Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Empfohlene Beiträge

21 Mart 2014 Cuma 13:15

 

Risale-i Nur'un korunması için resmi girişim başlatıldı

 

Başlatılan çalışmalar Kültür Bakanlığı nezdinde yapılacak ve böylece resmiyet kazanacak

 

İbrahim Mert'in haberi:

 

RİSALEHABER-ÖZEL

 

Nur talebeleri, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin eseriRisale-i Nur külliyatının korunması amacıyla*bir dizi girişimde bulunuyor.

 

Risale Haber'in ulaştığı bilgiye göre*Risale-i Nur'lar, Bediüzzaman Hazretlerinin hayattayken açıkladığı, eserlerinin çeşitli yerlerinde isimlerini belirttiği*"naşirler, vekil ve varisler"in ortak kuracakları bir tüzel kişiliğe devredilecek.

 

Korsan yayınlar, sadeleştirilme ve tahrif edilmesinin önüne geçmek için*başlatılan çalışmalar*Kültür Bakanlığı nezdinde*yapılacak ve böylece resmiyet kazanacak.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • Antworten 183
  • Erstellt
  • Letzte Antwort

Top-Benutzer in diesem Thema

24 Mart 2014 Pazartesi 13:29

[h=1]Sadeleştirme, Bediüzzaman'a ve Nur talebelerine hürmetsizliktir[/h]

Risale-i Nur'u basan Diyanet'e teşekkür ediyoruz

Mehmet Özmen'in röportajı:

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin talebelerinden Abdullah Yeğin ağabey konuştu:

DÜNYA‘NIN İSLAM‘A TESLİM OLACAĞINI HABER VERİYOR

Bediüzzaman Hazretleri ile ilk tanışmanız nasıl oldu?

1940 yılında ortaokulda ikinci sınıfta iken Kastamonulu arkadaşım Rıfat’a sordum; burada bir hocaefendi varmış. Herkesin karşısında konuşmaz, sürekli karakolluk olur, kimseden hediye almaz, insanın kalbini okurmuş. Tanır mısın? O da dedi ki: “O bizim komşumuzdur.” Nasıl bir adam dedim? “Çok iyi âlim bir adam” dedi. Ben de arasıra ziyarete gidiyorum” dedi. “Biz de ziyaret edebilir miyiz” dedim. Bu vesile ile üstadı ziyaret etmemiz mümkün oldu. O zamandan beri Risalelerle ve Üstad ile meşgulüm. 1951’de Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde son sınıf öğrencisi iken yanına tekrar gittim. Bir müddet yanında kaldım. Üniversiteyi bırakmış, İzmirli bir arkadaş ile beraber kaldık. Bu ziyaretten sonra Üstad beni Urfa’ya gönderdi. Önemli bir yer olduğunu ve kendinin de geleceğini söyledi. Üstad öyle bir kimse idi ki; 1921’de çıkarmış olduğu Eddai’yide mezarının yıkılacağını ve vefat tarihini haber vermişti. Bunun sonunda da Dünya’nın İslam’a teslim olacağını haber veriyor.

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ AVRUPA DİNSİZLİĞİNİ İSPAT EDİYOR

Size göre Bediüzzaman Hazretleri kimdir?

Ahir zamanda beklenilen bütün müslümanların cehaletten kurtarılmasına çalışan, imanlarının kurtarılmasına çalışan, Kur’an'ı, İslamiyet’i gaye edinmekten başka bir derdi olmayan bir zat diyebilirim. Hiçbir zaman dünya ile meşgul olmamış, hep İslami hakikatlerin ispatına çalışmış. Kur’an-ı Kerim’in hak kelamı olduğunu, İslamiyet’in hak olduğunu, ahiretin varlığını, İslam’ın bütün meselelerini akla, mantığa, ilme, Kur’an’ın ve hadisin nakline dayandırarak bütün dünyaya ispat etmeye çalışmıştır. Avrupa dinsizliğini bilhassa hayvanlıktan aşağı durumlarını kendilerine akla, mantığa dayandırarak anlatıyor, ispat ediyor. Bizim gayemiz; “İmana kuvvet vermeye çalışmaktır” diyor.

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ KİMSENİN ALEYHİNDE KONUŞMAZDI

Bediüzzaman Hazretleri’nin bilinmeyen bir yönü ve bu anlamda şahit olduğunuz bir anı var mı?

Üstad hazretlerinin öyle bilinmeyen, gizli kalan bir yönü yoktur. Her yaptığı ortadadır. Kastamonu’da karakolun karşısında durma sebebi yine kendisidir. Onlara; “Benim hiçbir davranışım gizli değildir, aşikârdır. Ve ben sizin tavrınız karşısındayım” diyor. Bunları Üstad’ın yardımcısıi Feyz Efendi’den öğreniyoruz. Gizli bir davranışı yoktu fakat hukuken bir şeyin gizli kalması gerekiyorsa onu da aşikâr etmezdi. Bediüzzaman Hazretleri kimsenin aleyhinde konuşmazdı. Daima İslamiyet’in hakikatini ispata çalışırdı. Bizim vazifemiz; “İmana hizmet” derdi.

"BÜTÜN MÜSLÜMANLAR, ÜLKE DAHİLİNDE VE HARİCİNDE TAYYİP ERDOĞAN İÇİN DUA EDİYORLAR"

Başbakan Erdoğan’la ilgili ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’de bir başbakan sıralaması yaparsak: birinci Adnan Menderes, ikinci Turgut Özal, üçüncü ise Recep Tayyip Erdoğan’dır. Bundan daha iyi siyaseti iyi bilen, istikrarlı İslamiyete hizmet gayesi ile çalışan başka bir başbakan görmedim. Bütün müslümanlar; ülke dahilinde ve haricinde Tayyip Erdoğan için dua ediyorlar. Biz de dua ediyoruz. Onun aleyhinde çalışmak dinsizliğe yardım etmektir. Üstad İhlas Risalesi’nin sonunda diyor ki: şimdi bizden ayrılanların dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali vardır. İşte dinsizlik kuvvetine yardım etmek isteyenler Tayyip Erdoğan hükümetinin aleyhindedirler. Allah hiçbir zaman bizi başıboş bırakmamıştır. Peygamber Efendimizin ifadesi ile üç yüzden fazla peygamber göndermiştir. Her devirde ihtiyacı gören bir peygamber veya peygamberin vazifesini yapan peygamber varisleri göndermiştir. İşte Risale-i Nur da bu zamandaki insanları hakka, doğruluğa ulaştırmaya çalışan bir vesiledir, hizmettir. Doğruluktan ayrılmayan kahramandır, Allah’ın sevgili kuludur. Doğruluktan ayrılan, nefsine uyarak ne yaptığını bilmeyen bir nevi iki ayaklı hayvandır. Bizim birinci gayemiz Allah’ın rızasını kazanmak ve emrettiği yoldan ayrılmamaktır. Din daima doğruyu ve hakkı tavsiye eder. Bütün din de böyledir, Kuran’ı Kerim de böyledir. Üstadın ifadesiyle; iman nur’dur, kuvvettir. Hakiki imana sahip olanlar dünyaya meydan okuyabilir.

“CAHİL OLANI HERKES KANDIRABİLİR”

Nur Cemaati’ne dair “toplantılarında Risale dışında Kur’an, hadis okumuyorlar” şeklinde eleştiriler oluyor. Ne diyeceksiniz bu konu hakkında?

Onlar durumu bilmiyorlar. Bizim yanımıza gelip görebilirler. Biz Kur’an-ı Kerim’i de okuyoruz, Risaleleri de okuyoruz, yazıyoruz, dinliyoruz. İmana faydalı olan her şeyi okuruz. O okunacak, bu okunmayacak diye bir şey yok. Üstadımızın bu konuda; “En büyük düşman cehalettir. Cahil olanı herkes kandırabilir. Şeytan da nefsi de kandırır” şeklinde bir yorumu vardır. İlim öğrenmek gerektiğini hem Kur’an’ın, hem de Efendimizin söylediğini çeşitli yerlerde anlatmıştır.

“RİSALELERİ TAHRİF ETMEK DÜŞMANLIKTIR”

Risalelerin sadeleştirilmesi ve tahrif edilmesi hakkında ne söylersiniz?

Bu durum doğrudan doğruya hem Risale-i Nur’a, hem Üstad’a, hem de bu kadar Risale-i Nur okuyan Risale-i Nur talebesine hürmetsizliktir. Nasıl ki eski İslami eserlerimizi okuyamasınlar diye eski yazımızı değiştirdiler ise, bu da öylesi bir düşmanlıktır. Bunu yapanlar kendi menfaatleri için yapıyorlar.

“KUR’AN'I HATTIYLA YAZMAYI ÖNEMSEMİŞTİR”

Bir vatandaşımız; “Risale-i Nur’un vazifelerinden birisi olan hattı Kur’an’ın muhafazasından ne anlamalı? Bu koruma vazifesi nasıl gerçekleşiyor ya da nasıl gerçekleşmeli? Üstad hazretlerinin Latince’ye ve Latince basılan eserlere karşı tavrı nasıldı? Zamanımızda bu husus nasıl kabul görmeli? Hüsrev Efendi’nin tahşidatla eserlerin Osmanlıca yazılıp okunmasındaki tavizsiz hizmet şekli hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sormuştu. Ne diyeceksiniz bunlar hakkında?

Üstadımız yeni yazıyla değil, Kur’an hattıyla yazmayı önemsemiştir. O zamanlar yasak olduğu halde bir çok yerde, mesela Isparta’nın Sav’da, Buğdayönün’de Risale-i Nur yazılıyordu. Belki bin kalem bu Kur’an’ın dersidir diye yazmışlardır. Yine o zamanlar Risale-i Nur yazmayan pek makbul bir insan değildi. Fakat daha sonra Üstadımız bir mektubunda; ya yazarak, ya dinleyerek ya da okuyarak Risale-i Nur’la bir miktar da olsa ilgileneni talebe olarak kabul ettiğini belirtmişti. Ehli İman herkes Nur Talebesi’dir.

“HAPİSHANEYE GİRMENİN KENDİ İÇİN HAYIR OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORDU”

Üstad Hazretleri neden bir çok sürgüne muhatap olmuştur?

O dönemin siyasi anlayışı nedeniyledir. Daima Kur’an’ı, hakikati pervasızca müdafaa ettiği için, işine gelmeyen kimseler Üstada düşman olmuşlardır. Bazı idare adamları da aleyhine geçmiş ve bu şekilde zorluklarla karşılaşmış. Ama hiçbir zaman onlara kötü konuşmamış, beddua bile etmemiştir. Hapishanedeki hayatını Allah’ın ihlasını kazanması için ve hizmet etmesi için oraya göndermesi şeklinde yorumlamıştır. Hapishaneye girmenin kendi için hayır olduğunu düşünüyordu. Oralarda derslere muhtaç kimseler var. Onlara faydalı olmak adına hayırlı buluyordu. Ve ‘kader adalet eder’ diyordu. ‘Kaderin her şeyi güzeldir’ diyordu.

“DİYANET İŞLERİ’NE ÇOK TEŞEKKÜR EDİYORUZ”

Diyanet İşleri Başkanlığı Risalelerden İşaratü’l İcaz’ı yayına hazırladı. Bu kitabı Üstadın sizin gibi öğrencilerinin de olduğu bir programda kamuoyuna duyurdu. İşaratü’l İcaz ve Diyanet’in bu hizmeti ile ilgili ne söyleyeceksiniz?

Bu anlamda biz Diyanet İşleri’ne çok teşekkür ediyoruz ve tebrik ediyoruz. İmana hizmet ve kuvvet verecek olan bu çalışmanın bütün külliyat için olmasını istiyoruz. Ben üniversitede talebe iken bu anlamda bir çalışma için Diyanet İşleri’ni ziyaret etmiştik. O zamandan beri üstad böylesi bir çalışmayı istiyordu. Risale-i Nur’un devlet-hükümet eliyle neşri elbette ki büyük bir fayda sağlayacaktır. Bu İşaratü’l İcaz da Ruslarla harpte iken yazılmıştır. Hatta bazı bölümleri at üstünde yazılmıştır. Habib ismindeki talebesi devamlı olarak onun kâtipliğini yapmış, muharebe sırasında. İlhami bir eserdir. Peygamber Efendimiz’in Kur’an-ı Kerim’in hak olduğunu ispat eden Arapça yazılmış kıymetli bir eserdir. Daha sonra kardeşi Abdülmecid abi, Türkçe’ye çevirmiştir.

Yeni Akit

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

24 Mart 2014 Pazartesi 10:30

[h=1]Risalelelerin sadeleşmesini savundu Nur talebelerine hakaret etti[/h]

Prof. Akgül "Risale-i Nur'un okunmadığı, anlaşılmadığı"nı ileri sürerek, eserleri yıllardır okuyan her yaştan milyonlarca kişiye resmen hakaret etti

Risale Haber-Haber Merkezi

Risale-i Nur'un sadeleştirilmesine yönelik tepkiler muhatapları tarafından dikkate alınmıyor. Aksine defalarca cevaplanmış iddialarla savunmaya devam ediliyor. Zaman Gazetesi'nde Prof. Muhittin Akgül tarafından yayınlanan "sadeleştirme savunması"nda "Risale-i Nur'un okunmadığı, anlaşılmadığı" ileri sürülerek, eserleri yıllardır okuyan her yaştan milyonlarca kişiye resmen hakaret edildi.

Yazısında Risale-i Nur'dan bir defa alıntı yapan İlahiyatçı Prof. Akgül, onu da "sadeleştirilmiş" kitaplardan aktardı. Sadeleştirmeye karşı çıkanları "kendilerini kandırmakla" suçlayan Akgün, Bediüzzaman Hazretlerinin metinlerde sık sık yer verdiği aynı anlama gelen farklı kelimeleri ard arda kullanmasını da "sadeleştirme" olarak yorumladı.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin gerek Risale-i Nur'da, gerekse hayattayken karşılaştığı benzersadeleştirme taleplerine karşı çıkmasını, yakın talebelerinin tepkilerini görmezlikten gelenProf. Muhittin Akgül, Risale-i Nur'dan daha ağır kitapları bulunan Fethullah Gülen'in eserlerinin neden sadeleştirilmediği sorularını da cevapsız bıraktı.

Akgül'ün sadeleştirilmeye karşı çıkılmasını "muzır maniler", "siyasi bir gündeme malzeme etmek" olarak değerlendirmesi de içine düştüğü durumu gözler önüne sererken, Risalelerin tahrif edilmesinde "asla geri durmamak lazım" geldiğini de açıkladı.

İşte Akgül'ün yazısından bazı bölümler:

"Risalelerde kullanılan dil, müellifinin yaşadığı dönemdeki dildir. Aradan geçen süre içerisinde dildeki değişiklikler, maksatlı olarak kültürümüzde olan pek çok kelimenin kullanılmayıp yerine yeni ve yabancı kelimelerin yerleştirildiği, dolayısıyla istesek de istemesek de yeni nesillerin eski metinleri, metinlerdeki pek çok kelimeyi anlayamaması gibi talihsiz bir durumla karşı karşıya kalmışız. Kendimizi kandırmaya gerek yok. Günümüz nesli 50-60 hatta 30 yıl önceki metinleri anlamamaktadır. Anlamadığından da okumamaktadır. Okumadığından, geçmişin, ecdadımızın yeni nesiller için yazdıkları eserlerden mahrum kalmaktadır. O zaman karşımıza iki yol çıkıyor. Bunlardan biri, ne yapalım. İstiyorlarsa okusunlar. Bu eserler çok önemli. İstifade edeceklerse bir şekliyle yolunu bulup anlamaya çalışsınlar yolu. Bu yol, kendimizi kandırmaktan, realiteleri bilmemekten başka bir şey değildir. Diğeri de aklın, aklıselimin, realitenin gereği, metinleri, açıkçası Risaleleri anlamanın yolunu açmak, kolaylaştırmak, gerektiğinde öteden beri yapıldığı gibi lügatçelerle, küçük kelime sadeleştirmeleriyle veya gerekli yerlerde, yazıldığı dönem üslubu gereği uzun cümleleri kısaltarak daha kolay anlaşılır bir hale getirmektir. Belirtilen ikinci şıkkı zaten eserlerin müellifi bizatihi kendisi yapmış, yani sadeleştirmiştir.

"Risaleler incelendiğinde, Arapça, Farsça ya da anlaşılması zor olan bir kelime geçtiğinde, hemen arkasında bazen bir bazen iki, bazen de üç ayrı müteradif kelimeyle müellifin bu sadeleştirmeyi yaptığı görülecektir. Demek ki aslında bizatihi müellifin kendisi böyle bir ihtiyacı hissetmiş, aslolanın anlaşılma olduğu gerçeğini düşünerek böyle bir yöntemi kullanmıştır.

"Ayrıca Risale-i Nur'un daha doğrusu iman hakikatlerinin anlaşılması için orijinali Arap harfleriyle yazılan eserlerini, bizzat Bediüzzaman kendisi Latin harfleriyle bastırmıştır. Üstad'ın bu tavrı bile asıl meselenin mesajın muhataba aktarılması olduğunu göstermesi açısından yeterlidir. Risale-i Nur'un sadeleştirilmesi konusunu, siyasi bir gündeme malzeme etmek ayrıca bir garabet ve vahamettir. Risale-i Nur talebelerini, düne kadar Risale-i Nur konusundaki hassasiyetlerinden dolayı eleştirenler, bugün Risale-i Nur talebelerini en yakın kardeşlerine karşı istismar etmektedirler.

"Aynı zamanda günümüzde Arapça, İngilizce, Fransızca gibi pek çok dünya diline Risaleler, böyle bir temel ihtiyaçtan tercüme edilmiştir. Çok da iyi edilmiştir. Zira bütün insanların bu eserlere ihtiyacı vardır. Ve böyle hayırlı bir işe, aklıselim sahibi hiç kimse de karşı çıkmamıştır. Hele böyle hayırlı bir hizmeti ve faaliyeti “tahrif” gibi oldukça olumsuz bir kavramla ifadelendirmek, hiçbir zaman ehl-i ilim ve vicdanın kabul edebileceği bir tutum değildir. Böyle hayırlı bir faaliyete tahrif denemez. Çünkü tahrif, bir lafzın aslını ortadan tamamen kaldırıp, yok edip, onun yerine aslı buymuş gibi başka bir metni koymaktır. Veya bir metnin yorum ve anlamını, bilerek ve maksatlı olarak yanlış yapmaktır. Bu açıdan yapılan Risale sadeleştirmeleri incelendiğinde, yukarıdaki her iki şık da asla yoktur. Metnin aslı ortadan kaldırılmamaktadır, metin mevcuttur. Yorumunda hiçbir zaman yanlış bir noktaya gidilmemektedir. Muhalfarz buna tahrif diyeceksek, o zaman günümüzde pek çok klasik kaynak sadeleştirilmektedir. Safahat, divanlar, şiirler, Osmanlı döneminde yazılan pek çok ilmî eser, günümüz insanı istifade etsin diye haklı olarak sadeleştirilmiş/sadeleştirilmektedir.

"Üzülerek belirtmek gerekir ki, Risale kültürüyle yetişmiş insanlar, bu yapılanın yanlışlığını, hatta hıyanet olduğunu yazıp çizmekte, meselenin hakikatini bilmeyen kimseler de, mü'minlerin başlarına gelen menfilikleri, Risale'nin bu açıdan bir şefkat tokadı olduğunu dillendirmektedirler. Bir defa mü'min, kardeşinin başına gelenlerden dolayı asla sevinmez, sevinemez ve buna şefkat tokadı demez. Peygamber Efendimiz'in “Bela ve musibetlerin en ağırı Peygamberlere gelir…” hadisini hatırlar ve sabreder. Ancak başkası hakkında, “Belasını buldu!” dercesine “şefkat tokadı yedi” demek İslam ahlakına göre doğru değildir. Aslında mü'minler böyle durumları kendileri için şefkat tokadı olarak değerlendirirlerse, bu da rahmettir. Zira Allah Teala şefkat tokadını bu dünyada mü'mine verir. Ta ki bu tokat ve ceza, Mahkemey-i Kübra'ya kalmasın.

"Netice itibarıyla da Risalelerden maksat, insanların özellikle de genç nesillerin anlamasıdır. Bu anlaşılmanın kolaylaştırıcı yollarından birisi de şüphesiz, -yapılan sadeleştirmelerde olduğu gibi,- uzun cümlelerin kısaltılması ve anlaşılması zor kelimelerin sadeleştirilmesidir. Her zaman için hayırlı işlerin muzır manileri olmuştur. Bu manilerine takılmadan bu kıymetli eserlerin okunması ve insanların imanını yakin seviyesine çıkarmasına veya kurtarmasına vesile olmaktan asla geri durmamak lazımdır.

***

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=3]Yine sadeleştirme meselesi[/h]

27 Mart 2014 Perşembe 07:02

zaferakgul@mynet.com

Daha önce konuyla ilgili uzun bir yazımızda belirttiğimiz gibi, Risale-i Nurların sadeleştirilmesi meselesi siyasi veya sosyal maksatları ve niyetleri sorgulamaksızın sadece dil ve edebiyat kriterleri açısından ele alındığında bile tamamen usulsüz, uygunsuz ve suikaste varan bir çabadan başka bir şey değildir.

Öncelikle Risale-i Nurların sadeleştirilmesi konusunda müellifi Bediüzzaman Said Nursî’nineserlerine kendisinin bile müdahaleye yetkisinin olmadığını ve saff-ı evvel sayılan ilk talebelerinin dahi bir takım ufak tefek ifade düzeltme tashihatları yapmalarına bile menfi tavır koyduğu hatıralardan anlaşılmaktadır. Bu gerçeğin bir müellifin kendi eserine karşı aşırı sahiplenme ve kıskanma duygusundan çok farklı bir tavır olduğunu Said Nursî’nin karakterine az çok vakıf olanlar bilirler.

Bundan başka, Risalelerin sırf bir edebî metin olması gayesiyle yazılmadığını veya sırf kuru kuruya bilgi veren günlük makale veya fıkra olmadığını da hemen herkes şöyle veya bilir.

Sadeleştirme konusunda en büyük yanılgı risalelerin edebi metin olmadığı düşüncesiyle yapılan yaklaşımlardır. Dediğimiz gibi Nursi’nin edebiyat yapma kaygısı olmadığı halde. İşte bu farkın hesaba katılmaması hesapları alt üst etmektedir.

Öncelikle Risale-i Nur Külliyatı müellifine ait özgün bir metindir. Bir metinle oynamak, sadeleştirmek, tercüme etmek, şerh ve izah yapmak gibi tasarruflar ne niyetle ve nasıl olursa olsun herkesi bağlayan edebi metin kriterleri vardır. Şerhin de, tefsirin de, mealin de, tercümenin ve nihayetinde sadeleştirmenin de bir usulü ve kuralları-kaideleri vardır.

Bu günlerde yine sadeleştirme rüzgarı estirildi. Yine sadeleştirmeye karşı çıkanlar ile taraf olanlar arasında bir takım gerekçeler ileri sürüldü. Sadeleştirme yapanların edebiyat, dil ve kültür kapasiteleri bir yana, sadeleştirmeye taraf olanlar içinde koca koca Prof’ların ve akademisyenlerin olması cidden yadırganacak bir durumdur. Bir lise öğrencisinin bile anladığı, bildiği edebiyat kurallarını bilmiyormuş, bunlardan habersizmiş gibi sadeleştirmeyi savunan bu zatların olan/olması gereken gerçeklerle olmasını istedikleri hayalleri arasında düştükleri keşmekeş doğrusu hem onlar adına hem edebiyat bilimi adına, içimizi sızlatmaktadır.

Evvel emirde sadeleştirme gayretlerinin bir metni sadece sadeleştirmek olmadığını, çünkü ağdalı ve muğlak kelimelerin bugünkü Türkçe karşılığının yanına yazılmasından veya ağdalı kelimenin çıkarılıp günlük Türkçe kelimenin eklenmesinden ibaret masum bir çalışma olmadığı görülmektedir. Aksine ağdalı sayılan kelimenin anlamını taşımayan, anlam sapmasına, anlam daralmasına yol açan kelimeler olduğunu belirtmeliyim. Bu tür müdahalelerde metindeki çok anlamlılık, çağrışımlar, edebi sanatlar ve metindeki tevafuklar kaybolmaktadır. Asıl büyük cinayetin ise kelime diziniyle oynanmasıyla yapıldığını ise altını kalın çizgilerle çizerek belirtmeliyim. Konuya fazla vakıf olmayanlar, Kur’anın Türkçe mailinde olduğu gibi bir takım kelimelerin ve terimlerin yanına parantez açarak günlük Türkçe kelimeler eklendiğini zannederek meseleyi basit görüp sadeleştirmeye karşı durmanın fazla abartılı bir tavır olduğunu zannederler. Oysa asıl vehamet yalnız kelimelerin sadeleştirilmesi suretindeki tağyiri değil, cümlelerin de kuruluş, dizin ve çatısıyla oynanmak suretiyle metindeki tahrifatlarla başlamaktadır.Artık ortada orijinal metin yoktur, yeniden birileri tarafından yazılmış metin vardır. Ve artık bunun adı mesela Risale-i Nur Külliyatı değil, onun yorumu veya çakması denilecek sahte ve muharref bir metin vardır. Ana ve ara başlıklar ve eserin genel sıralanışı hariç, metin yani söyleniş uslübü, şekli, sunumu, anlamı vs. gibi hayat özellikleri değiştirilmiş -bize göre tahrif edilmiş- bir metin vardır.

Oysa bir metnin günlük Türkçe’ye çevrilmesi başka, Türkçe çeviriyle açıklamalı notlar eklenmesi başka. Metin şerhi başka, sadeleştirme başka, metnin cümle diziniyle oynayarak bunları yapmak daha da başkadır. Bir kere sadeleştirme bir dilden başka bir dile değil, dilin kendi içinde ele alınmasıdır ki biz buna olsa olsa ”Dil içi çevirim” diyebiliriz. Bu çok daha fazla dikkat ve rikkat isteyen bir iştir. Çünkü değiştirilen kelimeler trafik levhaları gibi cansız işaretler ve göstergeler değildir. Kelimeler canlıdır, yani lafızlar deri gibi anlamın üstünü örtmektedir. Değiştirilen lafızlar doku uyuşmazlığı sebebiyle cerahata sebep olmakta, anlam hastalanmakta ve hatta ölmektedir.

Sadeleştirmede öncelikle üslub sorunu karşımıza çıkar. Bir müellifin/yazarın işlediği konu özgün olur ve kendisine özgü/has olur. Bu onun başkalarından farkını ortaya koyar. Fakat asıl önemli fark, benzeri, aynı konuları veya yakın konuları işleyenler arasında kişisel üsluplar ile ortaya çıkacağı göz önünde bulundurmaktır. Biz buna “Biçim İncelemesi/Metne bağlı inceleme” deriz. ”Nasıl”a bağlı incelemedir. Biçim incelemesinde en önemli konu veya alan üslup araştırmasıdır. Dilbilim ile Edebiyatbiliminin en çok yakınlaştığı alan, üsluptur. Üslûp araştırmaları Batı Edebiyat biliminde stilistik adıyla özel bir alana sahiptir. Ne söyledikleriyle birlikte nasıl söyledikleri önemlidir. Said Nursî’nin söyleme biçimi risalenin her satırında kendini belli eder. Öyle ki birileri onun terimlerini, kelimelerini kullanarak bir metin oluştursa ve Risaleye kes-kopyala-yapıştır yapsa inanın hemen iyot gibi açığa çıkacaktır. Çünkü Said Nursî’nin kendine has ve özgün bir üslubu vardır. Risalede geçen “hem madem, hem madem, hem hiç mümkün müdür ki ve hem, hem…” şeklindeki söyleme biçimi bile sanırım üslûp konusunda yeter örnektir. O’nun cümledeki özneleri takısız ve yalın kullanması, hal zarfı yerine mesela isim fiil kullanması, gerund yerine mastar ağırlıklı cümleler kullanması, fiil cümlesi yerine isim cümleleri kullanması hep Nursî’ye özgün üslub özellikleridir.

Bu konuda akademik yazmaya gerek görmüyorum. Anlambilim açısından sadeleştirme konusunda yüzlerce eser var. Otoriteler de bu minval üzere fikir beyan etmişlerdir. Mesela, Roman Jacopson,sadeleştirme hakkında, “3 çeviri türünden biridir” der. Dil içi çeviri yeniden sözcükleme Rewordingadıyla bilinir. Dilsel göstergelerin yine aynı dilde başka göstergelerle yorumlanması olarak tanımlanır. Bir dilin uzmanı olmayanlarca kolay anlaşılması için “güncelleştirilmesi”ne denir. Ölçümlü dile, Standart dil’e aktarılması, başka bir deyişle sadeleştirilmesi veya basitleştirilmesidir. Yeniden söyleme, düzenleme, biçimlendirme, oluşturma yapılandırma, konuşulan dile yani gündelik dile uyarlandırılmasıdır. Ki burada sanat kaygısıyla yapılan dil içi değil, bilimsel araştırma kaygısıyla yapılanlar kastedilmektedir. Risalenin sanat ve edebiyat yani belağat metinleri olduğu da yukarıda belirttiğimiz gibi asla göz ardı edilemez.

Dilbilimciler ve edebiyat otoriteleleri dil içi çeviride bir takım kuralları belirlemişlerdir. Onlar derler ki:

1-Mesela Arapça, Farsça kökenli edat, zarf ve bağlaçların arkaik yönden kullanılmasına dikkat edilmeli. Bunlar bugün de kullanılıyorsa çeviri yapılmamalı. Anlam yakınlaştırılmasına girilmemeli. Anlam verilemediği durumlarda yok sayılıp atlanmamalı, görmezlikten gelinmemeli.

2-Bu tip edat, zarf, bağlaç metne özel anlam katmışsa incelikleri ve vurgulamaları özenle korunarak aktarma yapılmalı.

3-Arkaik nitelikli her türlü günümüzdeki görevleri açısından eşdeğeriyle karşılayanla çalışılmalıdır.

4-Arkaik nitelikli kelime ve deyimlere de eş zamanlı (Synchronic) bir yöntemle yaklaşılmalı. Terimler, kavramlar ve kültür kelimeleri bu alanın dışında tutulmamalıdır.

5-Özne ve yüklemlerin cümle ögeleriyle bağdaşmış olmasına dikkat edilmeli

6-Sözdizimsel öncelemeler açısından sıralama belli bir amaç için yapılmışsa metnin yapısı korunmalıdır. Devrik cümlede bile bir duygusal vurgu olabilir.

7-Müellifin/Şairin özgün söyleyiş, üslup ve anlatım kalıplarına üslup özelliklerini yansıtma açısından dil içi çevirimde mümkün olabildiğince yer verilmelidir.

8- Bağlam (context) siyak-sibak açısından pekiştirme, uygulama, paralel ve simetrik yapılardaki cümlelere dikkat çekilmelidir.

9-Yalın veya bileşik ad cümlesi ve ya fiil cümlelerinin üzerinde özgün yapıya bağlı kalınmalıdır.

10-Söz sanatlarına bağlı kalınmalıdır. Sözü çevirirken söz-edebiyat sanatlarını silecek-kaybedecek dil içi çevirimlerden sakınılmalıdır.

11-Siyak ve sibak (Bağlam-Context) açısından bir cümle veya kelime veya terime dikkat edilmelidir. Bir önceki veya bir sonraki metinle bağlantılı olabilir.

Şimdi bu kuralları gözeterek sadeleştirme yapacak kişi hem Türkçeye hem de Risale diline derinlemesine vakıf değilse elbette ki bilerek ya da bilmeyerek bir çok tahribata ve tağyirata yol açabilmektedir. Çünkü Said Nursi’nin ifade biçimlerinde anlam simetrisi vardır. Lafızperest olmadığı halde lafza önem vermeden yazılmış risale metinlerinde her şeye rağmen lafız simetrisi, kelime tekabülleri de vardır. Risalelerde hüsn-ü hattaki aynalı yazı gibi paralelliğe ve simetri’ye dikkat edilmelidir. Aslında bunlar müzikte, resimde, mimaride de vardır. Dolayısıyla karşılıklı anlam yansıması ve anlam simetrisine dikkat edilmelidir. Dediğimiz gibi Said Nursi lafızla uğraşmadığı için daha çok anlam simetrisi kurmuştur. Sadeleştirmede anlam simetrisi de yara almaktadır.

http://www.risalehaber.com/d/other/risale_b.20140327125022.jpg

Yukarıdaki kriterler ışığında gelelim sadeleştirilmiş metinlerden birkaç örnek vermeye.

Birinci Söz’ün orijinalinde “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız” cümlesi sadeleştirilecek hiçbir kelimesi yokken, sadeleştirme çabasıyla cümlenin diziniyle, söyleme biçimiyle oynanarak ”Bismillah her hayrın başıdır. Biz de önce onunla başlarız” diye sadeleştirilmiştir. böylece başta edebi sanatlar olmak üzere bir çok teknik anlam, yapısal manalar zayi olmuştur.

1.Cümlenin sadeleştirilecek hiçbir kelimesi yoktur. ”Her, hayır, baş, biz, dahi, ona, başlamak” kelimeleri günümüz Türkçesinde de kullanılmaktadır.

2-Dahi kelimesinde ”herkes bismillah diyor, her şey bismillah diyor ve bizden önceki tüm müminler ve ümmetler de bismillah diyor, o halde biz de aynen onlar gibi bismillah diye başlayacağız..” gibi anlamları kapsadığı halde sadeleştirilmiş şeklinde bu anlamlar kaybolmaktadır.

3-Başta kelimesi, önce diye sadeleştirilmiştir. Zaman zarfına dönüştürülmüştür. Evet baş, başta kelimesi zaman zarfı olarak da görev yapmaktadır. Ama baş ve başta, çok anlamlı bir kelimedir. Yani “her işin başında, başlangıcında besmele çekeriz“ anlamıyla beraber, “Biz de bu Sözler isimli kitaba besmele çekerek ve besmeleyi öğrenerek, öncelikle, evveliyetle” anlamını vardır. Ayrıca besmele her surenin başı, yani kafası, beyni konumundadır. 114 surenin 113’ünde her surenin hükmen 1. ayeti gibi kabul edilmiştir. Bu anlamı da çağrıştırır.

Başta kelimesi aynı zamanda Üstadın kitabının başı, yani başlangıcı ilk bahsi anlamını da ihtiva eder. Yani en az üç anlamı barındırır. Sadeleştirmede sadece zaman zarfı anlamı vardır, diğerleri kaybolmuştur. Göstergebilim’e göre Çok anlamlılık (Polysemy) bir göstergenin bir çok gösterileni belirtmesi, değişik sebeplerle bir göstergenin yansıttığı temel anlamın yanı sıra yeni ve başka kavramları da anlatır durumda olmasıdır. ”Baş” anlambirimi ”çok anlamlı” bir öğedir.

4-“Ona başlarız” cümlesi “onunla başlarız” şeklinde sadeleştirilmiş. Hayır yanlış söyledim, tahrif edilmiştir. Çünkü cümlenin yapısı değiştirilmiş. ”Yönelme anlamında e, a hali yerine birliktelik hali olan ile anlamına kaydırılmıştır, vasıtalık manası verilmiştir. Besmele bir vasıta değil bizatihi amacın kendisidir. Bu bir metinle oynamaktır. Cümledeki kelimelerin diziliş sırasını değiştirmek bir tahrifattır. Bu lise öğrencisine bile malumdur. Mesela Ahmet Haşim’in “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden..”mısraını “bu merdivenlerden ağır ağır çıkacaksın” şekline çevirmek nasıl affedilmez bir teknik hata ve suikast oluyorsa bu da böyle bir suikasttir. Çünkü ona denmişken onunla demeye getirmek lafza da anlama da suikast yapmaktır. Orijinal metindeki “ona başlamak” sadeleştirmedeki “onunla başlamak” ayrı hem de apayrı şeylerdir. Ağırlıklı olarak ”Biz de besmeleye, besmelenin öğrenilmesine başlıyoruz. Madem her hayrın başıdır, o halde biz evvel emirde besmeleyi öğreneceğiz vs..” anlamı varken, sadeleşmişinde “besmele ile başlıyoruz, besmele çekerek başlıyoruz” anlamına kaydırılmıştır. Oysa orijinal metin ikisini de içine alır. Üstelik 1. Söz zaten besmelenin kendisiyle ilgili bir bahistir. Ve dersin başında besmele zaten yazılıdır. Yani birinci söz Besemele’yi keşif ve öğrenme dersidir. İlk ders Besmele’dir.

5-1. Sözde Bismillah, Allah, namı ve isim kelimeleri besmeledeki harf sayısı olan 19’un katlarına tevafuk eder. 1. Söz’ün ikinci bölümünde Arapça olarak tam 19 defa besmele geçmektedir. Metinde geçen Esma-i Hüsna adedi 33’tür. Bu zikir sayısıdır. Zamirlerle beraber Allah’a atıf edilen isimler 66 defa geçmektedir. Bismillah 10 defa, Rahman ve Rahim toplam 5 ve zamirleriyle birlikte 23 rakamı da karşımıza çıkar ki bu sayı Kur’anın tenzil yılı sayısına tekabül eder. Kısaca sadeleştirmede bütün bunlar bozulmakta ve Risale-i Nurun gizli tevafukları ve şifreleri kaybolmaktadır.

6-1. Sözdeki fecaatlar dışında mesela 7. sözde Talimgah kelimesi eğitim; mücahede kelimesihizmet olarak tahrif edilmiştir. Hizmet başka bir şey, mücahede başka bir şey. Hem anlam daralması yapılmış, hem de hizmet kelimesiyle belli bir cemaatin hizmet faaliyetleri anlaşılsın diye anlamda hasr‘a gidilmiştir. Böyle tasarruflar yaparak terimlerle oynamak metne suikasttır.

7-1. Lem’ada orijinal metinde Yunus (as)’ın zamir olarak değil isim olarak ismi ve meşhur duası tam 6 defa geçer. Tevafuk olarak Kur’an’da da 5 surede Yunus (as)’ın ismi geçer. Yine adeleşmiş Lem’alarda da hem kelimelerle, hem de cümlenin diziliş ve kuruluş biçimleriyle oynanmış ve her adımda fahiş lafız ve mana hatalarına kapı açılmıştır. Ayrıca Münacat terimi ‘yakarış’a dönüştürülerek anlam daralmasına yol açılmıştır.

Şimdilik bu kadar fecaat örneği yeter kanaatimce. Bu kadar hata akıllara zarar verebilir. Belki vermiş de olabilir. Allahu A’lem…

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • 2 Wochen später...

04 Nisan 2014 Cuma 15:33

[h=1]Risale-i Nur’un Kavram Mimarisi ve Sadeleştirme[/h]

Yusuf Çağlayan: Sadeleştirme şerh ve izah değildir

Yusuf Çağlayan'ın yazısı:

Risale-i Nur’un Kavram Mimarisi ve Sadeleştirme

SADELEŞTİRME TARTIŞMALARI

Risale-i Nur’un Lem’alar isimli mecmuasının sadeleştirilerek basılması üzerine, Bediüzzaman’ın manevî varisleri ortak bir açıklama ile bu sadeleştirilmeyi uygun görmediklerini ifade etmişlerdi. Bediüzzaman’ın hayattaki üç kanuni varisinden biri olan biraderi Abdülmecid Ünlükul’un torunlardan Seyda Ünlükul da, saff-ı evvel talebeleri destekleyen açıklamalar yapmıştı. Seyda Ünlükul’un açıklaması basın yayın organlarında şu şekilde yer aldı:

“Üstadımız, Risale-i Nur’un şerh ve izahına müsaade etmiş, ancak, üzerinde kalem oynatılarak orijinal Kur’ani terminolojisinin değiştirilmesine ve bu değiştirilmiş metinlerin de Risale-i Nur namı ile neşrine müsaade etmemiştir. Öyle ki, orijinal metnin ve terminolojinin değiştirilmesi doğrultusunda bizatihi Üstadımızın kendisi dahi kalem oynatamadığını ifade etmiştir. Çünkü, Risale-i Nur’daki izahların dayanağı olan Kur’ani terminolojinin yerini alacak terminolojinin aynı manayı vermesine imkan yoktur. Bir eserin yabancı bir lisana tercümesi ise farklı bir şeydir. Tercümede kelimelerin karşılıkları değil, manaların karşılıkları esastır. Fakat, aynı dilden aynı dile tercüme olan sadeleştirme ise orijinal metnin tahrif edilmesidir. Risale-i Nur’un şerh ve izahının ehil olanlar için bir vazife olduğu bizzat Lahikalarda vurgulanmıştır. Ancak, bu şerh ve izah kelime karşılıklarının değil mana karşılıklarının anlaşılır bir dille anlatılmasıdır. O zaman da ortaya çıkan şerh ve izah metne, Risale-i Nur değil, Risale-i Nur’un örneğin “Ayet-ül Kübra Risalesinin Şerh ve İzahı” adı verilebilir. Nitekim neşredilmiş bu tür şerh ve izahlar vardır ve bunlara kimsenin bir diyeceği de yoktur.” “Sadeleştirme, geçmiş müktesebatımız ile köprü kurulmasının önünü kapatacaktır. Şerh ve izah ise, dikkati orijinal metne yöneltecektir. Nesillere Risale-i Nur’un derin ve kapsamlı mana hazinelerini lisanına sadık kalarak aktarabiliriz”. [1]

Bu kez sadeleştirilmiş Sözler’in basılması üzerine konu yeniden gündeme geldi. Konu ile alâkalı olarak çok sayıda karşılıklı değerlendirmeler yapıldı. Bütün bu açıklama ve değerlendirmelerde, özetle, bizzat Bediüzzaman’ın eserlerin şerh, izah ve tanzimi dışında başka bir şeye müsaade etmediği, sadeleştirmenin eserleri tahrif edeceği ifade edildi. Sadeleştirmeyi yapanlar tarafından ise, eserlerin çok sayıda dile tercüme edildiği, bu sebeple sadeleştirilebileceği, “sadeleştirilmiş baskı” ibaresinin ve sadeleştirenlerin isimlerinin yazılması suretiyle, sadeleştirilmiş baskının, eserlerin orjinali olmadığının zaten anlaşılacağı gibi gerekçeler ileri sürüldü. Tartışmalar bu minval üzere devam etmektedir.

Sadeleştirme, Şerh ve İzah

Bilindiği üzere, sadeleştirme hususu bizzat Bediüzzaman tarafından şu şekilde uygun görülmemiştir:

Mektubat, Yirmidokuzuncu Mektub, Altıncı Risale olan Altıncı Kısım, Beşinci Desise-i Şeytaniye: “Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nakıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz”. [2]

Sadeleştirme şerh ve izah değildir. Sadeleştirmeden amacın, eserlerdeki günümüz dilinde kullanılmayan kelimelerin günlük dilde kullanılan karşılıkları ile yer değiştirilerek, güya eserlerin anlaşılmasını sağlamak olduğu savunulmaktadır. Bu gerekçenin altında, Risale-i Nur’un dilinin tarihi olduğu, te’lif edildiği dönemin hakim lisanına tabi olduğu düşüncesi yatmaktadır. Risale-i Nur dilinin tarihi olmadığı, sadeleştirmenin iddia edildiği gibi eserin anlaşılmasına katkı yapmadığının, lehte ve aleyhte genel ve soyut gerekçeler yerine, bizatihi sadeleştirilmiş baskılardan somut misaller verilerek ve orjinali ile karşılaştırılarak ortaya konulması gerekiyor. Bunun için sadeleştirilmiş eserleri okumak ve orijinali ile karşılaştırma yaparak aynı manayı, aynı intikali sağlayıp sağlamadığı, ne derecede anlam kaybı oluştuğu ve bu anlam kayıplarının eserlerin kavram mimarisini nasıl bozduğu gösterilmelidir ki, Bediüzzaman’ın yukarıda alıntıladığımız beyanı tasdik edilmiş olsun.

Kavramlar Kelimelere İndirgenemez

Somut örnekler vermeden önce, Risale-i Nur’un genel metodolojisi ve kavram mimarisi üzerine kısaca değinmekte yarar vardır.

Risale-i Nur bir kelimeler değil kavramlar mecmuasıdır. Çünkü bir Külliyat’tır. Külliyat bütün kelimeleri, kavramları, paragrafları, bölümleri kitapları birbirine entegre etmektir. Bir kavramı değiştirdiğinizde, bütün sistem bozulur ve külliyat özelliğini yitirir. Risale-i Nur’dan bir kavramı, bir cümleyi tam anlasak, belki onlarca, yüzlerce sayfa mana, hakikat inkişaf eder. Eğer Risale-i Nur’daki bir kavrama, kelime muamelesi yapar ve bu kavramı kaldırıp, anlamını günlük dildeki bir kelimeye indirgersek, bu kavramla anlatılmak istenen manaların anlaşılması bir yana, bu manaların akla gelmesi imkânını dahi ortadan kaldırmış oluruz. Çünkü, kavramları bir dilden bir dile veya aynı dilin tarihi süreç içindeki bir döneminden bir başka dönemine aktarmak, kelimeleri aktarmak kadar kolay değildir. Aynı kavramların karşılığı yoksa, kavramı taşımak suretiyle manalar da taşınmış olacaktır. Bilimsel eserlerde yer alan İngilizce, Fransızca, Latince kökenli kavramlarla karışık Türkçenin kullanılmasının nedeni budur. Her alanın kendine mahsus bir terminolojisi vardır. Ancak bu kavramlar aracılığı ile o kavramın anahtarı olduğu, kapısı olduğu manalara ulaşılabilir. Ancak, kavram yok edilmiş ve yerine bir kelime konulmuş ve bu kelime de o kavramın anahtarlık ettiği manalara kapı açmıyorsa, artık ne anahtar ve ne de bu anahtar ile açılacak kapı ve arkasındaki mana hazinelerinden bahsetmek imkânı kalmamıştır.

Risale-i Nur bir yandan Kur’an’ın tevhid-i hakikîye dair hakikatlerini, öte yandan içtimaiyata ait düsturlarını formüle etmiştir. Bu tevhid ve içtimaiyat formüllerinde bazı kavramlar temel rol oynar. Bu kavramlar değiştiğinde formül de bozulmaktadır. Çünkü, bir cümle içinde nasıl ki kelimelerin etkileşimi varsa, öyle de kavramların etkileşimi de vardır. Eserin bir yerinde yer alan kavram, bütün eser içinde bir anahtar rolü oynar. Bütün eserin sistematik bütünlüğünü inşa eder. Bu bütünlük perspektifi ile eserde anlatılan hakikatlere intikal edilir. Çünkü, aynı kavram eserin çok farklı yerlerinde öyle manaları inşa eder ki, bir ağacın bütün cihazatı ile meyveye müteveccih olması gibi, bu manalar da büyük manayı (tevhid-i hakikîyi) idrake müteveccih olarak adeta birer mana cihazı olarak eserin içine yayılmıştır. Hoyratça bu kavramları tahrip etmek, değil o eseri anlaşılır kılmak, bilâkis, o eserin anlaşılmasının önüne aşılmaz bir duvar örer.

Sadeleştirme ve Tercüme

Bir eserin sadeleştirilmesi ile yabancı bir lisana tercümesi ise farklı bir şeydir. Tercümede kelimelerin karşılıkları değil, manaların karşılıkları esastır. Sadeleştirmede ise, kelime karşılıkları esastır. Zaten, Bediüzzaman şu anda sadeleştirme adı altında değiştirilen kelimeleri biliyordu ve eğer anlatmak istediği manaları karşılayabilseydi, bu kelimeleri kullanırdı. Hatta, çoğu yerde eş anlamlı kelimeleri birlikte de kullanarak eserleri içine bir nev’i lügatını da koymuştur: Meselâ, havf ve korku kelimelerini aynı yerde ve peş peşe kullanmıştır. Çünkü, havf bir kavram değil, kelimedir ve korku kelimesi ile eş anlamlıdır. Sadeleştirilen eserlerde, “sadece kelime karşılığı değil, mana karşılığı da gözetilmiştir” denilebilir. Bediüzzaman, Risale-i Nur’da “Konuşan yalnız hakikattir” diyor. Bizim anladıklarımız ise, hakikat değil, nisbî hakikattir. Ay, Güneş’in hakikatini ne kadar aksettirebilir ki? Elbette hiç aksettiremez demiyoruz; ancak kabiliyeti nisbetinde aksettirecektir. Bu sebeple, Ay, Güneş’in hakikati benim aksettirdiğim kadardır diyerek, bu hakikati kendi mazhariyetine tahsis edemez. Güneşin hakikatini, kendi mazhariyeti ile tahdit edemez. Bu sebeple, eserleri sadeleştirenlerin ilmî mertebeleri, anlaşılır kılmaya çalıştıkları hakikati, kendi ilmî mertebeleri ile mütenasip olarak tahdit edecektir. Bu tahdit, hakikat ile hakikati arayan arasına giren bir berzahtır. Sadeleştirme adı altında hakikati arayanların önüne böyle aşılmaz berzahlar koymak, hakikati anlaşılır kılmak adına, büyük bir hata olacaktır.

İncil neden 75 adet olarak farklılaşmış ve İznik Konsili’nde sayısı dörde indirilmiştir? Matta İncili, Yuhanna İncili, Barnabas İncili v.s. Yani, kaleme alan adedince İncil taaddüt etmiştir. Dörde indirilen İnciller ise, İznik Konsülündeki şahıslara izafi metinlerdir. Yani, kişiler adedince farklılaşmış İnciller… Eğer İznik Konsülü’ndeki heyetin mensupları değişseydi, on ayrı heyet ayrı ayrı konuyu ele alsaydı, bu kez de on farklı sonuç ortaya çıkacaktı. Aynı şekilde Risale-i Nur da farklı kişilerce sadeleştirilse, o kişiler adedince farklı Risale-i Nur ortaya çıkacaktır. Hangisi hakikattir? Her biri, hakikat değil, nisbî bir hakikat olacaktır. Çünkü, sadeleştirenin ilmî mertebesine ve nakiselerine izafi olarak hakikate âyinedarlık edecek veya hakikati perdeleyecektir. Yani bir eserin sadeleştirilmesinin sağlayacağı fayda, sadeleştirenin aynasında görünenle sınırlı kalacaktır. Sadeleştirmede, o eserin mütekellimi değişmekte, müellif değil, sadeleştiren giderek müellifin yerini alarak, müellifi tebei bir konuma itmektedir. Keza, esere tutulan aynalara göre çeşitlenen görüntülerin giderek eserin yerini alması sonucunu doğuracaktır. Böylece, Risale-i Nur’un mesleği olan veraset-i Nübüvvet’in yerini, veraset-i şahsiyet alacaktır. Bu ise, hakikat odaklı dâvâyı, nisbi hakikat; yani şahıslar odaklı dâvâlara indirgeyecektir. Hakikatlerin yerini nisbi hakikatler alacak, nisbi hakikatlere hakikat payesi verilecektir. Manalar üzerinde şahısların saltanatı oluşacaktır.

RİSALE-İ NUR’UN METODOLOJİK ÖZELLİKLERİ

Risale-i Nur İndirgemeci Değildir

Risale-i Nur, ele aldığı konuları tek bir katmana mahkum etmez. “Haşrin delilleri” değil, “Haşrin binler delillerinden biri” der. Böylece hakikati sınırlı delille izaha indirgemez. Aynı şekilde, insanları, kurumları, toplumları veya medeniyetleri tamamen dışlamaz. Risale-i Nur, mutlaka karşıda bir uzlaşma noktası bırakır. İnsanın, kurumun, toplumun veya medeniyetin içinde uzlaşılacak bir noktanın, bir anlayışın veya kesimin varlığı kabul edilir. Bir gemide dokuz cani bir masum bulunsa o gemi batırılmaz. Avrupa ikidir… gibi düsturlar Risale-i Nur’un indirgemeci bir metodu bulunmadığının açık göstergeleridir.

Risale-i Nur’un bu özelliğinden hareketle, biz de Risale-i Nur’un metodolojik özelliklerini veya kavram mimarisini aşağıdaki başlıklarla veya izahlarımızla tahdit etmiyoruz. Sadece incelememizin hacmi ve aynamızın kabiliyeti nispetinde izah ve misaller veriyoruz.

İzafi Gayb ve Risale-i Nur

Risale-i Nur, ağırlıklı olarak görme ile bilme arasında ilişki kurarak iman hakikatlerini talim eden bir külliyattır. Bu günümüzde iletişimde görsel medyanın öne çıkmasına da paralel bir tutumdur. Risale-i Nur’un talimi ile anlıyoruz ki, görme baş gözünün görmesi ile sınırlı değildir. Tatları dil ile; kokuları burun ile; sesleri kulak ile görüyoruz. Beş duyu organları ile görme, alem-i şehadete münhasır görmedir. Alem-i şehadette, yani görünen alemde bu beş duyu ile görebilmenin dahi çok mertebeleri mevcuttur. Cismani görme dahi algı cihazlarına izafi olarak gayb veya şuhud olabilmektedir. Eşyaya bakan her canlı, kendi algı cihazına göreli olarak farklı şeyler görecektir. Mesela, bir insan için belli bir mesafe gayb iken, bir kartal için şuhuddur. Aynı şekilde bir insan için gayb olan bir ses ve bir koku; bir tavşan veya bir av köpeği için şuhuddur. Maddi algı cihazları, her canlının ihtiyacına göre gayb mertebesi derecelendirilmiştir. Mesela, bir kartal gözü veya bir av köpeğinin burnu insana takılsaydı insanın hayat nizamı bozulacaktı. Aynı şekilde, mesela sıradan bir insan için bir suyu görmek ile bir kimyacının suyu görmesi arasında çok fark olacaktır. Hatta, aynı alandaki ilim sahiplerinin ilmi mertebelerine göre görme biçimleri de çeşitlenecektir.

Görme melekesi sadece alem-i şehadet ve beş duyu ile sınırlı değildir. Risale-i Nur’da on letaiften bahsedilir. Nasıl ki, burun kokular, dil tadlar ve kelimeler, kulak sesler aleminin anahtarlarıdır; bu anahtarlarla sesler, kokular ve tadlar alemine gireriz; aynen öyle de, bu on letaif de mana alemlerinin anahtarlarıdır. Risale-i Nur bu on letaifin açacağı mana alemlerini nazara vermekte ve başta akıl gözü olmak üzere, kalb ve ruh gözlerini ve bu gözlerin menzillerindeki hakikatleri talim etmektedir.

Risale-i Nur, alem-i şehadet ve alem-i gayb mertebelerini birbiri ile ilişkilendirerek bu hakikatleri talim eder. Çünkü, Risale-i Nur’a göre, hakikat alem-i gayb ve şehadeti kuşatmıştır ve alem-i şehadet bu hakikatlerin uçlarını, dış yüzlerini, vücud-u haricilerini temsil etmektedir. Aynen alem-i şehadette bir canlı için gayb olan bir kokunun, bir sesin bir başka canlı için şuhud olması gibi, alem-i manada da bir insan için gayb olan bir mananın ve hakikatin bir başka insan için şuhud olması söz konusudur. Mesela bizim için gayb olan çok mana, veliler için şuhuddur. Risale-i Nur, işte bu mana ve hakikatleri talim ederek, bizim için gayb olan mana ve hakikatlere intikalimizi sağlar. Risale-i Nur bu intikalleri, son derece sistematik kavramsal bir mimari ile talim eder. İşte biz Risale-i Nur’daki her kavramı, her cümleyi, her paragrafı ve her bölümü bu kavram mimarisini esas alarak ve bilincinde olarak okursak, bizim cehaletimize izafi olarak gaybi kalan mana ve hakikatlere şuhudiyyet kesbederiz.

Okuma Açısı ve Bağlamı

Risale-i Nur’un kavram mimarisinde ilk basamak, “konu çerçevesi”dir. Her bölümde, ilk paragrafta kısa bir açıklama veya sual ile konu çerçevesi çizilir. Müteakip bölümün anlaşılması, bu konu veya sualin çok iyi anlaşılmasına bağlıdır. O bölüm, bu konu ve sual bağlamında okunmalıdır. Yani okuma açısı ve bağlamıilk paragrafta ve girişte ortaya konulmuştur. O bölümdeki kavramları konu çerçevesinden kopuk olarak okumak, bu kavramların talim ettiği hakikatlere intikal etmemizi engeller. Bu ise, hem okuduğumuz metindeki ve hem de diğer bölümlerdeki kavram mimarisinin gözden kaçmasına yol açar. Bu sebeple, süreli okumalarda başa dönüp, okuma bağlamı ile irtibat kurulduktan sonra kaldığımız yerden okumaya devam etmek gerekir.

Muhatap-Müstemi

Risale-i Nur’da okuyucu veya dinleyici iki makamda muhatap alınır : Eğer okunan bölümün muhatabı münkir ise, iman eden okuyucu veya dinleyici müstemi (=dinleyici) makamında; eserde muhatap iman edenler ise, bu kez inkarcılar müstemi makamındadır. Bu sebeple, giriş kısmında muhatap ile ilgili bir açıklama veya haşiye yer alır, ta ki, inkarcıyı muhatap alan bir konuyu, iman eden bir kişiye okuduğumuzda, o imanlı kişi muhatabiyetinin müstemi makamında olduğunu bilsin ve kırılıp gücenmesin. Bu hususun özellikle iman eden yeni muhatapların nazarı-ı dikkatlerine verilerek derse başlanması gerekir. Yine, muhatap mü’min akıl, mü’min kalp, mü’min hissiyat olabileceği gibi, münkir akıl, münkir hissiyat ve münkir kalp de olabilir. Burada da muhatap ve müstemi makamı, akıl, hissiyat ve kalp için de geçerlidir.

Risale-i Nur, iman-küfür; hidayet dalalet; tevhid-şirk mukayeselerini her fırsatta ve her vesile ile yapar. Bütün konuları tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadete bağlar. Dünyevi ve uhrevi neticelerini göstererek, muhatabı veya müstemiyi tahkiki imana, tevhid-i hakikiye ve salih amellere teşvik ve ikna eder.

İstib’adın İzalesi

Risale-i Nur’un özellikle iman hakikatlerinin talimine ve tevhide dair bahislerinde üçünca basamak, “istib’adı izale” basamağıdır. Mesela konu haşir olsun… Bu konuyu ifade ettikten sonra, hemen haşrin istib’adını; yani akıldan uzak görülmesini izale eder ve haşrin akla uygun olmadığı yolundaki ön yargıyı ortadan kaldırır. Risale-i Nur’da bu kısımlar “istib’adı izale” paragrafıdır. Bu bölüm, okuyucuyu ön yargılarından arındırarak, hakikati kabule aklen hazır hale getirir. İstib’adı izalede misal ve temsil kullanılır. Risale-i Nur’da misal ve temsiller, istib’adı izale, hakikati fehme takrib, kalbi kabule hazırlamak ve vahid-i kıyasi içindir.

Hüccet ve Bürhan

Risale-i Nur, hüküm cümlelerinden değil, gerekçe cümlelerinden oluşur. Risale-i Nur’da hüccet ve bürhan esastır. Yani kat’i delil esastır. Risale-i Nur’da icbar yok, ikna vardır. Öncelikle aklın menzilindeki hakikatleri nazara verir ve basamak basamak alem-i mülkten, alem-i melekûte doğru aklî, zihnî, kalbî ve ruhî seyri ve süluku gerçekleştirir.

Risale-i Nur’da deliller, ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn olarak tasnif edilir ve her delilin kuvveti ise şehadet, delalet, işaret olarak belirtilir.

RİSALE-İ NUR’UN KAVRAM MİMARİSİ

Risale-i Nur’a göre, Kur’an’ın dört maksadı vardır: Tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet…[3] Risale-i Nur’un kavram mimarisi de bu dört maksad üzerine kurulmuştur. Risale-i Nur’da tevhid-i hakiki en temel kavramlardan biridir. Tevhid bahisleri, Allah’ın (C.C.) vücuduna, vahdetine ve azametine; yani varlığına, birliğine ve yüceliğine intikali esas alır.

Zahirden Hakikate İntikal

Risale-i Nur, iman hakikatlerini, alem-i şehadeti nazara vererek talime başlar. Yani zahirden hakikate intikal ettirir. Bu sebeple, izahların çoğu, “gözümüzle görüyoruz ki” veya “bilmüşahade görüyoruz ki” kavramları ile ve somut varlıklardan başlar. “Gözümüzle görüyoruz ki”, alem-i şehadet; gördüğümüzün gösterdiği alem-i mana... Gözümüzle gördüğümüz ile gösterdiği arasındaki ilişkiyi kurabilmek, zahirden hakikate intikalde önemli bir aşamadır. Gözle görme, sadece iman edenlere mahsus bir özellik değildir. İman etsin, etmesin her insan gözüyle görür. Her insanın gördüğü şey neyi gösteriyor? Gözümüzle gördüğümüz cismani; gördüğümüzün gösterdiği ise manevidir ve bu manaları anlamak aklın menzilinden başlayarak kalbin, ruhun menzillerine doğru yayılmış mana ve hakikatlerdir. Özetle, Risale-i Nur, gözümüzle gördüğümüzden, yani alem-i şehadetten; yani eşyadan; yani varlıktan, alem-i meleküte; alem-i manaya; yani alem-i vücuba intikali talim etmektedir. Kesafetten letafete doğru geçiş talimleridir. Bu talimlerde, temsiller ve misaller yer alır. Risale-i Nur’un “işte, çünkü, yani ve mesela” kelimeleri ile başlayan cümle ve paragrafları, manayı akla yaklaştırıp tespit içindir.

Üç Ana İntikal : Vücuda, Vahdete ve Azamete İntikal

Risale-i Nur’un iman hakikatlerini talimi, en geniş olarak, Cenab-ı Hakkın vücuduna; yani varlığına, vahdetine; yani birliğine ve azametine iman ve intikal maksadını takip eder. Bu intikalde temel kavram mimarisi Risale-i Nur’un çok bölümlerinde çok açık bir biçimde verilmiştir. Bir misalle gösterecek olursak:

Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Onuncu Lem'a: “Elhasıl: Şu kitab-ı kebir-i kâinat, nasılki vücud ve vahdete dair âyât-ı tekviniyeyi bize ders veriyor. Öyle de: O Zât-ı Zülcelal’in bütün evsaf-ı kemaliye ve cemaliye ve celaliyesine (yani azametine) de şehadet eder. Ve kusursuz ve noksansız kemal-i zâtîsini isbat ederler.” [4]

Sırası ile bu altı çizili kavramlara bakalım: Şu kainat kitabı, yani alem-i şehadet, Cenab-ı Hakk’ın Vücud, Vahdet ve Azametini; yani varlığını, birliğini ve yüceliğini bize ders veriyor.

Aynı alıntının devamına baktığımızda, vücud, vahdet ve azamet daha da detaylandırılıyor:

“Çünki bedihîdir ki, bir eserdekemal, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemaline delalet eder. Fiilin kemali ise, isminkemaline ve ismin kemali, sıfatınkemaline ve sıfatın kemali, şe’n-i zâtînin kemaline ve şe’nin kemali, o zât-ı zîşuununkemaline, hadsen ve zarureten ve bedaheten delalet eder.” [5]

Yani Cenab-ı Hakk’ın vücuduna(varlığına), vahdetine(birliğine) ve azametine intikal için temel kavramların sırası ve yönü; eser, fiil, esma, sıfat, şuunat ve Zatolarak belirtilmiştir. Eser, yani her bir varlık beş duyu ile algı ufkumuzda bulunan alem-i şehadeti temsil etmektedir. “Gözümüzle görüyoruz ki” girişi, nazarımızı varlığa teksif ettiriyor. Varlığın bir eser-i sanat olduğu gösterildikten sonra, bu eser-i sanatın, bir eser-i fiil olduğu, bu eser-i fiilin ise bir eser-i esma olduğu; esmaların da sıfatlara ve onun dahi şuunata ve en nihayetinde bir Zat’a şehadet ettiği misallerle açıklanıyor. Bu kavram mimarisi ile intikal edilen manaları, Risale-i Nur’un mesela bir Ayet-ül Kübra Risalesinde, açık bir şekilde görebiliriz.

Yedinci Şua/Ayet-ül Kübra, Ondokuzuncu Mertebe: Bilmüşahede gözümüzle görünenve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatı (…..) İşte bu hâkimane ve hakîmane faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasında bir Fâil-i Kadîr ve Alîm’in ef ’ali ,görünür gibi hissedilir. Ve bu mürebbiyane ve müdebbirane ef ’al-i Rabbaniyeden ve perdesinin arkasından, her şeyde cilveleri bulunan esma-i İlahiye, hissedilir derecesinde bedahetle bilinir. Ve bu celaldarane ve cemalperverane cilvelenen esma-i hüsnadan ve perdesinin arkasında sıfât-ı seb’a-i kudsiyeninilmelyakîn, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde vücudları ve tahakkukları anlaşılır. Ve bu yedi kudsî sıfatın dahi, bütün masnuatın şehadetiyle hem hayatdarane, hem kadîrane, hem alîmane, hem semîane, hembasîrane,hem mürîdane, hem mütekellimanenihayetsiz bir surette tecellileri ile bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakîn bir Mevsuf-u Vâcib-ül Vücud’un ve bir Müsemma-i Vâhid-i Ehad’in ve bir Fâil-i Ferd-i Samed’in mevcudiyeti,güneşten daha zahir, daha parlak bir tarzda kalbdeki iman gözüne görünür gibi kat’î bilinir. Çünki güzel ve manidarbir kitabve muntazam bir hane,(=eser) bedahetle yazmak ve yapmak fiillerinive güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi bedahetle yazıcı ve dülger namlarını,yazıcı ve dülger ünvanları ise bedahetle kitabet ve dülgerlik san’atlarını ve sıfatlarını ve bu san’at ve sıfatlar bedahetle herhalde bir zâtıistilzam eder ki, mevsuf ve sâni’ ve müsemma ve fâil olsun. Fâilsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi; mevsufsuz bir sıfat, san’atkârsız bir san’at dahi mümkün değildir.” [6]

Koyu ve altı çizili kavramlara bakarsak, sözünü ettiğimiz kavram mimarisi, yani eser, fiil, esma, sıfat, şuunat ve Zatsistemi net bir biçimde görülmektedir. Risale-i Nur’un tevhid talimleri ile alakalı bölümlerinde, eserin mi, fiilin mi, esmanın mı, sıfatın mı, şuunatın mı ve Zat’ın mı talim edildiği net olarak görülebilmektedir. Bu kavram mimarisi, her bir eserden, yani zahirden hakikate, cismaniyetten manaya geçiş melekesi kazandıracaktır. Bu meleke, bizim gözümüzle gördüğümüz her varlıkta sadece cismani bir algı ile sınırlı kalmayıp; o eserin arkasında cereyan eden hakimane fiilleri, riayet-i mesalihi ve bu fiillerin çıktığı esmaların, sıfatların da varlığını görmemizi sağlayacaktır. Bu hususa Yirmi dokuzuncu Lema’da bulunan bir haşiyede şöyle dikkat çekilmiştir:

“Bu esma-i mübareke dûrbînleri ile, mevcudattaki cilveleri altında ef ’al-i İlahiye ve âsârına bakmakla, Müsemma-i Zülcelal’e intikal edilir.”

Risale-i Nur, eserden Zat’a atlamaz. Bir eserin vücuda gelmesinde, fiil mertebesi, esma mertebesi, sıfat mertebesi boşlukta kaldığında tabiat, tesadüf, evrim, kendi kendine v.s. gibi şerikler gelerek bu boşluğa girerler. Bu sebeple, Risale-i Nur hiç boşluk vermeden, önce eseri, sonra eserdeki fiili, sonra fiildeki esmaları, sonra esmalardaki sıfatları talim eder. Nasıl ki, bir sanayi çarşısına girsek, herkes fiil, esma ve sıfatlarını ilan eden tabelalar asmış; bu tabelalara bakarak her bir işyerinde cereyan eden esmaları ve sıfatları anlar ve işimiz ne ise o işe göre iş yerine müracaat ederiz. Aynen öyle de şu kainat çarşısında da her bir varlık fiil, esma ve sıfatları teşhir ediyor. İşte Risale-i Nur yukarıda işaret ettiğimiz kavram mimarisi ile, varlığın teşhir ettiği ef ’al, esma ve sıfatları okumayı bize öğretiyor. Eğer Risale-i Nur’u okurken, dinlerken ve incelerken bu kavram mimarinin bilincinde ve farkında olmazsak, manaları idrakimiz ondan bire inecektir.

Vücuda ve Vahdete İntikal Mertebeleri ve Silsilesi

Vücuda intikal kavramı, Zat-ı Vacib-ül Vücud’a intikal ile sınırlı değildir. Eserin vücudundan-ki şuhuddur- fiilin vücuduna, fiilin vücudundan her bir esmanın vücuduna; her bir esmanın vücudundan sıfat-ı seb’anın vücuduna; her bir sıfatın vücudundan, şe’n i Zatinin vücuduna ve ondan da Zat-ı Zişuun’un vücuduna intikal esastır. Yani, bir eseri, mesela bir balarısını gördüğümüzde, o balarısının cismani vücudunda, tasarım, teçhiz, tezyin, terzik gibi fiillerin vücudunu, yani varlığını; bu fiillerin vücudunda, Alim, Hakim, Kadir, Müzeyyin, Musavvir, Rezzak, Hayy ve Kayyum gibi esmaların varlığını; bu esmaların varlığında İlim, İrade, Kudret, Hikmet gibi sıfatların varlığını, bu sıfatların varlığında mevsufunun varlığını görme melekesi kazanılır.

Görüldüğü üzere, vücuda intikalde eserin vücudundan doğrudan Zat’ın vücuduna atlanmaz. Risale-i Nur’daki kavram mimarisi, vücuda intikalde, eserin vücudundan, fiilin vücudunu, esmanın vücudunu, sıfatların vücudunu da talim eder. Çünkü, eserdeki fiil, esma ve sıfat manaları Zati vücud manasına intikalde basamak manalardır. Risale-i Nur’un kavram mimarisi, bu geçişleri sağlayacak bir sistem ve formül oluşturmaktadır.

Vahdete intikal kavramı da, Vacib-ül Vücud’un vahdetine intikal ile sınırlı değildir. her bir fiilin vahdeti, her bir esmanın vahdeti, her bir sıfatın vahdeti ve en nihayetinde de Zat’ın vahdeti idrak edilmelidir. Yani, kesrette vahdeti görmek esastır. Yani, tasavvuftaki cem ve cem-ül cem mertebelerinin Risale-i Nur’daki karşılığı... Bir misalle açıklayacak olursak:

Mesnevi-i Nuriye, Nokta, Dördüncü Bürhan : “Meselâ: Küre-i Arz rengârenk muhtelif ve küçük küçük cam parçalarından farzolunursa, her biri başka hasiyetle levnine ve cirmine ve şekline nisbet ile şemsden bir feyiz alacaktır.” [7]

Bu cümleden ilham alarak, şöyle diyelim: Yer yüzünü tek bir ayna ile kaplasak, bu tek aynada güneşin aksi de tek olacaktır. Bir anda bu aynayı bir milyon parçaya kırsak, işte o zaman bu bir milyon aynanın muhtelif şekil, rengarenk, küçüklük, büyüklük gibi özelliklerine göre, o parçalar adedince güneş aksetmeye başlayacaktır. Bu güneş akisleri, mazharlarının kabiliyetine göre, yani aksettiği ayna parçalarının kabiliyetine göre farklı farklı olacak; tek güneş, mazharları adedince çeşitlenecektir. İşte kainattaki her bir varlık ve canlı böyle farklı özellikte tek aynanın kırık birer parçasıdır ki, o parçalarda akseden fiiller, esmalar, sıfatlar tektir ve aslında tek bir Zat’ın tecellisidir.

Misalimizi ters çevirelim: Bu bir milyon parçaya kırdığımız aynayı bir anda tekrar yapıştırıp, tek aynaya dönüştürdüğümüzde, her bir parçada akseden ayna adedince güneşin timsallerinin aslında tek bir güneşin akisleri olduğunu, varlığın parçalara ayrılmasının güneşin tekliğine tesir etmediğini idrak ederiz. İşte, bu idrak, vahdete intikal etmek demektir. Yani kesrette tekliği görmüş oluruz. İlmi, Alimi cem etmiş oluruz. Bütün fiillerin, esmaların ve sıfatların cemi ise cem-ül cem’dir ki, bu bize Zat’ın tevhidini idrak ettirecektir. İşte Risale-i Nur’un kavramsal mimarisi, eserin, fiilin, esmaların, sıfatların ve Zat’ın tevhidini bu şekilde akla yaklaştırmakta ve eser, fiil, esma, sıfat boyutlarında vahdete intikali talim ederek, muhatabına kabiliyeti nispetinde Zat’ın tevhidine meleke kazandırmaktadır.

Muhit Hakikate Farazi Hadlerle İntikal Edilir

Risale-i Nur’un kavram mimarisi içinde muhit hakikatlere intikalde önemli bir başka formülasyona işaret edelim:

Lemalar, Otuzuncu Lema, Beşinci Nükte, Beşinci Remiz: “İşte bu hayat, bu câmiiyetiyle en gizli bir sırr-ı ehadiyeti kendinde gösterir. Yani nasılki azametli güneş, ziyasıyla ve yedi rengiyle ve aksiyle güneşe mukabil olan herbir katre suda ve herbir cam zerresinde bulunuyor.. öyle de; herbir zîhayatta kâinatı ihata eden esma ve sıfât-ı İlahiyenin cilveleri beraber onda tecelli ediyor. Bu nokta-i nazardan hayat; kâinatı, rububiyet ve icad cihetinde inkısam ve tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne, belki iştiraki ve tecezzisi imkân haricinde bulunan bir küllî hükmüne getirir. Evet seni yaratan, bütün nev’-i insanıyaratan zât olduğunu, bilbedahe senin yüzündeki sikkesi gösteriyor. Çünki mahiyet-i insaniye birdir, inkısamı gayr-ı mümkündür. Hem hayat vasıtasıyla ecza-yı kâinatonun efradı hükmüne ve kâinat ise, nev’i hükmüne geçer; sikke-i ehadiyeti mecmuundagösterdiği gibi, herbir cüz’dedahi o sikke-i ehadiyeti ve hâtem-i samediyeti göstererek şirk ve iştiraki her cihetle tardeder.”[8]

Bu alıntıda temel kavram, kainatı muhit hayat hakikatidir. Bu hakikatin insana tevhid melekesi kazandırmada önemine dikkat çekiliyor. Kainatta her şeyin hayata baktığı ve hayatın varlığı ve devamına göre vaziyet aldığı hakikati tespit edildikten sonra, hayatın bütün kainatı tecezzi kabul etmez bir küll; yani parçalanamaz bir bütün haline getirdiği belirtiliyor. Yani kainatı, meyvesi hayat olan tek bir varlık olarak tanımlıyor. Bir meyveyi veren ağacın bütün cüzleri bu meyveye baktığı gibi, toprak, su, bulut, hava, yağmur, rüzgar da ağaca bakıyor; ağacı meyve veriyor. Keza, atmosferi ve toprağı ve ağaca bakan cüzlerini de dünya ve güneş meyve veriyor. Aynı şekilde müteselsil daireler gibi, meyveler ve bu meyveleri veren ağaçlar genişliyor. Neticede, hayatı meyve veren kainat tek bir ağaç hükmüne geçiyor. Yani varlık hayat hakikati ile tevhid ediliyor. Ancak, hayatı meyve veren kainat ağacının, insanın müşahede sınırlarının haricinde olması dolayısıyla, insanın bu kainatı kuşatan muhit hakikatleri görmede fikri dağılıyor, aklı boğuluyor. İşte bu muhit hakikatleri idrak etmek için Risale-i Nur’un kavram mimarisi, tıpkı ene kavramında olduğu gibi, bir takım farazi hadler çiziyor. Bu kavramsal mimarinin ana maddeleri yukarıda yaptığımız alıntıda koyu olarak gösterilmiştir: Cüz, küll; cüz’i, külli ve mecmuu…Bu kavramlar, kainat çapında tevhide intikal etmek için hayati öneme sahiptir. Cüz, parça; küll, bütün; cüz’i ferd; külli ise nev demektir. Mecmuu ise varlıkların bütünü, yani kainat anlamındadır. Balarısının kanadı, cüz, balarısı ise küll, yani bütündür. Kanat ile balarısı arasında parça bütün bağlantısı vardır. Ancak bir tek balarısı, bütün balarılarına nisbetle ferd unvanı alır. Balarıları ise nev unvanı alır. Şimdi, nazarı mütalaamızda olan bir balarısının cüz’ünü, mesela kanadını veya ferdini tefekkür ediyoruz. Kanadı ile gövdesi arasındaki ilim, hikmet bağlantılarını keşfediyoruz. Sonra balarısının uçması, bal yapması, yönünü tespit etmesi için bu cüzlerin bu maslahatlara muvafık olarak tasarlandığını, imal edildiğini ve birbirini bütünlediğini idrak ediyoruz. Bir balarısı aslında tecezzi kabul etmez bir bütündür. Ancak, biz farazi olarak cüzlerden oluştuğunu kabul ediyoruz. Balarısının kanadı, ayakları, gözü, gövdesi birbirine baktığı gibi, bunlara taalluk eden ilim de birbirine bakıyor…Yani balarısı tek bir ilmin, kudretin eseri…Böylece ilim ve kudret sıfatlarını, bu sıfatlara sahip Alim ve Kadir isimlerini ve Alimane ve Kadirane fiilleri bir kanatta tevhid ettiğimiz gibi balarısının bütününde de tevhid ediyoruz. Daha sonra, balarısı bir ferd iken, nevinde de aynı ilim ve kudret sıfatlarının ve esma ve fiillerin cereyanını görüyoruz. Velhasıl, balarısının cüzlerini tek bir bal arısı aynasının kırık parçaları olarak, bütün bal arılarını da nev aynasının kırık parçaları olarak tasavvur edebiliriz. Güneşin tek bir aynanın muhtelif parçalarında çok ve farklı tecellisi gibi, İlim sıfatı da cüz ve ferd aynalarında kesret olarak tecelli ediyor. Böylece bütün bal arılarında ilim sıfatını zihnen tevhid edebiliriz. Mazideki, haldeki ve istikbaldeki bal arılarının da aynı ilmin eser-i sanatı olduğunu düşündüğümüzde, balarısının cüz, ferd ve nevinde, hal, mazi ve istikbal itibariyle tevhide zihnen ulaşabiliriz. Çünkü, ihatamız dairesinde bulunan cüz’e taalluk eden ilim ile ihata ufkumuzu aşan küll’deki ilim bilinir. Keza, ilmin ferdde tahakkuk etmesi, nevde de tahakkukunu gösterir. Ferd, nev’in ucudur. Parça, bütünün ucudur. Ferde görünen ilim, irade, kudret, hikmet, nev’i ihata eden ilim, irade, kudret ve hikmetin ucudur. Haldeki balarıları, mazideki, istikbaldeki balarılarının bir parçasıdır. Bir de balarılarının bağlı olduğu, mesela atmosfer, çiçekler, güneş ve bunları birbirine bağlayan daha üst yapılar düşünüldüğünde, tek bir balarısının hayatı, bütün kainat ile mazi ve istikbal ile irtibatlı hale geliyor ki, bir tek balarısındaki ilim, haldeki, mazideki ve istikbaldeki bütün bal arılarını ve bütün kainatı kuşatan ilim, irade ve kudretin alem-i şehadetteki uçları olarak karşımıza çıkıyor.

Risale-i Nur’un yukarıda özetle değinmeye çalıştığımız iki kavram mimarisinden cüz, küll; cüz’î, küllî ve mecmuu mimarisi ile eser, ef ’al, esma, sıfat, şuunat ve Zatmimarisi arasındaki ilişkiyi, bazı izahların tekrarının hoş görülmesini de isteyerek mercek altına alalım.

RİSALE-İ NUR’UN KAVRAM MİMARİSİ VE SADELEŞTİRME

Somut Bir Karşılaştırma: Manalar Nasıl Buharlaşmış?

Risale-i Nur’un sadeleştirilmiş baskısı yapıldığını duyunca, ilk işim bu baskılardan birini temin etmek ve bu eserde kendimce intikal edebildiğim bazı hakikatler muhafaza edilmiş mi diye o bölümleri, kısımları ve cümleleri yoklamak olmuştur. Sadeleştirilmiş baskının yayıncının notu kısmında sadeleştirmede anahtar kavramların olduğu gibi muhafaza edildiği belirtilmektedir. Şimdi birkaç orijinal metin ile bu metinlerin sadeleştirilmişini aktararak, aynı manalara delâlet edip etmediklerini, sadeleştirmede manaların ne derece gözetildiğini, anahtar kavramların muhafazasında ne derece başarılı olunduğunu okuyucuların takdirine bırakmak istiyorum:

Orijinal metin:

“Ve bu sırra binaen cüz’iyatta zahir bir surette sikke-i Ehadiyeti gösterdiği gibi, herbir nevide sikke-i Ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehad’i mülahaza ettirmek için hâtem-i Rahmaniyet içinde bir sikke-i Ehadiyeti gösteriyor.” [9]

Sadeleştirilmiş Metin:

“Ve bu sırra binaen küçük şeylerde zahir bir surette ehadiyet mührünü açıkça gösterdiği gibi, her bir varlık türünde ehadiyet damgasına işaret etmek ve Zât’ını akla getirmek için Ehad Yaratıcı rahmaniyet mührü içinde bir ehadiyet sikkesi gösteriyor” (14. Lema, İkinci Makam, Dördüncü Sır)

Risale-i Nur, tahkikî imanı ve dolayısıyla da tevhid-i hakikîyi talim eden bir külliyattır. Risale-i Nur’a göre, Cenab-ı Hak, yaratmış olduğu şu kâinat aynasında bizatihî görünmez; ancak bisıfatihî görünür. Yukarıda aktardığımız orijinal metinde; insan varlığın bütününe nazar edemez, bu sebeple de vahidiyet tecellisini idrak etmesi zordur. Akıl kesrette boğulur. Yani varlığın çokluğu üzerindeki fiil, esma ve sıfat birliğini göremez. Bütün varlığa nazar edemediği için, mesela Cenab-ı Hakk’ın ilim sıfatını bütün varlıkta tevhid edemez. Ancak varlığın insanın nazar edebileceği boyutları da vardır. Bu nazar edebileceği boyutunda ehadiyyet tecellisi söz konusudur. Yani insan nazar edebildiği bir varlıkta, mesela ilim sıfatının ehadiyyet tecellisini görebilir. Özetle, insan haldeki bütün balarılarını göremez. Ancak bir balarısını görebilir. Bu sebeple de, bir balarısındaki ilim sıfatını görebilir. Ancak bütün balarılarındaki ilim sıfatını göremez.

Bu ön açıklamadan sonra yukarıdaki orijinal metindeki “cüz’iyyat” ve “nevideki” kavramlarının, sadeleştirilmiş metinde “küçük şeylerde” ve “varlık türünde” olarak değiştirildiğini görüyoruz. Orijinal metindeki bu iki kavram, misalimizdeki balarısındaki ilim sıfatının tevhidi için hayati iki kavramdır. Ancak, bu iki kavramı iki kelimeye indirgeyerek, “küçük şeylerde” ve “varlık türünde” olarak değiştirmek, bu tevhidi imkânsız hale getiriyor. Bu iki kavramdan hareketle ilim sıfatının bütün balarılarında nasıl tevhid edileceğini anlatan orijinal metnin anlaşılması adına yapılan sadeleştirme, bu iki kavramın mana kapılarını kaldırıp yerine duvar örüyor. Şöyle ki:

Risale-i Nur’da geçen cüz, küll; cüz’î, küllî ve hey’et-i mecmua kavramları, tevhid-i hakikîye intikal için anahtar beş kavramdır. Bu kavramların biri diğerleri ile anlam kazanır, bir formül oluşturur. Risale-i Nur, tevhid-i hakikiye intikal için, varlığı cüz-küll; yani parça bütün; cüz’i-külli; yani ferd, nev olarak ve hey’et-i mecmua; yani tamamı olarak farazi bir tasnife tabi tutmuştur. Bu tasnifte, cüz ve küll birbirinden bağımsız değildir. Aralarında parça-bütün ilişkisi vardır. Mesela, balarısının kanadı, cüz=parça, balarısı ise küll=bütündür. Kanat ile balarısı arasında bir parça bütün ilişkisi vardır ki, bu ilişkide kanat ile diğer azalar birbirinden farklı olduğu halde, bu farklılık bütünleyici farklılıktır. Yani, balarısının cüzleri=parçaları, birbirine bakar, birbirini tekmil eder. Aralarında tecavüp, teavün, tesanüd vardır. Ta ki, balarısı vücuda gelsin. Parçalarla bütün arasında nasıl ki böyle kopmaz bir ilişki vardır, aynen öyle de, cüz’i-külli; yani ferd ile nev arasında da aynı şekilde ilişki vardır. Bir tek balarısı, bütün balarlarına nisbetle ferd unvanı alır. Balarıları ise nev unvanı alır. Yani, balarısı ferd; balarıları ise nev’dir.

Şimdi, nazarı mütalaamızda olan bir balarısının cüz’ünü, mesela kanadını veya ferdini tefekkür ediyoruz. Kanadı ile gövdesi arasındaki ilim, hikmet bağlantılarını keşfediyoruz. Sonra balarısının uçması, bal yapması, yönünü tespit etmesi için bu cüzlerin bu maslahatlara muvafık olarak tasarlandığını, imal edildiğini ve birbirini bütünlediğini idrak ediyoruz. Bir balarısı aslında tecezzi kabul etmez bir bütündür. Ancak, biz farazi olarak cüzlerden oluştuğunu kabul ediyoruz. Balarısının kanadı, ayakları, gözü, gövdesi birbirine baktığı gibi, bunlara taalluk eden ilim de birbirine bakıyor… Tıpkı bir otomobil motorunun birbirini bütünleyen 3500 parçasının birbirine bakması gibi… Yani balarısı tek bir ilmin, kudretin eseri…Böylece ilim ve kudret sıfatlarını, bu sıfatlara sahip Alîm ve Kadîr isimlerini ve Alîmâne ve Kadîrâne fiilleri bir kanatta tevhid ettiğimiz gibi balarısının bütününde de tevhid ediyoruz. Daha sonra, balarısı bir ferd iken, nevinde de aynı ilim ve kudret sıfatlarının ve esma ve fiillerin cereyanını görüyoruz. Çünkü, ilmin cüz’de tahakkuk etmesi, küll’deki tahakkukunu birbirine bağlar. Yani, parçaya taalluk eden ilim, bütüne de taalluk etmiştir. Keza, cüz’ide tahakkuk eden ilim, küllîde de tahakkuk etmiştir. Bir arıdaki kanat ile, bütün arıların kanatları arasındaki aynilik ilişkisi, hepsine aynı ilmin taalluk ettiğini gösteriyor. Yani, bir ferddeki ilim, bütün nev’deki ilimdir. Bir balarısında cereyan eden ilim, bütün balarılarında da cereyan eden ilimdir. Parça, bütünün ucudur. Ferd, nev’in ucudur. Ferdde görünen ilim, irade, kudret, hikmet, nev’i ihata eden ilim, irade, kudret ve hikmetin ucudur. Bir balarısının cüz’ü olan kanadınınşehadet ve delâlet ettiği ilim, kanadına itibarla bir küll veya nev’ine itibarla bir cüz’i olan balarısınınilme şehadet ve delâleti; nev’in şehadet ettiği ilmin parça ve ferd aynalarındaki yansımalarından ibarettir.

Velhasıl, balarısının cüzlerini tek bir bal arısı aynasının kırık parçaları olarak, bütün bal arılarını da nev aynasının kırık parçaları olarak tasavvur edebiliriz. Yani balarısının kanadı ile balarısı arasındaki cüz-küll ilişkisi ile, kanattaki ilim ile balarısının diğer cüzleri arasındaki ilmin aynı olduğunu, dolayısıyla da bir tek balarısındaki ilmin aynı ilmin kanat mertebesindeki görünümü olduğunu müşahede edebiliriz. Cüz’deki tecelli ehadiyet, küll’deki tecelli ise vahidiyet; veya cüz’ideki tecelli ehadiyet, külli’deki tecelli ise vahidiyet tecellisi oluyor. Balarısı itibariyle ifade edecek olursak; balarısının kanadındaki tecelli ehadiyet, balarısındaki tecelli vahidiyet; balarısını ferdindeki tecelli ehadiyet, bütün balarılarındaki tecelli ise vahidiyet tecellisi oluyor. Yani, balarılarındaki ilim sıfatını tevhid edebilmemiz için, parça, bütün, ferd, nev ve hey’et-i mecmua mertebelerini mülahaza ederek bu geniş dairelerde tevhide zihnen intikal edebiliriz. Güneşin tek bir aynanın muhtelif parçalarında çok ve farklı tecellisi gibi, fiiller, esmalar ve sıfatlar da cüz ve ferd aynalarında kesret olarak tecelli ediyor. Böylece bütün bal arılarında fiil, esma ve sıfatları zihnen tevhid edebiliriz. Mazideki, haldeki ve istikbaldeki bal arılarının da aynı fiil, esma ve sıfatların eser-i sanatı olduğunu düşündüğümüzde, balarısının cüz, ferd ve nevinde, hal, mazi ve istikbal itibariyle tevhide zihnen ulaşabiliriz. Çünkü, ihatamız dairesinde bulunan cüz’e taalluk eden ilim ile ihata ufkumuzu aşan küll’deki ilim bilinir. Keza, ilmin ferdde tahakkuk etmesi, nevde de tahakkukunu gösterir. Ferd, nev’in ucudur. Parça, bütünün ucudur. Ferde görünen ilim, irade, kudret, hikmet, nev’i ihata eden ilim, irade, kudret ve hikmetin ucudur. Haldeki balarıları, mazideki, istikbaldeki balarılarının bir parçasıdır. Bir de balarılarının dahil olduğu diğer ekosistemler, mesela atmosfer, çiçekler, güneş ve bunları birbirine bağlayan daha üst yapılar düşünüldüğünde, balarısının kanadındaki, balarısındaki, balarılarındaki ilim genişleyerek arılardaki ve çiçekler, atmosfer, güneş ve bunları meyve veren diğer tüm üst sistemlerdeki boyutlara genişler gider ve tüm kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll haline getirir. Tek bir balarısının hayatı, bütün kainat ile mazi ve istikbal ile irtibatlı hale gelir ki, bir tek balarısındaki ilim, irade ve kudret; haldeki, mazideki ve istikbaldeki bütün balarılarını ve bütün kainatı kuşatan ilim, irade ve kudretin alem-i şehadetteki uçları olarak karşımıza çıkıyor.

İşte, 14. Lem’a ikinci makam ve dördüncü sırda geçen “cüz’iyyat ve nevîdeki” kavramları, Risale-i Nur’un genel sistematiğinin bu temel kavramları çerçevesinde bu bölümde yer alıyor ve genel sistem ile bağlantılıdır. Bu kavram mimarisinin bilincinde olarak bir varlığa nazar ettiğimizde o varlığın parçası ile bütünü ve ferdi ile nevi arasındaki bu ilişkiyi idrak eder; dolayısıyla, eser itibariyle, eserdeki fiilleritibariyle, hikmetli fiillere yol açan esmalar itibariyle ve esmaların dayandığı sıfatlar itibariyle ehadiyet tecellisinden vahidiyet tecellisine geçme melekesi kazanmış olunur. Zahirden hakikate intikal, bu kavram mimarisinin ayrılmaz bir neticesidir.

Risale-i Nur’un tevhid-i hakikiye intikalimizi sağlamasındaki bu temel kavramlar, bütün tevhid bahislerine dağılmış ve aynı kavramların ya bizzat ya da mana itibariyle yer aldığını görürüz. Tevhid bahislerini okurken, her bir paragrafta eser mertebesini anlatırken, bahse konu eserin cüz mü, küll mü; cüz’î mi, küllî mi olduğunu anlayabiliriz. Mesela, Ayetü’l-Kübra’dan bir misal verelim:

“Evet balarısıfıtratça ve vazifece öyle bir mu’cize-i kudrettir ki; koca Sure-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünki o küçücük bal makinesinin zerrecik başında,onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnındataamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğündezîhayat a’zaları tahrib etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğunave cismine zarar vermeden yerleştirmek; nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve iradeile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan, şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar. İşte bu üç cihetle mu’cizeli bu san’at-ı İlâhiyeninve bu fiil-i Rabbanînin, bütün zemin yüzünde hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihatası, bedahetle vahdetiisbat eder.” [10]

Bu metinde dikkat edersek, hiç cüz, küll; cüz’î, küllî kavramları geçmez. Ancak, altı çizili kelimelere baktığımız zaman, balarısı = küll=bütün veya cüz’î = ferd; zerrecik başı, küçücük karnı ve süngücüğü = balarısının cüz’leri = parçaları ve “bütün zemin yüzünde hadsiz arılarda = küllî veya hey’et-i mecmua”dan bahsedildiğini görürüz. Aralarındaki parça-bütün; ferd, nev ilişkilerini kurarak, parçada tecelli eden bir ef ’al, esma veya sıfatı, bütüne, ferde ve nev’e yayarak, o fiil, esma ve sıfatın vücuduna ve vahdetine intikal edebiliriz.

Şimdi, sadeleştirmede, bu genel sistematik içindeki kavramsal boyut dikkate alınmış mıdır? Kesinlikle hayır… Yukarıda orjinalinden ve sadeleştirilmişinden aktardığımız üç satırlık bölümde anlatılanı anlaşılır kılmış mıdır? Yine kesinlikle hayır… Çünkü, ‘cüziyyat’ kelimesini küçük şeyler olarak değiştirmiş ve kelimeye indirgemiş. Küçük şeyler, bir bütünün parçası manasını vermiyor. Oysa, cüziyyat, külliyat bir parça bütün ilişkisi çağrıştırıyor. Aynı cümle içindeki nevideki kelimesi ile yukarıda izah ettiğimiz manalarla irtibatını koparmış ve “her bir nevi” kavramını da “her bir varlık türü” olarak değiştirmiştir ki, “küçük şeyler” ve “her bir varlık türü” arasında yukarıda izah etmeye çalıştığımız kavram mimarisi bulunmamaktadır. Böylece, sadeleştirme Risale-i Nur’daki insana sistematik bir perspektif kazandıran bu birbirleri ile sistematik mânâ ilişkisi bulunan kavram mimarisini ortadan kaldırmıştır. Burada, sadeleştirilmiş baskıdan sadece somut bir örnek verdik. Bu türden örnekler bu kadar vahim olmasa da çok sayıda mevcuttur. Bunları görmek için, orijinal metindeki kavramların kelimelere indirgendiği yerlere göz atmamız yeterli olacaktır.

Kavramsal Okuma

İşte, en genel çerçevesi ile Risale-i Nur’un kavram mimarisini idrake ve bunun ehemmiyetine bir kapı, pencere açmaya çalıştık. Bu şuur ile içeri girdiğimizde, bu kavram mimarisinin daha bir çok boyutları ile yüz yüze geleceğimizi göreceğiz. Mana-yı ismi, mana-yı harfi, mana-yı nefsi; vahid-i kıyasi, kıyas-ı binnefs, mazhar, ma’kes, mazhar-ı ilim (ilmin ortaya çıktığı yer), ma’kes-i ilim (ilmin akis yeri-tıpkı güneşin özelliklerinin ay’da ortaya çıkması ve aksetmesi gibi), taalluk, taalluk-u ilim, taalluk-u irade ve taalluk-u kudret, riayet-i mesalih; tecavüp, teavün, tesanüd; hakikat, nisbî hakikat; imkan ve hudus; imkanat-vukuat gibi bir çok kavramlar ve bu kavramlarla inşa edilen mana mimarisi, muhatabı Kur’an’ın dört maksadı noktasında tevhid-i hakikiye; tahkiki, sarsılmaz bir imana ve salih amellere kavuşturacaktır. Risale-i Nur’un talim ettiği hakikatlere intikal için, avamî ve tezekkürî okuma safhasından kavramsal ve tefekkürî okuma safhasına geçiş yapmak şarttır.

İşte kısaca izaha çalıştığımız gerekçelerle Bediüzzaman’ı tasdik ediyor ve diyoruz ki : “Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir.”

Dipnotlar:

[1] 1. http://www.risalehaber.com/said-nursi-sadelestirmeye-izin-vermedi-135499h.htm

[2] 2. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, 1994, İst. S. 412

[3] 3. Bediüzzaman Said Nursî,İşaratül-İcaz, Yeni Asya Neşriyat, 1994, İst. S. 17

[4] 4. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, 1994, İst. S. 275

[5] 5. Age. S. 275

[6] 6. Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, 1994, İst. S. 133

[7] 7. Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye,Yeni Asya Neşriyat, 1994, İst. S. 217

[8] 8. Bediüzzaman Said Nursî, Lemalar, Yeni Asya Neşriyat, 1994, İst. S. 330

[9] 9. Bediüzzaman Said Nursî, Lemalar, Yeni Asya Neşriyat, 1994, İst. S. 102

[10] 10. Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, 1994, İst. S. 143

Köprü Dergisi

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • 2 Wochen später...

15 Nisan 2014 Salı 09:47

Sadeleştirmeye bektaşi mantığıyla Risale'den delil aranıyor

 

 

Sosyal medyada Bediüzzaman Hazretlerinin sadeleştirmeye izin verdiğine dair iddialara cevap

Risale Haber-Haber Merkezi

Sosyal medyada Bediüzzaman Hazretlerinin sadeleştirmeye izin verdiğine dair iddialar dolaşıyor."Namaza yaklaşmayın" fıkrasındaki Bektaşi mantığıyla gündeme getirilen delillerin çürük olduğu daha önce de açıklanmıştı. Üstad Bediüzzaman'ın el yazısıyla düzelttiği metni görmezlikten gelen iddia sahiplerine Said Özdemir ağabeyin açıklamasını tekrar hatırlatıyoruz:

Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden Said Özdemir ağabey, Risale-i Nur'un neden sadeleştirilmemesi gerektiğini anlattı.

Sadeleştirmeye kaynak gösterilen "Fakat yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçe farklı olduğundan, yeni Türkçe için bazı kelimat-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshilat olması için bazı tabiratı değiştirirseniz iyi olur" ifadelerinin eksik olduğunu belirten Özdemir Ağabey, bunu öncesinin de olduğunu ancak Bediüzzaman'ın bu ifadeleri daha sonra kaldırdığını söyledi.

O ifadelerin öncesi şöyle:

''Saniyen: Burada, Lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Söz'ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem'a'nın ism-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem'ası hâtimesine kadar, Âyetü'l-Kübrânın, 'Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir...' diye başlayan Birinci Makamın başından ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp, ta On Sekizinci Mertebe olan kâinatın hudus hakikatı, ta imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı maneviyle izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibi atabilirsiniz.

SADELEŞTİRMEYE NE DEDİ?

"Sadeleştirme tamamen manayı bozar" diyen Özdemir ağabey, tarihten örnekler verdi.

Risalelerin gençlere de ulaşmasını destekleyen Özdemir ağabey, "Eskiden Ankara'da biz 10-15 kişiydik. İstanbul'da 20-25 kişiydik. Bugün Türkiye'de değil bütün alem-i İslamda milyonlara baliğ olan bir cemaat meydana geldi. Anlamayan insanlar neden okurlar, neden bu kadar çoğalma oldu. Neden rağbete medar oldu? Eskiden İstanbul ve Ankara'da basılıyordu. Şimdi 8-10 neşriyat basıyor ve yetiştiremiyor. Anlaşılmayan bir kitap neden okunsun? Aklı bazı kelimeleri anlamasa dahi kelimelerin bir araya gelişinde manevi bir feyiz var. İlhamen yazdırıldığı için muazzem intişar ediyor. Başka kelimeleri karıştırısanız kuru kalıyor. Sadeleştirmeyi yapanlara katiyyen diyorum ki Risale-i Nur'a karşı bir ihanettir ve doğrudan doğruya Risale-i Nur'un istifadesine mani olmaktır. Bu dinen de caiz değildir. Kanunen yapsalarda İslami bir kural değildir" dedi.

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

*

 

*********************************** LÜGATÇE HAKKINDA

 

******************************************(Risale-i Nurla alakalı)

 

*

 

Bugünkü neslin bilmediği fakat ihtiyacına binaen öğrenmek zaruretinde olduğu kelimeleri, Üstadımızın harikulade üslup ve belagatını ve hakikatleri ifade sadedinde isti’mal ettiği lügatları aynen muhafaza etmekle hepimiz mükellef bulanmaktayız.

Hem merhum ve muazzez Üstad’ımızın sağlığında bu hususlarda:

1- Ya sahife sonlarında veya satır içinde lügatların yanına parantez içinde yazılıp yazılmayacağına,

2- Veyahut bir Risale-i Nur mecmuasının sonuna lügatçe ilavesine dair istenilen müsaadelere,

mübeccel Üstadımız izin vermemiştir.

 

Bir defasında şöyle buyurmuşlardı:

“Bu Risale-i Nur’u tahriftir.

Bir zaman birisi yapmak istedi, çok zarar verdi.

Okuyanlar biraz zahmet çeksinler, lügatlerden arayıp bulsunlar.”

 

Hasta Kardeşiniz Zübeyir

(BU MEKTUBUN ORİJİNALI ABDÜLKADİR BADILLI AĞABEYDEDİR)

*

 

*************

 

Aziz, sıddık kardeşlerim ve varislerim,

 

 

Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrukatım ve Risale-i Nur dan olan benim hususi kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım ve sair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikaların heyetine, başta Hüsrev ve Tahiri olarak o heyetten on iki kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki, emr-i Hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrukatım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.

 

Kardeşlerim, bu vasiyetten telaş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten, pek çok zayıf olmakla beraber gizli münafıkların desiselerle müteaddit suikastları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlahi devam ediyor.

 

(Kardeşim Abdülmecid, Zübeyir, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüştü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Atıf, Tillolu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Salih.)

 

SAİD NURSİ

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

24 Nisan 2014 Perşembe 12:58

[h=1]Risale-i Nur'daki sadeleştirme tam bir tahrifattır[/h]

İstanbul İlim Kültür Vakfı (İİKV) çatısındaki Barla Platformu’nun Başkanı Said Yüce Akşam’a çarpıcı açıklamalarda bulundu

Bülent Şanlıkan'ın haberi:

 

İstanbul İlim Kültür Vakfı (İİKV) çatısındaki Barla Platformu’nun Başkanı Said Yüce Akşam’a çarpıcı açıklamalarda bulundu. Gülen cemaatinin yayınevi Ufuk Yayınları tarafından bastırılan Risale-i Nur’larda açıkça tahrifatlar olduğunu anlatan Yüce, ‘cihat’ kelimesinin tamamen çıkarıldığını ‘harp’ kelimesinin yerine ise ‘hizmet’ kelimesinin kullanıldığını söyledi. Yüce, “1990’da Fethullah Gülen talebesi Latif Erdoğan’dan bu sadeleştirmenin yapılmasını istedi. Bediüzzaman’ın gerçek talebeleri ise bu işleme karşı çıktı. Ancak 2012’nin başında Fethullah Gülen, Ufuk Yayınları vasıtasıyla bunu tüm karşı çıkmalarına rağmen yaptı. Yapılan işlem sadeleştirme değil tam bir tahrifattı” dedi.

 

KARŞILIKLARI UYDURULMUŞ

 

Sonraki yıllarda basılan risalelerde aynı tahrifatın sürdürüldüğünü belirten Yüce, “Kelimelerin karşılıkları değiştirildi. Olmayan eklemeler ve çıkarmalar yapıldı. Bu öylesine bir tahrifat ki ‘harp’ kelimesinin karşılığında ‘hizmet’ kelimesi bile kullanılmış. Bu olacak iş mi? Orijinal cümle şu: ‘Evet iki vazife, peşimizde görünüyor. Biri, padişahın vazifesidir. Bazen biz onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir. Diğeri, bizim vazifemizdir. Padişah bize teshilat ile yardım eder ki, talim ve harptir.’ Tahrif edilmiş hali ise “Bizim vazifemiz, eğitim ve hizmettir” şeklinde konuştu.

 

MEKTUBA CEVAP BİLE VERMEDİ

 

Yüce, Said Nursi’nin talebelerinden Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram, Ahmed Aytimur, Salih Özcan, M. Said Özdemir'in 2012’de Gülen’e bu konu ile ilgili imzalı bir mektup gönderdiğini belirterek, "Mektupta talebeleri eserler üzerinde yapılan tahrifatı katiyen tasvip etmediklerini dile getirdi. Gülen’den bu mektuba cevap bile gelmedi" dedi. O mektupta talebeler yaşadıkları üzüntüyü şu sözlerle ifade etmiş: Bediüzzaman Hazretleri’nin varis, talebe ve naşirlerinden 6 kişinin imzasıyla Lem’aların bu şekilde asliyeti bozularak neşredilmesinin karşısındayız. İslami hak ve hukuku çiğneyerek pervasızca devam etmeleri hayret ve ibretle takip edilmektedir. Derhal bunları durdurmanızı ve o şekil neşriyata son vermelerini rica ediyoruz.

 

İŞTE ÇIKAR AMAÇLI YAPILAN DEĞİŞİKLİKLER

 

- ORJİNAL: “Ey insan! Bil ki: O rahmetin arşına yetişmek için bir mi'rac var.”

- SADELEŞTİRİLMİŞ: “Ey insan bil ki, o rahmetin arşına ulaşmak için bir merdiven var.”

- ORJİNAL: “Demek esbabın tesiri yok.”

- SADELEŞTİRİLMİŞ: “Demek ki sebeplerin hakiki (ekleme yapılmış) tesiri yoktur.”

- ORJİNAL: “Bizim heva-yı nefsimiz, hutumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünki onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hutumuz ise, yüz milyon seneler, hayatın mahvına çalışıyor.”

- SADELEŞTİRİLMİŞ: “Bizi yutan balık ise nefsimizin arzularıdır, ebedî hayatımızı mahvetmeye çalışıyor. Bu balık, Hazreti Yunus’unkinden bin kat daha zararlıdır. Çünkü onun balığı en fazla yüz senelik bir hayata son verir. Bizimki ise yüz milyonlarca senelik, sonsuz (ekleme yapılmış) bir hayatı mahvetmeye çalışıyor.”

 

EKLEMELER ÇIKARMALAR VE YOK SAYMALAR

 

Yüce, “Gülen cemaatinin bastırdığı risalede, eklemeler, çıkarmalar ve yok saymalar var. Anlam değiştirme çabalarını kıskançlık olarak yorumlayanların olduğu kadar kendi eserlerini öne çıkarma ve Risale-i Nur-u itibarsızlaştırma çabaları olarak da yorumlayanlar oldu” şeklinde konuştu.

 

Kaynak: Akşam

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

28 Nisan 2014 Pazartesi 07:45

[h=1]Babam Risale-i Nur'un sadeleştirildiğini duyunca felç geçirdi[/h]

Mustafa Sungur ağabeyin oğlu Ahmet Sungur

Bediüzzaman Said Nursi'nin talebesi merhum Mustafa Sungur'un oğlu Ahmet Sungur, "Babam Risale-i Nur'un sadeleştirildiğini duyunca felç geçirdi" dedi.

 

A Haber'de Banu El'in sunduğu 'Aklın Yolu'nda cemaatlerin siyasetle ilişkisi ve siyasallaşan cemaat sorunu ele alındı. Yazar Metin Karabaşoğlu ve Latif Erdoğan ile İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara'nın konuk olduğu programda Bediüzzaman Said Nursi'nin talebesi merhum Mustafa Sungur'un oğlu Ahmet Sungur'un A Haber'e özel açıklamalarının yer aldığı röportaja da yer verildi.

 

Ahmet Sungur, "Babam Risale-i Nur'un sadeleştirilmesi adı altında yapılan tahrifata çok üzüldü. Bu yüzden şekeri çok yükseldi. İnmiyordu bir türlü. Bu yolda çok çalıştığı için ben bu yüzden diyorum ki felç oldu. Çok sinirlendi. İyi olarak bildiği bir insanın böyle yapmasına çok şaşırdı. Neden böyle yapıyorlar? Bir türlü aklım ermiyor. Hayret!" dedi.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Tedvinden Risale-i Nurun resmi basımına…

 

30 Nisan 2014 Çarşamba 07:23

 

mustafaahmetozcan@gmail.com

 

Son sıralarda*sadeleştirme süreciyle birlikte Risale-i Nur’un basımı yeniden gündeme geldi.*Devletin ana gövde olarak bunu üstlenmesi kimilerinin itirazıyla karşılaştı. Bunun devletleştirme ameliyesi olduğu farz ve ifade edildi.Bu itirazı dile getirenlerden birisi Mücahit Bilici’dir.Kanaatime göre, devlet denetimine veya faktörüne karşı çıkmak liberal bir bakış açısını temsil eder.*Elbette devlet tekeline karşı çıkmak meşru itiraz yöntemlerinden birisidir.*Bununla birlikte devleti sahadan uzaklaştırma girişimi, devleti tümüyle kötü veya gereksiz saymaktır.*Bu anlamda devleti dışlamak Harici mantığıdır.*Alanını daraltmak ise şartlara göre gerekli veya gereksiz olabilecek bir keyfiyettir. Şartlara bağlıdır.*Risale-i Nur’un basım ve yayınında da böyledir.*Devletin alanını daraltmak -yerine göre- ne kadar meşru ise belirli çerçevede devletin denetimi veya müdahalesi veya ön alması da o derecede meşrudur ve İslam tarihi bunun örnekleriyle doludur. *

 

*

 

Bugün*Diyanet İşleri Başkanlığının*örgütlenme ve hizmet götürme biçiminin sağlıklı veya yeterli olmadığı tasavvur edilebilir. Bununla birlikte bu eksikliklerini en azından kemiyet düzeyinde tamamlamaya muktedir kurumlardan birisidir.*Elbette Diyanet İşleri Başkanlığı Risale-i Nur’un basım ve dağıtımında tekel değil, merci olmalıdır.*Model ve çıta olmalıdır.*Bediüzzaman, Risale-i Nurların Diyanet İşleri tarafından basılmasını arzu ederken, aslında buna devletin sahip çıkması zaviyesinden bakar ve önemser. Bu yol hem Risale-i Nur’un devlet katında meşrulaşmasını sağlayacak hem de en önemli bir ihtiyaç maddesini devlet eliyle tabana ve halka ulaştıracaktır.

 

*

 

*

 

*

 

Elbette birilerinin söylediği veya endişe ettiği gibi maksatresmileştirme veya devletleştirme veya kamulaştırma olmayıp bilakis ‘meşrulaştırma’ ve onun ötesinde zapta ve kayda geçirmedir.*Elbette bu durum İncillerin tedvinindeki gibi ‘kanonik’ bir durum olmayıp belki ‘kanonik bir form’ olarak takdim ve ifade edilebilir. Devlet düzeyinde ilgilenme tekelcilik değil paradigma (vahid-i kıyasi) olmalıdır. Tarih boyunca tedvin meselesi daima sancılı olmuştur. İznik Konsili’nden itibaren resmi veya gayri resmi İnciller birbirinden ayrılmıştır. İznik Konsili’nden itibaren kanonik’leştirme veya resmileştirme sancılı bir süreç olmuş ve devletin resmi gölgesi veya Kayzer’in bölgesi ilahi alanın üzerine düşmüştür. Devlet davete egemen olmuştur. Bunun mahzurları bilahare ortaya çıkmıştır. Bunun nedeni*Tevrat ve İncil gibi sair kitapların korunmasının bizzat Allah tarafından deruhte edilmeyip din adamlarının sahasına terk edilmiş olmasıdır*(haham ve papazlar). *Maide Suresinin 44’üncü ayetinde buna natıktır: "Gerçekten Tevrat'ı içinde hidayet ve nur bulunduğu halde indirdik. Allah'a teslim olmuş peygamberler Yahudilerin arasında onunla hükmederlerdi. Yine Allah'ın kitabını korumakla görevlendirilmiş olmaları itibariyle alimler ve fakihler de onunla hükmederlerdi. Bunlar onun üzerine şahittiler." Said Havva bu ayetten sair kitapların Alah’ın koruması altında olmadığını bilakis siyanetinin din adamlarına terk edildiği hükmünü çıkarır.Kur’an ise Allah’ın hıfzı emanındadır.*Kur’an buna da vurguda bulunmakta: "Onu biz indirdik, korunmasını da üzerimize aldık." (Hicr Suresi ayet : 9)

 

*

 

*

 

*

 

Kur’an-ı Kerim ayetlerinin cemi ve*Mushaf olarak toplanması Hazreti Ebubekir’in (R.Anh) hilafeti döneminde yapılmış ve*çoğaltılması da Hazreti Osman*(R. Anh) döneminde gerçekleştirilmiştir. Herekelenmesi ise Yusuf es Sakafi’nin valiliği döneminde Ebu Esved ed Düeli tarafından gerçekleştirilmiştir. Hazreti Ebubekir’in cem ve toplanması ile birlikte Kur’an-ı Kerim’in hıfziyeti sağlanmıştır. Bu nedenle bu amel Allah’ın sevki ve ilhamatıyla olmuştur. Geç kalınması halinde lahn, hıfzında yanılmalar, yanlış okumalar sonucunda farklı kopya ve nüshaların ortaya çıkması muhtemeldi. Cem ile birlikte bu ihtimal ve tehlike bertaraf edilmiştir.*Hazreti Ebubekir döneminde Kur’an cem edilmiş ve Hazreti Osman döneminde ise özel nüshalar teke irca edilerek tamim edilmiştir.*Ebu Esved ed Düeli’nin yaptığı ise Arap olmayanların İslam’a girmesiyle birlikte yanlış okumaların önüne geçmek için Kur’an’ın herekelendirilmesi ameliyesidir ve böylece öncelikle Acemlerin Kur’an-ı Kerim’i yanlış okumalarının ve dolayısıyla yanlış anlamaların önüne geçilmiştir. *

 

*

 

Sahabeler veya birinci nesil ve kuşak öncelikli olarak Kur’an meselesiyle ilgilendiklerinden hadisin tedvinine fırsat bulamamış ve cem ve tedvinin karışması korkusu nedeniyle bunu ertelemiş ve zamana talik etmişlerdir. Ama bu alanda özel çalışmalar ve tedvin her zaman varit olmuştur. Abdullah İbni Amr’ın hadis tomarlarından oluşan sandukası vesaire gibi.*Peygamberimizden duyduklarını yine izniyle not etmiş ve mecmua haline getirmiştir.*Lakin bunlar özel çalışmalar olarak kalmıştır. Hazreti Ömer’in bu konudaki hassasiyeti nedeniyle hadis rivayeti titiz bir surette yürütülmüştür. Tedvinine de sonra geçilmiştir.*

 

*

 

Hadis tedvini resmi düzeyde ikinci Ömer’e yani Ömer Bin Abdulaziz’e nasip olmuştur.*Ömer Bin Abdulaziz hadisin tedvin edilmemesi veya zapta geçirilmemesi halinde bu külliyatın zayi olacağını veya suistimale uğrayacağını düşünerek meseleyi Tabiin’in ulularından İmam Zühri’ye havale etmiştir. Ömer Bin Abdulaziz’in derdi, hadisin tedviniyle birlikte kayda geçirilmemiş olan hadislerin kayda geçirilmesidir. Lakin bu projeye ömrü vefa etmemiş bu proje devlet eliyle değil cemiyetin ve İslam toplumunun ferdi gayretleriyle tamamlanmıştır. Hadis ulemasından Prof. Faruk Hammade’nin belirttiği gibi hadis, banii ve vazii ümmet olan bir ilim dalıdır. Hadis devlet eliyle değil de anonim olarak ümmet ve ulema tarafından korunmuştur. Cem ve tedvini ümmet tarafından yapılmış lakin Harun Reşid İmam Malik’in Muvatta kitabını tamim etmek istemiştir. İmam Malik ise buna itiraz etmiştir. Zira hadislerin tedvin ve cem’i Kur’an-ı Kerim’in cem’i gibi değildir. Ayetler bütünüyle Kur’an’da cem edilmiştir ama hadisler ise bir tek kitapta cem edilememiştir. Bu ayrıca mümkün değildir. Kendini aşan bir durum olduğunu düşünerek İmam Malik bu projeye karşı çıkmıştır.

 

*

 

Risale-i Nurların tedvinine gelince, bu tedvin gerçekleştirilmiştir.*İlk günlerden itibaren teksiri de yapılmıştır. Bununla birlikte yayıncı farklılığından nüsha farklılıkları oluşabilmektedir. Bundan dolayı referans nüsha veya mutemet nüsha belirlenebilir ve bu Diyanet tarafından zabıt altına alınabilir.*Sadeleştirme meselesi de meselenin tuzu biberi olmuştur. Sadeleştirme akımı karşısında da Risale-i Nur’un harimi ismeti korunabilir.*Ömer Bin Abdulaziz’in yaptığı ve yapmak istediği örnek olarak alınabilir. Kaldı ki,*Risale-i Nur’ların müellifi de tekelleştirme maksadı taşımadan*Diyanet’in Risale-i Nurları basabileceğini öngörmüştür. Belki arzu ve talep etmiştir. Günümüzde sadeleştirme de dahil Risale-i Nurların basım ve yayınında bir merciiyet meselesi bulunmaktadır.*Zamanla ilk merciiyet halkası aşılmış veya kırılmıştır. Sadeleştirme de bundan mütevellit bir meseledir.*Risale-i Nur müellifinin bu yöndeki isteği de dikkate alınarak Diyanet’e özel bir görev yüklenebilir.*Bu misyonu, Risale-i Nur’un hakiki varisleri ve talebeleri ile Diyanet beraberce ve ortaklaşa deruhte edebilir.*

 

*

 

Bu konuda maksat*Harun Reşit gibi tekelcilik değil Ömer Bin Abdulaziz gibi kayıt altına almak*olmalıdır. Karıştırma veya kargaşanın önü böyle kesilmelidir.*Sadeleştirme bir heva ve heves çığırıdır ve Risale-i Nur’lara zarar vermeye açık bir kapıdır.*Sadeleştirme yapan grup daha önce deElmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur'an Dili tefsirini sadeleştirmiş ama bu sadeleştirme de tahrifata dönüşmüştür.*Merak eden ehline sorabilir. Bu çığır tehlikeli bir çığırdır. Bununla birlikte Risale-i Nur’un devlet tekeline alınması toplumun aşk ve şevkini ve gayretini kırabilir ve söndürebilir. Onları bu emaneti yüklenme (haml) ve taşıma görevinden mahrum etmemek de lazımdır. Burada maksat istismarcıların ve işi ticarete alet edenlerin önünü kesmek olmalıdır. Yoksa Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da var.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

01 Mayıs 2014 Perşembe 12:59

[h=1]Nur talebelerinin sadeleştirmeye karşı çıkışları çok doğru[/h]

Milat yazarı Halil Mert: Hükümet dildeki yozlaşmaya tedbir almalı

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Dilin yozlaştırıldığına dikkat çeken Milat Gazetesi yazarı Halil Mert, ""Bu yönü ile Risale-i Nur talebelerinin Külliyatın sadeleştirilmesine karşı çıkışlarını çok iyi anlıyorum. Çok ta doğru yapıyorlar" dedi.

 

Dildeki yozlaşmaya karşı Hükümet ve yerel yönetimlerin tedbir alması gerektiğine dikkat çekenMert, "Ben bir tane Belediye Başkan Adayı görmedim, “Dilde yozlaşmaya hayır!” diye vaat eden. Dil Kurumumuz bu manada sosyal sorumluluk almalıdır. Diyanet İşleri Başkanımız nasıl sosyal alana da girdi gayretleri ile. Ya Türk Dil Kurumu? Biz hala dili de siyasete malzeme yapma derdindeyiz. Zamanında “Öztürkçeci”, “Yaşayan Türkçeci” kavgasını hatırlayınız. Dil zorlanmamalı. Dil aslına bağlı geliştirilmeli. Tıpkı toplumlar gibi dilin temelinde de Ortak Miras vardır. Yani tarihi geçmiş ve bağlar ile Dinimizle ortaklaşan kelimeler ve deyimler vardır" dedi.

 

Osmanlıca ile Türk, Kürt, Acem ve Arapların en az yüzde 30 düzeyinde anlaştığını hatırlatan Mert, Risale-i Nur'un sadeleştirilmesine dikkat çekti: "Bu yönü ile Risale-i Nur talebelerinin Külliyatın sadeleştirilmesine karşı çıkışlarını çok iyi anlıyorum. Çok ta doğru yapıyorlar"şeklinde yazdı.

 

Mert, "Dilimiz giderse benliğimize yabancılaşırız. Mazimize yabancılaşırız. Geleceğimizi de istediğimiz gibi şekillendiremeyiz" dedi.

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • 4 Wochen später...

27 Mayıs 2014 Salı 08:54

[h=1]Bir baktık ki Said Nursi'nin Risalelerini tahrif etmişler[/h]

Yeni Şafak yazarı Abdülkadir Selvi'den Gülen grubuna sadeleştirme tepkisi

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Yeni Şafak yazarı Abdülkadir Selvi, Risale-i Nur'un sadeleştirilmesi ile tahrif edildiğini söyledi.

 

Gülen grubunun, Bediüzzaman Hazretlerini nazara vermek yerine Fethullah Gülen'i ön plana çıkardığını yazan Selvi, "Örneğin bir ülkede üniversitenin biri Bediüzzaman kürsüsü mü açacak, buna karşı şiddetli bir mücadele verir, Gülen hareketiyle ilgili bir kürsü açmaya gayret ederlerdi. Fethullah Gülen de zorda kalmazsa, 'Üstad' demez, 'Hazret-i Pir' demeyi tercih ederdi" dedi.

 

Bir süre önce Risale-i Nurları basmaya başladıklarını hatırlatan Selvi, sadeleştirme konusuna değindi:

 

"Bir süre önce Risale-i Nurları basmaya başladılar. Bir de baktık ki, külliyatı tahrif etmişler. Kitabın üzerinde Lem'alar yazıyor. Altında müellifi olarak Bediüzzaman Said Nursi'nin ismi yer alıyor. Ancak içini açıp okuyorsunuz Lem'alar kitabı neredeyse yeniden yazılmış. Bediüzzaman'ın cümleleri değiştirilmiş."

 

Selvi yazısını şöyle sürdürdü:

 

"Gülen grubunun 17 Aralık darbe girişiminden sonra Bediüzzaman'ı yeniden keşfetmesinin sırrı bir süre sonra ortaya çıktı.

Haksız mücadelelerine Bediüzzaman'ı ve Risale-i Nurları alet etmek.

 

Bediüzzaman'ın eserlerini referans vermek suretiyle kendilerini savunmaya çalıştılar.

Zaman yazarı Ali Ünal'ın, Soma faciası üzerine kaleme aldığı yazıda bunun örneklerinden biri.

 

Ali Ünal sadece Risale-i Nurla yetinmedi Kur'an-ı Kerim'i de bu savaşına alet etmeye kalkıştı. Kimle savaş? Erdoğan'la tabi ki...

 

Bediüzzaman'ın, Divan-ı harbi Örfi isimli eserinden naklettiği bir olayı hatırlattı bu durum.

 

'Bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkid ve tefsik etti.

 

Eski Said ona dedi: 'Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin.'

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

02 Haziran 2014 Pazartesi 09:08

[h=1]Risale-i Nur'u sadeleştirmeye karşı çıkmak gülünçmüş![/h]

Zaman yazarı Ali Ünal Bediüzzaman'ın tavsiye ettiğini bile söyledi

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Zaman Gazetesi yazarı Ali Ünal, Risale-i Nurlar’ın sadeleştirilmesini bir kez daha savundu ve karşı çıkanları "gülünç" olmakla itham etti..

 

Risale-i Nur'un verasetine dair de iddialarını sıralayan Ünal, Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur'un sadeleştirilmesini tavsiye ettiğini bile ileri sürdü.

 

Sadeleştirme karşıtı düşüncelere hiç değinmeyen ve eleştirileri "hücum" olarak adlandıran Ünal'ın yazısı aynen şöyle:

 

Risaleler’e veraset ve Risaleler’i sadeleştirme

 

Samimî, sâdık Risale-i Nur talebeleri aleyhinde düşünmemeyi bile düstur edinmiş bir insanım.

 

Ne var ki, son dönemde Hocaefendi’ye ve Hizmet hareketine Risale-i Nurlar’ın sadeleştirilmesibahanesiyle çok fazla hücum edildi ve dayandıkları akım itibarıyla da Risale-i Nur hizmetine hiçbir zaman sıcak olmamış iktidar, bunu çok istismar etti.

 

Peygamber Efendimiz’den (s.a.s.) önce vahiy alan ve insanlara dinî sahada rehberlik yapan nebîler, kendilerine Kitap verilen ve Din’de belli sahalarda tecdit yapan rasûller ve kitaplarında Şeriat sahibi dört büyük rasûl vardı. Peygamber Efendimiz’den sonra vahy-i metlûv ve vahy-i gayr-ı metlûv olarak Kur’ân ve Sünnet korunduğu için yeni bir peygamber gelmesi gerekmediğinden insanları irşad adına önceki nebîlerin vazifesi hakikî âlimlere ve mürşidlere, rasûllerin vazifesi Din’in belli sahalarında tecditte bulunan mücedditlere, Şeriat sahibi dört büyük rasûlün vazifesi, mezhep sahibi dört mezhep imamına kaldı. Risale-i Nur ise Âhir Zaman’da İslâm’ın tamamında tecdit ve ihya hizmetidir; bütün peygamberler içinde Peygamber Efendimiz’in yeri ne ise bütün tecdit hareketleri içinde Risale-i Nur’un da yeri odur. Öyleyse:

 

1. Nasıl peygamberlere veraset, mallarına değil, misyonlarına veraset ise Risale-i Nur’a veraset de, onun vazifesine verasettir ve nasıl kimse Kur’ân’ı temellük edemez ve basıp yayınlamayı tekeline alamazsa, aynı şekilde kimse, Risale-i Nurlar’ı temellük edemez ve yayınlamayı tekeline alamaz; tam tersine, Hz. Üstad (r.a.), herhangi bir kimsenin Din’e hizmet adına onun parçalarını kendi adıyla bile yayınlamasına izin vermiştir (Emirdağ Lâhikası 1). Eğer Bediüzzaman ismi, Risale-i Nur ismi, bir yerde Risale-i Nurlar’ın, onlardaki hakikatlerin yayınlanmasına mâni oluyorsa, bir başka kişinin ismi altında o hakikatleri bırakın yayınlamayı, yayınlamamak, Risale-i Nur’a da, Hz. Üstad’a da ihanet olur. Çünkü önemli olan, isim değildir; Hz. Üstad, kaç yerde Risaleler’in kendisine değil, Kur’ân’a ait olduğunu vurgulamakta ve kendisini aradan çekmektedir. Risale-i Nur’a en büyük bir kötülük, onu evrensel bir İslâmî hizmet olmaktan, meşrep olmaya indirgemektir.

 

2. Hz. Üstad (r.a.), Risale-i Nur adına üç dönemden bahsetmekte, her bir dönem için ayrı bir vazife bulunduğuna dikkat çekmekte ve “Üç vazifenin birden bir şahısta yahut cemaatte mükemmel ve birbirini cerhetmeden bulunmasının mümkün bulunmadığı”nı belirtmektedir. (Kastamonu Lâhikası) Öyleyse bu, Hz. Üstad’ın talebelerinin ikinci dönemi, ikinci dönemde gelenlerin üçüncü dönemi temsil edemeyeceği demek değil midir? O halde, Hz. Üstad’dan sonra bir İslâmî hizmet olarak Risale-i Nur’la ilgili söz, ikinci dönemin temsilcilerinindir.

 

3. Dönemler arasında şartlar, zamanlar ve mekânlar gereği fürûâtta farklılıkların olması tabiîdir, hattâ gereklidir.

 

4. Hz. Üstad, şartlar gereği bir dönem hutbenin bile Türkçe okunmasına, bir zaman Risale-i Nurlar’ın yeni harflerle yazılmasına karşı çıkmıştır. Ama nasıl daha sonra bu yasaklar ortadan kalkmışsa, bir zaman da gelmiş, Risale-i Nurlar’da yeni neslin anlayacağı şekilde bir sadeleştirmenin yapılmasını bırakın yasaklamayı, tavsiye etmiştir (Kastamonu Risalesi). Bu tavsiyenin Hz. Üstad tarafından çıkarıldığı, sadece bir iddiadır ve Risale-i Nurlar’dan daha başka çıkarılan bölümler gibi, hiç de hoş olmayacak bir tartışmaya kapı açar.

 

Kur’ân ve Risale-i Nur, sadeleştirmeden daha çok manâ kaybına uğraması muhakkak olarak ve yüzlerce yanlışla başka dillere çevrilirken, aslı bâki Risale-i Nurlar’ın “yeni Türkçe”ye çevrilmesine karşı çıkmak, gerçekten gülünç kaçıyor.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

06 Haziran 2014 Cuma 08:12

[h=1]Said Nursi’nin sadeleştirmeyi reddeden el yazısı[/h]

Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden Badıllı ağabeyden Zaman yazarı Ünal’a cevap

İLGİLİ HABERLER

» Risale-i Nur'u sadeleştirmeye karşı çıkmak gülünçmüş!

 

 

 

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin talebelerindenAbdülkadir Badıllı ağabey, Zaman yazarı Ali Ünal’ın sadeleştirmeyi savunan yazısına cevap verdi.

 

Risale Haber’e açıklama gönderen Badıllı ağabey, sadeleştirmenin Risale-i Nur’u tahrif etmek olduğunu, sadeleştirmeye delil gösterilen bölümün eksik anlatıldığını belirtti.

 

“Nurun manevi avukatı” olarak bilinen merhum Ahmet Feyzi Kul ağabeyin de sadeleştirme istediğini hatırlatan Badıllı ağabey, Bediüzzaman Hazretlerinin buna şiddetle karşı çıktığını ve el yazısı ile uyardığını belgeleriyle gösterdi.

 

Badıllı ağabeyin açıklaması şöyle:

 

SADELEŞTİRME BİR TAHRİF AMELİYESİDİR

 

İslam âlimleri fıtri geleneğinde telif, tefsir, şerh ve tahşiye hizmetleri vardır. Sadeleştirme diye bir mefhum yoktur. Doğrudan bir tahrif olan sadeleştirme ameliyesi dünyanın hiçbir milletinin dilinde de yoktur ve olmamıştır. Şu bozma ve sulandırma işi olan sadeleştirme sadece Türkiye’de baş göstermiştir. Dil tarih kurumunun akıntısına şuursuzca kapılan bazı çevreler, sadeleştirme ameliyesini kendilerine şaşmaz düstur ittihaz edindikleri için Risale-i Nur gibi doğrudan üstün bir ilham varidatı olan kutsi bir eseri bile yozlaştırmaya cesaret gösterebilmişlerdir.

 

Tefsir, şerh ve tahşiye nasıl ve nelerden ibaret olduğu herkesin malumudur. Bunları yapacak kimselerde müellifin ayarında mantık, maani, belagat ve kelamda tam bilgi sahibi olmaları kesin şarttır. Tercüme işi aynı dili aynı dile tercüme etmek değil, tamamen başka bir dile mecburi olarak çevirmekten ibaret bir meseledir, eksiği noksanı olsa bile.

 

Fethullah Hocanın iki tavrı: şimdi yapılan şu yozlaştırma işini perdeler gerisinde destekleyen bu zat, birkaç sene önce çevrelerince ve dışta yayılan şu sözleri: ’’Risale-i Nur’u sadeleştirme işi, netice itibariyle incilin akıbeti gibi olur’’ yani yozlaşır, kutsiyetten düşer, manasız kalır.

İşte muhterem hocamız hem böyle der, hem de sadeleştirmeyi desteklerse, bu durumda iki lisan kulanmış olmuyor mu?

 

Gelelim zaman gazetesi yazarı Ali Ünal’ın kafadan atma yorumlarına:

Nurun doğrudan talebelerinin iktidar akımına dayanarak sadeleştirmeye karşı geldiklerini yazmış gibi bir ima veriyor.

 

Cevap: Bunu söyleyen yazar, belliki Risale-i Nur’un bizzat kendi nurlu akımından ve nurani cereyanından habersiz, bilgisizdir. Ve asıl gülünç ve maskara hal onun halidir ki, dünyada bütün müsbet akım ve cereyanlar Risale-i Nur’un akımına muhtaç olduğunu bilmiyor. Çünkü şu sadeleştirme teşebbüsü 17 sene önce Sızıntı dergisinde açığa vurunca, ona karşı çok reddiyeli yazılar yazıldı. Bu fakir "Sadeleştirme Asri Bir Tahriftir" isimli küçük bir kitap yazdı. Ve bu kitapta bizzat nurun menbaından sadeleştirmeyi katiyetle kabul etmeyen deliller serdettim.

 

Bu arada İslam harfiyle Kastamonu Lahikasında kayıtlı Üstadın bir mektubunda ‘’saniyen burada lise mektebine bir nurgirdi… ilh’’ diye başlayan bölümde ‘’Bazı kelimat-ı arabiyyede tasarruf edildi… sizde öyle yaparsınız..Ve devamı…” Bu mektubun bu parçasını adı geçen kitabımda dört tarafıyla inceleyerek şerhettim. O mektubun o kısmını sadece nurun üç dört parçasına mahsus olduğunu ve Üstad Hazretlerinin kendisinin yaptığı tasarrufun aynısı gibi Ispartalı talebelerinin de öyle düzeltmelerini istemiştir. Tasarruf görmüş olan o parçalar şu anda o vaziyeti ile Asa’y-ı Musa kitabında mevcut olduğunu ispat etmişim.

 

Hazreti Üstad 1941’lerde Abdullah Yeğin ve birkaç lise talebesi arkadaşlarının istifadeleri için mezkür parçaları yeni yazıyla kendilerine daktilo etmelerine bir ihtar ile izin verdiğini buyurmaktadır. Lakin sonralarda adı geçen mektuptaki o kısmı oradan çıkardığını gösteren 1958 baskılı Kastamonu Lahikası şahitlik yapmaktadır. Yani bu hadise bir iddia değil hakikatın kendisidir.

 

Düşünüp bilmeden kalem oynatan Zaman yazarı, yazısında dönemlerden söz ediyor ve ikinci dönemin Risale-i Nur üstünde her türlü tasarruflu işlemi yapabileceklerinden dem vuruyor. Bu batıl fikri reddeden cevaplar pek çoktur. Sadece birisini efkâr-ı umumiyeye göstermek üzere, 1949 yılında Afyon hapsinde, Nurun manevi avukatı olan merhum Ahmet Feyzi Kul’un Nurların sadeleştirilerek mecmualarda neşredilme iznini uzun mektubuyla ve sonra şifahice istemesi üzerine, ikinci günü Üstad Hazretleri yakın talebesi olan merhum Ceylan Çalışkan’a kendi eliyle yazdığı şu pusulayı göndermiştir.

 

ADI GEÇEN PUSULA

http://www.risalehaber.com/d/other/saidnursi_elyazisi_risalehaber.jpg

 

İşte Üstadın kendi elyazısı pusulanın tercümesi: “Ceylan bu mahremdir bak sonra yırt. Ben manevi bir ihtara binaen bir pusula Feyzi’ye yazdım. Sen onu gördün mü? Sen anla ki o ne ile meşguldür. Bir cevap vermedi. Başka şeyleri yazdı. Bir mecmua ile Nurları neşredeceğiz diye manasız bir şeyler yazdı. Sakın şemsi gibi (Vaiz Şemsettin Yeşil) nurları tağyir etmesin.”

 

Evet, Risale-i Nur talebelerinin sadeleştirme tahrifine karşı direnmeleri hissi, heyecanlı bir taassup reaksiyonu değil, birçok delil ve burhana dayandırılan ilmi ve tahkiki bir direniştir.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

03 Haziran 2014 Salı 17:01

[h=1]Risale-i Nur'u sadeleştirmeyin! Şerh ve izah edin[/h]

İslam tarihinde izah geleneği ve Risale-i Nur'un izahı

Her dil, din ve kültürde bulunan bazı kelime, kavram ve ibareler, o dil, din ve kültürdeki bilgin ve uzman kişiler tarafından, muhatap kitlenin eğitim seviyelerine göre açıklamaları yapılmaktadır.İslam Tarihinde de Müslüman milletlerin ana kaynağı Arapça olan Kur’an ve hadisler ile onlardan ortaya çıkan ilimleri anlamak için de çok sayıda “şerh, hâşiye ve ta’likât” adlarıyla izahlar-açıklamalar yapılmış ve bunun sonucunda da yüz binlerce cilt kitaplar ortaya çıkmıştır.

 

İslam kültürünün ve İslamî ilimlerin yeni bir ilm-i kelam versiyonu olan Risale-i Nurlar, son dönemlerde Müslümanların öze dönmesi için çağın şartlarına göre yazılmıştır. Özellikle düşünce akımların herkesi etkilediği bir dönemde yaşayan müellif, milletin içine düştüğü imanî buhranı gördüğünden, Kur’ânî reçeteler sunarak, inançsızlık girdabına düşmüş olan akılları gerçek kimliğine kavuşturmaya çalışmıştır. Özellikle fenden ve felsefeden gelen günümüzün hastalıklarına göre manevi tedavi metotları uygulamaktadır.

 

İslam kültürünün dilini ve literatürünü kullanan müellif, klasik dönem ulema gibi ayrıntıya girmemiş, daha kısa sürede büyük başarılar elde etmek için eserlerini telif etmiştir. Büyük bir kültür hazinesi ve medeniyet dili olan eserlerin ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması için de, anlaşılması zor olan yerlerin izaha-şerhe ihtiyacı bulunmaktadır. Ama asla sadeleştirme yoluna girilmemelidir.Çünkü bir eser ancak yazıldığı dilde değerlidir. Tercüme ve sadeleştirme ile eser, orijinalliğini kaybeder. Bundan dolayı yüksek hakikatleri ihtiva eden Risale-i Nurların, anlaşılmayan kavram ve ibareleri açıklanabilir. Yani ince ve derin konuların anlaşılması için, alanında uzman ve İslamî ilimlere vâkıf, ilim ehlinin izah ve şerhi yapılabilir.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

04 Haziran 2014 Çarşamba 13:06

[h=1]Sadeleştirilmesi Risale-i Nur'u okunmaz hale getirir[/h]

Yılmaz, Risale-i Nur'un dil inkılabının önündeki yegane engel olduğunu, sadeleştirilen kitapların bir süre sonra okunmadığını söyledi

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Gazeteci-Yazar Hüseyin Yılmaz, Risale-i Nur'un dil inkılabının önündeki yegane engel olduğunu, sadeleştirilen kitapların bir süre sonra okunmadığını söyledi.

 

Kudüs TV canlı yayınında sadeleştirme faaliyetlerini eleştiren Yılmaz, sadeleştirmenin sonunun olmadığını belli bir süre sonra tekrarlandığını açıkladı.

 

Yılmaz'ın sözleri şöyle:

 

"Risale-i Nur dil inkılabının önündeki yegane engeldir. Eğer Risale-i Nur aşılabilmiş olsaydı, Risale-i Nur'un yaşayan bir dili olmasaydı Türkiye'de harf ve dil inkılabı netice almış olurdu. Eğer Risale-i Nur'un yaşayan dilini yıkabilirseniz, unutturabilirseniz harf ve dil inkılabı arzu edilen neticeye ulaşmış olur. Yıkılmamış tek hisardır Risale-i Nur. Eğer Risale-i Nur'un dilini birileri iyi niyetle de olsa sadeleştirme adı altında bu hisarı yıkıyorlarsa bu suikast değilse hamakattir. Bana göre burada bir suikast vardır. Yapanların doğrudan suikastı olmayabilir. Ama sevkedenler, teşvik edenler, yol gösterenlerin olduğundan şüphem yok.

 

"Risale-i Nur'un dili tevhidden haber veriyor, sünetten, haşirden, İslamın bin yıllık medeniyetinden haber veriyor. Bunların hepsini ortadan kaldıracaksınız, 300-500 uyudurukça kelime ile Risale-i Nur'u güya insanlara, genç nesillere ulaştırmış olacaksınız. İki nesil sonra aslındaki zorluk sebebiyle, insanoğlunun da kolaya meyili nedeniyle Risale-i Nuru aslından okuyabilecek insan bulamazsınız. Bunu biliyorlar. Bugün bir kere sadeleştirirsiniz yarın bir kere daha sadeleştirirsiniz.

 

"Türkiye'de dil hareketlerinin geldiği nokta budur. 10, 20 yılda bir kitap sadeleştiriyoruz. Sade yazıyoruz diyen o günün elebaşlarının kitapları, eserleri bugün okunamaz halde. Yakup Kadri'yi okuyacak delikanlı kalmamış.

 

"Bazıları diyorki tercümeye itiraz etmiyorusunuz da sadeleştirmeye niye itiraz ediyorusunuz. Bu kıyası maalfarıktır. Böyle bir kıyas olmaz. Tercüme bir dilden büsbütün başka farklı bir dile nakletmektir. Bu bir zarurettir. Ayrıca bu dünya dilleri de bugünkü Türkçe'den fersah fersah ileridedir. Türkçeyi kendi ellerimizle katlettik. Bu dille düşünür olmaz. Bu tahrip bilerek yapılıyor. Gülen camiası bunu yaptı. Bilerek yaptılar bunu.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • 4 Wochen später...

03 Temmuz 2014 Perşembe 13:18

 

Said Özdemir’den sadeleştirme ve Gülen açıklaması

 

Said Nursi Hazretlerinin talebelerinden Said Özdemir ağabey kamuoyu açıklaması yayınladı

 

İLGİLİ HABERLER

 

» *Gülen’e Risaleleri sadeleştirmeyin diyecektim görüşmedi

 

» *Said Nursi’nin talebelerinden Gülen’e mektup

 

Risale Haber-Haber Merkezi

 

*

 

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin talebelerinden Said Özdemir ağabey*kamuoyu açıklaması yayınladı. Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi üzerine Fethullah Gülen ile görüşmek istediğini ancak bunun kabul görmediğini*daha önce açıklayan Said Özdemir*ağabey, konu ile ilgili bir haber sitesinde hakkında asılsız iddiaların yer aldığını belirtti.*

 

*

 

Said Özdemir ağabeyin açıklaması aynen şöyle:

 

*

 

Son zamanlarda Risale-i Nur talebelerine karşı hasmâne tavrı ve asılsız iddiaları ile sık sık kendisinden bahsettirmeye başlayan bir haber sitesi, Mehmet Fırıncı ağabeyden sonra bu defa da*Alaettin Kaya*isimli şahsın da ifadelerini kullanarak benim için iftiralara sütunlarını açmış bulunuyor.

 

*

 

Risale-i Nur Külliyatını “sadeleştirme” adı altında tahrif edilip değiştirilmiş bir şekilde yayınlamaya başlayan bir mahut yayınevinin tahribatına engel olmak için, Bediüzzaman Hazretlerinin sağlığında neşriyat hizmetleriyle vazifelendirdiği ve kendisine mutlak vekil ve varis tayin ettiği hizmetkârları;*Said Özdemir, Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Salih Özcan, Ahmet Aytimur, Hüsnü Bayramoğlu*bir araya gelmiş ve bu husustaki kararlarını malum yayınevinin*perde arkasında sahibi Fethullah Gülen’e*iletmeye karar vererek bu hizmeti benim yapmamı istemişlerdir.

 

*

 

Bunun üzerine*Fethullah Gülen’e yakınlığı ile bilinen Alaettin Kaya’yı*İstanbul’da matbaasında ziyaret ederek Bediüzzaman hazretlerinin varislerinin mesajını iletmek istediğimi bu sebeple Gülen’den randevu almasını rica ettim. Randevu beklerken pasaportumu yenilemiş ABD vizesini de almıştım. Alaettin Kaya kısa bir süre sonra Ankara’da evimde beni ziyaret ederek*“H.Efendi’ye talebinizi intikal ettirdim, sizin yanına gitmenizi istemiyor, eğer gelecek olursa bulunduğum yerden ayrılacağım diyor”*demiştir

 

*

 

Bu durumu müzakere eden üstadımızın varisleri bizler hem yayınevi sahibine hem de bu yayınları Bediüzzaman Said Nursi’nin eseri zannı ile alacak kimselere başkaca ulaşma yolu bulamadığımızdan*Risale-i Nurların tahrifine razı olmadığımızı, bu rezaletin durdurulmasını ifadelerini taşıyan –hazırladığımız- metni kamuoyu ile paylaşmak zorunda kaldık.

 

*

 

Durum bundan ibaret olup bunun dışındaki ifadeler, kin ve hasetle kaleme alınmış beyanlardır. Habercilik anlayışı sorgulanacak bu internet sitesine hüsnü zan ederek yazdıklarına inanabilecek kimselere hakikati ifade zarureti hasıl olmuştur.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • 2 Monate später...

Sadeleştirilmiş kitapları da okumuyorlar!

“Risale-i Nur’un dili ağırdır, sadeleştirilmesi gerekir!” diyenlerin niyeti, hedefi onu okutmak değil, sahteleştirmek ve etkisini kırmak olduğu apaçık ortada.

Ali FERŞADOĞLU

Bu kanaate nereden vardık? Zira, Risale-i Nur’u, “ağır, zor, ağdalı bir dili var!” diye okumayanlar, “gayet sadeleştirilmiş!” kitapları da okumuyor!

Meselâ, Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dili Kur’ân Dili tefsiri sadeleştirilmiş (sahteleştirilmiş), yine de okumuyorlar! Sadeleştikten sonra bu eseri kaç kişi okudu, okuyor?

Mehmet Âkif sadeleştirilmiştir (sahteleştirilmiş), onu da okumuyorlar!

Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanları da sahteleştirilmiş (sahteleştirilmiş), okumuyorlar!

Sadeleştirilmiş (sahteleştirilmiş) romanlarını da okumuyorlar!

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sadeleştirilmiş (sahteleştirilmiş) hikâyelerini de okumuyorlar!

Gazeteler ve bazı dergiler çok çok daha sadedir, onları da okumuyorlar!

Masallar gayet sade ve anlaşılırdır, masal da okumuyorlar!

İnandığı kitabın, inandığı dinin ilk âyet, ilk emri “Oku!” olan Müslüman Türk milleti, inatla, ısrarla, sebatla, ihlâsla ve samimiyetle okumamaya azm u cezm u kast eylemiştir!

Çocuklar anne-babaların elinde kitap görüyor mu ki, kitap okusun!

Çocuklar, anne babaların elinde tv kumandası veya bilgisayar faresi görüyor!

Çocuk niye okusun!

En dindar-muhafazakâr tv kanalları okumayı teşvik eden kaç program yaptı! Ne var ki, başörtülü, başörtüsüz ele vermiş, “vur patlasın, çal oynasın!” eğlence programları yapıyor.

Oyun ve eğlence dizileri yayınlıyor!

Büyüklerin elinde telefon, orta yaşlıların kulağında telefon, çocukların elinde telefon…

O zaman bu çocuklar nasıl okusun, niye okusun!

“Niye okumuyorsun kardeşim?” sualine nefsin bahanesi hazır:

Risale-i Nur’un dili çok ağır, onun için okumuyorum!

Pek, dili çok hafif olanlardan bu ay kaç kitap okudun?

Bu sene kaç kitap okudun?

Son on yalda kaç kitap okudun? Cevap yok, okuduğuna dair “kanıt!” yok, hareket yok…

Risale-i Nur’un dili vahiy dili, Kur’ân dili, Esma-i Hüsna ile örülü, İslâm ilimleri literatürü ve İslâm tarih harsı (kültürü) dili olduğu için hem zikirdir, hem fikirdir, hem ilimdir. Orijinal, çekici, cazip, feyizli, bereketli, derinlikli ve zor olduğu için okunmaktadır.

04.09.2014

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

08 Eylül 2014 Pazartesi 10:29

[h=1]Said Nursi Risale-i Nur'u sadeleştirenleri 5 kez uyardı[/h]

Akca, Bediüzzaman Hazretlerinin hayatta iken Risale-i Nur'un sadeleştirilmesine nasıl tepki verdiğini anlattı

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Araştırmacı-Yazar Mustafa Akca, Risale-i Nur'un sadeleştirilemeyeceğini bir kez daha anlattı. Risale Akademi'de "Dilde Sadeleşme ve Sadeleştirme" konusunda bir seminer veren Akca,Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin hayatta iken Risale-i Nur'un sadeleştirilmesine nasıl tepki verdiğini anlattı:

 

1. Bediüzzaman tarafından “Nur’un manevi avukatı” olarak iltifat gören edib ve âlim insan Ahmed Feyzi (Kul) Efendi 1949 yılında Afyon hapsinde Bediüzzaman’a mektup yazarak Gençlik Rehberini sadeleştirerek yayınlamak arzusunda olduğunu arz edince, Bediüzzaman bu işe razı olmadığını şu cümleyle ifade eder: “Ancak o zaman benim imzamı değil, kendi imzanı atarsın.”

 

2. Bediüzzaman 1955’te talebesi Hüsrev Altınbaşak’a Muhakemat isimli eserini Kur’an hattıyla teksiri için gönderir. Hüsrev Altınbaşak ise Bediüzzaman’ın daha önce kendisine iltifaten verilmiş tanzim izinlerine binaen “Muhakemat bu haliyle anlaşılmaz” diyerek sadeleştirerek mumlu kâğıda basıp Bediüzzaman’a gönderir. Muhakemat’ın yeni halini gören Bediüzzaman neşri durdurur. Sonra talebelerini toplayarak, “Siz hakem olun. Bakın şurada ben şu manayı kastetmiştim, fakat o, bakınız başka şekilde anlamış ve yazmıştır. O halde bu şekilde Muhakemat olarak neşri caiz midir? diye sorar.”

 

3. Şu örnek de şair ve edip Necip Fazıl Kısakürek ile ilgilidir. 1952’de Necip Fazıl Risale-i Nur’dan bazı metinleri sadeleştirerek Büyük Doğu mecmuasında neşretmeye başlar. Bunun üzerine Bediüzzaman talebelerini harekete geçirerek neşriyatı durdurur.

 

4. 1952’de Zübeyir Gündüzalp’in Necip Fazıl’a mektubundan iktibasla: «Şu ince noktayı siz gibi tasavvuf ehline arz ederiz ki; Risale-i Nur Bediüzzaman hazretlerinin irade ve ihtiyarı ile telif edilen bir eser değildir. Zaman zaman şedit ihtiyaç sıralarında ihtar-ı Rabbani ve ilham-ı İlahi ile yazdırılan Kur’an-ı Hakim’in yirminci asırdaki bir mucize-i maneviyesidir. Bu hüccetli ve aşikar hakikate nazaran; allâme-i cihan bir müellif dahi, Risale-i Nur’un bir cümlesinde bile değişiklik yapmaya asla cesaret edemez.»

 

5. 1946’da İstanbul’da Şemsettin Yeşil sadeleştirme teşebbüsünde bulunur. Bediüzzaman’ın ikazı ile durdurulur.

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Araştırmacı-Yazar Mustafa AKCA'nın Cuma Semineri sunumudurI. Bölüm: Sadeleştirmeye genel bir bakış

1- Kavram Olarak Sadeleştirme

SADELEŞTİRME NEDİR?

Herhangi bir konuda veya işte, insani bir faaliyet ürününün veya düşüncesinin, çeşitli yöntemler kullanılarak, belirli amaçlar ve insan kitleleri baz alınarak; yapısı, özü, bilgisi ve anlamı korunacak şekilde bir kısım özelliklerinden ve bileşenlerinden sıyırılması, yalınlaştırılarak tekrar üretilmesidir.

SADELEŞTİRME ÖRNEKLERİ

Resimde Kübizm ve Fütürizm gibi soyut sanat yaklaşımları

Felsefede indirgemecilik

Bilimde, örneğin Matematik’te sadeleştirme yapılması

Düşünce tarihinde: Katolik ahlakının Protestan ahlakı ile değiştirilmesi.

2- Felsefi arka plan

Hümanizm, Naturalizm ve Realizm’in etkisi

AMAÇ: Kutsal kitaplar ile bilim, edebiyat ve güzel sanatların Kilise’nin hâkimiyetinden kurtarılması.

ARAÇLAR: Romanlar, fabllar, deneme ve fıkra yazıları ile ansiklopedik metinler, güzel sanatlara ilişkin eserler.

Bu eserler, duygu, düşünce ve fikirlerin yalınlaştırılması yaklaşımıyla; metinlerin halkın anlayacağı dile indirgenmesi, doğallık, sadelik, aklîlik, günlük hayata uygunluk, gerçekçilik perspektifiyle ortaya konulmuştur.

NİHAİ HEDEF: İnsanın «Süperego»ya dönüştürülmesi, tanrı yerine insanın tanrı bilinci yerine hümanist felsefenin yerleştirilmesi

3- Bizde sadeleşme/sadeleştirme

Divan Edebiyat’ından Tanzimat Edebiyatı’na geçiş

Tanzimat edebiyatı bizde dilde sadeleşme işlevlini üstlenmiş bir kuşağın serencamıdır.

Son devir Osmanlı ve Cumhuriyet devri Edebiyatı

Tanzimat Edebiyatının hemen tüm özellikleri genel itibariyle korunmakla birlikte (hümanist yaklaşımlar) araya “Milliyetçilik” gibi bir kavram da eklenmiştir. Bu bakımdan Milliyetçilik, sadeleşme meselesinde, Hümanizmden sonra 2’nci Aşama olarak göze çarpar.

Tanzimat edebiyatı modernleşme, Cumhuriyet dönemi edebiyatı Batılılaşma ve Uluslaşma anlayışı etrafında döner.

1876 Anayasası’nda resmî dil olarak kabul edilen Türkçe, Cumhuriyet’le birlikte devletin müdahale ettiği bir alan olmuştur.

Bu dönemde zihniyet değişiminin ve ulusal birlik kaygılarının beraber harmanlanması söz konusudur.

Amaç, «Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milletinin kendi dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarması; hedef de “milli bir kültür yaratma» olarak belirlenmiştir.

«Sade Türkçe» ülküsü; Genç Kalemler Dergisi’nin 1911’de Selanik’te yayınlanan ‘Yeni Lisan’ makalesi ile su yüzüne çıkmıştır.

Türk kültürü ve tarihi el değmemiş bir hazine olarak kabul edilmiştir.

Sade bir dil savunulmakta, dilde karşılığı bulunan Arapça ve Farsça sözcüklerin kullanılmasından kaçınılmıştır.

Tanzimat Dönemi’nde dilde sadeleşme süreci yaşanırken, Cumhuriyet Dönemi’nde dilde Türkçeleşme çabaları göze çarpmaktadır.

Bu husus Harf İnkılabı’nın gerçekleştirilmesi ile beraber, yeni kelimeler uydurulması, Kur’an’ın Türkçeye tercüme edilmesi çalışmaları, Ezan’ın Türkçe okutulması, ibadet dilinin Türkçe olmasına çalışılması, edebi eserlerin sade ve günlük dile uyarlanması amacıyla tekrar yazılmaları gibi bir dizi faaliyetle ortaya çıkmıştır.

Dilde sadeleşme ile sadeleştirme girişimlerinin her iki devirde de en önemli aktörlerinden birisi basındır.

4- Bölümün değerlendirilmesi

a)Modern manada sadeleşme/sadeleştirme yaklaşımının felsefi temelini hümanizma felsefesi oluşturmaktadır.

b) Sadeleştirme ameliyesi, kutsal metinlerin indirgenmesi, onların yerini alacak yeni bilimsel, edebi, görsel, felsefi unsurların alması; insan düşüncesinin kutsal olan karşısında üstün gelmesi gibi pek çok arka plan hedefin genel bir ifadesidir.

c) Dil, insan aklı, düşüncesi ve üretimi için en önemli ve vazgeçilmez unsurdur; hatta biriciktir. İnsanın kullandığı dil, onun zeka, akıl, düşünce seviyesini; dini algı ve inancın durumunu; varlık yaklaşımını ortaya koyar.

İkinci Bölüm

Risale-i Nurların Sadeleştirilmesi

1- Sadeleştirmenin gerekliliği söylemi – Gerekçeler

Risaleler sanat eseri değil, Kur’an tefsiridir yaklaşımı: Risalelerin dili pek güzel ve sanatlı diye sadeleştirilmesine karşı çıkmak bağnaz aydınların sanat sanat içindir yaklaşımına benziyor.

Tercüme ve sadeleştirmenin aynı olduğu şeklindeki yaklaşım: Hadis bil mana oluyor, Kur’an’ın farklı dillere tercümesi oluyor da Risalelerin bil mana veya bil mana ittifak metinleri niye olmasın? Müceddid-i Elf-i Sani İmam Rabbani’nin tüm eserleri her ülkede kendi dilleriyle basılmış ve herkesin anlayacağı dilde yayınlanıyor. Bunda ne kötülük var?

Sadeleştirmeden maksat, eserlerdeki günümüz dilinde kullanılmayan kelimelerin günlük dilde kullanılan karşılıkları ile yer değiştirilmesi, böylece eserlerin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır. Risâle-i Nur'un lisânı ağır ve ağdalıdır; bu yüzden anlaşılamamaktadır. Bu eserler herkesin daha rahat anlayabilmesi için sadeleştirilmelidir.

2- Sadeleştirme teşebbüsleri

Yaşanmış olaylardan örnekler

1. Bediüzzaman tarafından “Nur’un manevi avukatı” olarak iltifat gören edib ve âlim insan Ahmed Feyzi (Kul) Efendi 1949 yılında Afyon hapsinde Bediüzzaman’a mektup yazarak Gençlik Rehberini sadeleştirerek yayınlamak arzusunda olduğunu arz edince, Bediüzzaman bu işe razı olmadığını şu cümleyle ifade eder: “Ancak o zaman benim imzamı değil, kendi imzanı atarsın.”

2. Bediüzzaman 1955’te talebesi Hüsrev Altınbaşak’a Muhakemat isimli eserini Kur’an hattıyla teksiri için gönderir. Hüsrev Altınbaşak ise Bediüzzaman’ın daha önce kendisine iltifaten verilmiş tanzim izinlerine binaen “Muhakemat bu haliyle anlaşılmaz” diyerek sadeleştirerek mumlu kâğıda basıp Bediüzzaman’a gönderir. Muhakemat’ın yeni halini gören Bediüzzaman neşri durdurur. Sonra talebelerini toplayarak, “Siz hakem olun. Bakın şurada ben şu manayı kastetmiştim, fakat o, bakınız başka şekilde anlamış ve yazmıştır. O halde bu şekilde Muhakemat olarak neşri caiz midir? diye sorar.”

3. Şu örnek de şair ve edip Necip Fazıl Kısakürek ile ilgilidir. 1952’de Necip Fazıl Risale-i Nur’dan bazı metinleri sadeleştirerek Büyük Doğu mecmuasında neşretmeye başlar. Bunun üzerine Bediüzzaman talebelerini harekete geçirerek neşriyatı durdurur.

4. 1952’de Zübeyir Gündüzalp’in Necip Fazıl’a mektubundan iktibasla: «Şu ince noktayı siz gibi tasavvuf ehline arz ederiz ki; Risale-i Nur Bediüzzaman hazretlerinin irade ve ihtiyarı ile telif edilen bir eser değildir. Zaman zaman şedit ihtiyaç sıralarında ihtar-ı Rabbani ve ilham-ı İlahi ile yazdırılan Kur’an-ı Hakim’in yirminci asırdaki bir mucize-i maneviyesidir. Bu hüccetli ve aşikar hakikate nazaran; allâme-i cihan bir müellif dahi, Risale-i Nur’un bir cümlesinde bile değişiklik yapmaya asla cesaret edemez.»

5. 1946’da İstanbul’da Şemsettin Yeşil sadeleştirme teşebbüsünde bulunur. Bediüzzaman’ın ikazı ile durdurulur.

6. 1963’te “Risâle-i Nur’un telif haklarını almaya çalışan Kayhan Selek ve Erdoğan Bakkalbaşı adlı avukatlar, garnizon komutanı, emniyet amiri ve bir manga askerle birlikte Said Nursî’nin varisi olan Abdülmecid Efendinin evine gelirler ve eserlerin telif haklarının devredilmesi için yazı imzalatırlar. Telif hakları alınarak Risale-i Nur’un müsaderesine çalışılması üzerine, Zübeyir Gündüzalp, Bekir Berk’i, Fırıncı’yı, Aytimur’u, Birinci’yi de alarak Ankara’ya gider.

Tahsin Tola’nın evinde Said Özdemir, Mustafa Sungur, Tahirî, Bayram, Hüsnü, Abdullah, Kırkıncı gibi on beş, on altı kişi ile meseleyi müzakere eden Nur Talebeleri mahkemeye müdahale etme kararı alırlar ve hemen Konya’ya hareket ederler.

“Mustafa Kırıkçı hapiste olduğu için Konya’da önce Abdülmecid Efendiyi ziyaret edip mahkemenin seyri hakkında bilgi alan Bekir Berk, Said Nursî’nin sağlığında kendisine verdiği vekâletnameyi mahkemeye verdikten sonra Risâle-i Nur’daki konu ile ilgili ifadeleri de içine alan hararetli ve haşmetli bir müdafaa yapar.

“Dâvâya bakan Balıkesirli hâkim, Bekir Berk’in yaptığı müdafaadan sonra ibraz ettiği belgelere dayanarak avukatların iddialarını reddedip veraset davasının düşmesine karar verince, Risale-i Nur Külliyatı hukukî bir tasalluttan kurtulur.

3- Risale-i Nur metinlerinde sadeleştirme meselesi

Risale metinlerinden örnekler

1. “Risale-i Nur’un mesaili ilimle, fikirle ve kastî bir ihtiyar ile değil, ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.” Kastamonu Lahikası.

2. “Hakaika dair mesailde külliyatları ve bazan da tafsilatları sunûhat-ı ilhamiye nevinden olduğundan hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’idir.” Barla Lahikası

3. «Malum olsun ki, bana deniliyor: insanlar diyorlarmış ki; onun eserlerinin çok yerlerini anlayamıyoruz. Böyle kalırsa, bu eserlerin zayi olmasından korkulur. Ben de derim: Her şeyin anahtarı elinde olan Cenab-ı Hakk’ın izniyle inşallah zayi olmayacaklardır. Ve bir zaman gelecek ekser dindar mütefekkirler onları anlayacaklardır. Çünkü bu risalelerdeki ekser meseleleri nefsimle tecrübe ettim. Furkan-ı Hakîm’in bana ita etmiş olduğu ilaçlardır. Bununla beraber mümkündür ki, sair insanlar, benim bitamamiha anladığım gibi anlamasınlar. Hem de ben sünühât-ı kalbiyemde, izahat için tasarruf yapmıyorum ki, tahririnden gelen acz ve tağyirinden gelen havf dolayısıyla… ancak kalbime doğduğu gibi yazıyorum.» Mesnevi-i Nuriye . A.Badıllı tercümesi.

4. « ‘Hattâ, evet, işte, şimdi, hem de, zîrâ, olan, şu, bu’ tekrarları, sizin gibi beni de usandırıyor. Başkasının tashîhine katiyen râzı olamıyorum. Zirâ, külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü, sözlerimle hiç münasebet ve ülfet peyda etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder.» Münazarat

5. “Hem telif ihtiyarımız dâhilinde değil.” Kastamonu Lahikası

6. «Âyet, (Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik. İbrahim Sûresi, 14:4) Risâle-i Nur’un Türkçe olmasını tahsin eder. ...Âyet, mânâ-i remzî cihetinde, vazife-i irsiyeti yapan Risâle-i Nur’u, efrâdı içinde hususî bir iltifatla dahil edip, lisân-ı Kur’ân olan Arâbî olmayarak, Türkçe olmasını takdir ediyor.» Sikke-i Tasdik-ı Gaybi.

7. “Benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlak, çoğu anlaşılmaz ve zahir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû -i iştihârı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika teshîlât ve suhûlet-i beyân, elbette bilâ şüphe bir eser-i inâyettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerim’in i’câz-ı mânevîsinin bir cilvesidir ve temsîlât- ı Kur’âniyenin bir temessülüdür ve in’ikâsıdır.”

8. «İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu hâlde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder-tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın. Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:

Bu durûs-u Kur'âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur'ân'ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü'l-a'mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz. » Mektubat-29.Mektup

II. Bölümün değerlendirilmesi

Risale-i Nurun davası tağutlarla mücadele olduğundan metni de, dili de ona muvafıktır.

Bu dilin en bâriz vasfı; Anadolu halkının, Türk ve Kürt dünyasının bilip kullandığı, İslâm Âleminin de âşinâ olduğu, yaşayan Türkçe ve Türkçeleşmiş kelimelerden müteşekkil, her türlü dinî duygunun, ilmî hakikatin dile getirilip, hayal zenginliğinin ve sanat güzelliğinin terennüm edilebileceği hayattar bir dil olmasıdır.

Risâle-i Nur’un nurlu lisânı, lâfızdan ziyade mânâya bakar, mânâya ehemmiyet verir. Yani sanat sanat içindir gibi bir yaklaşım ona izafe edilemez. Bu yönüyle de, Risâle-i Nur’un lisânı yeterince arıdır, durudur, sadedir, berraktır, sarihtir, fasîhtir.

Risale-i Nur’un her bahsini herkes anlamaz; anlaması da şart değildir.

Risâle-i Nur Külliyatı’nda muhataplarının yalnız akıllarına seslenmekle kalmayıp ruh, kalp, his, heves, hayal, duygu, düşünce gibi diğer insani hasselerine de de hitap ettiğinden, dilinde, insanı bütünü ile ihata eden bir müessiriyet de bulunmaktadır.

Risâle-i Nur’un üslûbu, vehbî ilmin mânevî merâtibini, âsumanî genişliğini, ruhanî yumuşaklığını, muhabbet sıcaklığını ve ikram-ı İlâhî ulviyetini taşıdığı için, akla ve ruha çok daha âşina ve yakındır.

Sadeleştirilme yoluyla Risale-i Nur’un Kur’an ve Hadis’ten süzülmüş kavram mimarisi bozulacaktır. Mimari hem estetik hem akustik hem ihtiyaç hem sağlam bir metin çatkısı hem de tenakuzlardan arınmışlığı sağlayan şeydir.

H.Bir eserin sadeleştirilmesi ile yabancı bir lisana tercümesi ise farklı şeylerdir. Tercümede kelimelerin ve kavramların karşılıkları değil, manaların karşılıkları esastır. Sadeleştirmede ise, kelimelerin karşılıkları esastır. Basit kelimeler de sorun ortaya çıkmayabilir fakat kavramların kelime karşıtlarının bulunması çoğu zaman mümkün olmaz. Ya kelime uydurma ya da yabancı başka lisandan alma yoluna gidilir. Bediüzzaman bazı kelimelerin eş anlamlılarını beraber kullanır (havf ve korku gibi) fakat kavramlar söz konusu olduğunda (uluhiyet, kader, haşr gibi) bunu yapmaktan kaçınır. Kavramları bir dilden bir dile veya aynı dilin tarihi süreç içindeki bir döneminden bir başka dönemine aktarmak, kelimeleri aktarmak kadar kolay değildir. Her bilimin ve alanın kendine mahsus bir terminolojisi vardır. Ancak bu kavramlar aracılığı ile o kavramın anahtarı olduğu, kapısı olduğu manalara ulaşılabilir. Ancak, kavram yok edilmiş ve yerine bir kelime konulmuş ve bu kelime de o kavramın anahtarlık ettiği manalara kapı açmıyorsa, artık ne anahtar ve ne de bu anahtar ile açılacak kapı ve arkasındaki mana hazinelerinden bahsetmek imkânı kalmamıştır.

Risale-i Nur bir kelimeler değil kavramlar mecmuasıdır. Çünkü bir Külliyat’tır. Külliyat bütün kelimeleri, kavramları, paragrafları, bölümleri kitapları birbirine entegre olan sistematik bir yazın topluluğu demektir. Bir kavramı değiştirdiğinizde, bütün sistem bozulur ve külliyat özelliğini yitirir.

Sadeleştirmenin mantığında Risale-i Nur dilinin tarihsel ve dönemsel olduğu, te’lif edildiği dönemin hâkim lisanına tabi olduğu düşüncesi yatmaktadır.

Aynı dilden aynı dile tercüme olan sadeleştirme orijinal metnin tahrif edilmesidir.

Sadeleştirme yerine Risale-i Nur’da şerh ve izah yapılmasına müsaade edilmiştir. Hatta bunun bir müsaadeden çok ehil olanlar için bir vazife olduğu bizzat Lahikalarda vurgulanmıştır. Ancak, bu şerh ve izah kelime karşılıklarının değil mana karşılıklarının anlaşılır bir dille anlatılmasıdır.

Risale-i Nurlarla ilgili olarak yapılması gereken işler Bediüzzaman tarafından belirlenmiştir: 1-şerh 2-izah 3-tekmil 4-tahşiye 5-neşir 6-talim 7-telif 8-tanzim 9-tertip 10-tefsir 11-tashih 12-beyan 13-ispat 14-cem 15-tafsil”. 15 vazifeye ilaveten başka yerlerde geçen “Tasvir ve Tasfiye” olarak sayılan iki adet vazifeyi.

Risale-i Nurlar; bir risaleler, mektuplar, aforizmalar, deneme ve hikâyeler manzumesidir; hem (b)ilim hem tasavvuf hem tefsir hem de sanat ve felsefe unsurlarını hâiz çok özel bir külliyattır. “Bediüzzaman” unvanına layık bir insanın hayat serencamı, birikimdir.

Zengin kelime dağarcığı ve tamlamalar, onun hayret veren bir edebi üsluba sahip olmasını da sağlamaktadır. Risalelerin, klasik tefsir anlayışı açısından pek de alışılmadık bir durum olarak bir ideologya/mefkûre ve filoloji/dil davası da vardır denilebilir.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Araştırmacı-Yazar Mustafa AKCA'nın Cuma Semineri sunumudurI. Bölüm: Sadeleştirmeye genel bir bakış

1- Kavram Olarak Sadeleştirme

SADELEŞTİRME NEDİR?

Herhangi bir konuda veya işte, insani bir faaliyet ürününün veya düşüncesinin, çeşitli yöntemler kullanılarak, belirli amaçlar ve insan kitleleri baz alınarak; yapısı, özü, bilgisi ve anlamı korunacak şekilde bir kısım özelliklerinden ve bileşenlerinden sıyırılması, yalınlaştırılarak tekrar üretilmesidir.

SADELEŞTİRME ÖRNEKLERİ

Resimde Kübizm ve Fütürizm gibi soyut sanat yaklaşımları

Felsefede indirgemecilik

Bilimde, örneğin Matematik’te sadeleştirme yapılması

Düşünce tarihinde: Katolik ahlakının Protestan ahlakı ile değiştirilmesi.

2- Felsefi arka plan

Hümanizm, Naturalizm ve Realizm’in etkisi

AMAÇ: Kutsal kitaplar ile bilim, edebiyat ve güzel sanatların Kilise’nin hâkimiyetinden kurtarılması.

ARAÇLAR: Romanlar, fabllar, deneme ve fıkra yazıları ile ansiklopedik metinler, güzel sanatlara ilişkin eserler.

Bu eserler, duygu, düşünce ve fikirlerin yalınlaştırılması yaklaşımıyla; metinlerin halkın anlayacağı dile indirgenmesi, doğallık, sadelik, aklîlik, günlük hayata uygunluk, gerçekçilik perspektifiyle ortaya konulmuştur.

NİHAİ HEDEF: İnsanın «Süperego»ya dönüştürülmesi, tanrı yerine insanın tanrı bilinci yerine hümanist felsefenin yerleştirilmesi

3- Bizde sadeleşme/sadeleştirme

Divan Edebiyat’ından Tanzimat Edebiyatı’na geçiş

Tanzimat edebiyatı bizde dilde sadeleşme işlevlini üstlenmiş bir kuşağın serencamıdır.

Son devir Osmanlı ve Cumhuriyet devri Edebiyatı

Tanzimat Edebiyatının hemen tüm özellikleri genel itibariyle korunmakla birlikte (hümanist yaklaşımlar) araya “Milliyetçilik” gibi bir kavram da eklenmiştir. Bu bakımdan Milliyetçilik, sadeleşme meselesinde, Hümanizmden sonra 2’nci Aşama olarak göze çarpar.

Tanzimat edebiyatı modernleşme, Cumhuriyet dönemi edebiyatı Batılılaşma ve Uluslaşma anlayışı etrafında döner.

1876 Anayasası’nda resmî dil olarak kabul edilen Türkçe, Cumhuriyet’le birlikte devletin müdahale ettiği bir alan olmuştur.

Bu dönemde zihniyet değişiminin ve ulusal birlik kaygılarının beraber harmanlanması söz konusudur.

Amaç, «Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milletinin kendi dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarması; hedef de “milli bir kültür yaratma» olarak belirlenmiştir.

«Sade Türkçe» ülküsü; Genç Kalemler Dergisi’nin 1911’de Selanik’te yayınlanan ‘Yeni Lisan’ makalesi ile su yüzüne çıkmıştır.

Türk kültürü ve tarihi el değmemiş bir hazine olarak kabul edilmiştir.

Sade bir dil savunulmakta, dilde karşılığı bulunan Arapça ve Farsça sözcüklerin kullanılmasından kaçınılmıştır.

Tanzimat Dönemi’nde dilde sadeleşme süreci yaşanırken, Cumhuriyet Dönemi’nde dilde Türkçeleşme çabaları göze çarpmaktadır.

Bu husus Harf İnkılabı’nın gerçekleştirilmesi ile beraber, yeni kelimeler uydurulması, Kur’an’ın Türkçeye tercüme edilmesi çalışmaları, Ezan’ın Türkçe okutulması, ibadet dilinin Türkçe olmasına çalışılması, edebi eserlerin sade ve günlük dile uyarlanması amacıyla tekrar yazılmaları gibi bir dizi faaliyetle ortaya çıkmıştır.

Dilde sadeleşme ile sadeleştirme girişimlerinin her iki devirde de en önemli aktörlerinden birisi basındır.

4- Bölümün değerlendirilmesi

a)Modern manada sadeleşme/sadeleştirme yaklaşımının felsefi temelini hümanizma felsefesi oluşturmaktadır.

b) Sadeleştirme ameliyesi, kutsal metinlerin indirgenmesi, onların yerini alacak yeni bilimsel, edebi, görsel, felsefi unsurların alması; insan düşüncesinin kutsal olan karşısında üstün gelmesi gibi pek çok arka plan hedefin genel bir ifadesidir.

c) Dil, insan aklı, düşüncesi ve üretimi için en önemli ve vazgeçilmez unsurdur; hatta biriciktir. İnsanın kullandığı dil, onun zeka, akıl, düşünce seviyesini; dini algı ve inancın durumunu; varlık yaklaşımını ortaya koyar.

İkinci Bölüm

Risale-i Nurların Sadeleştirilmesi

1- Sadeleştirmenin gerekliliği söylemi – Gerekçeler

Risaleler sanat eseri değil, Kur’an tefsiridir yaklaşımı: Risalelerin dili pek güzel ve sanatlı diye sadeleştirilmesine karşı çıkmak bağnaz aydınların sanat sanat içindir yaklaşımına benziyor.

Tercüme ve sadeleştirmenin aynı olduğu şeklindeki yaklaşım: Hadis bil mana oluyor, Kur’an’ın farklı dillere tercümesi oluyor da Risalelerin bil mana veya bil mana ittifak metinleri niye olmasın? Müceddid-i Elf-i Sani İmam Rabbani’nin tüm eserleri her ülkede kendi dilleriyle basılmış ve herkesin anlayacağı dilde yayınlanıyor. Bunda ne kötülük var?

Sadeleştirmeden maksat, eserlerdeki günümüz dilinde kullanılmayan kelimelerin günlük dilde kullanılan karşılıkları ile yer değiştirilmesi, böylece eserlerin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır. Risâle-i Nur'un lisânı ağır ve ağdalıdır; bu yüzden anlaşılamamaktadır. Bu eserler herkesin daha rahat anlayabilmesi için sadeleştirilmelidir.

2- Sadeleştirme teşebbüsleri

Yaşanmış olaylardan örnekler

1. Bediüzzaman tarafından “Nur’un manevi avukatı” olarak iltifat gören edib ve âlim insan Ahmed Feyzi (Kul) Efendi 1949 yılında Afyon hapsinde Bediüzzaman’a mektup yazarak Gençlik Rehberini sadeleştirerek yayınlamak arzusunda olduğunu arz edince, Bediüzzaman bu işe razı olmadığını şu cümleyle ifade eder: “Ancak o zaman benim imzamı değil, kendi imzanı atarsın.”

2. Bediüzzaman 1955’te talebesi Hüsrev Altınbaşak’a Muhakemat isimli eserini Kur’an hattıyla teksiri için gönderir. Hüsrev Altınbaşak ise Bediüzzaman’ın daha önce kendisine iltifaten verilmiş tanzim izinlerine binaen “Muhakemat bu haliyle anlaşılmaz” diyerek sadeleştirerek mumlu kâğıda basıp Bediüzzaman’a gönderir. Muhakemat’ın yeni halini gören Bediüzzaman neşri durdurur. Sonra talebelerini toplayarak, “Siz hakem olun. Bakın şurada ben şu manayı kastetmiştim, fakat o, bakınız başka şekilde anlamış ve yazmıştır. O halde bu şekilde Muhakemat olarak neşri caiz midir? diye sorar.”

3. Şu örnek de şair ve edip Necip Fazıl Kısakürek ile ilgilidir. 1952’de Necip Fazıl Risale-i Nur’dan bazı metinleri sadeleştirerek Büyük Doğu mecmuasında neşretmeye başlar. Bunun üzerine Bediüzzaman talebelerini harekete geçirerek neşriyatı durdurur.

4. 1952’de Zübeyir Gündüzalp’in Necip Fazıl’a mektubundan iktibasla: «Şu ince noktayı siz gibi tasavvuf ehline arz ederiz ki; Risale-i Nur Bediüzzaman hazretlerinin irade ve ihtiyarı ile telif edilen bir eser değildir. Zaman zaman şedit ihtiyaç sıralarında ihtar-ı Rabbani ve ilham-ı İlahi ile yazdırılan Kur’an-ı Hakim’in yirminci asırdaki bir mucize-i maneviyesidir. Bu hüccetli ve aşikar hakikate nazaran; allâme-i cihan bir müellif dahi, Risale-i Nur’un bir cümlesinde bile değişiklik yapmaya asla cesaret edemez.»

5. 1946’da İstanbul’da Şemsettin Yeşil sadeleştirme teşebbüsünde bulunur. Bediüzzaman’ın ikazı ile durdurulur.

6. 1963’te “Risâle-i Nur’un telif haklarını almaya çalışan Kayhan Selek ve Erdoğan Bakkalbaşı adlı avukatlar, garnizon komutanı, emniyet amiri ve bir manga askerle birlikte Said Nursî’nin varisi olan Abdülmecid Efendinin evine gelirler ve eserlerin telif haklarının devredilmesi için yazı imzalatırlar. Telif hakları alınarak Risale-i Nur’un müsaderesine çalışılması üzerine, Zübeyir Gündüzalp, Bekir Berk’i, Fırıncı’yı, Aytimur’u, Birinci’yi de alarak Ankara’ya gider.

Tahsin Tola’nın evinde Said Özdemir, Mustafa Sungur, Tahirî, Bayram, Hüsnü, Abdullah, Kırkıncı gibi on beş, on altı kişi ile meseleyi müzakere eden Nur Talebeleri mahkemeye müdahale etme kararı alırlar ve hemen Konya’ya hareket ederler.

“Mustafa Kırıkçı hapiste olduğu için Konya’da önce Abdülmecid Efendiyi ziyaret edip mahkemenin seyri hakkında bilgi alan Bekir Berk, Said Nursî’nin sağlığında kendisine verdiği vekâletnameyi mahkemeye verdikten sonra Risâle-i Nur’daki konu ile ilgili ifadeleri de içine alan hararetli ve haşmetli bir müdafaa yapar.

“Dâvâya bakan Balıkesirli hâkim, Bekir Berk’in yaptığı müdafaadan sonra ibraz ettiği belgelere dayanarak avukatların iddialarını reddedip veraset davasının düşmesine karar verince, Risale-i Nur Külliyatı hukukî bir tasalluttan kurtulur.

3- Risale-i Nur metinlerinde sadeleştirme meselesi

Risale metinlerinden örnekler

1. “Risale-i Nur’un mesaili ilimle, fikirle ve kastî bir ihtiyar ile değil, ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.” Kastamonu Lahikası.

2. “Hakaika dair mesailde külliyatları ve bazan da tafsilatları sunûhat-ı ilhamiye nevinden olduğundan hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’idir.” Barla Lahikası

3. «Malum olsun ki, bana deniliyor: insanlar diyorlarmış ki; onun eserlerinin çok yerlerini anlayamıyoruz. Böyle kalırsa, bu eserlerin zayi olmasından korkulur. Ben de derim: Her şeyin anahtarı elinde olan Cenab-ı Hakk’ın izniyle inşallah zayi olmayacaklardır. Ve bir zaman gelecek ekser dindar mütefekkirler onları anlayacaklardır. Çünkü bu risalelerdeki ekser meseleleri nefsimle tecrübe ettim. Furkan-ı Hakîm’in bana ita etmiş olduğu ilaçlardır. Bununla beraber mümkündür ki, sair insanlar, benim bitamamiha anladığım gibi anlamasınlar. Hem de ben sünühât-ı kalbiyemde, izahat için tasarruf yapmıyorum ki, tahririnden gelen acz ve tağyirinden gelen havf dolayısıyla… ancak kalbime doğduğu gibi yazıyorum.» Mesnevi-i Nuriye . A.Badıllı tercümesi.

4. « ‘Hattâ, evet, işte, şimdi, hem de, zîrâ, olan, şu, bu’ tekrarları, sizin gibi beni de usandırıyor. Başkasının tashîhine katiyen râzı olamıyorum. Zirâ, külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü, sözlerimle hiç münasebet ve ülfet peyda etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder.» Münazarat

5. “Hem telif ihtiyarımız dâhilinde değil.” Kastamonu Lahikası

6. «Âyet, (Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik. İbrahim Sûresi, 14:4) Risâle-i Nur’un Türkçe olmasını tahsin eder. ...Âyet, mânâ-i remzî cihetinde, vazife-i irsiyeti yapan Risâle-i Nur’u, efrâdı içinde hususî bir iltifatla dahil edip, lisân-ı Kur’ân olan Arâbî olmayarak, Türkçe olmasını takdir ediyor.» Sikke-i Tasdik-ı Gaybi.

7. “Benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlak, çoğu anlaşılmaz ve zahir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû -i iştihârı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika teshîlât ve suhûlet-i beyân, elbette bilâ şüphe bir eser-i inâyettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerim’in i’câz-ı mânevîsinin bir cilvesidir ve temsîlât- ı Kur’âniyenin bir temessülüdür ve in’ikâsıdır.”

8. «İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu hâlde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder-tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın. Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:

Bu durûs-u Kur'âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur'ân'ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü'l-a'mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz. » Mektubat-29.Mektup

II. Bölümün değerlendirilmesi

Risale-i Nurun davası tağutlarla mücadele olduğundan metni de, dili de ona muvafıktır.

Bu dilin en bâriz vasfı; Anadolu halkının, Türk ve Kürt dünyasının bilip kullandığı, İslâm Âleminin de âşinâ olduğu, yaşayan Türkçe ve Türkçeleşmiş kelimelerden müteşekkil, her türlü dinî duygunun, ilmî hakikatin dile getirilip, hayal zenginliğinin ve sanat güzelliğinin terennüm edilebileceği hayattar bir dil olmasıdır.

Risâle-i Nur’un nurlu lisânı, lâfızdan ziyade mânâya bakar, mânâya ehemmiyet verir. Yani sanat sanat içindir gibi bir yaklaşım ona izafe edilemez. Bu yönüyle de, Risâle-i Nur’un lisânı yeterince arıdır, durudur, sadedir, berraktır, sarihtir, fasîhtir.

Risale-i Nur’un her bahsini herkes anlamaz; anlaması da şart değildir.

Risâle-i Nur Külliyatı’nda muhataplarının yalnız akıllarına seslenmekle kalmayıp ruh, kalp, his, heves, hayal, duygu, düşünce gibi diğer insani hasselerine de de hitap ettiğinden, dilinde, insanı bütünü ile ihata eden bir müessiriyet de bulunmaktadır.

Risâle-i Nur’un üslûbu, vehbî ilmin mânevî merâtibini, âsumanî genişliğini, ruhanî yumuşaklığını, muhabbet sıcaklığını ve ikram-ı İlâhî ulviyetini taşıdığı için, akla ve ruha çok daha âşina ve yakındır.

Sadeleştirilme yoluyla Risale-i Nur’un Kur’an ve Hadis’ten süzülmüş kavram mimarisi bozulacaktır. Mimari hem estetik hem akustik hem ihtiyaç hem sağlam bir metin çatkısı hem de tenakuzlardan arınmışlığı sağlayan şeydir.

H.Bir eserin sadeleştirilmesi ile yabancı bir lisana tercümesi ise farklı şeylerdir. Tercümede kelimelerin ve kavramların karşılıkları değil, manaların karşılıkları esastır. Sadeleştirmede ise, kelimelerin karşılıkları esastır. Basit kelimeler de sorun ortaya çıkmayabilir fakat kavramların kelime karşıtlarının bulunması çoğu zaman mümkün olmaz. Ya kelime uydurma ya da yabancı başka lisandan alma yoluna gidilir. Bediüzzaman bazı kelimelerin eş anlamlılarını beraber kullanır (havf ve korku gibi) fakat kavramlar söz konusu olduğunda (uluhiyet, kader, haşr gibi) bunu yapmaktan kaçınır. Kavramları bir dilden bir dile veya aynı dilin tarihi süreç içindeki bir döneminden bir başka dönemine aktarmak, kelimeleri aktarmak kadar kolay değildir. Her bilimin ve alanın kendine mahsus bir terminolojisi vardır. Ancak bu kavramlar aracılığı ile o kavramın anahtarı olduğu, kapısı olduğu manalara ulaşılabilir. Ancak, kavram yok edilmiş ve yerine bir kelime konulmuş ve bu kelime de o kavramın anahtarlık ettiği manalara kapı açmıyorsa, artık ne anahtar ve ne de bu anahtar ile açılacak kapı ve arkasındaki mana hazinelerinden bahsetmek imkânı kalmamıştır.

Risale-i Nur bir kelimeler değil kavramlar mecmuasıdır. Çünkü bir Külliyat’tır. Külliyat bütün kelimeleri, kavramları, paragrafları, bölümleri kitapları birbirine entegre olan sistematik bir yazın topluluğu demektir. Bir kavramı değiştirdiğinizde, bütün sistem bozulur ve külliyat özelliğini yitirir.

Sadeleştirmenin mantığında Risale-i Nur dilinin tarihsel ve dönemsel olduğu, te’lif edildiği dönemin hâkim lisanına tabi olduğu düşüncesi yatmaktadır.

Aynı dilden aynı dile tercüme olan sadeleştirme orijinal metnin tahrif edilmesidir.

Sadeleştirme yerine Risale-i Nur’da şerh ve izah yapılmasına müsaade edilmiştir. Hatta bunun bir müsaadeden çok ehil olanlar için bir vazife olduğu bizzat Lahikalarda vurgulanmıştır. Ancak, bu şerh ve izah kelime karşılıklarının değil mana karşılıklarının anlaşılır bir dille anlatılmasıdır.

Risale-i Nurlarla ilgili olarak yapılması gereken işler Bediüzzaman tarafından belirlenmiştir: 1-şerh 2-izah 3-tekmil 4-tahşiye 5-neşir 6-talim 7-telif 8-tanzim 9-tertip 10-tefsir 11-tashih 12-beyan 13-ispat 14-cem 15-tafsil”. 15 vazifeye ilaveten başka yerlerde geçen “Tasvir ve Tasfiye” olarak sayılan iki adet vazifeyi.

Risale-i Nurlar; bir risaleler, mektuplar, aforizmalar, deneme ve hikâyeler manzumesidir; hem (b)ilim hem tasavvuf hem tefsir hem de sanat ve felsefe unsurlarını hâiz çok özel bir külliyattır. “Bediüzzaman” unvanına layık bir insanın hayat serencamı, birikimdir.

Zengin kelime dağarcığı ve tamlamalar, onun hayret veren bir edebi üsluba sahip olmasını da sağlamaktadır. Risalelerin, klasik tefsir anlayışı açısından pek de alışılmadık bir durum olarak bir ideologya/mefkûre ve filoloji/dil davası da vardır denilebilir.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

10 Eylül 2014 Çarşamba 09:20

[h=1]Hüsrev Efendi ve sadeleştirme birarada düşünülemez[/h]

Risale-i Nur'un sadeleştirilmesi tartışmalarında zaman zaman Hüsrev Altınbaşak ile ilgili verilen örneklerin yanlış olduğu açıklandı

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Risale-i Nur'un sadeleştirilmesi tartışmalarında zaman zaman Hüsrev Altınbaşak ile ilgili verilen örneklerin yanlış olduğu açıklandı.

 

Risaleonline sitesinde, "Risale-i Nur'un baş kâtibi ve Üstad Bediüzzaman'ın en yakın talebesi olarak bilinen Hüsrev Efendi'nin yazmış olduğu bazı risalelerde sadeleştirme sayılabilecek müdahalelerde bulunmasının" imkansız olduğu belirtildi.

 

Açıklama aynen şöyle:

 

Bu gibi yâ tamamen aslı olmayan, ya da şekli, rengi ve mahiyeti değiştirilmiş muvazenesiz rivayetlerle Hüsrev Efendi'yi risaleler üzerinde sadeleştirme yapan biri gibi göstermek hem ona, hem Risale-i Nur'a, hem Bediüzzaman Hazretleri'nde, hem de hakikate karşı yapılmış büyük bir haksızlıktır. Çünkü O, Risale-i Nur'un baş kâtibidir. Aslı Kur'ân yazısıyla (Osmanlıca olarak) yazılmış olan Risale-i Nur'un bu günlere sıhhatli bir şekilde ulaşmasında en büyük pay şüphesiz onun emsalsiz kalemine aittir. Bediüzzaman Hazretleri Hüsrev Efendi'nin kaleminin kerametli bir kalem olduğunu, fikrinin istikametini, Risale-i Nur'a ilâhî bir inayet altında hizmet ettiğini, inâyet-i ilâhiye tarafından vazifelendirilmiş olduğunu, ihlas sırrına tam mazhar olduğunu Risale-i Nur Külliyatı'nın muhtelif yerlerinde defalarca vurgulamıştır. Kendisi Bediüzzaman Hazretleri'nin en sevdiği, en güvendiği ve bütün talebelerine örnek gösterdiği ve "Hüsrev'i benim yerimde biliniz" (Osmanlıca Şuâlar, s. 533) dediği bir talebesidir.

 

Risale-i Nur'un neşrinde son derece titiz ve bütün hayatını bu uğurda feda etmiş bir insanı, Risaleler üzerinde rastgele tasarruflarda bulunan biri gibi göstermek yalnız onun manevî şahsiyetini incitmek değil, Risale-i Nur'un güvenilirliğine de halel verecek bir aymazlığın göstergesidir. Hâşâ, "En birinci talebe böyle gafletle davranmışsa, diğerleri neler yapmıştır!?" dedirtebilecek büyük bir gaflettir.

 

Müsbet bir üslub taşımayan ve Hüsrev Efendi'nin ve cematinin hukukunu hiç dikkate almayan gıybet ve iftira üslubundaki bu tür beyanlar, hiç şübhe yok ki Hüsrev Efendi aleyhtarlığı sınıfına girmektedir. Onun Risale-i Nur'la imana Kur'an'a ve bu vatan ve millete ettiği hizmetin Türkiye'ye komünizmin girmesine mani olduğunu ve gelecek nesilleri büyük bir tehlikeden kurtarmaya vesile olduğunu beyan eden Üstad Bediüzzaman Hazretleri (Bkz. Osmanlıca Şuâlar, c. s. 553) bu büyük hizmetlerinden dolayı Hüsrev Efendi'nin aleyhinde bulunmanın ne kadar büyük bir zarar olduğunu bizzat kendisi şöyle ifade ediyor:

 

"Ben size ilan ederim ki; Hüsrev’in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azim hıyanettir." (Osmanlıca Şuâlar, s. 546)

 

Üstelik bu mektubun baş kısmında: "Gizli düşmanlarımız iki plânı takib ediyorlar. Birisi, beni ihanetlerle çürütmek; ikincisi, mabeynimize bir soğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkid ve itiraz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır." diyerek Hüsrev Efendi aleyhdarlığının, aslında Risale-i Nur'un gizli düşmanlarının Nur Talebelerini parçalamak için tertibledikleri bir plan olduğunu haber vermektedir. Bediüzzaman Hazretleri'nin hayatında olduğu gibi vefatından sonra da bu menfî plan aynen işletilmiş, ortalığa pek çok iftira ve aleyhde beyanlar savrulmuştur. Bunların bir kısmı tamamen asılsız iftira iken, bir kısmı yaşanmış bazı meselelerin çarpıtılarak mahiyetinin tam tersine dönüştürülmesiyle ortaya atılmış karalamalardır.

 

Maalesef bazı kimseler uzun yıllardır alışageldikleri ve kanıksadıkları bu pervasız tavırlarına günümüzde de devam etmektedirler. Bazı kimseler de eskiden yazılıp neşredilmiş bu gibi pek çok iftira ve karalamaların nâkili olmayı normal bir şeymiş gibi görmekteler. Hâlbuki Hüsrev Efendi aleyhdarlığı yapanlar, -Hazret-i Üstad'ın tabiriyle- hem bizzat Üstad'ın, hem Risale-i Nur'un hukukunu çiğniyor, hem de bilmeyerek din düşmanlarının ekmeğine yağ sürmüş oluyorlar.

 

Son olarak Hz. Aişe (r.anhâ)'ya atılan iftira münasebetiyle indirilen bir âyet, Müslümanlar hakkında, bilhassa dine pek büyük hizmetleri geçmiş insanlar hakkında böyle yakışıksız sözleri nakletmekten bizleri şöyle nehyetmektedir:

 

"Onu (o iftirayı) işittiğiniz zaman, gerek erkek mü’minlerin ve gerekse kadın mü’minlerin, kendi vicdanlarıyla hüsn-i zanda bulunarak: '(Böyle bir şey olamaz!) Bu apaçık bir iftirâdır!' demeleri gerekmez miydi?" (Nur Sûresi, 12. âyet)

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • 1 Monat später...

NURLARIN SADELEŞTİRİLMESİ, SUFFA VAKFINDAN MUSTAFA KARAMAN KARDEŞİMİZİN HAKİKATLARA AYKIRI BEYANLARI VE KIRKINCI HOCAMIZA DÜŞEN VAZİFE

 

Yıllardır kurucusu ve mütevelli heyet üyesi olduğum Suffa Vakfından kardeşimiz ve Nurlara vâkıf olduğuna... inandığımız Mustafa Karaman Bey, sahası olmadığı halde Nurlar aleyhinde tamamen hakikatlere muhâlif ve kıyas maal-fârık diyeceğimiz bir açıklamada bulunmuş. Bana gelen çok sayıda talep üzerine, omuzlarında gezen akrebi haber verme nev’inden kanaatlerimi ifade etmek istiyorum.

Unutulmamalıdır ki, Risale-i Nur bir kelimeler değil kavramlar mecmuasıdır. Çünkü bir Külliyat’tır. Külliyat bütün kelimeleri, kavramları, paragrafları, bölümleri kitapları birbirine entegre olan sistematik bir yazın topluluğu demektir. Bir kavramı değiştirdiğinizde, bütün sistem bozulur ve külliyat özelliğini yitirir.

 

TERCÜME İLE SADELEŞTİRMEYİ BİRBİRİNE BENZETMEK KIYAS-I MALFÂRIKTIR VE TAMAMEN CERBEZEDİR.

 

Bilindiği gibi İslam âlimleri Kur’an’ın aynen tercüme edilemeyeceğiniz, istisnâî ve azınlıkta kalan bazı görüşler dışında tercümelerinin namazda okunamayacağını hükme bağlamışlardır. Ancak Arap olmayan Müslümanların istifade edebilmesi için, başka diller tercüme edilebileceğini ve hatta buna tercüme değil meal denilmesi gerektiğini açıkça beyân eylemişlerdir. ZİRA TERCÜME AYRIDIR; KUR’ANIN İBARELERİNİ DEĞİŞTİREREK KUR’AN DİYE SUNMAK TAMAMEN AYRIDIR; SADELEŞTİRME İKİNCİ GRUBA GİRMEKTEDİR.

 

Burada kesin olarak belirtmek istiyoruz ki, biz asla Kur’an ile haşa Risâle-i Nuru aynı kefeye koymak gibi bir hataya düşmek için yukarıdaki sözleri sarfetmiyoruz. Belki bir hakikatın izahı için misal veriyoruz. Ancak UNUTMAYALIM Kİ, RİSÂLE-İ NUR KUR’AN’IN HAKİKİ BİR TEFSİRİDİR VE BEDİÜZZAMAN TARAFINDAN “Sonradan tashih ve tanzim etmeye mezun değiliz” DENİLEREK SADELEŞTİRİLMESİNE MÜSAADE EDİLMEMİŞTİR. BÜTÜN RÜKÜN NUR TALEBELERİ AĞABEYLER VE NUR CEMAATİ BU KONUDA NEREDEYSE İCMA HALİNDEDİR.

Risâle-i Nur’un yabancı dillere tercümelerinin Nurların suyunun suyu olduğu ve sadeleştirmenin ise Kur’an ve Hadise vâkıf insanlar tarafından yapıldığı iddiası yersiz ve uzmanlık alanını taştığı için yine cerbezedir. Zira BİR DİLİ İYİ BİLEN BİR İNSAN ÇOK İYİ BİLMEDİĞİ BİR DİLDEN YAHUT ÇOK İYİ BİLDİĞİ BİR BAŞKA DİLDEN ÇOK RAHAT TERCÜME YAPABİLİR; ANCAK HAK DİNİ KUR’AN DİLİ YAHUT RİSÂLE-İ NUR GİBİ ÜSLUB-I ÂLÎ İLE KALEME ALINAN ESERLERİ, SADELEŞTİRME HAKKINA SADECE MÜELLİFLERİ SAHİPTİR. AKSİ TAKDİRDE SOYULMUŞ PORTAKALA DÖNERLER. Kaldı ki yapılan tercümeler, ya İhsan Kasımî Ağabey’in Arapça tercümelerinden yahut da Şükran Vâhide ablamızın İngilizce tercümesinden yapılmaktadır. Yapılan tercümeler, o dili bilen Nur Talebeleri tarafından da tetkik edilmektedir. YANİ SUYUNUN SUYU DEĞİLDİR.

 

Sadeleştirmeyi yapanların ehliyeti konusunda da aynı kanaatte değilim. Ne gibi fâhiş hatalar yaptıklarını bir kardeşimiz, 300 sayfalık bir kitapla isbat eylemiştir. Uzatmamak için misallere girmiyorum.

 

KIRKINCI HOCAM’A DÜŞEN VAZİFE; ÇOK YAKIN OLDUĞUNUZ BU ŞAHSIN FİKİRLERİNİ TASVİP EDİYOR MUSUNUZ?

 

Mehmed Kırıkıncı Hocamın Nurlar konusundaki görüşlerini, Nurlara ve Ağabeylere olan sadakatini iyi bilenlerden ve hürmet edenlerden biriyim. Nurları anlamakta en çok istifade ettiğim Muhterem Hocam olduğunu şerefle ilan ediyorum. Nurların izahı konusunda, Kırkıncı Hocamın ayağının topuğuna ulaşamayanların suiistimal ettiğini de bilenlerdenim. Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin Hocamın izahlarını nasıl tasvip ettiğini ağabeylerden dinlemişim. Bediüzzaman’ın duasına mazhar olduğundan da haberdarım. İşte bu sebeplerle, Kırkıncı Hocam, kendisine çok yakın olan bu kardeşimizin, yanlış fikrini tashih etmesi gerektiğini düşünüyorum. Acaba bu kardeşimiz sadeleştirme virüsünü kimlerden kaptı? Diye merak ediyorum.

 

“GENÇLERİN ANLAMASI İÇİN NURLARIN BAZI YERLERİNİ SADELEŞTİRSEK OLUR MU?” SORUSU ÜZERİNE ÜSTADIMIZ: “O ZAMAN O ESER BENİM OLMAZ; İSMİMİ SİLER, KİTABA KENDİ İSMİNİ YAZARSIN” BUYURUR

 

Risale-i Nur Külliyatı yaklaşık altı bin sayfadan mürekkep, bu asrın hükümlerine ve içtimâî hayatına bakan ve Kur’ân’dan aldığı mu’ciz hakikatleri iman eksenli olarak âhir zamandaki iman dersleri ihtiyacatına uygun olarak mükemmel bir üslûp ile ispat eden çok yüksek derecede dil ve anlatım özelliklerine sahip bir Kur’ân tefsiridir.

Ahmed Feyzi Ağabey Üstadımıza gelerek “Gençlerin anlaması için Nurların bazı yerlerini sadeleştirsek olur mu?” sorusu üzerine Üstadımız: “O zaman o eser benim olmaz; ismimi siler, kitaba kendi ismini yazarsın” buyurur. Gerek Nurlarda gerekse de hatıralarda bu gibi hususlar çokça zikredilmiş. Hatta Üstadımız “Sonradan tashih ve tanzim etmeye mezun değiliz” tabiriyle kendinin bile kalem karıştıramayacağını ve bu husustaki hassasiyetini çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Üstadımızın ve varislerinin bu hassasiyetini idrak edemeyenler Nurları anlamamış kimselerdir.

 

YAŞANMIŞ HADİSELER:

 

1. Bediüzzaman tarafından “Nur’un manevi avukatı” olarak iltifat gören edib ve alim insan Ahmed Feyzi (Kul) Efendi 1949 yılında Afyon hapsinde Bediüzzaman’a mektup yazarak Gençlik Rehberini sadeleştirerek yayınlamak arzusunda olduğunu arzedince, Bediüzzaman bu işe razı olmadığını şu cümleyle ifade eder: “Ancak o zaman benim imzamı değil, kendi imzanı atarsın.”

 

2. Bediüzzaman 1955’te talebesi Hüsrev Altınbaşak’a Muhakemat isimli eserini Kur’an hattıyla teksiri için gönderir. Hüsrev Altınbaşak ise Bediüzzaman’ın daha önce kendisine iltifaten verilmiş tanzim izinlerine binaen “Muhakemat bu haliyle anlaşılmaz” diyerek sadeleştirerek mumlu kağıda basıp Bediüzzaman’a gönderir. Muhakemat’ın yeni halini gören Bediüzzaman neşri durdurur. Sonra talebelerini toplayarak, “Siz hakem olun. Bakın şurada ben şu manayı kastetmiştim, fakat o, bakınız başka şekilde anlamış ve yazmıştır. O halde bu şekilde Muhakemat olarak neşri caiz midir? diye sorar.”

 

3. Şu örnek de şair ve edip Necip Fazıl Kısakürek ile ilgilidir. 1952’de Necip Fazıl Risale-i Nur’dan bazı metinleri sadeleştirerek Büyük Doğu mecmuasında neşretmeye başlar. Bunun üzerine Bediüzzaman talebelerini harekete geçirerek neşriyatı durdurur.

 

4. 1952’de Zübeyir Gündüzalp’in Necip Fazıl’a mektubundan iktibasla: «Şu ince noktayı siz gibi tasavvuf ehline arz ederiz ki; Risale-i Nur Bediüzzaman hazretlerinin irade ve ihtiyarı ile telif edilen bir eser değildir. Zaman zaman şedit ihtiyaç sıralarında ihtar-ı Rabbani ve ilham-ı İlahi ile yazdırılan Kur’an-ı Hakim’in yirminci asırdaki bir mucize-i maneviyesidir. Bu hüccetli ve aşikar hakikate nazaran; allâme-i cihan bir müellif dahi, Risale-i Nur’un bir cümlesinde bile değişiklik yapmaya asla cesaret edemez.»

 

5. 1946’da İstanbul’da Şemsettin Yeşil sadeleştirme teşebbüsünde bulunur. Bediüzzaman’ın ikazı ile durdurulur.

 

6. Hocaefendi ekibinden bu işli ilk deneyen Abdullah Aymaz’dır. Ancak ilim kokusunu alan bu zat, sadeleştirme dememiş; belki Nurları kendi eserleri gibi sadeleştirerek neşretmiştir.

 

7. İlk sadeleştrime fitnesini başlatan Hocaefendiden aldığı izinle, Şemseddin Nuri ve bilinen adıyla Latif Erdoğan olmuştur. O ZAMAN AĞABEYLER, TAMAMIYLA BU HAREKETİ TASVİP ETMEDİKLERİNİ ZAMAN GAZETESİNE VE HOCAEFENDİ'YE BİLDİRMİŞLERDİR.

 

8. Şu anda basılan sadeleştirmeleri yapanların ne kadar fahiş hatalar yaptıkları konusunda ilmî tenkitler hazırlanmış ve bir kısmı da yayınlanmıştır.

 

HOCAEFENDİ’NİN KİTAPLARI RİSÂLE-İ NUR’DAN DAHA AĞIR ÜSLUPLA KALEME ALINMIŞTIR; KALBİN ZÜMRÜT TEPELERİ EN AÇIK MİSALDİR

 

Bu sadeleştirmeyi yapan arkadaşlara hatırlatmalıyım ki, Hocaefendi’nin Hitap Çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde isimli eserleri çoğu yerlerde Üstad’ın eserlerinden daha zor anlaşılır haldedir. Talebeleri, öncelikle onun kitaplarını sadeleştirmelidirler.

Önemle hatırlatalım ki, Mehmed Şemseddin Yeşil bu meselede ilk yanlışlığı yapan ve hatta intihal denecek noktada Risaleleri sadeleştirerek kendi eseriymiş gibi neşreden insan olmasına ve Üstadımız razı olmamasına rağmen, milletin istifadesi ve de fitneye sebep olmamak için müdahale etmemiştir. Halbuki İnsanî Hakikatlar ve Zirve-i Tevhîd gibi eserleri Risalelerden muktebes sadeleştirilmiş metinler halindedir.

 

NUR TALEBELERİNE DÜŞEN VAZİFE: İZAH, TEFSİR VE TANZİMDİR

 

Bütün bu söylenenlerden sonra anlaşılıyor ki, Nur Talebelerine ve Bediüzzaman’ı gönülden sevenlere düşen vazife, yine Üstad’ın ifade ettiği ve izin verdiği izah, tefsir ve tanzimdir.

 

Nitekim Üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde açıklamaktadır:

«Malum olsun ki, bana deniliyor: insanlar diyorlarmış ki; onun eserlerinin çok yerlerini anlayamıyoruz. Böyle kalırsa, bu eserlerin zayi olmasından korkulur. Ben de derim: Her şeyin anahtarı elinde olan Cenab-ı Hakk’ın izniyle inşallah zayi olmayacaklardır. Ve bir zaman gelecek ekser dindar mütefekkirler onları anlayacaklardır. Çünkü bu risalelerdeki ekser meseleleri nefsimle tecrübe ettim. Furkan-ı Hakîm’in bana ihsan etmiş olduğu ilaçlardır. Bununla beraber mümkündür ki, sair insanlar, benim tam olarak anladığım gibi anlamasınlar. Hem de ben sünühât-ı kalbiyemde, izahat için tasarruf yapmıyorum ki, tahririnden gelen acz ve tağyirinden gelen havf dolayısıyla… ancak kalbime doğduğu gibi yazıyorum.» Mesnevi-i Nuriye . A.Badıllı tercümesi.

 

“Hattâ, evet, işte, şimdi, hem de, zîrâ, olan, şu, bu tekrarları, sizin gibi beni de usandırıyor. Başkasının tashîhine katiyen râzı olamıyorum. Zirâ, külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü, sözlerimle hiç münasebet ve ülfet peyda etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder.”

 

"İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu hâlde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder-tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın. Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:

 

Bu dürûs-u Kur'aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler'in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur'anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a'mal kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!.."

 

‘’Evet Risalet-ün Nur, size mükemmel bir me'haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, meselâ Kur'an'ın Kelâmullah olduğuna ve i'cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem'edilse ve hâkeza.. mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir.

 

Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor.

Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşâallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektubları te'lif ile ve Dokuzuncu Şua'ın Dokuz Makamını tekmil ile ve Risale-i Nur'u tanzim ve tertib ve tefsir ve tashih ile devam edecek. Risale-i Nur'un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî, bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.’’

 

Bir Nur Talebesi, Risale-i Nurları atıf vermek şartıyla Nurlardan iktibas ederek izahlar yapabilir. Dipnotta kaynakları göstermek şartıyla Nurlarda açıklanan bir meseleyi kendi üslubuyla açıklayabilir. Risale-i Nura dayalı mastır ve doktora tezleri ile müstakil araştırma eserleri yayınlayabilir. Risale-i Nuru istifade amaçlı tanzim ve yeniden tasnif edebilir. Ama Üstad’ın bile bize manen izin verilmedi dediği tarzda sadeleştirmeye yahut Risale-i Nur’un tamamını farklı tanzimlerle tab’ etmeye kimsenin hakkı yoktur.

 

*

 

*

 

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

 

*

 

Rector & President

 

Islamitische Universiteit Rotterdam

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Dein Kommentar

Du kannst jetzt schreiben und Dich später registrieren. Wenn Du ein Konto hast, melde Dich jetzt an, um unter Deinem Benutzernamen zu schreiben.

Gast
Auf dieses Thema antworten...

×   Du hast formatierten Text eingefügt.   Formatierung jetzt entfernen

  Nur 75 Emojis sind erlaubt.

×   Dein Link wurde automatisch eingebettet.   Einbetten rückgängig machen und als Link darstellen

×   Dein vorheriger Inhalt wurde wiederhergestellt.   Editor leeren

×   Du kannst Bilder nicht direkt einfügen. Lade Bilder hoch oder lade sie von einer URL.


×
×
  • Neu erstellen...