pek çok yönüyle ve özü itibariyle laikçi bir nitelik taşımaktan çok demokratik duruşu ve talepleri öne çıkarıyor, laik kesim içi bir ayrışmanın altını çiziyor. Laik kesim içindeki laikçilikle tezat oluşturan 'bu yeni doku' zenginleşip özgürleşen bir toplumdaki talep çeşitlenmesini ve derinleşmesini temsil ediyor. Bu tabloyu, son 10 yılın dinamikleri çerçevesinde (İslami kesimde evrensel değerlerle temas üzerinden yaşanan değişime paralel olarak) laik kesimdeki demokratikleşme eğiliminin tabii sonucu olarak görmek gerekir.Bu durum toplumsal bir hareketliliğe işaret ettiği kadar, siyasi bir dalgalanmayı da ifade eder.Siyasi dalgalanmalar ise siyasi dengeleri etkilerler.Nitekim öyle oluyor.'İkinci daire'de yenilenen siyasi dengeler yer alıyor.Siyasi açıdan 'sahipsiz' ama gündem belirlemede özgül ağırlığı yüksek yeni dalganın varlığı, hemAK Parti'nin reformcu imajını olumsuz etkiliyor hem şu aşamada siyasi iktidara yönelik genel muhalefeti beslemenin hatta ulusalcı duruşları el altından güçlendirmenin ötesine geçemiyor.Siyasi iktidar, tehdit olarak algıladığı bu durum karşısında ve seçimlere doğru, eski moral üstünlüğünden uzakta bir yerde siyasi ve sivil tüm unsurlarıyla ve onu destekleyenlerle tam bir 'tahkimat, cepheleşme üzerinden savunma ve savuşturma politikası' izliyor.İçi boşalan çoğulculuk-çoğunlukçuluk tartışmaları da, temsili demokrasiyle katılımcı demokrasiyi karşı cephelere oturtma manasızlıkları da, köşe yazılarını polemiklerin esir alması da, Mısır'daki 'darbe vahşeti'nin Türk siyasetinin sinir uclarını tahriş etmesi de bu çerçevede yaşanıyor.Dalgalanmanın siyasi dengeler açısından tek sonucu bu değil.Cemaat-hükümet arasındaki mesafeyi açığa çıkaran, gerginliği alenileşerek yükselten de, 2013 Haziran kriziyle yakından ilgili...O zaman parçalar şöyle toparlanabilir:2002 sonrası AK Parti'nin gücünü oluşturan üçlü ittifak dağılmıştır.Bu üçlü doku, 1. (siyasi gücün özünü oluşturan) Milli Görüş kadroları ve İslami-muhafazakar çevrelerden, 2. (operasyonel kabiliyeti) yüksek Gülen cemaatinden ve 3. (AK Parti'ye söylem düzeyinde özgürlükçü meşruiyetini sağlayan) laik kesim kökenli demokrat-liberal çevrelerden oluşuyordu.Bu üçlü bugün dağılmış ve aralarında çatışır duruma düşmüşlerdir.(İstisnalar dışında) yeni dalgaya yakın duran demokrat-liberal çevreler ile AK Parti arasında yaşanan kırılma ortadadır. Bu kırılma bir gerginliğe doğru ilerlemekte ve AK Parti açısından daha şimdiden meşruiyet zorluklarını gündeme getirmektedir.Cemaat ile AK Parti arasındaki kırılma ise hem bir iktidar mücadelesinin sonucudur, hem muhafazakar alan içindeki bir siyasi farklılaşmanın işaretidir. Gezi olayları, AK Parti'nin bu olaylardaki kırılganlığı, yaklaşan seçimler, cemaat oklarını üstü kapalı olarak AK Parti'ye çevirirken, AK Parti bu girişimi karşılıksız bırakmamıştır. Yapılan açıklamalar, yaşanan tartışmalar dikkate alınacak olursa, cemaat hükümet ilişkileri tümüyle kopmuş, cemaat açık bir siyasi aktör haline gelmiştir.Evet, siyasi kartlar yeniden karılıyor...Sonbahar öncesi durum bu.

 

 

Ali Bayramoglu, Yeni Safak, 22.08.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Kur’an ve Resulullah, Hizmet ile Mevcut Hükümetin İttifakını Emrediyor; Aksi Takdirde Bütün Ümmete Tehditler Var

Son zamanlarda Türkiye siyasetini, dindar olan ve olmayan bütün kesimleri meşgul eden ve hatta dünyanın da gündemine maalesef giren bir mesele var: Hoca Efendi Hizmeti ile Mevcut Hükümetin İhtilafı.

Maalesef her iki taraftan da aksine iddialar gelse de, bu ihtilaf Türkiye’yi içeriden içeriye kemirip yiyor. Birisi web sayfalarında kendilerine yönelik itirazları cevaplayıp diğer tarafı iğnelerken; diğeri bundan rahatsız olduğunu ifade etmekten kaçınmıyor.

Daha acı olanı ise, merkezdeki küçük bir inhiraf, daire büyüdükçe ve fikirler küçüldükçe kavgaya ve menfi neticelere yol açıyor. Mesele her iki tarafı haklı gören gazetelere ve yazarlara yansıyınca, bu sefer genellemeler ve insafsızca benzetmeler görülmeye başlıyor. Ne kadar samimi olursa olsun, binlerce gencin imanına vesile olan hizmet erbabına The Cemaat denebiliyor. Bazıları da, yanlış ama asla kötü niyetli olduğuna inanmadığım Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi meselesini hıyanet ve tahrif olarak tavsif ediyor. Bu konu gazete köşelerine kadar yansıyor.

Diğer taraftan ise, fikri bozuk olduğu halde hizmete ait Gazete’de yazan bir yazarın İslam birliğinin sembolü olan Yavuz hakkında bölücü nitelemeli yazı yazması bütün bir hizmet erbabının suçu olarak, haklı yahut haksız bir şekilde, lanse ediliyor. Bu arada Kur’an-ı Kerim’in açıkça “Dikkat ediniz! Onlar bozguncular yani çapulcuların taa kendisidir” dediği ve Türkiye’yi bölmeye çalışan soysuzlara, sempati ile bakan ve hatta bu konuda izzet-i İslamiye ve şehamet-i imaniye ile konuştuğuna inandığımız bir devlet adamına karşı, olumsuz yaklaşan hizmet erbabı çıkabiliyor.

Bu menfilikler saymakla bitmez. Daha fazla da söylemek istemiyoruz. Biz burada bütün Müslümanları ilgilendiren bazı tavsiyelerimizi yapmakla mükellef olduğumuza inanıyoruz.

1.*********** “Birbirleriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.” sırrınca birbiriyle mücadele halinde olanların her ikisi de zarar eder. Halbuki Kur’an-ı Kerim kurtuluşa erenler ve zararda olmayanlar olarak şunları tarif ediyor: “İman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir).Asr Suresi.” Bu olahakikatla alakalı en acı misal şöyle nakledilebilir: Doğu illerimizden PKK’nın varlığını en çok hissettirdiği bir ilimizde, Hizmet’ten yetişmiş bir Milli Eğitim Müdürü vardır. PKK’ye karşı bütün ehl-i imanla ittifak içindedir ve başarılıdır. Ancak bu ilimize dindar ancak Milli Gençlik Vakfından yetişme bir vali tayin edilir. Bütün ehl-i iman ile ittifak edip terörle mücadele etmek ve umumi huzuru temin eylemekle görevli iken Hizmet’ten olan Milli Eğitim Müdürüne kafayı takar ve görevden alır. Yerine getirdiği insan da dindardır; ama kabiliyetsizdir. Vilayet yeniden terör örgütüne karşı zayıf düşer. Elhamdülillah ki, merkez farkına varır ve valiyi merkeze alır. Çok müşahhas misaller var; hedefimiz batılı tasvir edip safi zihinleri bulandırmak değildir.

2.*********** İkinci bir nokta da şudur; “Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır.” (Kastamonu Lahikası, 171. Mektup) kaidesince, dindar insanlar da olsa, insanlar aynı fikirde olacak diye bir kaide yoktur. Mühim olan, ortak noktalarda ittifak edebilmektir. Birbirimizi reddetmeyeceğiz; ancak fikirlerimizi tıpatıp kabul etmek durumunda da değiliz.

3.*********** "Bizim düşmanımız; cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz." Buradaki cehalet, hem din hem fenne bakar. Çünkü insanımız fenni fazla bilmediği gibi dininin de yabancısıdır. buna karşı, marifet ve ilim silahı ile karşılık vereceğiz. İhtilaf, ittifakın zıddıdır. Aslında tüm Müslümanları birbirine sımsıkı bağlayacak nurani bağlar dinimizde var iken bunların bilinmemesi veya bilenlerce de uygulanmaması sebebiyle, İslam âlemi birbirine yabancı hatta bazen düşman hale gelmiştir. Bu sebeple, islam dinindeki kardeşlik bağlarını artırıcı unsurları aramızda yaymak ve kuvvetli bağlar kurmalıyız. Sanattan kastın sanayi ve teknoloji olduğu anlaşılıyor. Keza eskilerin zanaat dedikleri belli bir alanda usta olmak da buna dâhil edilebilir. zaruret ve fakirliği de sanat silahı ile mağlup edeceğiz.

4.*********** Eğer ehl-i iman ve bu vatanı seven insanlar, nazlanarak yahut dış ve iç mihrakların tahriklerine kapılarak birbirlerine düşerlerse, Yüce Allah bu konuda Müslümanları açıkça tehdit etmektedirler: “En’am Suresi, 65- De ki; “O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından azap göndermeye veya sizleri düşman gruplara ayırarak size birbirinizin hıncını, birbirinizin terörünü, acısını tattırmaya kâdirdir. Ola ki, anlarlar diye, ayetlerimizi çeşitli açılardan nasıl açıkladığımızı görüyor musunuz?

5.*********** Resulullah’ın ikazları da Kur’an’ı teyit eylemektedir. Sahabelerden biri* “Ey Allah'ın Resulü bu güne kadar kılmadığın uzunlukta bir namaz kıldın” dediler. Peygamber efendimiz (sav), “Evet, bu; korku ve ümit namazı idi. Namaz içerisinde ben Allah'tan üç şey istedim. İkisini bana verdi, birini vermedi. Allah'tan ‘ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini' istedim, bunu bana verdi. ‘Düşman güçlerinin ümmetimin başına musallat olmamasını' istedim, bunu da bana verdi. Üçüncü olarak da ‘ümmetimin birbirine düşürülmemesini istedim bunu bana vermedi” dedi. (Müslim, Fiten: 5). Bu hadisin, Sa'd ve İbn Ömer (ra)'den aktarılan rivayet ise şöyledir:

Sahabeden Sevbân (ra), Rasûlullah (sav)'ın şöyle anlattığını aktarıyor:

“Allah, yeryüzünü benim için katladı, dürdü, büktü. Bende yeryüzünün doğu ve batı her tarafını gördüm. Ümmetimin hükümranlığı ve saltanatı benim için katlanan ve gösterilen yerlere kadar ulaşacaktır. Bana iki hazine verildi, biri sarı, biri kırmızı. Rabbimden, ümmetimin umumî kıtlıkla helak edilmemesini ve kendilerinden olmayan onların kökünü kurutacak haricî (dış) düşmanları onlara musallat etmemesini istedim. Rabbim de bana şöyle karşılık verdi:

“Ey Muhammed kesinlikle hüküm verdim, bu hüküm geri çevrilip değiştirilmez. Ümmetin için sana şu müjdeyi veriyorum; onları genel bir kıtlıkla helak etmeyeceğim. Kendilerinden olmayan; köklerini kurutacak bir düşman gücünü onların başına musallat etmeyeceğim. Hatta ümmetine karşı dünyanın çeşitli bölgelerinden -veya çeşitli bölgeleri arasından- bir araya gelseler bile… Fakat onlar yani senin ümmetin, birbirini kıracak ve birbirini esir edecektir.” (Müslim, Fiten: 5).

Sonuç olarak, . “İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa; bir batman kuvvet, o iki kuvvet ile oynayabilir; yukarı kaldırır, aşağı indirir.” (Mektubat,* sh. 439 ). “Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kal'a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de döğebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı müvazenede bulunsa; bir küçük taş, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!..” (Mektubat sh. 270 )

Bu ülke ve millet adına en çok korktuğum da, ülkeyi bu zamana kadar harabeye çeviren şer güçler, kendi aralarında ittifak yaparak ve çeşitli dalavereler çevirerek, İstanbul gibi 10 küsur yıldır cennete çevrilmiş olan ilmizi, yukarıdaki ikazlara uymaz ve ittifak etmezsek, yeniden çöp yığınlarını çöp dağlarına çevirecek yad ellere kaptırma tehlikesidir. Birbirimizin kusurunu söyleyelim; ama memleketi harap etmeyelim. Yoksa ne olacağını ayet ve hadislerden tekrar ve birlikte dinlemiş olduk. Daha da kötü olanı, gelecek umumi seçimlerde, ehl-ı imanın ihtilafı neticesinde, yırtıcı canavarlar gibi, Türkiye’nin Mısır’a dönmesini bekleyen iç ve dış düşmanları sevindirerek, Allah’ın gadabını üzerimize celb etmemizdir. Gelin rahmet meleklerini davet edelim ve şeytanları üzelim, yanımızdan kaçıralım. Unutmayınız ki, Türkiye, Sultan Abdülhamid devrinden ve hatta III. Selim devrinden sonraki en güzel günlerini yaşıyor. Bildiğiniz gibi, nimet şükür ister ki devam etsin.

*

*

*

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Fitnenin arkasında Mossad var.[/h]

 

Kanal 24’te Murat Çiçek’in sunduğu Açık Görüş programına katılan Şamil Tayyar cemaat ile AK Parti arasında kriz olduğunu gösteren haberlerin arkasında MOSSAD’ın olduğunu iddia etti. ROTAHABER / ÖZEL

 

Şamil Tayyar programda “Hakan Fidan hakkında binlerce iddia üretilmesinin nedeni ne?” sorusuna şu cevabı verdi: Hakan Fidan’ın milli istihbarat müsteşarlığına gelmesine ilk tepki İsrail ’den yükseldi. Bu durumun dünyada sanırım bir örneği yok ilk defa bir ülkenin Savunma Bakanı başka bir ülkenin istihbarat teşkilatının başına gelen isimle ilgili bir açıklama yapıyor. ODATV’DEKİ HABERLERİN KAYNAĞI İSRAİL İsrail’in böyle bir hatayı nasıl yapabildiği sorusuna Tayyar’ın cevabı ise “Kusursuz cinayet yoktur zaten… Bu açıklamadan sonra MİT müsteşarı adına bir karalama kampanyası başladı. Bir taraftan İrancı olduğu iddia edildi. Bir taraftan da başka iddialar ortaya atıldı. Bunların değişik kanalları vardı. Odatv.com’da hemen her gün Hakan Fidan’ı karalamak için haberler yapıldı. Odatv’deki bu haberlerin kaynağının ise daha sonra İsrail olduğu ortaya çıktı” dedi.

 

 

 

 

AK PARTİ CEMAAT TARTIŞMASININ ARKASINDA MOSSAD VAR Şamil Tayyar Hakan Fidan’la ilgili yaptığı açıklamalarda en bomba iddiasını da AK Parti ve cemaat hakkındaki sözleriyle yaptı. Tayyar Hakan Fidan’ı karalama kampanyalarını anlatırken “Hakan Fidan’ın kardeşinin Amerika’da Hocaefendi ile görüştüğünü falan yazdılar. Adam hayatını boyunca hiç yurt dışına gitmemiş. İsrail bu yolla bir taraftan da bu şekilde Hakan Fidan’ı cemaat ile ilişkilendirmeye başladı. Şimdi de Cemaat ile Hakan Fidan arasında kavga olduğunu söylüyorlar. Bütün bu planların gerisinde ben MOSSAD’ın olduğunu düşünüyorum. AK Parti ve Cemaat tartışmasının gerisinde de Hakan Fidan’a yönelik operasyonun gerisinde de ben MOSSAD’ın olduğunu düşünüyorum” diyerek sözlerini bitirdi.

 

Kaynak: ROTAHABER / ÖZEL, 29.08.2013

 

 

 

 

 

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • Webmaster änderte den Titel in Fetö ve Ak Parti (Fethullah Gülen, Tayyip Erdogan)

Dein Kommentar

Du kannst jetzt schreiben und Dich später registrieren. Wenn Du ein Konto hast, melde Dich jetzt an, um unter Deinem Benutzernamen zu schreiben.

Gast
Auf dieses Thema antworten...

×   Du hast formatierten Text eingefügt.   Formatierung jetzt entfernen

  Nur 75 Emojis sind erlaubt.

×   Dein Link wurde automatisch eingebettet.   Einbetten rückgängig machen und als Link darstellen

×   Dein vorheriger Inhalt wurde wiederhergestellt.   Editor leeren

×   Du kannst Bilder nicht direkt einfügen. Lade Bilder hoch oder lade sie von einer URL.


×
×
  • Neu erstellen...