Adem Geschrieben 6. Juli 2004 Teilen Geschrieben 6. Juli 2004 M.Fethullah Gülen Hocaefendi'nin bazý talebelere Risale-i Nur'u anlamak üzere ve sadeleþtirme hakkýnda sohbetinde, talebelerin kaydettiði bazý beyan ve ifadeleri: Arapça'da 62.000 kelimenin Türkçe karþýlýðý yoktur. Siz isteseniz de tam tercüme yapamazsýnýz. Mesela Rububiyet, Uluhiyet..., gibi. Bu kelimelerin karþýlðý yoktur. Arapça'dan tercüme kesinlikle orjinal olmaz ve mana bozulur. En az verim de maalesef Türkçe tercümede olmaktadýr. Risaleleri anlamak için sadece dilde ýsrar etmemelidir. Biraz sabýr, azýcýk gayret ve dikkat inþallah hedefe ulaþtýrýr. Kitap sadeleþtirme speküle bir meseledir, mevzudur. Tercüme edilen eserler bir bakýma incil akibeti gibidir. Her sadeleþtirmede bir çok tavizler verilir. Ve açýlan kapý kapanamaz. Risalelerin en aðýr yerleri ya Medrese-i Yusufiye'de ya da 10-12 hastalýðýn insanýn üzerinde abandýðý dönemlerde katip usulü yazýlmýþtýr. (Katip usulü demekle; Hocaefendi Nurlarýn tamamen ihtiyarý haricinde mahza Ýlham-ý Ýlahî olduðunu beyan etmektedir.) Yazýlýþýnda dahi bir hikmet vardýr. Ýslam'a doymuþ ve dolmuþ insanlar olmak için bu kitaplarý mukayeseli olarak en az 5 (beþ) defa okumak gereklidir. Bir ara 3 (üç) defa okunsa da olur demiþtim ki Üstadým beni rüyada iken ikaz etti tekrar bu sayýyý beþe çýkardým. Kitaplarý iyi bilen aðabeyleri ve kardeþleri bulmaya çalýþýn ve mütalaa edin. Risale-i Nurlar çok kýskançtýr ve kendine aþýk olmayana yüzündeki peçeyi sýyýrmaz. Müellifi Muhteremin neþredilmemiþ kitaplarýndan tutun da; Lenin'e, Freud'a, Marks'a kadar hepsini okudum. Dedim ki; onlarýn yollarýný taktiklerini de öðreneyim. Ama þimdi diyorum ki; bu kitaplarý (Risale-i Nurlarý ) en az beþ defa okuyun, baþka bir þey istemez!... Risaleleri þu zamanda iyice anlamadan baþka þeylere tevessül ederseniz; bir yerde mutlaka mantýk hatasý yaparsýnýz. Eðer siz Ýstanbul'da üçlerin, Urfa'da ikilerin elle sayýldýðý bir dönemi idrak etseydiniz, þimdiki þu halde þükreder ve vefa ne demek o zaman anlardýnýz. Risaleler okyanus gibidir... Bazý yerleri sahil kýyýsý gibidir. Bazý yerleri 25-30 metre gibidir, -ihtisas ister. Bazý yerler vardýr ki bir kaç yüz metredir ve kalp ve ruhun derece-i hayatýna çýkmayan orada yüzemez. Bazý yerler bir kaç bin metre derinlikteki yerlere benzerler. Kalbi nefsine, cesedi midesine galebe edemeyenler oralarda yüzemezler. En büyük transatlantikler dahi Guamm çukurundaki merkezkaç kuvveti riskini göze almazlar. Bazý yerler Allah'ýn kainata va'zettiði mizana ayna olarak Everest tepesinin zýddý. Guamm çukuru gibi derindir ki (11.000m.) orada yüzmek için Vekil-i Müceddit-i Elf-i Salis-i Aþr olmak; öyle bir dalgýç olmak lazýmdýr. Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Gast Geschrieben 6. Juli 2004 Teilen Geschrieben 6. Juli 2004 Risale-i Nur´lari sadelestirmek isteyenler halen mevcut. Ama bir Risale-i Nur Talebeleri olarak, buna kesinlikle izin vermeyecegiz. Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Gast Geschrieben 28. Juli 2004 Teilen Geschrieben 28. Juli 2004 Risaleleri daha iyi anlamam icin ne yapmam gerek? Hangi yöntemi uygulamam gerek? Bana tecrübelerinizden bahsedermisiniz? Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 29. Juli 2004 Teilen Geschrieben 29. Juli 2004 @Recep Ilk defa okuyorsun, hic durmadan oku. Her kelimeyi anlaman gerekmiyor. Paragrafi anlarsan yeter. Bir kere komple külliyati böylece okumak gerekiyor. Zaten okurken, kelimeler teker teker acilmaya basliyor, Ama okumaya baslayipda, her kelimeyi anlamaya kalkarsan, bogulursun, cok cabuk vaz gecersin. Halbuki okudukca, kelimeler zaten insanin hafizasina yerlesiyor. Ben bunu tafsiye ederim. Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Gast Geschrieben 25. Januar 2005 Teilen Geschrieben 25. Januar 2005 Risaleler basda cok zor anlasiliyor. Ben kendim almancalariyla baslamisdim ilk defa... Daha dogrusu bana ilk defa almancasi verildi... neyse... bazen okumaya calisiyoruz isde.... biraz zor ama zamanla anlasiliyor bence... yani sadelestirmeye gerek yok... Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 1. Februar 2012 Teilen Geschrieben 1. Februar 2012 Üstadın talebelerinden sadeleştirme tepkisi 01 Şubat 2012 / 11:15 http://www.risalehaber.com/images/news/91783.jpg Bediüzzaman’ın hayatta olan 8 talebesinin yaptığı açıklamada eserlerin bu şekilde yayınlanması “tahrifat” olarak nitelendi Abdurrahman Iraz’ın haberi: Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi çalışmaları Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri tarafından tepkiyle karşılandı. Bediüzzaman’ın hayatta olan 8 talebesinin yaptığı açıklamada eserlerin bu şekilde yayınlanması “tahrifat” olarak nitelendi. Açıklama, Risale-i Nur Külliyatından “Lem’alar” adlı eserin Ufuk Yayınları tarafından “sadeleştirilerek” yayınlanması üzerine kaleme alındı. Bediüzzaman Said Nursî’nin talebelerinden Mustafa Sungur, Hüsnü Bayram, Abdullah Yeğin, Said Özdemir, Ahmet Aytimur, Salih Özcan, Abdülkadir Badıllı ve Mehmet Fırıncı tarafından imzalanan bildiride, bu durum, eserin “üslûbuna müdahale” olarak nitelendirilirdi. Bediüzzaman’ın hayatta olan talebeleri tarafından yayınlanan bildiri aynen şöyle: Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi adı altında girişilen tahrifat teşebbüslerinin son olarak “sadeleştirilmiş Lem’alar” şeklinde almış olduğu merhaleler üzerine, Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebeleri olarak aşağıdaki hususları umumî efkâra duyurmayı vazife biliyoruz: 1.Aziz Üstadımız hayatta iken de Risale-i Nur’un dili üzerinde bazı tasarruflar yapılması istikametinde teklif ve teşebbüsler olmuş; fakat Üstadımız Risalelerin lisanıyla oynamaya ve onu değiştirmeye hiçbir surette izin vermemiş, bu tür teklif ve teşebbüsleri kat’î bir surette reddetmiştir. Bu husus bütün Nur talebeleri tarafından gayet iyi bilinen bir hakikattir. Daha evvelki açıklamalarımızda bu hususla alâkalı olarak kâfi miktarda misal zikrettiğimizden, geçmiş beyanlarımızla iktifa ediyoruz. Arzu edenler, bu hususta, 1990 yılında neşrettiğimiz uzun mektuba müracaat edebilirler. 2. Bizzat Üstad Hazretlerinin dersinde ve hizmetinde bulunan, onun tarafından neşriyat hizmetleriyle vazifelendirilen ve kendisinin dâr-ı bekaya irtihalinden sonra da Nur’un her türlü hizmetinin mes’uliyetini bizzat Üstadın vasiyetiyle üstlenmiş bulunan talebeleri olarak bizler de, aramızda hiçbir ihtilâf olmaksızın, tam bir ittifak ve icmâ’ ile, Üstadımızın bu husustaki hassasiyetine her ne pahasına olursa olsun riayet edilmesi gerektiğine inanıyor ve bu husustaki azmimizi ifade ediyoruz. 3.Herhangi bir edip veya sanatkârın sıradan bir eseri üzerinde dahi sahibinin rızası hilâfına tasarrufta bulunmak en büyük bir saygısızlık telâkki edilirken, insanlık âlemine Risale-i Nur Külliyatı gibi, ihtivâ ettiği hakikatler kadar fevkalâde üslûbuyla da mümtaz bir eseri armağan etmiş bulunan Bediüzzaman Hazretleri gibi bir müfessir, müceddid ve mütefekkirin eserleri üzerinde kalem oynatmak ne mânâya gelir, kıyas edilsin! 4.Şimdiye kadar sadeleştirme adı altında yapılan teşebbüslerin nasıl netice verdiği meydandadır. Bunun en son nümunesinde ise, sadece kelimeleri değiştirilmekle kalmamış, bir de Üstadın cümlelerine, ifade ve üslûbuna da müdahale edilmiş ve bunun neticesinde, ortaya, ruhu çekilmiş bir ceset mesabesinde, donuk, cansız, zevksiz bir metin çıkmıştır. Mehmed Akif gibi büyük bir edip ve şaire “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler onun ancak talebesi olabilir” dedirten Bediüzzaman gibi bir zâtın metinleri üzerinde böyle fütursuzca kalem oynatan kimselerin bu densizliklerini hayret ve ibretle seyrediyor ve bu cür’eti nereden ve kimlerden aldıklarını merak ediyoruz. 5.Bu çeşit teşebbüslere bahane teşkil eden “Risale-i Nur’ların anlaşılmadığı” iddiasını kabul etmek de mümkün değildir. Eğer bu iddia doğru olsaydı, Risale-i Nur’lar, telifinden bu yana bir asra yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, hâlâ bu kadar çok satılmaya ve milyonlarca insan tarafından tekrar tekrar okunmaya devam etmezdi. Halbuki bugün kimi yetkili, kimi de yetkisiz olarak en az bir düzine yayınevi Risale-i Nur’ları neşretmeye devam etmektedir. Dünyada başka hiçbir eserin mazhar olmadığı böyle bir rağbete Risale-i Nur’u eriştiren şey, onun anlaşılmaz oluşu mudur? 6.Risale-i Nur’un diline en uzak zannedilen gençlik arasında ise, bu eserlere karşı iştiyak her geçen gün artmakta, yurdun dört bir tarafında orta öğrenim ve üniversite gençlerinden niceleri kendilerini Nurların kucağına atmaktadırlar. Onlar bir yandan Risale-i Nur’u daha iyi anlamak için onun harikulâde lisanına vâkıf olmaya çalışırken, bir yandan da Risaleleri tercümelerinden tanıyan başka milletlere mensup insanlardan birçoğu, bu eserleri orijinal diliyle okumak için Türkçe öğrenmektedir. 7.Bugün konuşulan dil ile Risale-i Nur’un dili arasında bir mesafe olduğu muhakkaktır. Ancak buna sebep Risale-i Nur’un dilinin ağırlığı olmadığı gibi, bunun çaresi de Risale-i Nur’u bugün konuşulan dilin seviyesine indirmek değildir. Çünkü Risale-i Nur, bir asra yakın zamandan beri vicdan-ı umumînin bozulmasına yol açacak derecede tahribata uğrayan şeâir-i İslâmiyeyi tamir etmek ve yeni yetişen nesillere unutturulan hakaik-ı İlâhiyeyi ve mukaddes kelimeleri tekrar bu milletin hafızasına yerleştirmekle vazifelidir ve bu vazifesini de kendisine has lisanı ile yerine getirmekte, ilim ve irfan hayatımızdan dışlanmış bulunan mefhumları tekrar milletimize kazandırmaya çalışmaktadır. Hangi suretle ve niyetle olursa olsun onun lisanıyla oynamanın, Risale-i Nur’u bu kudsî vazifesinden alıkoymaya teşebbüs mânâsına geleceğini, her vicdan sahibi takdir edecektir. 8.Bugün geldikleri yeri ve milletimizin gözünde eriştikleri mevkii Risale-i Nur’a borçlu olanlar, Hazret-i Bediüzzaman’ın hatırasına hürmet göstermek hususunda herkesten fazla hassasiyet sahibi olması icap eden kimselerdir. Muazzez Üstadımızın “Ben bile kalem karıştıramıyorum” dediği metinlere müdahale etmek veya ettirmek, kadirşinas insanların velînimetlerine karşı şükran borcunu ödemek için ihtiyar edecekleri bir yol olmasa gerektir. Böyle teşebbüslere tevessül eden, müsamaha gösteren, destek olan veya meyil duyan kimselerin, iç âlemlerinde derin bir muhasebeye girişerek Üstadımızın şu beyanları karşısında kendi nefislerini yoklamaları, herkesten evvel kendi menfaatlerine olacaktır: “Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder, tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.” 9.Muazzez Üstadımızın hizmetinde bulunan talebeleri olarak şu hususun kat’iyetle bilinmesini istiyoruz ki, Risale-i Nur yağmalanacak sahipsiz bir mal değildir; bu eserleri hedef alan her türlü tahrifat teşebbüslerine karşı, biz, Üstadımız tarafımızdan omuzumuza yüklenmiş bulunan vazifeyi, kimsenin hatırına bakmadan ve zerre kadar tereddüt göstermeden yerine getireceğiz. Hangi niyetle olursa olsun böyle teşebbüslere tevessül edenler, bu hareketlerinin Risale-i Nur’a, Müellifine ve talebelerine karşı alenen ve fütursuzca meydan okumak mânâsına geldiğini idrak etmeli, böyle bir meydan okuyuşun nasıl bir âkıbeti dâvet edeceğini düşünmeli ve eğer insaf ve idrak sahibi iseler, derhal yanlışlarından dönerek tövbe etmelidirler. Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hizmetinde bulunan talebeleri Mustafa Sungur, Hüsnü Bayram, Abdullah Yeğin, Said Özdemir, Ahmet Aytimur, Salih Özcan, Abdülkadir Badıllı ve Mehmet Fırıncı Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 2. Februar 2012 Teilen Geschrieben 2. Februar 2012 Risale-i Nur’u sadeleştirmek üzerine… 02 Şubat 2012 Perşembe 06:12 1-En başından söyleyeyim, Risale’nin sadeleştirilmesine karşıyım ama bildiğiniz nedenlerle değil. Risale-i Nur’un sadeleştirilmesine karşı çıkmaların hepsini Risale-i Nur fanatikliğine yormak insafsızlıktır, had bilmezliktir. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Risale de öyle! 2-Hele de “Risale-i Nur vahiy mi ki, sadeleştirilmesin!” gibi dengesiz bir muhakeme üzerinden yürümek sağlıklı düşünmeyi hepten sabote eder. Risale-i Nur vahiy değil elbette. Ancak Risale-i Nur’un özel olarak belirlenmiş dili, okuyucusunu vahyin anlam nehrine yakınlaştırır. Bir süre Risale okuyan biri-farkında olsun olmasın-Kur’an kavramları üzerinde yürüyen ve esmâ-i hüsnâ eksenli bir konuşma diline kavuşur. 3-“İlham yoluyla” geldiğine ve “vehbî ilim” olduğuna dair kayıtlar üzerinden sadeleştirmeye karşı çıkmak ise acze sarılmak demeye gelir. Metni kutsallaştırma suçlamalarına haklılık kazandırır. Risale metnini, herkesin inanmak zorunda olmadığı kaynağı üzerinden değil de kendisi üzerinden değerlendirecek kadar açık fikirli olmak gerek. 4-Risale-i Nur’un sadeleştirilmesine karşı duruşu “Üstadın ilk talebelerinin neşriyat yetkisi”ne ve varisliğine dayandırmaya da gerek yoktur. Risale metninin kendisi bu konuda yeterince otoritedir. 5-“Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi” projesinin en sorunlu kısmı bizzat “sadeleştirme” ifadesinde görünüyor. Risale-i Nur zaten sadedir; “Eski Said” döneminde Türkçe Muhâkemat ve Arapça İşarâtü’l İ’caz gibi ağır dilli ve akademik eserler veren Said Nursi, “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız” diye yeni baştan yazıyorsa, okuyucusuna sadelik sunmayı hedefliyor demektir. 6-Said Nursî’yi yaşadığı dönemin diline mahkûm görmek, onun Kur’ân talebeliğinin zamanları aşan ferasetini gözden kaçırmak demeye gelir. Kur’ân adına konuşan bir adam, döneminin diliyle konuşmaz, bütün dönemleri kapsayan bir dil derdinde olur. O dönemde Osmanlıca konuşulduğu için belirlenmiş değildir Risale’nin dili; her dönem Kur’ânca konuşulması hedeflenerek belirlenmiştir. 7-Risale-i Nur, yazıldığı döneme kıyasla da oldukça sade dille yazılmıştır. Bu konuda sözde ilericiliğin sözcüsü M.Kemal’in lâdini ve laik Nutuk’unun Osmanlıcasıyla kıyaslanabilir. Sadelikte laik modernistler bile Said Nursî’nin diline yetişemez. 8-Risale-i Nur’un dili, bugünkü konuşma diline göre elbette ki “ağır” durur. Ama bu ağırlık Said Nursî’nin Osmanlıca alışkanlığından kaynaklanmaz. Bu “ağırlık” Kur’ân kelimelerini ve esmâ-i hüsnâ inceliklerini bugünkü konuşma diline taşıma zaruretinden kaynaklanır. 9-Başka hiçbir Türkçe eserde esmâ-i hüsna hayata bu kadar canlı olarak katılmış ve aktüel olarak sunulmuş değildir. Esmâ-i hüsnâ’yı ezberlemeyi değil de yaşamayı kendine dert edinen her insan, Risale’nin ağırlığını omuzlamayı da seve seve göze almalıdır. 10-Risale-i Nur, Kur’ân kelimelerini ve esmâ-i hüsnâyı tedavüle sokan, dolaşımda tutan, güncelleyen bir medeniyet dilini yaşatmak için yazılmıştır. Risale, okuyucusunun aklını vahyin seslerine aşina ederek doğrudan vahye yakınlaştırır. Vahyi anlamaya yönelik bu “doğrudan”lık eşsiz bir sadelik imkânı sunar Türkçe okuyanlara. 11-Risale-i Nur’un dili “ağır”sa, sorulması gereken soru şudur: Her “ağır” şey yolda bırakılır mı, omuzdan atılır mı? Risale-i Nur’un ağırlığı çekilmeye değmez bir ağırlık mı? Meselâ, canınız ciğeriniz kızınız 15 kg ama işinize yaramayan bir taş 50 gram ise, hangisi daha ağırdır? Risale metni, sizi canınız ciğeriniz olması gereken vahiyle çok kolayca aşina kılıyorsa, neden bu ağırlığı taşımaya değer görmeyesiniz? 12-Risale-i Nur’u sadeleştirmek yine de mümkündür. Ama bu Risale’nin ana metniyle oynayarak değil, Risale talebelerinin yeni kuşağın anlayacağı sade ve bağımsız metinler üretmesiyle gerçekleşir. Bu kapı alabildiğine açıktır herkese. Çünkü Risale-i Nur müellifi bize balık tutmakla kalmamış olta vermiştir; oltayı adam gibi kullanan yeni kıyılarda yeni kuşaklara çokça balıklar tutabilir. 13-Risale-i Nur’ u anlamaya değer gören biri, bir yabancı dili öğrenmek için katlanacağı zahmetin çok daha azıyla “ağırlığı” omuzlayabilir. Üstelik böylece Risale ile tanışmakla kalmaz; Geylani’den Mevlana’ya İbni Arabi’den Gazali’ye kadar eşsiz değerdeki klasik metinlere nüfuz edebilecek sağlam bir söz dağarcığı edinir, esaslı bir kavram haritası kazanır. Demek ki Risale-i Nur kendisini göstermek için var değildir. Gözün önündeki gözlük gibi, asıl görülmesi gerekenleri daha net görmeyi sağlar. 14-Hatırlamak gerek ki, Risale-i Nur okumak Risale-i Nur okumak için değildir; Risale-i Nur Kur’ân’ı okumak, vahiyle tanış olmak için vardır. Risale-i Nur’un müellifinin en çok şikâyetçi olduğu husus Kur’ân adına yazılan kitapların zaman içinde şeffaflığını kaybetmesi ve matlaşmasıdır. Bu yüzden bu eserlerin çoğu zamanla Kur’ân’ı gösterir olmaktan çıkmış, sadece kendileri görünür hale gelmiştir. Arkasındaki Kur’ân gizlenmiştir. Risale-i Nur’un sade olup olmadığı günümüz Türkçesi’yle kıyaslayarak değil, okuyucusunu Kur’ân’a eriştirmesinin yeterince doğrudan olup olmadığına bakarak değerlendirmek gerekir. Bu açıdan bakılınca, Risale-i Nur’dan daha sadesi yoktur. Risale’nin sadeliğini aslında Risale’yi günümüz diline indirgemek bozabilir, işte o zaman Risale ağırlaşır; taşımaya değer olmaktan çıkar. Senai Demirci, Risale Haber, 02.02.2012 Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 3. Februar 2012 Teilen Geschrieben 3. Februar 2012 Nur Risalelerini Sadeleştirme Hevesine Kapılanlara Mühim Bir İhtar! İşittim ki, iman hakikatlerinin tefsiri olan Risaleleri sade bir dille yazma, sizin tabirinizle “sadeleştirme” sevdasına düşmüşsünüz. Maalesef bunun örneklerini de gördüm. Bu husustaki fikirlerimi madde madde söylemek niyetindeyim. Beni dinlemeseniz bile samimiyetime kulak vermenizi rica ediyorum: Birincisi: Bu hakkı nereden ve kimden alıyorsunuz? Bir müellifin eserlerinden istifade etmek, okuyucuya kitaplarında tasarruf etme yetkisini verir mi? İkincisi: Bu Risaleler zengin bir kelime kadrosuna sahiptir. Ben lügatini hazırladım ve bu günkü nesillerce bilinmeyen on bir bin kelime buldum. Bilinenleri de sayarsak kelime sayısı en az ikiye katlanır. Oysa, sade dille yazınca okumalarını ve anlamalarını umduğunuz insanlar azami bin kelime kullanıyorlar. Bu durumda, lisan ve lügat ilmine vakıf herkes bilir ki, Risaleleri zayi etmeksizin sadeleştirmek muhaldir. İnsaf edin, yirmi bin kelimeyi bin kelimeyle ifade etmek nasıl mümkün olabilir? Üçüncüsü: Erbabına malumdur ki, dil ile düşünce arasında paralellik vardır. İnsan, sahibi olduğu kelimeler kadar düşünebilir ve bu sınırı aşamaz. Risale diline sahip olmak demek aynı zamanda tefekkür alanını genişletmek demektir. Bu kıymetli eserlerin önemli faydalarından biri de budur. Bu hikmeti kesip atmak zulüm olamaz mı? Dördüncüsü: Risalelerde Bediüzzaman Hazretlerinin kendine has bir üslubu vardır. Fevkalade tesirli bir üslup. Hem akla, hem de kalbe tesir eden bir surettir bu. Bu bedi üslubu kendi keyfine göre parçalamak ve tesirini kırmak cinayet olmaz mı? Beşincisi: Lisanımız bir asırdır sadmeler geçiriyor. Kırpıla kırpıla fakir bırakıldı, tefekkür dili olmaktan uzaklaştırıldı. Nur Risalelerinin bir hizmeti de lisanı muhafaza etmek ve ortak bir dil kurmaktır. Siz aksi istikamette hareket etmekle tahripçileri sevindirmiş olmuyor musunuz? Altıncısı: Siz de bilirsiniz ki, her ilmin kendine has ıstılahları, terimleri, kavramları vardır. O ilmi elde etmek isteyen adam bu kelimeleri öğrenmek zorundadır. O ilmi bilmek, terimleri sindirmekle mümkündür. Risalelerde de iman ilmi anlatılıyor. Onun da ıstılahları var. Bu ıstılahların günlük dilde karşılıkları yoktur ki yerine konabilsin. Risalelerin dili, imanın dilidir. İman dili tercüme edilebilir mi, edilirse ruhu incinmez mi? Yedincisi: Bazı kimseler risaleleri okumak istiyorlar da anlamakta zorlandıkları için mi okumuyorlar sanıyorsunuz. Zehi gaflet! Nurları, enfüsi aleminde sorgulaması olan ve hakikati arayanlar okur. Bu vasıflara sahip her yaştan ve her baştan insan okuyor zaten. Anlamak için lügatlere bakıyor, bilmediklerini soruyor ve istifade ediyorlar. Bu o kadar bedihi ki delil bile istemiyor. İnsanlar daha çok namaz kılsın diye caminin dışına seccade sermekle namaz kılanların sayısı artar mı? Sekizincisi: Bazı sadeleştirmeleri inceledim, hakiki metinden hiç de daha anlaşılır olmadıkları gördüm. Risalelerin anlaşılıp anlaşılamaması sadece kelimelerle ilgili değil ki. Ortada derin ve ince bir ilim var, dikkat ve itina istiyor. Zengin kelime kadrosu onun sadece bir yönü. Bazı kelimelerin yerine başkalarını koymakla, belki bir derece bilinen kelimelerin sayısını artırıyorsunuz, ama esas dokuyu bozmakla da onu daha karışık bir hale getiriyorsunuz. Bunun neresinde sadelik? Dokuzuncusu: Risalelerin şiirli bir dili vardır. Ahengi ruhlara tesir eder, kalbin en derin ve ince hislerini lerzeye getirir. İnsan da sadece akıldan ibaret değildir. Akla iyilik edeceğim diye kalbe darbe vurmak akıllılık mıdır? Sadeleştirme ünvanı altında bu harika, sanatlı, revnaklı, fasih ve selis üslubu tahrip etmek nurlara en büyük zararı vermektir. Malum ya, bazen gafil dostumuz düşmanımızdan ziyade zarar verebilir! Onuncusu: Kaldı ki, nurlardan istifade ettikten sonra, kalem erbabı zatlar, bu hakikatleri yazabilir, her edebi türde eserler verebilirler. Buna hiçbir engel yoktur. Nurlar, yazılarınıza ruh olmak kaydıyla roman, hikaye, deneme, şiir ve saire yazmanıza ne mani var? Risalelere hemen muhatap olamayanlar sizin eserlerinizi okur, istifade eder, hakikati bulabilirler. Daha fazlasını isteyince de nurları okumaya başlarlar. Nitekim böyle de oluyor. Nice Nur Talebesi yazar var dünyada. Kitapları basılıyor, satılıyor, okunuyor. Sizin de madem ilminiz ve edebi kabiliyetiniz var, gösteriniz, işte meydan! Bu yazarlar kendileri adına yazıyor ve konuşuyorlar. Nurlara halel getirmeleri söz konusu olmuyor. Çünkü Risaleler adına konuşmuyor ve yazmıyorlar. On birincisi: Muarızlar, Nurların önüne perde çekmek ve insanları onu tanımaktan alıkoymak için her yolu denediler, ama muvaffak olamadılar. Siz ise, Nurların sadesi, lügatlisi, meallisi ve saire derken araya perdeler koyuyorsunuz ve koyacaksınız. “Kötü para iyi parayı kovar” misali, sizin uyduruk dilinizle yazılanlar nurlara perde oluyor ve olacak. Zamanla bu perdeler hem daha da artacak, hem de daha fazla kalınlaşacak. Nurlar, zaman zaman hatırlanan birer mübarek yadigar haline gelecek! On ikincisi: İnsanları zıvanadan çıkaran mühim amillerden biri de para hırsıdır. Bu mübarek eserler iyi de alıcı buluyor, çünkü herkesin ihtiyacı var. Sade basım, yalın yayım derken korkarım ki, bazı paracıların iştahını kabartırsınız. Cevşen ticareti meydanda! O zaman her bezirgan, canı nasıl isterse ve ne kadar isterse o kadar basar ve satar. Bu yolu açmaktan korkmuyor musunuz? On üçüncüsü: Sizden bir kısmınızın Risale neşir hakkı yok diye biliyorum. Var da ben mi bilmiyorum. Sahi, siz risale basma ve yayma hakkını kimden aldınız? Muhterem müellifin varis tayin ettikleri malum. Siz de onlardan mısınız? İzniniz yoksa bu fiilinizin hesabını nasıl vereceksiniz? Biliyorum ki, varislerden hiç biri yaptıklarınızı uygun bulmuyor. Öyleyse siz yaptıklarınızı ne hakla yapıyor ve hangi hukuka dayanarak basıp yayıyorsunuz! On dördüncüsü: Mesele sadece sadeleştirme de değil. Kiminiz sayfanın altına meal koyuyorsunuz, kiminiz metnin yanına sözlük yerleştiriyorsunuz, kiminiz kitabın önüne önsöz, takdim, biyografi ekliyorsunuz. Öyle ya, bu mübarek Kuran tefsirine herkes ne isterse yapabilir! Yeter ki aslını kaybetsin! Her yol mübah! Bunları yapmak için fetvayı kimden aldınız? On beşincisi: Tercümeleri kendinize delil yapıyormuşsunuz. Böyle kıyas mı olur, insaf ediniz! Hiç lisan bilmeyenlere tercüme etmek bir zarurettir. Zaruret ise haramı bile helal kılar. Açlıktan ölme tehlikesi geçiren adam haram etten doymayacak kadar yiyebilir. Ama ölüm tehlikesi olmayan adam bu ruhsattan istifade edemez. Bu misali meselemize tatbik ediniz! Türki lisan bilmeyenler, muztar adamlardır. Sizin muhataplarınız böyle mi! Nasıl unutursunuz ki, risaleler onların diliyle yazıldı. Risale dili muhataplarınıza yabancı değil, muhataplarınız bu dile yabani. Onları buraya getirmek gerek. Yoksa bunu oraya taşımak için derisini yüzmek akıl karı değildir. Müfsitler de dil uygulamalarıyla bunu yapmak niyetindeydiler zaten. Ezanı ve namaz surelerini tahrif için az mı didindiler! Nurlarda dil ve üslup canlı deri gibidir. Elbise gibi olsa, belki onu soyar, kendi modanıza göre bir libas giydirebilirdiniz! On altıncısı: Evet, risalelerde manası hemen kavranamayan yerler vardır. Ama hepsi böyle mi? Kolayca anlaşılan, sezilen, sevilen bölümler de var. Nurlara yeni muhatap olan bunlardan başlamalı. Sonra öbürlerini de okur, onlardan da faydalanır. On yedincisi: Risalelerin bir gazete yazısı gibi basit olmayışından dolayı bir cazibesi var. O bezme ancak layık olanlar girebilir. İhtiyacını hisseden ve iştiyak duyanlar talebe olabilir. Onu arayanlar bulabilir, bulmalıdır. O, popüler bir meta değildir. Biraz istek, biraz talep, biraz da gayret lazım. Ucuz bir mal olmamalı nurlar. Hemencecik tüketilememeli. Tüketim kültürü yaygınlaştı. Bu kültürün etkisinde kalanlar kolay elde ettiklerinin kıymetini bilmezler. Pahalı olan ve zor elde edilen daha değerlidir. Bu sakat kültürün bir aktörü mü olmak istiyorsunuz? Olabilir, sözüm yok, ama yeter ki bunu Nurlarla yapmayın! On sekizincisi: Nurlardaki derin meseleleri anlamak ve tam feyiz almak için toplu okumalar ve müzakereler yapılır. Talebeler birbirinin anlayışından ve uygulamasından istifade eder. Mesleğimizin mühim bir esası da budur. Zaman cemaat zamanıdır. Bu hususa ne kadar ehemmiyet verilse azdır. İlminiz ve iktidarınız varsa buraya sarfediniz! On dokuzuncusu: Bu biçare kardeşiniz risaleleri üniversitede tanıdı. Ne arabi bilirdi, ne de tam anlamıyla türki. Nurun talebelerinden etkilendi ve anladı ki onları böyle yapan Kuran Nurlarıdır. Okumaya başladı. Anlamakta biraz zorlandı. Ama önemini inanmıştı okumanın. Yüzünde ve hayatında nur parlayan talebeleri görüyordu. Şevke geldi, gayret etti, sonunda Nurlar kapılarını ona da açtı. İşte fıtri yol budur. Risaleler, kalbime iman, aklıma nur, ağzıma dil ve elime kalem verdi. Herkese de verebilir. Siz de aynı yollardan geçmediniz mi? Öyleyse bu bidat niye? Öyle ya, bidat her sahada olabilir. Her bidat mebdede cazip görünür. Oysa, devamı ve neticesi vahimdir. Sonra nedamet cahiminde yanarsınız, ama kar etmez! Hazer ediniz! Nefsiniz sizi aldatmasın. Bu kitaplar orta malı değildir. Size ve bize düşen onun aslını titizlikle korumaktır. Her ilave ve her noksan ona vurulmuş bir darbedir. Ehil olmayanlara kapı açmaktır. Yağmacılara zemin hazırlamaktır. Ne niyetle olursa olsun her tahrif bir tahriptir, zarar verir. Aslını bozar. Suretini yırtar. Özünü zedeler. Tesirini kırar… Meslek bozulur. Dehşetli bir zamandayız. Her tarafta bidat selleri akıyor. Dalalet fırtınaları esiyor. Nurun duvarlarında delikler açmak akıl karı değildir. Nur risalelerinin cazibesi kendini okutmaya kafidir. Üslubu harikadır. Dili zengindir. Anlatımı fıtridir. Her harfine ihlas kokusu sinmiştir. Her noktasının altında feragat nuru vardır. Kırık dökük kelimelerinizle Nurların dilini ve üslubunu bozup insanlara göstermek, “İşte risaleler bunlardır” demek hak mıdır, adalet midir, hizmet midir, yoksa tahrif ve tahrip midir? İnsafınıza havale ediyorum! Ömer Sevinçgül Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 3. Februar 2012 Teilen Geschrieben 3. Februar 2012 BEDİÜZZAMAN’IN TALEBELERİNİN MEKTUBU: Risale-i Nur’un sadeleştirilmesine Üstadın rızası yoktur Risâle-i Nur’un sadeleştirilmesine Üstadın izni ve rızası yoktur... ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’IN TALEBELERİNİN, “RİSÂLE-İ NUR’UN SADELEŞTİRİLEMEYECEĞİ” HAKKINDAKİ MEKTUBUDUR: EVET HAKKIN HATIRI İÇİN 22 Ocak 1990 tarihli Zaman Gazetesinde “Hakkın Hatırı İçin mi?” başlığı altında ve Şemseddin Nuri müstear ismiyle neşredilen yazıda, Risâle-i Nur’un sadeleştirilmesinin gerekliliği iddiası ileri sürülmüştür. Buna delil olarak da elyazma Kastamonu Lâhikası’ndan alınma ve yeni yazıda neşredilmemiş olan bir-iki satır yazı gösteriliyor. Hem Risâle-i Nur’un sadeleştirilmesine mani oldukları iddiâsıyla, Nur hizmetiyle bizzat meşgul olan fedakâr hadimleri de itham edilmektedir. Hz. Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin ve bütün Nur Talebelerinin ve bilhassa Risâle-i Nur’un küllî hukuku namına, hem bundan böyle tâ kıyamete kadar gelip geçecek nesl-i âtinin de bu mu'cize-i Kur’âniyeden feyiz ve ışık alarak Nur’a talebe olma namzedlikleri itibariyle o milyonlar masumların da hukuk-u maneviyeleri nâmına Hz. Üstad’a sadakat borcumuz olarak deriz ki: Şimdiye kadar böyle gazete lisanıyla, Risâle-i Nur’un asliyetini değiştirme tarzında ve âdeta meydan okuma edasıyla böyle bir itiraz yapılmamıştı. Yazıda Risâle-i Nur’un sadeleştirilmesine delil olarak gösterilen ve elyazma Kastamonu Lâhikası’ndan alınan o iki cümleyi Hz. Üstad, Kastamonu Lâhikası’nın yeni yazıyla neşre hazırlanışında kaldırmıştır. Elimizdeki orijinal nüshalarda bu husus mevcuttur. Mezkûr cümlenin geçtiği paragrafın tamamı ise şöyledir: “Saniyen: Burada lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuzikinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem’a’nın İsm-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem’ası hatimesine kadar, Âyetü’l-Kübra’nın ‘Evet bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir’ diye başlayan Birinci Makam’ın başından, ilham-vahiy mertebeleri hâriç kalıp tâ On Sekizinci Mertebe olan kâinatın hudus hakikati, tâ imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı manevî ile izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra onikilik top güllesi gibi atabilirsiniz.” İşte gazetede sadeleştirmeye delil olarak gösterilen o iki cümle, bu parçanın devamı idi. Kastamonu hayatında yazdığı bu cümleyi şimdi ele alarak, mâna ve makamını nazara almadan, küllî bir sadeleştirmeye delil getirmek hatadır. Çünki böyle bir yanlış anlayışa meydan vermemek için Hz. Üstad yeni yazı neşirde bu cümleyi çıkarmıştır. Zira o cümlenin mâna ve makamı, kendi tasarruf ve nezareti altındaki o cüz’î hâdiseye münhasırdır. Ve hem bundan sonraki hayatı ve neşir hususundaki tatbikatı bizce yakînen biliniyor ki; bu cümleden anlaşılmak istenilen mâna gibi değildir. Eğer böyle bir sadeleştirme müellifçe gerekli görülseydi, 1940’tan 1960’a kadarki neşriyat devresinde fiilen tatbik eder veya ettirirdi. Halbuki sadeleştirme ihtiyacı yani dilin değişmesi 1940’tan sonra daha da artmıştı. Bu kadar açık bir mantık tenakuzunu anlamamak nedendir? Kastamonu hayatından sonra Denizli hapsinde on ay hapis ve beraetten sonra Emirdağı’nda ikameti sırasında; Afyon hapsinden evvel Isparta ve İnebolu’da teksir edilen Zülfikar, Siracünnur, Tılsımlar, Asa-yı Musa, Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserlerini defalarca müellif-i muhterem kendisi bizzat okuyup tashih ettiği gibi, 1956’dan sonra Ankara ve İstanbul’da yeni yazıyla neşrine izin verdiği, teşvik ve takip ettiği Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar, İşâratü’l-İ’câz, Asa-yı Musa, Mesnevî-i Nuriye, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Gençlik Rehberi ve sâir diğer küçük eserleri bizzat Hz. Üstad tarafından yanındaki talebeleriyle beraber okunmuş, efkâr-ı âmmeye ve istikbal nesillerine arz edilmiştir. RİSÂLE-İ NUR NEDEN SADELEŞTİRİLEMEZ? Risâle-i Nur’un neden sadeleştirilemeyeceğinin çeşitli hikmetlerini anlatan Hz. Bediüzzaman’ın ve yakın talebelerinin birçok ifade ve beyanları vardır. Numune olarak bunlardan birkaçını zikrediyoruz: “Risâle-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-ı îmaniyye ve Kur’âniyyeyi hatta en muannide karşı dahi parlak bir sûrette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiyye ve bir inâyet-i İlâhiyyedir. Çünki hakaik-i îmaniyye ve Kur’âniyye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dahî telâkki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, ‘Akıl buna yol bulamaz’ demiş. Onuncu Söz Risâlesi, o zâtın dehasiyle yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.” (Mektubat, s. 372) “Elli-altmış risâleler (şimdi yüz otuzdur) öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki; değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebâiyet eden ve tedkike vakit bulamayan bir insanın, belki büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tedkikin sa’y ve gayretiyle yapılmayan bir tarzda te’lifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inayet olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risâlelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük âlimler ‘tefhim edilmez’ deyip, değil avama belki havassa da bildiremiyorlar. “İşte en uzak hakikatları, en yakın bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlâk, çoğu anlaşılmaz ve zahir hakikatları dahi müşkilleştiriyor diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o su’-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika teshilât ve suhulet-i beyan; elbette bilâşüphe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerîm’in i’caz-ı manevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’âniyyenin bir temessülüdür ve in’ikâsıdır.” (Mektûbât, s. 373) “Kur’ân’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-ı Kur’âniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki, öyle ister; ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.” (Mektubat, s. 383) Lütfen geçen cümleye dikkat edilsin. Yani yazarın “Risâleler, ifadeler ve üslûb bakımından tekrar gözden geçirilmelidir” iddiasına karşı, Hz. Üstadın bir nevî cevabına bakınız: “Muntazam, güzel hakaik-ı Kur’âniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki; öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.” Hz. Bediüzzaman’ın âlim, fâzıl ve edib talebelerinden merhum Ahmed Feyzi, Risâle-i Nur’un tarz-ı beyanının ulviyetini şöyle ifade ediyor: “Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin hârikalarıyla en münteha mesâil-i ilmiyede ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanda bu kadar câzibedâr bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hararet izhar eden... ve gayet feyyaz bir aşk ve heyecan terennüm eden... ve bir derya-yı îman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?” (Şuâlar, s. 564) Risâle-i Nur’un çok eski, çok sâdık ve çok fedakâr bir talebesi merhum Halil İbrahim’in lâhikadaki fıkrasından bir parça: “Risâle-i Nur Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın taht-ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan, ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur. Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın ‘Vemâ erselnâ min rasûlin illâ bilisâni kavmihî’ kavl-i şerifinin îma ve işâratından, şu devrede Türk lisanının sadmeler geçirmesine bakılırsa, ‘Risâle-i Nur’, Türkçede, lisan üzerinde de imam olacağına; yâni yarın hâlis Türkçe olan Risâle-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terk edeceklerine dair işaret-i Kur’âniyedendir demiş olsam hatâ etmemiş olurum zannederim.” (Emirdağ Lâhikası-I, s. 99) Mekteb-i fünunda ve ulûm-u İslâmiyede gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi’nin ehemmiyetli ve çok uzun bir mektubudur. Fakat bir kısmı tayyedildi; neşrine lüzum görülmedi: “Ey Risâle-i Nur! Senin, Kur’ân-ı Kerîm’in nurlarından ve mu'cizelerinden geldiğine, Hakkın ilhamı, Hakkın dili olup, O'nun emri ve O'nun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına artık şek şüphe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak te’lif ve tertip ve tanzim olunan müzeyyen ve mükemmel, fasih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir yoldaşı görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görülmüyor. Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere: Âyât-ı Beyyinât-ı İlâhiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha birçok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u Arabiyeyi hâmil olduğu gibi, sen dahi birçok yücelikler, sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. İşte bu hâl, senin bir Mu’cize-i Kur’ân olduğunu isbat ediyor. Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki, insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilim ve irfan aşkı aldığı gibi, en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin. Bu hâlin, Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerâmetin, Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’ân’dan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asalet ve fesahati seninle dilimizde görüyoruz. “Fesahat ve belâgatın son haddine çıktığı bir devirde, Kur’ân-ı Kerîm’in nazil olmaya başlaması ile, Kur’ân nuru karşısında üdebâ ve bülegànın kıymetten düşüp, sönen âsârı gibi; senin de o hudutsuz ve nihayetsiz ve amansız fesahat ve belâgatın, hutebâyı hayretlere düşürmüştür. Sen bir şiir-i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve beliğ ve edalı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların, siyak ve sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki; mensur ve Türkî ibareli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser, bir daha kimseye nasib olmaz. “İslâmiyet Güneşinin doğuşundan tam on dört asır sonra, senin gibi ulvî ve İlâhî ve arşî bir nurun tekrar ve yeniden, bahusus bu son asırda, hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması, acaba kimin hatır ve hayalinden geçerdi? Bu ne büyük bir nimet bizlere ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık Yâ Rabbi! “Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır. Garb dillerinin her birisine tercüme ve nakil olunan Mevlânâ Cami ve Mevlânâ Celâleddin’in ve Hazret-i Mısrî ve Bedreddinlerin âsâr-ı mübarekeleri sana bakıp: ‘Bârekâllah zehî saadet sana ey Risâle-i Nur! Hepimize baştâcı oldun!’ diye tebrik ve tehniyelerini sunmaya ve ruy-i zeminin insanla beraber bütün zihayat mahlûkatı dahi seni kabule hazırlanıyorlar... “Hele o güzel teşbih ve tâbirlerin bir misli, bir daha bulunup söylenemez. Sendeki mukayese ve muhakemelerin, vak’a ve temsillerin bir benzeri ve bir nazîri bir daha getirilemez. “Kur’ân-ı Arabî’den Türkçe Sözlere akan ve bugün öztürkçeden fışkıran bu feyiz ve bu nurlar, kalblerde senin bir nümune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiçbir rayb ve güman bırakmıyor. Sen, âyine-i idrâke cilâ ve âlem-i kalbe safa ve ruh-u revana gıdasın... “Allah Allah... Türk Milleti senin ile ne kadar iftihar etse yine azdır. Gözleri nurlandırıp, gönülleri sürurlandıran bu hüccetler ve tâbiratın ve bu kelimat ve teşbihâtın, Arş-ı Azam’dan indiği muhakkaktır. Çünkü: Kederleri gidererek, insana neş’e ve neşat veriyor, okunurken hiçbir itiraz sesi ve hiçbir inkâr kokusu duyulmuyor. O zaman akıl ve mantık duruyor, nefs-i insanî sâfileşiyor, hem duruluyor. Sanki senin bütün hakikatlerin, evvelâ Rabbânî ve Rahmânî fabrikaların ulvî ve Samedânî tezgâhlarında işlenerek, sonra Nur-u İlâhî deryasında yıkanıp çıkarıldıktan sonra gülyağı fabrikasına verilmiş. Orada yedi defa gülyağlarına batırıldıktan sonra hâlis öd ağacı ile buhurlanmış ve bunlar ile yazılmışsın. Bütün mes’ele ve maddelerin, hep sayılı ve saygılıdır. O muntazam ve mükemmel, müzeyyen ve münevver sözlerin, şimdiye kadar yazılan ihtilâflı eserleri büküp hepsini bir yana bırakmış, ancak kendini nazargâh-ı en’ama arz eylemiştir.” (Konferans: 83-88) 1950 öncesi, Mehmed Feyzi Ağabeyin “Asa-yı Musa” mecmuası için hazırladığı lûgatçenin başına yazdığı; ve Hz. Üstadımızın da, münteşir Emirdağ Lâhikası s: 220’de tahsin ettiği bir fıkrasını makam münasebetiyle buraya dercediyoruz: “Bedîü’l-Beyan olan Risâle-i Nur’un müellifi, Üstadımız Allâme-i Saidü’n-Nursî Hazretleri evvelâ mücahede-i nefsaniyeyi herşeye takdim ve sıfat-ı mezmûmeyi mahv, alâik-ı dünyevîyeden inkıta’, hakikat-ı himmetle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ettiğinden kalb-i münevverinden hicab-ı zulümat inâyet-i Hak’la inkişaf ve Rahmet-i İlâhiyye feyezan ve Nur-u Samedânî lemean edip ‘Efe men şerahallahü sadrahû li’l-İslâmî fehüve alâ nurin min Rabbihî’ sırrına mazhariyetle sadr-ı şerifi münşerih olup, Rahmet-i Sübhaniyye ile sırr-ı melekût mir’at-ı kalbine münkeşif ve hakaik-ı imaniye ve Kur’âniye tele’lü’ ettiğinden, şüphesiz Risâle-i Nur, doğrudan doğruya ilham-ı İlâhî ve ihsan-ı Rahmanî, ikram-ı Rabbani, feyz-i Samedânî, intak-ı Sübhanî, hem i’caz-ı manevî-i Kur’anî.. hem makbul-ü Şâh-ı Risâlet (asm)., hem memduh-u Şâh-ı Velâyet (ra).. hem mergûb-u Şâh-ı Geylanî (k.s.).. Hem Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın semâ-i manevîsinde parlayan hidayet ve tevfik güneşlerinin nurlarının in’ikası, hem sırr-ı veraset-i kâmile-i Nebeviyye (asm) cihetiyle Resûl-i Ekrem’e (asm) ihsan olunan cevâmiü’l-kelim gibi, Üstadımıza dahi kalîlü’l-lafz, kesîrü’l-mâna kelimat-ı camia ikram olunması, hem Üstadımız, Esmâü’l-Hüsnâ’dan ism-i Bedî’a mazhariyetinden, te’lifi olan Risâle-i Nur, kelimat-ı bedîa ve tâbirat-ı garibe ile müzeyyen olması, hem tercüme olunacak kelimat-ı Arabiyyede Üstadımız yalnız lügatça sathî mânaları düşünmeyip belki gayet geniş ve pek kudsî olan iman ve Kur’ân hakikatlarını nazara alarak gayet hârika deliller, zahir burhanlar, kat’î hüccetler isbat ve beyan ettiğinden o kelimat, ifade edip baktıkları küllî hakikatlardan, kudsî mânalardan birer ulviyyet, birer külliyyet kesbetmesi.. Hem Üstadımız eskiden beri fesahat-ı âliye ve belâgat-ı fevkalâde sahibi olduğundan, Risâle-i Nur belagat ve edebiyatça pek yüksek bir mevkide bulunması gösteriyor ki; o nurlu kelimatı tercüme etmek imkânsızdır.” Muhterem Mehmed Feyzi Efendi muhakkik ve müdakkik bir âlim olması, sekiz sene Hz. Üstadımızın hizmetinde ve kâtibliğinde bulunması, Üstadımızdan da ders alması gibi çok mazhariyetleriyle, Risâle-i Nur’un üslûbu ve ifadesi ve kelâm ve kelimeleri hakkında kanaat beyan etme hususunda âlimler ve talebeler içinde en salâhiyetdar bir şahsiyet olması noktasından, bu parça çok ehemmiyetli ve merhum ağabeyin Risâle-i Nur’u nasıl anladığının parlak bir misâlidir. ZÜBEYİR GÜNDÜZALP: “RİSÂLE-İ NUR’UN KELİMELERİNİ AYNEN MUHAFAZA ETMEKLE MÜKELLEFİZ” Abdülkadir Badıllı naklediyor: “‘1969’da Arabî Mesnevî’yi tab’etmek için teşebbüse geçtiğimizde; aslen Arabça olan Mesnevî’nin içinde geçen bazı Türkçe kelimelerin Arabça’ya tercümesi lâzımdır, çünki bu kitab Arabça’dır ve Arabların içinde neşredilecektir’ diye merhum Zübeyr Ağabeye mektubla bildirdim. Bu hususta Zübeyr Ağabeyden gelen mektub aynen şöyledir: “‘Râbian: İkinci mübarek ve müjdeli mektubunuzu aldım. Bugünkü neslin bilmediği fakat ihtiyacına binâen öğrenmek zaruretinde olduğu kelimeleri, Üstadımızın harikulade üslûb ve belâgatını ve hakikatleri ifade sadedinde istimal ettiği lügatları aynen muhafaza etmekle hepimiz mükellef bulunmaktayız. (…) Eğer ‘şimendifer, eczahane, santral’ gibi lügatlar, ‘Nuriye’de Arabî risalelerin içinde ise; mezkûr vazifemize ve hakikata binâen yine değiştiremeyeceğiz. Okuyan zâtlar öğrensinler. Eğer Arabça’yı okuyacak yeni nesil ise, Yirminci Asrın mevki-i muallâsından hitab eden Mübelliğ-i Mübin’in, Hâdî-i Ekber’in—kim bilir akılların ermediği ne hikmete binâen yazdığı—mevzubahis kelimeler misillü lügatları merak edip öğrenmek şeref-i manevîsine yükselsinler. ‘Hâmisen: Eğer Arabîleri başında, eğer başlıklar Türkçe ise yine aynen Türkçe olarak kalsın. Madem Üstadımız o büyük eseri, tekrar tekrar okumuş ve mecmua haline getirmiş olduğu sıralarda o başlıkları aynen bırakmış; bizler de aynen bırakırız. Hasta Kardeşiniz.’ “İşte merhum Zübeyr Ağabeyin Risâle-i Nur neşrinde gösterdiği en büyük sadakat titizliğini ve en vefakâr hâlet-i ruhiyesini ve samimî telâkkisini gösteren ve bildiren ifadeleri...” SADELEŞTİRME, EHEMMİYETLİ HAKİKATLERİ KAYBETTİRİR 1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi Ağabeyin Hz. Üstaddan gençler için risâlelerin biraz sadeleştirilmesine dair mektubuna, Hz. Üstadımızın verdiği cevabıdır: “Saniyen: Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münasibdir. Çünkü metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lâzım gelir. Hem sû-i isti’male kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik müdakkik olmaz, yanlış bir mâna verir, bir kelime ilâve eder, ehemmiyetli bir hakikati kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilâveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teennî ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var...” (Emirdağ Lâhikası, elyazma, s. 661) 1950’den sonra “Büyük Doğu” mecmuasını çıkaran meşhur yazar ve şöhretli edip Necip Fazıl Kısakürek, risâlelerden bazılarını sadeleştirerek mecmuasında neşrettiği zaman, Hz. Üstad onu durdurmak için talebelerini vazifelendirdi ve o neşriyatı durdurdu. Bu hususta, Üstadın hizmetkârı ve en yakın talebelerinden merhum Ceylân Çalışkan ile Zübeyr Gündüzalp, Necip Fazıl Bey’e Risâle-i Nur’un sadeleştirilemiyeceğine dair uzun mektublar yazdılar. Müdellel ve mevsuk hüccetlerle onu durdurdular. Gazetedeki aynı yazıda yazar, Şemseddin Yeşil’in risâlelerden aldığı parçaları kendi eserinde değiştirerek neşrettiğini ve bu hareketini Bediüzzaman’ın hoş karşıladığını yazıyor. Biz hizmetkârları yakînen biliyoruz ki; böyle dost bazı yazarları gücendirmemek için Hz. Üstadımız zahiren muhalefetini göstermezdi. (…) Risâlelerden bazı bahisleri bir derece izah ederek mecmua ile neşrini isteyen âlim bir talebesine izin vermeyen mektubunda Hz. Üstad: “Sakın Şemsi gibi Nurları tağyir etmesin” diyerek izin vermez. Aynı yazarın iddiaları arasında: “Risâleler mirî malıdır. Hiç kimsenin, hatta müellifinin dahi bu eserleri sahiplenmeye hakkı yoktur” diyerek Nurları yağma yapılabilir sahipsiz bir mal şeklinde gösteren ve çok acib bir fevza kapısını açan iddiası da var. Anlaşılıyor ki, bu iddia sahibi Hz. Üstadın mükerrer vasiyetlerinde ve eserlerinin çok yerlerinde “sâhibler” diye vasıflandırdığı ve Nur’un haslar dairesini teşkil eden “vârisler” ve iman hizmeti fedakârlarını âdeta hiçe sayıyor. Sözü uzun etmemek için vasiyetnameleri ve haslar dairesinin fedakârlarına dair pek çok beyanları külliyat-ı Nura havale ile birkaç parçayı nakletmekle iktifa ediyoruz. Şöyle ki: “Risâle-i Nur’a sizin gibi pek ciddî sâhib ve muhafız ve vâris ve hakikatbîn ve kıymetşinas zatların benim yerimde benden daha kuvvetli, ihlâslı olarak vazife-i Kur’âniye ve îmaniyede çalıştıklarını gördüğümden, kemal-i ferah ve sürür ve itmi’nan ve istirahat-ı kalb ile ecelimi ve mevtimi ve kabrimi karşılıyorum, bekliyorum.” (Kastamonu Lâhikası, s. 5) Aşağıdaki mektubu da Hazret-i Üstad; Afyon hapsinden tahliyesi zamanında kendi mübarek hattıyla yazmış ve Risâle-i Nur’u mahkemede hararetle müdafaa eden ve sadakat gösteren talebelerine, mektubun başına isimlerini yazarak göndermiştir: “Aziz sıddık kardeşlerim, “Bayram tebrikiyle beraber herbirinizi derecesine göre birer Said ve birer vârisim ve benim yerimde Nurların birer bekçi muhafızı olarak manevî bir hatıraya binaen kabul ettiğimi haber verdiğim gibi, şimdi de size beyan ediyorum. Madem haddimden çok ziyade hüsn-ü zannınızla bana ulûm-u imaniye ve hizmet-i Kur’âniyede bir üstadlık vermişsiniz. Ben de herbirinize derecesine nisbeten eski zaman üstadlarının icazet almaya lâyık olan talebelerine icazet-i ilmiyeyi verdikleri misillü icazet veriyorum. Ve bütün kanaatımla ve ruh u canımla sizi tebrik ediyorum. İnşaallah şimdiye kadar sadakat ve ihlâs dairesinde fevkalâde neşr-i envâr ettiğiniz gibi daha parlak devam edip bu âciz, zaif, mütekaid Said bedeline binler muktedir, kuvvetli, vazifeperver Saidler olursunuz.” (Emirdağ Lâhikası-II, s. 6) Risâle-i Nur’un mal-i umumî olup, temellük edilememesi demek: Risâlelerdeki hakikatlar, Kur’ân’ın malıdır, fikir mahsulü değildir demek olduğu, külliyatın müteferrik yerlerinde musarrahtır. Onun için bunun üzerinde daha fazla durmuyoruz. Yazıda, risâleden alınıp değişiklik yapılan bir parça ile, asıl orijinal arasında mukayese için örnek veriliyor. Böylece o meçhul şahsın, Bedîülbeyan vasfıyla tavsif edilen Risâle-i Nur’un belâgatının üstünde bir belâgat sahibi olduğu fikri ihsas edilmekle, ehl-i vicdanın nazarında nasıl bir istiskale mâruz olduğu izahtan varestedir. Yazar, Risâle-i Nur’un bizzat te’lifindeki hârika nâiliyeti, âyâtın muayyen zamanlar içinde açılıp te’life medar kudsî ilham-ı küllî olan ulviyet-i beyanını bilmemekte, düşünmemekte ve hattâ mezkûr külli mâna ile vücuda gelen ve Nurların ders tarzı suretiyle cilveger olan, veraset-i Nübüvvet sırrıyla, bu asrı ve gelecek asrı nurlandıran kudsî mâhiyetini nazara almamaktadır. Velev hizmet mülâhazası ile de olsa, “Risâle-i Nur sadeleştirilmelidir” diye gazete lisanıyla âleme ilânat, milyonlar Nur Talebelerinin akıl, kalb ve ruhlarının tâ derinliklerinden bağlandıkları Risâle-i Nur’a ve te’lifindeki güzelliğine perde çekmek hükmünde telâkki edilmekle, o yüce velinimetinize karşı nasıl bir sadakatsizlik ve vefasızlık örneği gösterdiğiniz, cidden medar-ı teessüftür. ÜSTAD KALEM KARIŞTIRMAYA BİLE RAZI DEĞİLDİR Hz. Üstad değil sadeleştirmeye, kalem karıştırmaya dahi razı değildir. Buna bir misâl olarak da: Hz. Üstadımız bir gün, en has talebesinin Fihrist Risâlesi’ne güya mânâ daha güzelleşiyor düşüncesiyle yaptığı ilâveleri görüp mütâlâadan sonra, Zübeyr’le Ceylan’ı çağırıp: “Benim Sungur ile bir muhakemem var. Onlar böyle böyle yapmışlar. Beraber gelin, mânaya dikkat edin, hangisi doğru?” deyip karşılaştırıp sonra te’lifindeki, asliyetteki mânanın şumûlü ve isabeti ortaya çıkmakla, o risâleyi getirene şiddetli bir tokat aşkedip: “Titremeli idiniz. Ben dahi kalem karıştıramıyorum. Siz nasıl kalem karıştırdınız?” diye hiddet gösterdiği, yeminle bu hâdisenin hem şahidi hem muhatabı olarak size arz edilmiştir. İşbu keyfiyet, bilindiği halde, siz şimdi hangi Üstadın, hangi Bediüzzaman’ın sadeleştirmeye izin verdiğinden bahsediyorsunuz? Meselemizle alâkalı bir hatırayı Ahmed Aytimur anlatıyor: Üstadımız Samsun Mahkemesi münasebetiyle İstanbul’a geldiğinde, bir gün bu mânâda bir sohbette, şu mealde beyanda bulundular: “Adamlar dünyevî hâcâtı için veya ticaret veya dünyevî bir maksat için tâ şarktan buraya kadar geliyorlar, masraflar yapıyor, zahmetlere katlanıyorlar. Uhrevî ve ebedî hayat ve saadeti için neden anlamaya çalışmıyor? Lügata baksın, dikkat etsin, gayrette bulunsun. Bu işde de biraz zahmet çeksinler.” Risâle-i Nur’daki hakaik-ı imaniye ve Kur’âniye dersleri gibi, Nur Talebelerinin hizmete, derse ve sair talebelik vecibelerine dair, Lâhikalarda ve mektubatta Hz. Üstadın müteaddit ders ve tâlimleri, ihtar ve ikazları vardır. Bu husus Hizmet Rehberi’nin başında şöyle ifade edilmiş: “Risâle-i Nur müellifi muazzez Üstadımız, uzun yıllar boyunca hizmet-i Nuriyenin muhtelif safhalarında talebeleriyle birlikte mâruz bırakıldığı çeşitli hallerde, zaman ve zemine münasib ve o hallere muvafık ders, ikaz ve irşadlarda bulunmuştur. Risâle-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğruya feyz-i Kur’ân’dan mülhem hakikat-ı imaniyedir; zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakikatların ders ve tâliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taalluk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergibi tazammun eden şu gelecek meseleler de her halde değişmez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler, müşkilâtlarını giderirler.” (Hizmet Rehberi, sh. 7) Buraya kadar takdim edilen bir kısım nakil ve beyanlarla Üstad Hazretlerinin Nurların sadeleştirilmesine izin ve müsaadesi olmadığını, olamayacağını ifadeye çalıştık. Yalnız bizim buradaki cevabî yazımız, Hz. Üstad’ı rehber kabul edip ona sadakat gösterenler içindir. Dikkat ve insaf ile mezkûr bedihiyata nazar eden ve mektubatü’n-Nur’u okuyan herkes, Hz. Üstadın bu husustaki temâyülatını yakînen görecektir. EĞER YENİ NESİLLERİN ANLAMASI ARZU EDİLİYORSA... Eğer gençliğin ve nesillerin Nurlardan istifade ve istifazaları cidden arzu ediliyorsa, bunun yolu; Nurların sadeleştirilmesi değil, bil’âkis Kur’ân-ı Hakîm’in bu asrın fehmine bir dersi olan Risâle-i Nur’un te’lifindeki ve şimdiye kadar neşrolan asliyetindeki kudsiyetini muhafaza ile, genç ve körpe dimağlara, berrak gönüllere bu Kur’ân nurlarının ulaştırılmasıdır. “Benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayatım bir nevî çekirdek hükmüne geçmiş. İnayet-i İlâhiye ile, bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde’ olmak için Kur’ân’dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur Risâlelerini ihsan etmiş” diyen bir Üstadın hayatını, şahsiyetini ve eserlerini nazara vermektir. Ve “Nur” ism-i şerifine mazhar nuranî bir külliyede Nurların dersinde, tahririnde, okunup yazılmasında biiznillâh tecellî eden ebedî mürşid-i manevîyi genç nesillere takdim etmektir. Ve sizden beklenen de zaten budur. Ve Allah size böyle çok büyük, çok küllî bir hizmet imkânı bahşetmiş bulunuyor. Sadeleştirme perdesi arkasında, bu küllî nimet ve mazhariyet gizlenmeye ve sathîliğe çevrilebilir. Buna asla müsaade etmeyiz ve etmemelisiniz. Evet şimdi Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği bu kadar maddî-manevî imkânlar, inayetler içerisinde ehemmiyetle üzerinde durulacak husus: “Kevser-i Kur’anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nevindeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir” diyen bir kudsî Üstadın meslek ve meşrebi içerisinde hizmete devam etmektir. Son olarak: Hz. Üstadımızın Emirdağ ve Isparta’da dış kapının iç kısmına astırdığı ve her gelene de okumasını emrettiği ve lâhikalarda dercedilen birkaç mektubun bazı kısımlarını takdim ediyoruz: “Herbir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu hey’et bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa, Risâle-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar; hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risâlesi’nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki adi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.” (Emirdağ Lâhikası-II, sh. 104) “Benimle görüşmek isteyen aziz kardeşlerime beyan ediyorum ki: İnsanlarla görüşmeye zaruret olmadıkça tahammülüm kalmadığından, hem şimdi tesemmümden, zafiyetten, ihtiyarlıktan ve hasta bulunmuş olmaktan dolayı fazla konuşamıyorum. Buna mukabil kat’iyyen size haber veriyorum ki: Risâle-i Nur’un herbir kitabı bir Said’dir. Siz hangi kitaba baksanız, benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır, hem hakikî bir surette benimle görüşmüş olursunuz. Ben şuna karar vermiştim ki: Allah için benimle görüşmek isteyenleri, görüşmediklerine bedel her sabah okuduklarıma, duâlarıma dâhil ediyorum ve etmekte devam edeceğim.” (Emirdağ Lâhikası-II, sh. 191) Aynı mânada, Hz. Üstadın hanımlar taifesine yazdığı dersindeki bir parça ile, Nurların okunmasının, semavât ehlinin takdirine mazhar olduğuna dair bir parçayı da dercediyoruz: “Ben işittim ki; benim size camide ders vermekliğimi arzu ediyorsunuz. Fakat benim perişaniyetimle beraber hastalığım ve çok esbab, bu vaziyete müsaade etmiyor. Ben de sizin için yazdığım bu dersimi okuyan ve kabul eden bütün hemşirelerimi, bütün manevî kazançlarıma ve duâlarıma Nur Şâkirdleri gibi dâhil etmeğe karar verdim. Eğer siz benim bedelime Risâle-i Nur’u kısmen elde edip okusanız veya dinleseniz, o vakit kaidemiz mucibince; bütün kardeşleriniz olan Nur Şakirdlerinin manevî kazançlarına ve duâlarına da hissedar oluyorsunuz.” (Lem’alar, s. 203) “O dersler ulûm-u imaniyeden olduğu için bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bahusus siz daima bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz. Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenâb-ı Hakk’ın zişuur çok mahlûkatı vardır ki, hakâik-ı imaniyenin istimâından çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemi’leriniz çoktur. Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî zineti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş: Yâni: Semâvat zemine gıbta eder ki; zeminde hâlisen-lillâh sohbet ve zikir ve fikir ve tefekkür için bir-iki adam bir-iki nefes yâni bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sani-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sani’lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler. “Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Önümüzdeki Sözler ekseriyet itibariyle inşâallah o cümledendir.” (Barla Lâhikası, s. 260) Nurlarla meşgul olmanın yani okumak, dinlemek veya yazmak suretiyle iştigalin aynen Hz. Üstad’la manevî görüşmek ve ondan ders almak hükmüne geçtiğini ve bu dersler yalnız fikrî ve ilmî istifade olmayıp, Nura talebe olma ve şirket-i maneviye sırrına mazhariyet gibi küllî ve umumî bir hayır ve nura nailiyet bulunduğunu göstermektedir. Bu gibi küllî, kudsî neticeler ise, Risâlelerin sadeleştirilmesi gibi tahrifat hükmüne geçen tasarruflarla elde edilmez. Ve maksadın tam aksine, gençlerin ve nesillerin istifade ve istifazalarına mâni olunmuş olur. Risâle-i Nur neşriyatında talebelerinden: SAİD ÖZDEMİR - AHMED AYTİMUR Hz. Üstadın hizmetinde bulunan talebelerinden HÜSNÜ, BAYRAM, SUNGUR YENIASYA http://www.yeniasya.com.tr/haber_detay2.asp?id=28401 Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 3. Februar 2012 Teilen Geschrieben 3. Februar 2012 Ufuk Yayınları’ndan sadeleştirme açıklaması 03 Şubat 2012 / 11:59 Lem’alar adlı eseri sadeleştiren Ufuk Yayınları neden bu işe giriştiklerine dair Risale Haber’e bir açıklama gönderdi İbrahim Mert’in haberi: RİSALEHABER-Risale-i Nur Külliyat’ından Lem’alar adlı eseri sadeleştiren Ufuk Yayınları neden bu işe giriştiklerine dair Risale Haber’e bir açıklama gönderdi. Sadeleştirme çalışmasının kamuoyuna yansımasından sonra Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri bir açıklama yaparak bunu tasvip etmediklerini belirtmişlerdi. Oluşan tepkiyle ilgili görüşlerini almak istediğimiz yayınevi yetkilileri yazılı bir açıklama yapacaklarını ifade etmişlerdi. İşte Ufuk Yayınları’nın “Bir tavzih” başlıklı açıklaması: Risale-i Nurları yeni insanlarla tanıştırabilmek için günümüz Türkçesiyle basmaya başlamamızı müteakip birçok tepki aldık. Hemen ifade etmek isteriz ki bunlar arasında yekunu teşkil edenler, kendilerine hitap eden bir dille Risaleleri hazırladığımız için teşekkür edenlerdi. BU İŞİ NİÇİN YAPTIK? Tabii olarak tenkitler de aldık. İşin doğrusu bu, daha baştan tahmin ettiğimiz ve kabullenerek işe başladığımız bir husustu. Meselenin farklı yerlere çekilmemesi, su-i zan, gıybet ve dedikodulara fırsat verilmemesi ve geleceğe yeni bir problem olarak taşınmaması için bu işi niçin yaptığımızı kamuoyuyla paylaşmak istedik; şöyle ki: Öncelikle bu gayretimiz, Risale-i Nurlara olan muhabbetimizin bir sonucudur. Onu başkalarının da mahbubu haline getirebilmek için bazı insanların ileri süregeldikleri “anlamıyoruz” şeklindeki bir mazereti ortadan kaldırmak istedik. Herkes gibi biz de istiyoruz ki Risale-i Nurları herkes okumalı ve istifade etmelidir. Halbuki bugünün şartlarında bu istifade, toplumun belli kesimleriyle sınırlı kalmaktadır. Yeni yetişen ve çoğunlukla internet ve televizyondan beslenen bir nesil var. Aynı zamanda ülkemizde, İslami literatürle yolu hiç kesişmemiş büyük kitleler söz konusu. Yurt dışında doğup büyüyen insanların sayısı müstağni kalınamayacak kadar çok. Aynı zamanda Türkçe’yi öğrenen insan sayısı her geçen gün artış göstermekte. Açıkçası bugüne kadar bizim Risale-i Nurları ulaştıramadığımız ve bu gidişle de ulaştıramayacağımız büyük bir kitle var. İşte bizim yapmaya çalıştığımız, onu bugüne kadar keşfedemeyenlerin de istifadesi için onların da anlayabilecekleri bir metin haline getirmekten ibarettir. RİSALELERİN ANLAŞILMASINI KOLAYLAŞTIRABİLMEK İÇİN SEVİYELİ BİR TEŞEBBÜS Bunu yaparken bizi cesaretlendiren en temel konu, Risalelerin başka dillere de tercüme ediliyor olmasıdır. Şayet bir anlam kayması söz konusuyla bunun, onu kendi içinde ve anlam bütünlüğüyle yeniden şekillendirmekle değil, farklı dillere çevirirken gerçekleşeceği açıktır. Halbuki Risalelerin farklı dillere çevrilip basılmasına bugüne kadar karşı çıkan olmamış, bilakis bütün kesimler tarafından bu gayretler takdirle karşılanmıştır. Burada dikkat çeken bir ayrıntı da, farklı dillere çevrilirken orijinal metnin aslından söz edilmeyişidir. Öyleyse, aynı muhtevayı aksettirmek şartıyla farklı dillere çevrilebilen bir metnin, kendi içinde de farklı versiyonlarının üretilmesi kadar tabii bir durum söz konusu olamaz. Bizi cesaretlendiren bir diğer konu, öteden beri Kur’an-ı Kerim’in tercümelerinin yapılıyor olması ve bu tercümelerin, orijinal metin olmadan da basılabiliyor olmasıdır. Kur’an’ın ne tercümesi ne de orijinal metinsiz haliyle basılmasına herhangi bir tepki gösterilmediği yerde Risalelerin de anlaşılır bir dille yeniden ifade edilmesi elbette makul karşılanabilir. Kaldı ki Risaleleri biz, ıstılahlarını yok edecek ve anlam kaymalarına sebebiyet verecek şekilde bir sadeleştirmeye tabi tutmadık. Yapmaya çalıştığımız işin, Risalelerin anlaşılmasını kolaylaştırabilmek için seviyeli bir teşebbüs olduğu kanaatindeyiz. ASLA RİSALE-İ NURLARIN ALTERNATİFİ DEĞİLDİR Yaptığımız bu çalışma, asla Risale-i Nurların alternatifi değildir; ülkemizde Risalelerin asıllarını basan, hatta sadece bu işi yapan onlarca yayınevi söz konusudur. Hedefimiz, bu metinlerin asıl metinlere basamak teşkil etmesidir. Bu çalışmanın mutlak hayır olduğu iddiasında da değiliz; sadece hayr-ı kesir görünümlü bir adım attığımız kanaatindeyiz. Bazen “hak”kın “ehak”tan daha “hak”; “hasen”in de “ahsen”den daha “ahsen” olabileceği düsturuyla hareket ettiğimizi, alevleri kitleleri sarmış müthiş yangının içinden daha fazla canı kurtarabilmek için onlara da bir merdiven dayadığımızı düşünüyoruz. İnsanlığın geleceği için ömrünü sürgün, hapishane ve zindanlarda geçiren Üstad’ın, “dil”e takılıp da onu okuyamayanlara da diyeceği çok şey olduğu kanaatindeyiz. Bugün gösterilen bazı tepkileri birer endişe olarak yaşadığımız için olabildiğince hassas davranmaya çalıştığımızı; bunun için de aslına ve onda yer alan hakikatlere sadık kalabilmek için Risale-i Nurları çok iyi bildiğine inanıp itimat ettiğimiz kimselerin tashihlerine arz etmek suretiyle onlara ciddi tashihler yaptırdığımızı da paylaşmak isteriz. ORİJİNALİNİ HİÇBİR ŞEYE DEĞİŞMEYECEĞİZ Risaleleri orijinal haliyle okuyan ve anlayan insanların, bu eserleri almasını ne bekliyor ne de istiyoruz. Şahsen biz de onu, asıl metinlerden okumaya devam edeceğimizi ve kendimiz basmış olsak da Risaleleri “Risale” olarak bileceğimizi, orijinalini hiçbir şeye değişmeyeceğimizi beyan ederiz. Yapılan işe tepki gösteren bazı büyüklerimize saygımız sonsuz; bu tepkilerinin, Risaleler ve onun müellifine duydukları muhabbetten kaynaklandığının da farkındayız. Ancak yapılan bu çalışmanın hedefine ulaşıp ulaşmadığını görebilmek için bir miktar teenni ve müsamaha beklediğimizi de ifade etmek isteriz. Ne de olsa zaman, en büyük müfessirdir. Risale Haber, 03.02.2012 Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 3. Februar 2012 Teilen Geschrieben 3. Februar 2012 Anahtar, Bediüzzaman/da/dır 03 Şubat 2012 Cuma 07:24 Tarihte, bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâkete / semantik intihar'a biz maruz bırakıldık yalnızca: Dilimizin İslâmî muhtevasından arındırılarak, sekülerleştirilmesi cinayetidir bu: Medeniyet dilimizin, dünyamızın ve iddialarımızın yok edilmesi hâdisesi. Yakın tarihimizde, özünü ve ruhunu Kur'ânî kavramların oluşturduğu medeniyet dilimizi devam ettirmeyi ve yeniden kurmayı başaran tek mütefekkir var: Bediüzzaman. Bu günlerde, Bediüzzaman'ın Risaleler'inin dilinin -iyi niyetlerle de olsa- "sadeleştirilmesi" gibi bir başka "cinayet"e tanık oluyoruz. 6 yıl önce, bu sütunda yayımladığım ve Risaleler'in dilinin, geleceğimizin, bizim "medeniyet dili"miz üzerinden kurulmasında nasıl anahtar bir rol oynayacağını gösteren "Anahtar, Bediüzzaman/da/dır" başlıklı yazımı -bazı değişikliklerle- yeniden yayımlıyorum. *** Çağımızda Müslümanların yetiştirdiği iki büyük düşünür var: Biri İkbal, diğeri Bediüzzaman. Ancak Bediüzzaman, İkbal'den daha büyük ve daha esaslı bir düşünürdür. Bediüzzaman'ın popüler olması, esas itibariyle, iyi bir gelişme değildir. Bilakis, bu, asıl iyi gelişmelerin önünde bir engeldir. Çünkü bu, Bediüzzaman'ın anlaşılmasıyla değil, anlaşılamamasıyla, hatta yanlış anlaşılmasıyla sonuçlanacaktır. Buradaki problem, Bediüzzaman'ın herkes gibi "okunması", dolayısıyla sıradanlaştırılması ve bitirilmesi tehlikesidir. Bediüzzaman'ın, herkese söyleyeceği çok esaslı şeyler var; bu muhakkak. Ama muhakkik olmayan herkes üzerinden Bediüzzaman'ın bize söyleyeceği şey, söyleyebileceği şey olmayacaktır. Bu nokta, önemli. Önemli çünkü Bediüzzaman'ın yazdıkları ve yaptıkları avâmî ve umûmî şeyler değildir. Elbette ki, umûmu da ilgilendiren; ama esaslı, köklü bir silkiniş, diriliş ve varoluş projesidir. O yüzden Bediüzzaman'ın asıl muhatapları havass'tır. Bediüzzaman, kitlelere yeterince ulaştırıldı zaten, ulaştırılıyor da. Fakat yapılması gereken asıl hayatî iş, ıskalanıyor hâlâ: Bediüzzaman'ın havass'a, yani dünyanın düşünce ufkuna ulaştırılabilmesi yükümlülüğü bu. Çünkü Bediüzzaman'ın Türkiye'nin ve dünyanın düşünce dünyasında bir karşılığı yok ve bihakkın anlaşılabilmiş değil henüz: Bu, çok ağır bir vebaldir. Bediüzzaman'ın "söz"ü, asıl muhataplarına hitap ettiği ândan itibaren, Bediüzzaman'ın düşüncesi ve medeniyet projesi, bihakkın anlaşılabilir ve anlatılabilir. Ondan sonra Bediüzzaman'ın popüler olmasının hiçbir sakıncası olmaz. *** Peki, Bediüzzaman neden son yüzyılın en büyük düşünürüdür ve Bediüzzaman'ın yaptığı şey nedir? Bediüzzaman'ın aynı anda dört çağın adamı olması ve iki esaslı dil kurmasıdır. Bediüzzaman, hem Osmanlı'nın son çağının tanığıdır; hem Türkiye çağı'nın tanığıdır; hem İslâm tarihi çağı'nın tanığıdır, hem de dünya çağlarının tanığıdır: Devraldığı nebevî miras'tan ötürü, hem bütün çağları tanıyan ve bütün çağların tanıdığı; hem de bütün çağların tanığı ve kendisine tanık olduğu bir şahsiyet. İnsana ne olduğunu hatırlatan peygamberî sözü ve soluğu yaşayan ve yaşatan âlim, ârif ve hakîm şahsiyetidir bu. Bediüzzaman, ancak âlim, ârif ve hakîm şahsiyetlerinin özelliklerini üzerinde barındıran bir kişinin yapabileceği bir şeyi yapmıştır: İki dil geliştirmiştir. Birinci dil, İslâmî tefekkür geleneğinin şifrelerini çözerek günümüze taşıyan, kendine has bir Türkçe'dir: Bu Türkçe, bugün Türkiye'de hiç kimsenin vâkıf olamadığı ama en fazla vukûfiyet kesbetmeye ihtiyaç hissettiğimiz muhteşem ve muazzam bir Türkçe'dir; hem etimolojik, hem lingüistik, hem de semantik yapısı açısından sadece Bediüzzaman'a mahsus, sembolik ve metaforik dünyası son derece derin ve zengin bir dildir ve Türkçe'nin bir anıt-eseri, bir şâhikasıdır. Bugünkü Türkçe, mânâ ve ruh-köklerinden, dolayısıyla sembolik derinliğinden ve dünyasından arındırılmış, kendisiyle hiçbir özgün çabanın ortaya konulması mümkün olmayan, sekülerleştirilmiş, sığ, hatta "piçleştirilmiş" bir dildir. Oysa bir dil, sembolik ("rûhî") derinliği varsa, varolabilir; yoksa, yokolur gider. *** Bediüzzaman'ın Türkçe'nin bir anıt-eserini, bir şâhikasını ortaya koymasını sağlayan asıl şey, kurduğu ikinci dildir. Birinci dil, vasıta'dır; ikinci dil, vasat'a aittir. Bu iki dil, birbiriyle kopmaz bir irtibat hâlindedir; biri olmadan, öteki de olmaz ve varolamaz. Bu ikinci dil, bütün bir İslâm medeniyeti birikimini, münhasıran da tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe, tarih, gramer, mantık, lisan gibi ilimlerden müteşekkil bütün bir İslâm düşüncesi geleneğini harekete geçirerek kurulmuş bir dildir. Dünya ve hayat tasavvurumuzun kaynağını oluşturan kavramlarımızın İslâmî bir düşünce inşası ameliyesi ile deşifre edilerek yeniden şifrelenmesi, kurulması çabasıdır bu. Bediüzzaman, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş sürecinde düşüncesini kuran, hem İslâmî ilimlere, hem de çağdaş dünyanın bütün dünyayı büyük uçurumların eşiğine fırlatan felsefî sorunlarına derinlemesine ve vukûfiyetle vâkıf, tek ve son düşünürdür: Yani anahtardır. Ve her bakımdan anahtar ondadır: İslâm'ın kapısını, İslâm düşüncesinin kapısını, İslâm medeniyetinin kapısını ve bütün bunları mümkün kılacak, her alanda, İslâmî bir dil (bir varoluş ve söyleyiş biçimi) geliştirebilme çabasının kapısını Bediüzzaman anahtarı'yla açabiliriz ancak. Medeniyetimizin solmaya yüztutan dilini, bu dile hayatını ve hayatiyetini kazandıran ruhu, ruh-kökünü kavrayabilmek ve yeniden üretebilmek için Bediüzzaman'ı tanımak zorundayız. Bir dil, tıpkı Bediüzzaman'ın iki dil'i gibi, bir medeniyeti ifade ediyorsa ve bir medeniyetin -bütün boyutlarıyla- ifadesiyse hakîkî bir dildir; ve o dil üzerinden yeni yemişler devşirebilmek için yürünebilir ve yeni koridorlar açılabilir ancak. Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 03.02.2012 Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 3. Februar 2012 Teilen Geschrieben 3. Februar 2012 1990 Yılında Bediüzzaman Hazretlerinin hayatta olan talebeleri tarafından sadeleştirme ile akalı yayınlanan bildiridir: EVET HAKKIN HATIRI İÇİN 22 Ocak 1990 tarihli Zaman Gazetesinde “Hakkın Hatırı İçin mi?” başlığı altında ve Şemseddin Nuri müstear ismiyle neşredilen yazıda, Risale-i Nur’un sadeleştirilmesinin gerekliliği iddiası ileri sürülmüştür. Buna delil olarak da elyazma Kastamonu Lâhikasından alınma ve yeni yazıda neşredilmemiş olan bir-iki satır yazı gösteriliyor. Hem Risa*le-i Nur’un sadeleştirilmesine mani oldukları iddiasıyla Nur hizmetiyle bizzat meşgul olan fedakâr hâdimleri de itham edilmektedir. Hz. Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin ve bütün Nur talebelerinin ve bilhassa Risale-i Nur’un küllî hukuku namı*na, hem bundan böyle tâ kıyamete kadar gelip geçecek nesl-i âtinin de bu mucize-i Kur’aniyeden feyiz ve ışık alarak Nura talebe olma namzedlikleri itibariyle o milyonlar mâsumların da hukuk-u maneviyeleri nâmına Hz. Üstada sada*kat borcumuz olarak deriz ki: Şimdiye kadar böyle gazete lisanıyla, Risale-i Nur’un asliyetini değiştirme tarzında ve âdeta meydan okuma eda*sıyla böyle bir itiraz yapılmamıştı. Yazıda Risale-i Nur’un sadeleştirilmesine delil olarak gösterilen ve elyazma Kastamonu Lâhikasından alınan o iki cümleyi Hz. Üstad Kastamonu Lâhikasınm yeni yazıyla neşre hazırlanışında kaldırmıştır. Elimizdeki orijinal nüsha*larda bu husus mevcuttur. Mezkûr cümlenin geçtiği paragrafın tamamı ise şöyledir: “Sâniyen: Burada lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuzikinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem’a- nın Ism-i Adi ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem’ası hâtimesine kadar, Âyet-ül Kübra’nın “Evet bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir” diye başlayan Birinci Makam’ın başından, ilham vahiy mertebeleri hâriç kalıp tâ Onsekizinci Mertebe olan kâinatın hudus hakikati tâ imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı manevî ile izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra oniki- lik top güllesi gibi atabilirsiniz.” İşte gazetede sadeleştirmeye delil olarak gösterilen o iki cümle, bu parçanın devamı idi. Kastamonu hayatında yazdığı bu cümleyi şimdi ele alarak, mâna ve makamını nazara almadan, küllî bir sadeleştirmeye delil getirmek hata*dır. Çünki böyle bir yanlış anlayışa meydan vermemek için Hz. Üstad yeni yazı neşirde bu cümleyi çıkarmıştır. Zira o cümlenin mâna ve makamı: Kendi tasarruf ve nezareti altındaki o cüz’î hâdiseye münhasırdır. Ve hem bundan sonraki hayatı ve neşir hususundaki tatbikatı bizce yakînen biliniyor ki; bu cümleden anlaşılmak istenilen mâna gibi değildir. Eğer böyle bir sadeleştirme müellifçe gerekli görülseydi, 1940’tan 1960’a kadarki neşriyat devresinde fiilen tatbik eder veya ettirirdi. Halbuki sadeleştirme ihtiyacı yani dilin değişmesi 1940’tan sonra daha da artmıştı. Bu kadar açık bir mantık tenakuzunu anlamamak nedendir? Kastamonu hayatından sonra Denizli hapsinde on ay hapis ve beraetten sonra Emirdağı’nda ikameti sırasında; Afyon hapsinden evvel İsparta ve İnebolu’da teksir edilen Zülfikar, Siracünnur, Tılsımlar, Asa-yı Musa, Sikke-i Tas- dik-i Gaybî eserlerini defalarca müellif-i muhterem kendisi bizzat okuyup tashih ettiği gibi, 1956’dan sonra Ankara ve İstanbul’da yeni yazıyla neşrine izin verdiği, teşvik ve takip ettiği Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar, İşârat-ül İ’caz, Asa-yı Musa, Mesnevi-i Nuriye, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Gençlik Rehberi ve sair diğer küçük eserleri bizzat Hz. Üstad tarafından yanındaki talebeleriyle beraber okunmuş, efkâr-ı ammeye ve istikbal nesillerine arzedilmiştir. Risale-i Nur’un neden sadeleştirilemiyeceğinin çeşitli hikmetlerini anlatan Hz. Bediüzzaman’ın ve yakın talebeleri*nin birçok ifade ve beyanları vardır. Nümune olarak bunlardan birkaçını zikrediyoruz: “Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-ı îmaniyye ve Kur’aniyyeyi hatta en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiyye ve bir inâyet-i İlâhiyyedir. Çünki hakaik-i îmaniyye ve Kur’aniyye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dâhî telâkki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bula*maz” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın dehasiyle yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor (Mektubat: 372) "Elli-altmış risaleler (şimdi yüzotuzdur) öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki; değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tedkike vakit bulamıyan bir insanın, belki büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tedkikin sa’y ve gayretiyle yapılmıyan bir tarzda t e’lifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet olduklarını gösteriyor. Çünki bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük âlimler “tefhim edilmez” deyip, değil avâma belki havassa da bildiremiyorlar. İşte en uzak hakikatları, en yakın bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede; benim gibi türkçesi az, sözleri muğlâk, çoğu anlaşılmaz ve zâhir hakikatları dahi müşkilleştiriyor diye eskidenberi iştihar bulmuş ve eski eser*leri o su’-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika teshilât ve suhulet-i beyan; elbette bilâşüphe bir eser-i inâyettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’an-ı Kerîm’in i’caz-ı mânevisinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’aniyyenin bir temessülüdür ve in’ikâsıdır.” (Mektubat: 373) “Kur’an’m bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-ı Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki, öyle ister; ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.” (Mektubat: 383) Lütfen geçen cümleye dikkat edilsin. Yani yazarın “Risaleler, ifadeler ve üslûb bakımından tekrar gözden geçiril*melidir” iddiasına karşı, Hz. Üstadın bir nevi cevabına bakınız: “Muntazam, güzel hakaik-ı Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki; öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercü*man, bir hizmetkârız.” Hz. Bediüzzaman’ın âlim, fâzıl ve edib talebelerinden merhum Ahmed Feyzi, Risale-i Nur’un tarz-ı beyanının ulviyetini şöyle ifade ediyor: “Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin hârikalarıyla en münteha mesâil-i İlmiyede ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden., ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanda bu kadar câzibedâr bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hara*ret izhar eden., ve gayet feyyaz bir aşk ve heyecan terennüm eden., ve bir derya-yı îman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?..” (Şualar sh. 564) Risale-i Nur’un çok eski, çok sâdık ve çok fedakâr bir talebesi merhum Halil İbrahim’in lâhikadaki fıkrasından bir parça: “Risale-i Nur Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyan’m taht-ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan, ilişmek istiyen her el kırılır ve her dil kurur. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ınkavl-i şerifi* nin îma ve işâratından, şu devrede Türk lisanının sadmeler geçirmesine bakılırsa, “Risale-i Nur”, Türkçede, lisan üzerinde de imam olacağına; yâni yarın hâlis Türkçe olan Risale-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terkedecekle- rine dair işaret-i Kur’’aniyedendir demiş olsam hatâ etmemiş olurum zannederim. ” (Emirdağ L. I sh. 99) (Mekteb-i fünunda ve ulûm-u Islâmiyede gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Haşan Feyzi’nin ehemmiyetli ve çok uzun bir mektubudur. Fakat bir kısmı tayyedildi; neşrine lüzum görülmedi.) “EY RİSALE-1 NUR! Senin, Kur’ân-ı Kerîm’in nurlarından ve mucizelerinden geldiğine, Hakkın ilhâmı, Hakkın dili olup, Onun emri ve Onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına artık şek şüphe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak te’lif ve tertip ve tanzim olunan müzeyyen ve mükemmel, fasih ve beliğ nüshaları*nın şimdiye kadar bir eşi ve bir yoldaşı görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve şendeki halâvet başka eserlerde görülmüyor. Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere: Âyât-ı Beyyinât-ı İlâhiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha birçok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u arabiyeyi hâmil olduğu gibi, sen dahi birçok yücelikler, sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren bir*çok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. İşte bu hal, senin bir Mu’cize-i Kur’an olduğunu isbat ediyor. Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki, insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilim ve irfan aşkı aldığı gibi, en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin. Bu hâlin, Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerame*tin, Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’ân’dan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmıyan bu kadar yüksek asâlet ve fesahati seninle dilimizde görüyoruz. Fesahat ve belâgatın son haddine çıktığı bir devirde, Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olmaya başlaması ile, Kur’ân nuru karşısında üdebâ ve bülegq’nın kıymetten düşüp, sönen âsârı gibi; senin de o hudutsuz ve nihayetsiz ve amansız fesa*hat ve belâgatın, hutebâyi hayretlere düşürmüştür. Sen bir şiir-i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve beliğ ve edâlı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların, siyak ve sibak, inti*zam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki; mensur ve Türkî ibâreli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser, bir daha kimseye nasib olmaz. İslâmiyet Güneşinin doğuşundan tam ondört asır sonra, senin gibi ulvî ve İlâhî ve arşî bir nurun tekrar ve yeni*den, bahusus bu son asırda, hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması, acaba kimin hatır ve hayalinden geçerdi. Bu ne büyük bir nimet bizlere ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık Yârabbi!.. Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır. Garb dillerinin her birisine tercüme ve nakil olunan Mevlânâ Câmi ve Mevlânâ Celâleddin’in ve Hazret-i Mısrî ve Bedred- dinlerin âsâr-ı mübarekeleri sana bakıp: “Bârekâllah zehî saâdet sana ey Risâle-i Nur! Hepimize baştâcı oldun!” diye tebrik ve tehniyelerini sunmaya ve ruy-i zeminin insanla beraber bütün zihayat mahlûkatı dahi seni kabule hazırlanı*yorlar. .. Hele o güzel teşbih ve tâbirlerin bir misli, bir daha bulunup söylenemez. Şendeki mukayese ve muhâkemelerin, vak’a ve temsillerin bir benzeri ve bir nazîri bir daha getirilemez. Kur’ân-ı Arabîden Türkçe Sözlere akan ve bugün öztürkçeden fışkıran bu feyiz ve bu nurlar, kalblerde senin bir nümune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiçbir rayb ve güman bırakmıyor. Sen, âyine-i idrâke cilâ ve âlem-i kalbe safa ve ruh-u revâna gıdâsın... Allah Allah... Türk Milleti senin ile ne kadar iftihar etse yine azdır. Gözleri nurlandırıp, gönülleri sürurlandıran bu hüccetler ve tâbiratın ve bu kelimat ve teşbihâtm, Arş-ı Âzamdan indiği muhakkaktır. Çünki: Kederleri gidererek, insana neş’e ve neşat veriyor, okunurken hiçbir itiraz sesi ve hiçbir inkâr kokusu duyulmuyor. O zaman akıl ve man*tık duruyor, nefs-i İnsanî sâfileşiyor, hem duruluyor. Sanki senin bütün hakikatlerin, evvelâ Rabbânî ve Rahmânî fabrikaların ulvî ve Samedânî tezgâhlarında işlenerek, sonra Nur-u İlâhî deryasında yıkanıp çıkarıldıktan sonra gülyağı fabrikasına verilmiş. Orada yedi defa gülyağlarına batırıldıktan sonra hâlis öd ağacı ile buhurlanmış ve bunlar ile yazılmışsın. Bütün mes’ele ve maddelerin, hep sayılı ve saygılıdır. O muntazam ve mükemmel, müzeyyen ve münevver sözlerin, şimdiye kadar yazılan ihtilâflı eserleri büküp hepsini bir yana bırakmış, ancak kendini nazargâh-ı enâma arzeylemiştir.” (Konferans: 83-88) “1950 öncesi, Mehmed Feyzi Ağabeyin “Asa-yı Musa” mecmuası için hazırladığı lügatçenin başına yazdığı; ve Hz. Üstadımızın da, münteşir Emirdağ Lâhikası sh: 220’de tahsin ettiği bir fıkrasını makam münasebetiyle buraya dercediyoruz: “Bedî-ül Beyan olan Risale-i Nur’un müellifi, Üstadımız Allâme-i Said-ün Nursî Hazretleri evvelâ mücahede-i nefsaniyeyi herşeye takdim ve sıfat-ı mezmûmeyi mahv.. alâik-ı dünyeviyeden inkıta’., hakikat-ı himmetle Cenab-ı Hakk’a teveccüh ettiğinden kalb-i münevverinden hicab-ı zulümat, inâyet-i Hak’la inkişaf ve Rahmet-i İlâhiyye feye*zan ve Nur-u Samedanî lemean edipsırrına mazhariyetle sadr-ı şerifi münşerih olup, Rahmet-i Sübhaniyye ile sırr-ı melekût mir’at-ı kalbine münkeşif ve hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye tele’lü’ ettiğinden., şüphesiz Risale-i Nur, doğrudan doğruya ilham-ı İlâhî ve Ihsan-ı Rahmanî, ikram-ı Rab- banî, feyz-i Samedanî, intak-ı Sübhanî, hem i’caz-ı manevî-i Kur’anî., hem makbul-ü Şâh-ı Risalet (A.S.M.)., hem memduh-u Şâh-ı Velâyet (R.A.).. hem mergûb-u Şâh-ı Geylanî (K.S.).. hem Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın semâ-i mane*vîsinde parlayan hidayet ve tevfik güneşlerinin nurlarının in’ikâsı.. hem sırr-ı veraset-i kâmile-i Nebeviyye (A.S.M.) cihetiyle Resûl-i Ekrem’e (A.S.M.) ihsan olunan cevâmi-ül kelim gibi, Üstadımıza dahi kalîl-ül lafz, kesîr-ül mâna kelimat-ı câmia ikram olunması., hem Üstadımız, Esmâ-ül Hüsnâ’dan ism-i Bedî’a mazhariyetinden, te’lifi olan Risale-i Nur, kelimat-ı bedîa ve tâbirat-ı garibe ile müzeyyen olması., hem tercüme olunacak kelimat-ı Arabiyyede Üstadımız yalnız lügatça sathî mânaları düşünmeyip belki gayet geniş ve pek kudsî olan iman ve Kur’an hakikatlarını nazara alarak gayet hârika deliller, zâhir bürhanlar, kat’î hüccetler isbat ve beyan ettiğinden o kelimat, ifade edip baktıkları küllî hakikatlardan, kudsî mânalardan birer ulviyyet, birer külliyyet kesbetmesi.. hem Üstadımız eskiden beri fesahat-ı âliye ve belâgat-ı fevkalâde sâhibi olduğundan, Risale-i Nur belâgat ve edebiyatça pek yüksek bir mevkide bulunması gösteriyor ki; o nurlu kelimatı tercüme etmek imkânsızdır. ” Muhterem Mehmed Feyzi Efendi muhakkik ve müdakkik bir âlim olması, sekiz sene Hz. Üstadımızın hizmetinde ve kâtibliğinde bulunması, Üstadımızdan da ders alması gibi çok mazhariyetleriyle, Risale-i Nur’un üslûbu ve ifadesi ve kelâm ve kelimeleri hakkında kanaat beyan etme hususunda âlimler ve talebeler içinde en salâhiyetdar bir şahsiyet olması noktasından, bu parça çok ehemmiyetli ve merhum ağabeyin Risale-i Nur’u nasıl anladığının parlak bir misali*dir. Abdülkadir Badıllı naklediyor: “1969’da Arabî Mesnevî’yi tab’etmek için teşebbüse geçtiğimizde; aslen Arabça olan Mesnevî’nin içinde geçen bazı Türkçe kelimelerin Arabçaya tercümesi lâzımdır, çünki bu kitab Arabçadır ve Arabların içinde neşredilecektir, diye merhum Zübeyr Ağabeye mektubla bildirdim. Bu hususta Zübeyr Ağabeyden gelen mektub aynen şöyledir: “Râbian: İkinci mübarek ve müjdeli mektubunuzu aldım. Bugünkü neslin bilmediği fakat ihtiyacına binâen öğ*renmek zaruretinde olduğu kelimeleri, Üstadımızın hârikulâde üslûb ve belâgatını ve hakikatleri ifade sadedinde isti’mal ettiği lügatları aynen muhafaza etmekle hepimiz mükellef bulunmaktayız. Hem merhum ve muazzez Üstadımızın sağlığında bu hususlarda: 1 — Ya sahife sonlarında veya satır içinde lügatların yanına parantez içinde yazılıp yazılmayacağına, 2 — Veyahut bir Risale-i Nur mecmuasının sonuna lügatçe ilâvesine dair istenilen müsaadelere, mübeccel Üstadı*mız izin vermemiştir. Bir defasında şöyle buyurmuşlardı: “Bu Risale-i Nur’u tahriftir. Bir zaman birisi yapmak istedi, çok zarar verdi. Okuyanlar biraz zahmet çeksinler, lügatlardan arayıp bulsunlar. ” Eğer “şimendüfer, eczahane, santral” gibi lügatlar, “Nuriye”de Arabî risalelerin içinde ise; mezkûr vazifemize ve hakikata binâen yine değiştiremiyeceğiz. Okuyan zâtlar öğrensinler. Eğer Arabçayı okuyacak yeni nesil ise, Yirmin*ci Asrın mevki-i muallâsından hitab eden Mübelliğ-i Mübin’in, Hâdî-i Ekber’in —kim bilir akılların ermediği ne hik*mete binâen yazdığı— mevzubahis kelimeler misillü lügatları merak edip öğrenmek şeref-i mânevisine yükselsinler. Hâmisen: Eğer Arabîleri başında, eğer başlıklar Türkçe ise yine aynen Türkçe olarak kalsın. Mâdem Üstadımız o büyük eseri, tekrar tekrar okumuş ve mecmua haline getirmiş olduğu sıralarda o başlıkları aynen bırakmış; bizler de aynen bırakırız. „ „ , . . — Hasta Kardeşiniz — İşte merhum Zübeyr Ağabeyin Risale-i Nur neşrinde gösterdiği en büyük sadakat titizliğini ve en vefakâr hâlet-i ruhiyesini ve samimi telâkkisini gösteren ve bildiren ifadeleri...” 1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi Ağabeyin Hz. Üstaddan gençler için risalelerin biraz sadeleştirilmesine dair mektubuna, Hz. Üstadımızın verdiği cevabdır: “Sâniyen: Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münasibdir. Çünki metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lâzım gelir. Hem su-i isti’male kapı açılır, muarız*lar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik müdakkik olmaz, yanlış bir mâna verir, bir kelime ilâve eder, ehemmiyetli bir hakikati kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilâveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var...” (Emirdağ Lâhikası, elyazma sh. 661) 1950’den sonra “Büyük Doğu” mecmuasını çıkaran meşhur yazar ve şöhretli edip Necip Fazıl Kısakürek, risale*lerden bazılarını sadeleştirerek mecmuasında neşrettiği zaman, Hz. Üstad onu durdurmak için talebelerini vazifelendir*di ve o neşriyatı durdurdu. Bu hususta, Üstadın hizmetkârı ve en yakın talebelerinden merhum Ceylân Çalışkan ile Zübeyr Gündüzalp, Necip Fazıl Bey’e Risale-i Nur’un sadeleştirilemiyeceğine dair uzun mektublar yazdılar. Müdellel ve mevsûk hüccetlerle onu durdurdular. Gazetedeki aynı yazıda yazar, Şemseddin Yeşil’in risalelerden aldığı parçaları kendi eserinde değiştirerek neşretti*ğini ve bu hareketini Bediüzzaman’ın hoş karşıladığını yazıyor. Biz hizmetkârları yakînen biliyoruz ki; böyle dost bazı yazarları gücendirmemek için Hz. Üstadımız zâhiren mu*halefetini göstermezdi. Meselâ elyazma Emirdağ Lâhikası’nda yakın talebelerine hitaben şu mektubu yazmıştır: “Aziz sıddık kardeşlerim, Evvelâ: Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrediyorum ki; Risale-i Nur’un neşrinde Medresetüzzehra erkânlarının sarsıl*maz, geri çekilmez himmetleri ve gayretleri, ceridelerle intişarına ihtiyaç bırakmamış. İntişardaki ihlası; ceridelerde münâfi-i ihlâs olan cereyanlara âlet olmaktan muhafaza etmiş. Hatta en ziyade Nurlara taraftar olan Sebilürreşad’ın hakkımızda neşriyatına taraftar olamazdım. Ve hatırını kırmamak için onun teşebbüslerini zâhiren reddedemedim, fa*kat kalben râzı değildim. Medresetüzzehra’nın ihtiyac-ı hakiki derecesinde neşriyat-ı hâlisanesi, ceridelere ihtiyaç bı*rakmamış. ” Risalelerden bazı bahisleri bir derece izah ederek mecmua ile neşrini isteyen âlim bir talebesine izin vermeyen mektubunda Hz. Üstad: “Sakın Şemsi gibi Nurları tağyir etmesin” diyerek izin vermez. Aynı yazarın iddiaları arasında: Risaleler mirî malıdır. Hiç kimsenin, hatta müellifinin dahi bu eserleri sahiplen*meye hakkı yoktur” diyerek Nurları yağma yapılabilir sahipsiz bir mal şeklinde gösteren ve çok acib bir fevza kapısını açan iddiası da var. Anlaşılıyor ki, bu iddia sahibi Hz. Üstadın mükerrer vasiyetlerinde ve eserlerinin çok yerlerinde “sâhibler” diye vasıflandırdığı ve Nur’un haslar dairesini teşkil eden “vârisler” ve iman hizmeti fedakârlarım âdeta hiçe sayıyor. Sözü uzun etmemek için vasiyetnameleri ve haslar dairesinin fedakârlarına dair pek çok beyanlarını külliyat-ı Nura havale ile birkaç parçayı nakletmekle iktifa ediyoruz. Şöyle ki: “Risale-i Nur’a sizin gibi pek ciddî sâhib ve muhafız ve vâris ve hakikatbîn ve kıymetşinas zatların benim yerim*de benden daha kuvvetli, ihlâslı olarak vazife-i Kur’aniye ve îmaniyede çalıştıklarını gördüğümden, kemal-i ferah ve sürür ve itmi’nan ve istirahat-ı kalb ile ecelimi ve mevtimi ve kabrimi karşılıyorum, bekliyorum. ” (Kastamonu L. sh. 5) Aşağıdaki mektubu da Hazret-i Üstad; Afyon hapsinden tahliyesi zamanında kendi mübarek hattıyla yazmış ve Risale-i Nur’u mahkemede hararetle müdafaa eden ve sadakat gösteren talebelerine, mektubun başına isimlerini yaza*rak göndermiştir: “Aziz sıddık kardeşlerim, Bayram tebrikiyle beraber herbirinizi derecesine göre birer Said ve birer vârisim ve benim yerimde Nurların birer bekçi muhafızı olarak manevî bir hatıraya binaen kabul ettiğimi haber verdiğim gibi, şimdi de size beyan ediyorum. Mâdem haddimden çok ziyade hüsn-ü zannınızla bana ulûm-u imaniye ve hizmet-i Kur’aniyede bir üstadlık vermişsi*niz. Ben de herbirinize derecesine nisbeten eski zaman üstadlarının icazet almaya lâyık olan talebelerine icazet-i İlmiye*yi verdikleri misillü icazet veriyorum. Ve bütün kanaatımla ve ruh u canımla sizi tebrik ediyorum. İnşâallah şimdiye kadar sadakat ve ihlâs dairesinde fevkalâde neşr-i envâr ettiğiniz gibi daha parlak devam edip bu âciz, zaif, mütekaid Said bedeline binler muktedir, kuvvetli, vazifeperver Saidler olursunuz.” (Emirdağ L. II sh. 6) Risale-i Nur’un mal-i umumî olup, temellük edilememesi demek: Risalelerdeki hakikatlar, Kur’an’ın malıdır, fikir mahsulü değildir demek olduğu, külliyatın müteferrik yerlerinde musarrahtır. Onun için bunun üzerinde daha fazla durmuyoruz. Yazıda, risaleden alınıp değişiklik yapılan bir parça ile, asıl orijinal arasında mukayese için örnek veriliyor. Böy- lece o meçhul şahsın, Bedîülbeyan vasfıyla tavsif edilen Risale-i Nur’un belâgatınm üstünde bir belâgat sahibi olduğu fikri ihsas edilmekle, ehl-i vicdanın nazarında nasıl bir istiskale mâruz olduğu izahtan vârestedir. Yazar, Risale-i Nur’un bizzat te’lifindeki hârika nâiliyeti, âyâtın muayyen zamanlar içinde açılıp te’life medar kudsî ilham-ı küllî olan ulviyet-i beyanını bilmemekte, düşünmemekte ve hattâ mezkûr küllî mâna ile vücuda gelen ve Nurların ders tarzı suretiyle cilveger olan, veraset-i Nübüvvet sırrıyla, bu asrı ve gelecek asrı nurlandıran kudsî mâhiyetini nazara almamaktadır. Velev hizmet mülâhazası ile de olsa, “Risale-i Nur sadeleştirilmelidir” diye gazete lisanıyla âleme ilânat, milyon*lar Nur talebelerinin akıl, kalb ve ruhlarının tâ derinliklerinden bağlandıkları Risale-i Nur’a ve te’lifindeki güzelliğine perde çekmek hükmünde telakki edilmekle, o yüce velinimetinize karşı nasıl bir sadakatsizlik ve vefasızlık örneği gös*terdiğiniz, cidden medar-ı teessüftür. Hz. Üstad değil sadeleştirmeye, kalem karıştırmaya dahi râzı değildir. Buna bir misal olarak da: Hz. Üstadımız bir gün, en has talebesinin Fihrist Risalesi’ne güya mâna daha güzelleşiyor düşüncesiyle yaptığı ilâveleri görüp mütâlaadan sonra, Zübeyr’le Ceylan’ı çağırıp: “Benim Sungur ile bir muhakemem var. Onlar böyle böyle yapmışlar. Beraber gelin, mânaya dikkat edin, hangisi doğru?” deyip karşılaştırıp sonra te’lifindeki, asliyetteki mânanın şumûlü ve isabeti ortaya çıkmakla, o risaleyi getirene şiddetli bir tokat aşkedip: “Titremeli idiniz. Ben dahi kalem karıştıramıyorum. Siz nasıl kalem karıştırdınız?” diye hiddet gösterdiği, yeminle bu hâdisenin hem şâhidi hem muhatabı olarak size arzedilmiştir. İşbu keyfiyet, bilindiği halde, siz şimdi hangi üstadın, hangi Bediüzzaman’ın sade*leştirmeye izin verdiğinden bahsediyorsunuz? Meselemizle alâkalı bir hatırayı Ahmed Aytimur anlatıyor: Üstadımız Samsun Mahkemesi münasebetiyle İstanbul’a geldiğinde, bir gün bu mânada bir sohbette, şu mealde beyanda bulundular: “Adamlar dünyevî hâcâtı için veya ticaret veya dünyevî bir maksat için tâ şarktan buraya kadar geliyorlar, mas*raflar yapıyor, zahmetlere katlanıyorlar. Uhrevî ve ebedî hayat ve saadeti için neden anlamağa çalışmıyor? Lügata baksın, dikkat etsin, gayrette bulunsun. Bu işde de biraz zahmet çeksinler.” Risale-i Nur’daki hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye dersleri gibi, Nur talebelerinin hizmete, derse ve sair talebelik vecibelerine dair, Lahikalarda ve mektubatta Hz. Üstadın müteaddit ders ve tâlimleri, ihtar ve ikazları vardır. Bu husus Hizmet Rehberi’nin başında şöyle ifade edilmiş: “Risale-i Nur müellifi muazzez Üstadımız, uzun yıllar boyunca hizmet-i Nuriyenin muhtelif safhalarında talebele*riyle birlikte mâruz bırakıldığı çeşitli hallerde, zaman ve zemine münasib ve o hallere muvafık ders, ikaz ve irşadlarda bulunmuştur. Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğruya feyz-i Kur’an’dan mülhem hakikat-ı imaniyedir; zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakikatların ders ve tâliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taalluk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergibi tazammun eden şu gelecek meseleler de herhalde değişmez dersler ve esasattır ki, Nur talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler, müşkilâtları- nı giderirler.” (Hizmet Rehberi, sh. 7) Buraya kadar takdim edilen bir kısım nakil ve beyanlarla Üstad Hazretlerinin Nurların sadeleştirilmesine izin ve müsaadesi olmadığını, olamıyacağını ifadeye çalıştık. Yalnız bizim buradaki cevabî yazımız, Hz. Üstadı rehber kabul edip ona sadakat gösterenler içindir. Dikkat ve insaf ile mezkûr bedihiyata nazar eden ve mektubat-ün Nur’u okuyan herkes, Hz. Üstadın bu husustaki temâyülatını yakînen görecektir. Eğer gençliğin ve nesillerin Nurlardan istifade ve istifazaları cidden arzu ediliyorsa, bunun yolu; Nurların sadeleş*tirilmesi değil, bil’akis Kur’an-ı Hakîm’in bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-i Nur’un te’lifindeki ve şimdiye kadar neşrolan asliyetindeki kudsiyetini muhafaza ile, genç ve körpe dimağlara, berrak gönüllere bu Kur’an nurlarının ulaştı*rılmasıdır. “Benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayatım bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. înayet-i İlâhiye ile, bu za*manda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde’ olmak için Kur’an’dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur Risalelerini ihsan etmiş” diyen bir üstadın hayatını, şahsiyetini ve eserlerini nazara vermektir. Ve “Nur” ism-i şerifine mazhar nuranî bir külliyetle Nurların dersinde, tahririnde, okunup yazılmasında biiznillâh tecelli eden ebedî mürşid-i manevîyi genç nesillere takdim etmektir. Ve sizden beklenen de zaten budur. Ve Allah size böyle çok büyük, çok küllî bir hizmet imkânı bahşetmiş bulunuyor. Sadeleştirme perdesi arkasında, bu küllî nimet ve mazhariyet gizlen*meye ve sathîliğe çevrilebilir. Buna asla müsaade etmeyiz ve etmemelisiniz. Evet şimdi Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği bu kadar maddî-manevî imkânlar, inâyetler içerisinde ehemmiyetle üzerinde durulacak husus: “Kevser-i Kur’anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nevindeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir” diyen bir kudsî üstadın meslek ve meşrebi içerisinde hizmete devam etmektir. Son olarak: Hz. Üstadımızın Emirdağ ve İsparta’da dış kapının iç kısmına astırdığı ve her gelene de okumasını emrettiği ve lâhikalarda dercedilen birkaç mektubun bazı kısımlarını takdim ediyoruz: “Herbir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevir*sin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu hey’et bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa, Risa*le-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar; hakiki talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risalesi’hde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakiki ilim talebe*leri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki adi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum. ” (Emirdağ L. II sh. 104) “Benimle görüşmek isteyen aziz kardeşlerime beyan ediyorum ki: İnsanlarla görüşmeye zaruret olmadıkça taham*mülüm kalmadığından, hem şimdi tesemmümden, zâfiyetten, ihtiyarlıktan ve hasta bulunmuş olmaktan dolayı fazla konuşamıyorum. Buna mukabil kat’iyyen size haber veriyorum ki: Risale-i Nur’un herbir kitabı bir Said’dir. Siz hangi kitaba baksanız, benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır, hem hakiki bir surette benimle görüşmüş olursunuz. Ben şuna karar vermiştim ki: Allah için benimle görüşmek isteyenleri, görüşmediklerine bedel her sabah okuduklarıma, dualarıma dâhil ediyorum ve etmekte devam edeceğim. ” (Emirdağ L. II sh. 191) Aynı mânada, Hz. Üstadın hanımlar taifesine yazdığı dersindeki bir parça ile, Nurların okunmasının, semavât ehlinin takdirine mazhar olduğuna dair bir parçayı da dercediyoruz: “Ben işittim ki; benim size câmide ders vermekliğimi arzu ediyorsunuz. Fakat benim perişaniyetimle beraber has*talığım ve çok esbab, bu vaziyete müsaade etmiyor. Ben de sizin için yazdığım bu dersimi okuyan ve kabul eden bütün hemşirelerimi, bütün mânevî kazançlarıma ve dualarıma Nur Şâkirdleri gibi dâhil etmeğe karar verdim. Eğer siz benim bedelime Risale-i Nur’u kısmen elde edip okusanız veya dinleseniz, o vakit kaidemiz mucibince; bütün kar*deşleriniz olan Nur Şakirdlerinin mânevî kazançlarına ve dualarına da hissedar oluyorsunuz. ” (Lem ’alar: 203) “O dersler ulûm-u imaniyeden olduğu için bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bahusus siz daimâ bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz. Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenab-ı Hakk’ın zişuur çok mah- lûkatı vardır ki, hakâik-ı imaniyenin istimâından çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemi’leriniz çoktur. Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî zineti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş: Yâni: Semâvat zemine gıbta eder ki; zeminde hâlisen-lillâh sohbet ve zikir ve fikir ve tefekkür için bir-iki adam bir-iki nefes yâni bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sani-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san'atını birbirine göstererek Sani'lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler. Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeler diyemez. İş(e ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Önümü7deki Sözler ekseriyel itibariyle inşâallah o cümledendir. ” (Barla Lahikası sh. 260) Nurlarla meşgul olmanın yani okumak, dinlemek veya yazmak suretiyle iştigalin aynen Hz. Üstadla manevî görüş*mek ve ondan ders almak hükmüne geçtiğini ve bu dersler yalnız fikrî ve İlmî istifade olmayıp, Nura talebe olma ve şirket-i maneviye sırrına mazhariyet gibi küllî ve umumî bir hayır ve nura nailiyet bulunduğunu göstermektedir. Bu gibi küllî, kudsî neticeler ise? Risalelerin sadeleştirilmesi gibi tahrifat hükmüne geçen tasarruflarla elde edilmez. Ve maksadın tam aksine, gençlerin ve nesillerin istifade ve istifazalarına mâni olunmuş olur.. Risale-i Nur neşriyatında talebelerinden Said Özdemir, Ahmed Aytimur Hz. Üstadın hizmetinde bulunan talebelerinden Hüsnü ,Bayram , Sungur Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 5. Februar 2012 Teilen Geschrieben 5. Februar 2012 Risale-i Nur sadeleştirilmeli mi? Risale-i Nur’u Risale-i Nur yapan özelliklerden biri de onun dili ve üslûbudur. Risalelerden birkaç cümle dinleyen bir kimse, bu eserlerde farklı birşeylerin bulunduğunu hisseder. Bu farklı dil ve üslûp, ifade ettiği mânâların yanı sıra, kendisine has bir âhenk ve musikîye sahiptir. Bu mânâ ve bu musikî bir araya geldiğinde, insanın üzerinde esrarengiz bir tesir bırakır. Dinleyen dinlemeye, okuyan okumaya doyamaz. Fakat Risale-i Nur’un dilinde, bugün bizim kullanmadığımız birçok kelime de vardır. Bu kelimeler de, özellikle gençler için, Risalelerin anlaşılmasını zorlaştıran bir etken gibi görünmektedir. Niçin derseniz: Bu kelimeler, anlamlarıyla beraber dünyamızdan çıktılar da onun için. Eğer o kelimeler anlamlarını başka kelimelere bırakıp da öylece bizden ayrılmış olsalardı, bir tür tercüme ile eserleri günümüzün diline çevirirdik. O zaman nesil farkı olmadan herkes kolaylıkla Risaleleri anlardı. Fakat Risale-i Nur, kullandığı dil ile, aslında bizim dünyamızdaki çok önemli boşlukları dolduruyor: O, modern hayatın bize unutturduğu anlam ve kavramları tekrar dünyamıza getiriyor. İşte bunlardan birkaçı: Rahmet, hikmet, celâl, cemal, hüsün, rububiyet, tecellî, Sâni’, masnû’, lütuf, kerem, ihsan, nuraniyet, cüz'iyet, külliyet ... Bu kelimelerin her biri bir anahtardır, bir âlemin kapısını açar ve o âlemin zenginliklerini önümüze serer. Bugünkü dilimizde, bizi bu mânâlarla tanıştıracak kelimeler yoktur. Bu kelimeler ve onlardan türeyen sair kelimeler, aynı zamanda, Risale-i Nur’un tefekkür sisteminin de yapıtaşlarıdır. Risale-i Nur’un son derece sağlam bir mantığa dayanan ve insana kâinatı bir kitap gibi okutturan tefekkür sistemi, kavramlar arasındaki akrabalıklarla okuyucuya yol gösterir. Meselâ bir elmayı “nimet” olarak gösterir; ondaki “in’âm” fiiline dikkat çeker; bundan da “Mün’im” ismine varır. Yahut kâinattaki "kerem" tablolarını göz önüne serer; onların arkasındaki "ikram" fiilini gösterir; ondan da "Kerîm" ismine intikal eder. Veya rengârenk mahlûkatın süslü bir şekilde yapılışlarına dikkat çeker ve onların "ziynet"leri arkasındaki "tezyin" fiiline, ondan da "Müzeyyin" ismine bizi götürür. Şimdi, bu kelimelerden herhangi biri değiştirilecek olsa, o muhteşem tefekkür örgüsü içindeki hatlar kesilmiş, bağlantılar koparılmış, sistem bozulmuş olmayacak mıdır? Bozulan bu tefekkür örgüsü içinde o eserlerden bu mânâlara bizi götürecek olan kelimeler hangi dildedir? Risale-i Nur'un dilinde sadeleştirmenin, onun tefekkür sistemini daha ilk merhalesinde bozmak mânâsına geleceği şüphesizdir. Bu durumda, şu yollardan birini tercih etmek kaçınılmaz olacaktır: 1.Ya bu kelimelerin yerine başka kelimeler bulunacak (ki bunlar bugünkü dilimizde mevcut değildir); 2.Ya bu kelimelerin mânâları uzun uzadıya cümlelerle izah edilecek (bu ise insanlara birkaç kelime öğretmekten çok daha zahmetli olduğu gibi, tamamıyla onun fonksiyonunu da karşılayamaz); 3.Veya leyleği kuşa “benzeten” Nasrettin Hocanın metodu takip edilerek bu mânâlar topyekûn feda edilecektir. Tercüme ile sadeleştirme aynı şey mi? Risale-i Nur başka dillere tercüme ediliyorsa, niye sadeleştirilmesin? İlk bakışta mâkul gibi görünen bu soru, aslında fasit bir kıyastan başka birşey değildir. Zira tercümede mânâ—mümkün mertebe—sabit kalır, kelimeler değişir. Bu işteki başarı nisbeti ise, mütercimin maharetinden başka, tercüme edilen dilin kapasitesine bağlıdır. Bu bazan yüzde yüz bir başarıyla gerçekleşebilir. Hattâ bazan bir eserin tercümesi, aslından daha da güzel olabilir. Veya, dilin yahut mütercimin kabiliyetine bağlı olarak, tercüme, asıldan bir kısım şeylerin kaybına yol açabilir. Genel bir ifadeyle söyleyecek olursak, tercümede, aslı olduğu gibi aksettirebilme ihtimali mevcuttur. Sadeleştirme ise, bir eseri, aynı dilde, müellifin tercih etmediği kelimelere dökmek demektir. Bu yüzden, sadeleştirme işleminde bir “değiştirme” söz konusudur. Bu da şöyle demek olur: Sadeleştirilen eserin, tercüme kadar aslına yaklaşma ihtimali, daha işin başında yok edilmiştir! Zaten adı üzerinde, bu bir “sadeleştirmedir.” Yani, eserin yeni şekli, eskisinden “daha sade” bir hal alacaktır. Bu ise, evdeki fazla eşyaları atarak daha rahat ve huzurlu bir hayata kavuşmak gibi bir sadeleşme değil, olsa olsa, kavram ve kelime zenginliğinden soyutlanarak içine düşülen bir “yoksullaşma” olur. Bu bakımdan, “Risale-i Nur başka dillere tercüme ediliyorsa neden günümüz Türkçesine çevrilmesin?” şeklindeki mülâhazalarda bir hakikat payı aramak beyhudedir. Hele Risale-i Nur gibi muhteşem bir hazinenin olağanüstü zenginliği ile bugünkü dilimizin yetersizliği karşılaştırılacak olursa, böyle bir durumda nasıl bir mânâ katliâmının yaşanacağını tasavvur etmek hiç zor olmayacaktır. Birgün, Şemseddin Akbulut dostumuz ile beraber, ilim ve irfan hayatımızın önemli simalarından rahmetli Ali İhsan Yurt’un ziyaretine gittiğimizde, söz Risale-i Nur’un diline geldi. O zâtın söylediği sözler bütün canlılığıyla hafızamda çınlıyor: “Nasıl ki Kur’an’ın inişinden önce asırlarca Arap dili buna hazırlandı. Nihayet bir kelime ile üç yüz mânâ ifade edecek bir hal aldıktan sonra Kur’an indi. Türkçe de asırlarca Arapça ve Farsça ile yoğurulup da kıvamını aldıktan sonra Risale-i Nur yazıldı. Yoksa, Yunus Emre Türkçesiyle Risale-i Nur yazılmazdı.” Yunus Emre Türkçesiyle yazılamayan bir eser, bugünün Türkçesiyle ne hale gelir; aklı, iz’anı ve insafı olan kıyas etsin! Tefekkür-dil bütünlüğü ve “sadeleştirme” Bir Risale-i Nur talebesi, başkalarından farklı bir yerden kâinata bakar. O muhteşem bir sanat galerisindedir. Âlemlerin Rabbi, gökleri ve yeri benzersiz sanat eserleriyle süslemiş, sonra insanı kendisine anlayışlı bir muhatap olarak seçmiş ve buraya göndermiştir. Risale-i Nur’un her bahsi, her sayfası, her satırı bu şuuru, insan ruhunun derinliklerine kadar yerleştirir. Onun için, bir Risale-i Nur talebesi, kâinatta nereye bakacak olsa, orada “masnû”lar görür. O masnû’da bir intizam, bir mizan müşahede eder. O intizamın arkasında bir tanzim, o mizanın arkasında bir tevzin fiilini bulur. O fiillerden de Hakîm ve Âdil bir Sâni’in varlığına intikal eder. Bu kadarla da kalmaz. O masnû’u dikkatle incelediği zaman, onda hüsün, ziynet, suret, şekil, lütuf, nimet, rızık, merhamet, muhabbet gibi daha nice hakikatlerle karşılaşır. Bu hakikatlerden tahsin, tezyin, tasvir, takdir, ikram, in’âm, terzik, terahhum, teveddüd, tahannün gibi fiillere geçer. Bu fiillerden de Müzeyyin, Musavvir, Mukaddir, Kerîm, Mün’im, Rezzak, Rahîm, Vedûd, Hannân gibi Esmâya intikal eder. Şimdi birisi çıksa, bu kelimelerden bir tanesini değiştirecek olsa, bir mantık silsilesini en can alıcı yerinden koparmış olmayacak mıdır? Meselâ “hüsün” değiştiğinde “tahsin”e nasıl varılacak, “tahsin” kaybolursa “Muhsin”e nasıl intikal olunacaktır? Tek bir cümleyi kendi başına ele alacak olursanız, onda birkaç kelimeyi değiştirmekle bu kayıpları bu seviyede fark etmeyebilirsiniz. Katliâmı gerçek boyutlarıyla görebilmek için, o cümlenin, son derece girift bir tefekkür sisteminin bir parçası olduğunu ve ihtilâtlarının bütün sisteme yayıldığını dikkate almak gerekecektir. Şunu da eklemeden geçmeyelim: Risale-i Nur’un kelimelerini aynen muhafaza etmek dahi kendi onun tefekkür sistemini bütünüyle kavramakta yeterli olmayabilir. Kelimeler ve kavramlar arasındaki akrabalıkları bir çırpıda görmek ve bunların birinden diğerlerine rahatlıkla intikal edebilmek için en verimli yol, eserleri Osmanlıca hattından okumaktır. Hal böyle iken, Latin alfabesinin verdiği hasarın üzerine bir de kavram katliâmını eklemek suretiyle Risale-i Nur’u “sadeleştirmeye” teşebbüs edecek olan kimsenin yaptığı iş, elinde satırla beyin ameliyatı yapmaya kalkan bir kasabın marifetinden çok farklı sonuç vermeyecektir. Risale-i Nur’un dili nasıl öğrenilir? Bediüzzaman’ın talebelerinden Mehmet Fırıncı, gençliğinde Risale-i Nur’u yeni tanıdığı zaman, onu anlamak için ne yapmak gerektiğini Hüsrev Altınbaşak’tan sormuş, o da “Devamlı Âyetü’l-Kübrâ’yı oku” cevabını vermişti. O da bu tavsiyeyi tuttu ve sürekli olarak Âyetü’l-Kübrâ’yı okumaya başladı. Ne bir sözlüğe baktı, ne kimseden birşey sordu. Sadece okudu, okudu. Sonunda, Fırıncı Abinin kendi tabiriyle, “mânâlar açılıverdi.” Fırıncı Abinin hikâyesi, aslında, bu dünyaya gelen herkesin yaşadığı bir maceradan başkası değil. Hayata gözümüzü açtığımızda, hiç bilmediğimiz bir dünya ile karşılaşmıştık. Etrafımızdaki eşyaları daha önce görmemiş, bu âlemin kavramlarıyla daha önce tanışmamıştık. Bütün bunları yaşayarak öğrendik. Risale-i Nur ile yeniden doğuş da aynen böyledir. İnsan, bu eserlerle yepyeni âlemlere girer. Bizim kendi ördüğümüz duvarlar arasında geçirdiğimiz, dış yüzü süslü, iç yüzü alabildiğine çorak hayatta adı sanı bilinmeyen zenginliklerle dolu âlemlerdir bunlar. Orada gördüğümüz şeylerin burada karşılıkları yoktur. Oradaki zenginlikler, bizim modern dünyamızda bilinmeyen kelimelerle görünür ve tanınırlar. Onun için, biz, Risale-i Nur’un önümüze açtığı âlemlerdeki mânâları yaşayarak öğreniriz: Tıpkı çocukluğumuzda anadilimizi öğrendiğimiz gibi. Biz, öğrenmeye bir türlü doymayan bir çocuğun iştahıyla Risaleleri defalarca okurken, bir yandan onun doyumsuz üslûbunu tekrar tekrar zevk eder, bir yandan da, her biri farklı bir âlemin kapısını açan kelimelerin değişik yerlerde kullanılışlarıyla karşılaşırız. Belki o kelimelerle henüz tanışmamışızdır; fakat o kelimelerin içinde yer aldığı cümleler ve pasajlar arasında dolaştıkça aldığımız kokular ve yaşadığımız duygular, mânâ haleleri halinde o kelimelerin etrafını kuşatır. Önceleri belli belirsiz şekilde, sonra gittikçe artan bir netlik ve parlaklıkla mânâlar görüş alanımıza girer, daha sonra da dünyamızın bir parçası olurlar. Belki sorsalar tarif edemeyiz, kelimelerin anlamını söyleyemeyiz; fakat söyleyemesek de biliyoruzdur, bilemesek de yaşıyoruzdur yaşanacak olan şeyi. Zaten Risale-i Nur’un iman derslerine başka hiçbir kitapta rastlanmayan özelliğini veren şey de onun yaşanarak öğrenilmesidir. Mesele sadece birtakım bilgileri aktarmaktan ibaret olsaydı, bu dersler de felsefe seviyesinde kalırdı. “Sadeleştirme” işleminden geçmiş bir Risale-i Nur’un ise, “yaşanan bir hayat” olmak bir yana dursun, felsefe dersi olarak kalmasını beklemek bile iyimserlik olacaktır. Kimin konuşma hakkı var, kimin yok? Risale-i Nur sadeleştirilmeli mi? Yahut sadeleştirilebilir mi? Şimdiye kadar bu soruyu “esas” yönüyle ele aldık. Fakat konunun, esastan da önce, “usul” yönü var. Bu sorunun kesin cevabını verecek en yetkili isim kim olabilir? Hiç şüphesiz, eserin sahibi. Eğer Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin bu konudaki görüşü belli ise, bizim veya başkalarının bu görüşten başka yönde söyleyeceği sözün bir değeri kalmaz. Risale-i Nur Müellifinin görüşü ise bellidir. Eserler üzerinde kalem oynatılmasına müsaade etmediğine dair yazılı ifadelerinden başka, hizmetinde bulunan talebelerinin ondan naklettiği sözler, Bedüzzaman’ın böyle birşeye asla razı olmadığını, hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak bir kesinlikle ortaya koymaktadır. Bediüzzaman’ın hizmetkârları arasında, onun eserlerinde sadeleştirmeye müsamaha ile baktığını söyleyen tek bir kişi bile yoktur; buna rızası olmadığını gösteren vak’alar ise pek çok talebesi tarafından icmâ’ halinde nakledilmektedir. Eser sahibinin tavrı bu kadar açık bir şekilde meydanda iken, bunu bile bile Risaleleri sadeleştirmeyi savunmanın, onun da ötesinde, bu işi fiiliyata dökmenin, eser sahibine saygı ile bağdaşmayacağı açıktır. Faraza, dilinin ağırlığı sebebiyle Risale-i Nur’un okunup anlaşılmadığı iddiası kabul edilse bile, eserin sahibi böyle bir endişe içerisinde değil ise, üstelik eserinin lisanına dokundurmama konusunda da bir hassasiyeti mevcut ise, başkaları kim oluyor ki, bu eserlerin dilini değiştirmekte ve kendi arzusuna göre kesip biçmekte bir beis görmüyor? Evet, Risale-i Nur’u anlamak, ona intisap eden herkesin ilk ve en önemli meselesi olmuştur. Ancak bunun sebebi, daha sade bir dil ile anlatılabilecek ve kolayca anlaşılabilecek meseleleri Risale-i Nur’un zorlaştırması değildir. Eğer problem böyle olsaydı, Risale-i Nur sadeleştirilir ve mesele çözülürdü. Bunun başta gelen sebebi, Risale-i Nur’un, en üst seviyede mücerret düşünceye ihtiyaç gösteren iman ilimlerini, en kapsamlı bir şekilde ele alışıdır. Risale-i Nur’un bu husustaki muvaffakiyetine en kuvvetli delil ise, okuyanlar üzerinde vücuda getirdiği tesirdir. İlk telif edilmeye başladığı günden itibaren, insanlar, etrafında pervane olacak bir bağlılıkla bu eserlere tutuluyorlar, onu okuyorlar, okuyorlar, okuyorlar… “Risale-i Nur’u sadeleştirelim de herkes okusun” diyenlerin bir türlü görmek istemedikleri büyük gerçek de işte budur: İngiltere’de okunan Shakespeare’den daha fazla Türkiye’de Risale-i Nur okunuyor! Eğer Risale-i Nur’un dili konusunda incelenecek birşey varsa, o da, bu lisanın nasıl olup da insanları böylesine tesiri altına alabildiğidir. Dikkatler bu nokta üzerinde yoğunlaştığı takdirde, Risale-i Nur’u hem anlamak, hem de anlatmak konusunda çok daha verimli yolların keşfedileceğinden şüphe etmemek gerekir. Ümit Simsek, Risale Haber, 05 Şubat 2012 Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 6. Februar 2012 Teilen Geschrieben 6. Februar 2012 Hocaefendi’nin Risalelerin sadeleştirilmesine bakışı üzerine Hocaefendi’nin Risalelerin sadeleştirilmesine bakışı üzerine Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendiden nakledilen bir söz duymuştum: “Risaleleri sıksanız tasavvuf damlar!” diye… Bazı beyanat ve eserlerinde de bunu destekleyen ifadeleri var. Örneğin “Kalbin Zümrüt Tepeleri” isimli eserleri için “Risalelerin gölgesi sayılan kalbin Zümrüt Tepeleri” tabirini bizzat kendileri kullanıyorlar. Kalbin zümrüt Tepeleri ise yine kendilerinin bir sohbette sorulan “Anlamakta zorlanıyoruz. Nasıl anlamalıyız?” mealindeki bir soruya verdiği cevapta olduğu gibi “Belki, bugünün nesli, Kalbin Zümrüt Tepeleri’nin çoğunu anlayamayacak; lâkin yirmi beş sene sonrakiler onu çok iyi idrak edip yaşayacaklar; ihtiyaç doğduğu an, Kur’an ve Sünnet çizgisinde bir eseri hazır bulacaklar” şeklinde açıkladığı bir ufuk eserdir. Hakikaten de tasavvuf literatürüne has tanımları olan tevbe, inabe, muhasebe, tefekkür, firar, i’tisam, halvet, uzlet, hal, kalb, havf, reca, huşu, zühd, takva, vera, ibadet, ubudiyet, murakabe, ihlas, istikamet, sıdk, hayâ, şükür, sabır, rıza, marifet, muhabbet, aşk, şevk, iştiyak, cezbe, incizab, dehşet, hayret, vakit, safa, sürur, telvin, temkin, mükaşefe, müşahede (1), tecelli, hayat… gibi onlarca kavram icmali surette de olsa açıklanmıştır. Özellikle de Hocaefendi’nin kendisine has üslupları içerisinde ele alınan konular, hem muhtevası hem de bireysel tecrübelerle künhüne vakıf olunabilecek hakikatler olması açısından kolay metinler değildir. Hocaefendi’nin başka birçok hikmetle birlikte “25 sene sonraki insanlar ihtiyaç duyduğunda bulacakları ve anlayacakları bir eser!” olarak tarif etmeleri bunun bir göstergesidir. Dikkat edilirse Hocaefendi’nin bu eserlerin anlaşılamaması gibi bir derdi yoktur. “Anlaşılamama” maruzatına karşı verdiği cevap “O zaman sadeleştirin ve herkesin anlayacağı bir yalınlaştırmaya gidin!” şeklinde de olmamıştır. Olması da beklenmemelidir. Çünkü hem eserin muhtevası hem de işlediği konular, her eline alanın ilmihal gibi okuyup tatbik edeceği türden konuları ihtiva etmez. Kalbin Zümrüt Tepelerindeki bir cümle bazen bir makaleyle izah edilebilir. Bu bir ilimdir ve bedel ister! Bu ilmin taliplileri -tabir yerindeyse- dizini kırıp bu ilmin rahle-i tedrisine oturmalı ve çilesini çekmelidir! En sıradan dünyevi ilimler bile gayret gerektiriyorsa öteler ötesi âlemlerin hakikatleri nasıl bu kadar kolaycı bir yolla kazanılabilir! İşte bu yüzden Hocaefendi “ileriyi” hedef gösterir ve “siz durumunuz itibariyle bunları anlamaya müsait olmasanız da gelecek nesiller bu derinlikli dili, üslubu ve konuları anlayacaklardır!” cevabını verir. http://www.risalehaber.com/images/other/fethullah_gulen_risaleinur.jpgPeki ya Risale-i Nurlar? Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, Kalbin Zümrüt Tepeleri gibi bir eseri “Risalelerin gölgesi sayılabilir!” olarak ifade etmesi bile yetmez mi Risaleleri tanımlamak için. Keza Risaleler yalnızca bir ilim dalı olarak tasavvufun diliyle konuşmaz. Öyle meseleleri vardır ki, örneğin, "Sırr-ı Kader ve cüz'-i ihtiyarînin halli için, koca Sa'd-ı Taftazanî gibi bir allâmenin; kırk-elli sahifede, meşhur Mukaddemat-ı İsna Aşer namıyla telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili, kadere dair olan Yirmialtıncı Söz'de, İkinci Mebhasın iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyana” mazhar olmuş bir eserdir. Onun için bazen Kelam ve felsefenin bazen tefsir ve Belagat ilimlerinin aynı sayfada işlendiği bir muhtevaya sahip “çekirdek” eserlerdir Risale-i Nurlar. En sıradan bir terkibin yahut ikamesi mümkünmüş gibi duran bir kelimenin, bir ilim dalının literatürüne ait bir terminoloji olduğu asla unutulmamalıdır. Bir örnek vermek gerekirse, “müşahede” kelimesi bunlardan biridir. Üstad Bediüzzzaman, Sünnet-i Seniyyenin fazilet ve ehemmiyetini anlattığı meşhur On Birinci Lem’a’sında Seyr-i Suluk-u Ruhanide kat-ı meratib ederken, İmam-ı Rabbani (r.a) gibi, kendisinin de o makamlarda sünnete ittibanın nasıl haşmetli ve parlak göründüğünü “müşahade” ettiğini söyler. Yukarıda atıfta bulunduğumuz “Müşahede” kavramına dair Hocaefendi’nin kaleme aldığı metni okuyanlar anlarlar ki Üstad Bediüzzaman, belli ki bu dünyanın dili ve gözüyle konuşmuyordur o paragraflarda… Lahuti âlemlerin sırlı caddelerini keşfe çıkmıştır. İşte onun için orada “müşahede” kelimesini kullanmayı tercih eder. Biz akıl gözüyle hissemizi alırız. Lakin o dünyanın diline aşina kimseler için anlamaktan aciz kalacağımız nice sırları saklar ve o âlemlere ait işaretler sunar “müşahede” kelimesi çünkü. Ve bunun gibi daha yüzlerce kavramı harmanlamıştır Bediüzzaman; yalnızca ehlinin keşfedeceği ve istifade edeceği… Onun için “müşahede ettim” yerine koyulacak bir “gördüm” lafzı nezaketsizlik ve hürmetsizlik olur hem o ilimlere hem de Bediüzzaman’a… Fakat bu ve benzeri birçok kavramı, istemeden ve iyi niyetle, sadeleştirme adına incittiklerini görüyorum. Örneğin Sadeleştirilmiş Lemalarda, Sünnet-i Seniyye Risalesinde geçen “müşahade” yerine kullanılan “gördüm” gibi ifadeler buna örnek gösterilebilir. *** Açıkçası Hocaefendi’nin, gölgesi Kalbin Zümrüt Tepelerine eşdeğer bir eserin sadeleştirilmesine cevaz vereceğini pek zannetmiyorum. Bunu ne ilmi ne vicdani hassasiyetleri itibariyle kabul etmez zannediyorum. Bir zamanlar Risalelerin sadeleştirilmesine taraftar olmadığına dair yaptığı sohbetlerinden derlenmiş notları hala bende mevcut… İşte o notlardan birkaçı: *Arapça'dan tercüme kesinlikle orijinal olmaz ve mana bozulur. En az verim de maalesef Türkçe tercümede olmaktadır. Risaleleri anlamak için sadece dilde ısrar etmemelidir. Biraz sabır, azıcık gayret ve dikkat inşallah hedefe ulaştırır. *Kitap sadeleştirme speküle bir meseledir, mevzudur. Tercüme edilen eserler bir bakıma incil akibeti gibidir. Her sadeleştirmede birçok tavizler verilir. Ve açılan kapı kapanamaz. *Risalelerin en ağır yerleri ya Medrese-i Yusufiye'de ya da 10-12 hastalığın insanın üzerinde abandığı dönemlerde kâtip usulü yazılmıştır. (Kâtip usulü demekle; Hocaefendi Nurların tamamen ihtiyarı haricinde mahza İlham-ı İlahî olduğunu beyan etmektedir.) Yazılışında dahi bir hikmet vardır. *İslam'a doymuş ve dolmuş insanlar olmak için bu kitapları mukayeseli olarak en az 5 (beş) defa okumak gereklidir. *Kitapları iyi bilen ağabeyleri ve kardeşleri bulmaya çalışın ve mütalaa edin. *Risale-i Nurlar çok kıskançtır ve kendine âşık olmayana yüzündeki peçeyi sıyırmaz! *Müellifi Muhteremin neşredilmemiş kitaplarından tutun da; Lenin'e, Freud'a, Marks'a kadar hepsini okudum. Dedim ki; onların yollarını taktiklerini de öğreneyim. Ama şimdi diyorum ki; bu kitapları (Risale-i Nurları ) en az beş defa okuyun, başka bir şey istemez!... *Risaleleri şu zamanda iyice anlamadan başka şeylere tevessül ederseniz; bir yerde mutlaka mantık hatası yaparsınız. *Eğer siz İstanbul'da üçlerin, Urfa'da ikilerin elle sayıldığı bir dönemi idrak etseydiniz, şimdiki şu halde şükreder ve vefa ne demek o zaman anlardınız. *Risaleler okyanus gibidir... Bazı yerleri sahil kıyısı gibidir. Bazı yerleri 25-30 metre gibidir, -ihtisas ister. Bazı yerler vardır ki bir kaç yüz metredir ve kalp ve ruhun derece-i hayatına çıkmayan orada yüzemez. Bazı yerler bir kaç bin metre derinlikteki yerlere benzerler. Kalbi nefsine, cesedi midesine galebe edemeyenler oralarda yüzemezler. En büyük transatlantikler dahi Guamm çukurundaki merkezkaç kuvveti riskini göze almazlar. Bazı yerler Allah'ın kâinata va'zettiği mizana ayna olarak Everest tepesinin zıddı Guamm çukuru gibi derindir ki (11.000m.) orada yüzmek için Vekil-i Müceddit-i Elf-i Salis-i Aşr olmak; öyle bir dalgıç olmak lazımdır… *** Ufuk yayınları, Hocaefendi’nin düşünce ve görüşlerini itibara alan bir kuruluş bildiğim kadarıyla. Hocaefendi’nin tabiriyle ikinci ilkler olan Bediüzzaman’ın talebelerinin bu konudaki hassasiyetlerini görmezden gelseler bile Muhterem Hocaefendinin görüş ve tahşidatlarını göz ardı etmelerini beklemezdim bu kuruluştan. Ama olsun, her şey bitmiş sayılmaz. Ne de olsa niyetler iyi… Onun için böyle bir yanlış adımı bir daha atmamak hiçte zor değil… Yanılıyor muyum? 1-Özellikle temas etmeye çalışacağım meselenin daha net anlaşılması için, bir örnek olarak, okuyucuların, (http://hikmet.net/icerik/3883/musahede ) sayfasındaki “müşahede” kavramını okuduktan sonra yazıya dönmelerini özellikle istirham ediyorum. Osman Sertug Caliskan, Risale Haber, 06 Şubat 2012 Pazartesi 07:13 Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 9. Februar 2012 Teilen Geschrieben 9. Februar 2012 Said Nursi'nin el yazılı sadeleştirme reddiyesi! 09 Şubat 2012 / 10:56 Said Nursi'nin sadeleştirme ile ilgili çok sert bir tavır takındığı, kendi el yazısı ile yazdığı bir belgede ortaya çıktı Abdurrahman Iraz'ın haberi: RİSALEHABER-Bediüzzaman Said Nursi'nin sadeleştirme ile ilgili çok sert bir tavır takındığı, kendi el yazısı ile yazdığı bir belgede ortaya çıktı. Bediüzzaman'ın talebesi Abdülkadir Badıllı belgeyi Risale Haber'e gönderdi. Belgede Üstadın talebesi Ahmet Feyzi Kul ağabeyin Bediüzzaman'dan Risale-i Nur'u sadeleştirerek yayınlaması konusunda izin istemesine mukabil çok ciddi ve sert bir karşılık aldığı görülüyor. Bediüzzaman Said Nursi bu isteği olumsuz karşılarken en yakın talebelerinden ve manevi evladı Ceylan Çalışkan'a da bu elyazısı ile olayı anlatarak onun da uyarmasını istiyor. Abdulkadir Badıllı ağabeyin açıklaması ve Bediüzzaman Hazretlerinin el yazısıyla yaptığı uyarı şöyle: http://www.risalehaber.com/images/other/saidnursi_sadelestirme_ikaz.jpg 1948-1949 yıllarında, Afyon Hapsinde Üstadımız Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretlerinden; Nurların sadeleştirilerek, bir mecmuada neşrini isteyen ve bilahere uzun bir mektupla o mevzudaki düşüncelerini arzeden merhum Ahmed Feyzi Ağabeye, muazzez Üstadımızın gayet ciddi ve sert cevabıdır. Hz. Üstad kendi mübarek elleriyle yazıp, hususi surette sadık ve vefakar evlad-ı manevisi merhum Ceylan Ağabeye gönderdiği yazının suretidir Hz. Üstadın el yazısı pusulanın Türkçesi: “Ceylan bu mahremdir. Bak, sonra yırt! Ben manevi bir ihtara binaen, bir pusula Feyzi’ye yazdım. Sen onu gördün mü? Sen anlaki o ne ile meşguldür. Bir cevap vermedi. Başka lüzumsuz şeyleri yazmış, “Nurları bir mecmua ile neşredeceğiz” gibi manasız bir şeyler yazdı. Sakın Şemsi gibi Nurları tağyiretmesin.” http://www.RisaleHaber.com Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 11. Februar 2012 Teilen Geschrieben 11. Februar 2012 Sadeleştirme manayı tamamen bozar-VİDEO 10 Şubat 2012 / 13:26 Bediüzzaman'ın talebelerinden Said Özdemir, Risale-i Nur'un neden sadeleştirilmemesi gerektiğini anlattı Abdurrahman Iraz'ın haberi: RİSALEHABER-Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden Said Özdemir, Risale-i Nur'un neden sadeleştirilmemesi gerektiğini anlattı. Sadeleştirmeye kaynak gösterilen "Fakat yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçe farklı olduğundan, yeni Türkçe için bazı kelimat-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshilat olması için bazı tabiratı değiştirirseniz iyi olur" ifadelerinin eksik olduğunu belirten Özdemir Ağabey, bunu öncesinin de olduğunu ancak Bediüzzaman'ın bu ifadeleri daha sonra kaldırdığını söyledi. O ifadelerin öncesi şöyle: ''Saniyen: Burada, Lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Söz'ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem'a'nın ism-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem'ası hâtimesine kadar, Âyetü'l-Kübrânın, 'Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir...' diye başlayan Birinci Makamın başından ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp, ta On Sekizinci Mertebe olan kâinatın hudus hakikatı, ta imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı maneviyle izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibiatabilirsiniz. SADELEŞTİRMEYE NE DEDİ? "Sadeleştirme tamamen manayı bozar" diyen Özdemir ağabey, tarihten örnekler verdi. Risalelerin gençlere de ulaşmasını destekleyen Özdemir ağabey, "Eskiden Ankara'da biz 10-15 kişiydik. İstanbul'da 20-25 kişiydik. Bugün Türkiye'de değil bütün alem-i İslamda milyonlara baliğ olan bir cemaat meydana geldi. Anlamayan insanlar neden okurlar, neden bu kadar çoğalma oldu. Neden rağbete medar oldu? Eskiden İstanbul ve Ankara'da basılıyordu. Şimdi 8-10 neşriyat basıyor ve yetiştiremiyor. Anlaşılmayan bir kitap neden okunsun? Aklı bazı kelimeleri anlamasa dahi kelimelerin bir araya gelişinde manevi bir feyiz var. İlhamen yazdırıldığı için muazzem intişar ediyor. Başka kelimeleri karıştırısanız kuru kalıyor. Sadeleştirmeyi yapanlara katiyyen diyorum ki Risale-i Nur'a karşı bir ihanettir ve doğrudan doğruya Risale-i Nur'un istifadesine mani olmaktır. Bu dinen de caiz değildir. Kanunen yapsalarda İslami bir kural değildir" dedi. İşte o sözleri: Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Sunnit Geschrieben 11. Februar 2012 Teilen Geschrieben 11. Februar 2012 (bearbeitet) Muhtesem. Asil talebeler onun yaninda olan ve ondan ders alan ve kitabi ögrenenlerdi. Sonrakiler kendilerine öyle bir isimlendirme vermeleri ve isnatsiz bir sekilde dogru olmadigini düsünüyorum. Bu yasli ve eski insanlar onlarin gercek talebeleri idi ve onlardan ders almak gerekir risaleleri gercek manada anlayabilmek icin. Yoksa öyle ben talebeyim diyen ve yolda gezen ünvan sahibi olan insanlar cok. Ve bazi islami terimlerin almancada ve diger tercümelerde kalmasi gerekli oldugunu yine bildirilmis oluyor ve cok acikcana olmasi gereken. Herseyi düpe düz almancaya, inglizceye cevirmek hic bir zaman dogru degildir. Islamin kendisini ayit olan temel esaslari belli edilmesi ve korunmasi gerekir. Dikkat edilmesi gerekir. ALLAH razi olsun Bearbeitet 11. Februar 2012 von Sunnit Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Nur Efsan Geschrieben 11. Februar 2012 Teilen Geschrieben 11. Februar 2012 Isteyen herkes talebe, dost, arkadas vs. olabilir, o kapi acik tutulmus- ister yirmi yil sonra ister yarim asir sonra. Bunun yenisi eskisi yok. Isnad dedigin olay da burada pek mevzubahis degil, kaynak ve muallim Risalenin kendisi. Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Sunnit Geschrieben 11. Februar 2012 Teilen Geschrieben 11. Februar 2012 (bearbeitet) Isnad dedigin olay da burada pek mevzubahis degil, kaynak ve muallim Risalenin kendisi. Kitab nasil muallim olabilirki? mesela Kurani okuyan ve ögreten olur, ve bu kisi asil muallimdir. Ve yazarin talebeleri, muallim vefat ettimi devam ettirirler ve bu böylecene zincir halinde gider. Bu islamidir. Efendimiz örnek alinmasi gerekir itikatimiza göre. Kitabi ve Hikmeti ögreten muallimdir. Bilmedigini ögretende muallimdir. Eskiden bir mualimden ögrenirlerdi ve icazet alirlardi, ve ögrendiklerini devam ögretirlerdi. Böylecene bu ilim ögretisi devam ederdi. Bu birseyi sadelestirmek ile kiyaslana bilir bir olay bana göre. Bazi seyler mevzubahis olmasina gerek kalmaz, o kadar belli ve acikdir. Hak ile batili ayirt edenlerden olmamiz gerekirki, ONA sukr edelim. Onu hatirlayanlardan oluruz insaALLAH. Hayirli Geceler... Saygiyla Bearbeitet 12. Februar 2012 von Sunnit Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 12. Februar 2012 Teilen Geschrieben 12. Februar 2012 Sadeleştirmek, bayağılığa razı olmaktır 12 Şubat 2012 / 13:41 Özburun, Risale-i Nur'un sadeleştirilmesi çalışmalarının "zavallılık" olduğunu belirtti Risale Haber-Haber Merkezi Yusuf Özkan Özburun, Risale-i Nur'un sadeleştirilmesi çalışmalarının "zavallılık" olduğunu belirterek, "göğe çıkmak yerine göğü yere indirmeye çalışmanın bayağılına razı olacaklardır" dedi. Haber 7'deki yazısında özellikle medya tarafından yapılan yönlendirmelere dikkat çeken Özburun, Said Nursi'nin eski Said döneminden farklı olarak yeni Said döneminde gazete okumadığını, radyo dinlemediğini, dünya hadiselerinin anlatılmasına müsaade etmediğini belirtti. Özburun, "Zamanın ve zeminin koşullarına, kendi özel iç dinamiklerimize, şahsi nefs terbiyemiz esnasında geçtiğimiz yolların özelliklerine dikkat etmemiz gerekiyor. Demek istiyorum ki yeni Said döneminin gazete okumayan Said Nursi’si Eski Said döneminde günde belki sekiz-on gazete okuyordu. Eski Said’in okuduğu gazeteler de doğrusu bugünün gazeteleri değildi. Bu da önemli bir nokta. Volkan Gazetesi’ni ya da Tercüman-ı Ahval’i, hatta İctihad’ı alın okuyun neredeyse bir fikir dergisi okur gibi olursunuz. (Üstelik, Cumhuriyet öncesi dönemin iyi kötü bir halifenin bulunduğu, imanın verili kabul edildiği ve dolayısıyla İslami Medeniyet’in oluşumunun toplumsal ve siyasal alanda görüldüğü, dağılmaya yüz tutmuş bir İslam memleketinin kurtarılma telaşının bulunduğu bir dönem olduğu gözden ırak tutulmamalıdır.) Yani görüntü manyaklığına teslim olmuş, fotografları kestiğinde geriye kevgire dönmüş bir kağıt parçası kalan bugünün gazetesi ile Eski Said’in okuduğu gazete tamamen aynı değildi. Aynı şekilde Yeni Said döneminde radyoda Risale-i Nurdan bir bahsin okunacağını duyup arabanın radyosundan bunu dinleyen, dinlerken de vahdetten kesretin çıkması hakikatini hava zerreleri ile yayılması yönüyle tefekkür eden Said Nursi de gözden kaçırılmamalıdır" dedi. Kendi enfüsi gündemleri, tefekkürleri olmayanların Said Nursi'nin durumunu anlayamayacağını vurgulayan Özburun, "dünyevilerin gücün medyası kanalıyla oluşturduğu yapay ve afaki gündemlerin peşine takılanlar, malumatını hal ile ilme ve oradan da marifete dönüştürme derdinde olmayanlar, evlerini bir hakikat medresesi, bir marifet tekkesine dönüştürmenin izini sürmeyenler, çağın atalet tuzaklarına gözü kapalı atılanlar, kendisini idamla yargılayan kara cübbeli hakimlerin karşısında umarsızca yamalı cübbesinin söküğünü diken Said Nursi’yi anlayamayacaklardır" şeklinde yazdı. Özburun, yazısının son cümlesini de Risale-i Nur'un sadeleştirilmesi çalışmalarına getirdi. Özburun, "Cümleleri sadeleştirerek anlaşılırlığı artıracağını sanmak zavallılığından öteye gidemeyecek, göğe çıkmak yerine göğü yere indirmeye çalışmanın bayağılına razı olacaklardır" dedi. Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Sunnit Geschrieben 12. Februar 2012 Teilen Geschrieben 12. Februar 2012 (bearbeitet) Isteyen herkes talebe, dost, arkadas vs. olabilir, o kapi acik tutulmus- ister yirmi yil sonra ister yarim asir sonra. Bunun yenisi eskisi yok. Isnad dedigin olay da burada pek mevzubahis degil, kaynak ve muallim Risalenin kendisi. Webmaster teilst du dieselbe Ansicht wie Moderatorin Nur Efsane? (web. sende Nur efasaneye katiliyormusun?)) noch eine Frage, dieser Özburun, ist das auch ein Schüler von Said Nursi Efendi gewesen? (Özburun Said Nursi efendinin talebelerindenmi?) jedoch Said Özdemir hat die Handschriften von ihm(Özdemirde onun el yazilari var degilmi?)? Bearbeitet 12. Februar 2012 von Sunnit Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 12. Februar 2012 Teilen Geschrieben 12. Februar 2012 acikcasi ikinizin yazismalarini okumadim özetlermisiniz? Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Sunnit Geschrieben 12. Februar 2012 Teilen Geschrieben 12. Februar 2012 özetlermisiniz? Kaynak ve muallim Risalelerin kendisidir diyor. Buna katiliyormusun? Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Webmaster Geschrieben 12. Februar 2012 Teilen Geschrieben 12. Februar 2012 ne manada dendigini bilmiyorum ama, kitabin orijinalleri kaynak olmasindan daha dogal ne olabilirki? Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Sunnit Geschrieben 12. Februar 2012 Teilen Geschrieben 12. Februar 2012 (bearbeitet) ne manada dendigini bilmiyorum ama, kitabin orijinalleri kaynak olmasindan daha dogal ne olabilirki? Orijinal el yazilari talebelerinde o zaman. Videoda zaten gösterdi ve orda bazi kisimlari risaleye aldirmamis. Yani bunu simdi talebeleri daha iyi bilir ve ayrintili bilgiye ve ehliyetli insanlardir risale konusunda. Ben sadece bu niyetle bunu belirtmek icin söyledim. ALLAH bizleri daima düsünen ve iman edenlerden eylesin. Aklin oldugu yerde iman mevcuttur derler. Belki Nur Efsane kardes ne demek istedigini aciklarda bizde anlamis oluruz. Su yazisi ile ne demek istedi: Isteyen herkes talebe, dost, arkadas vs. olabilir, o kapi acik tutulmus- ister yirmi yil sonra ister yarim asir sonra. Bunun yenisi eskisi yok. Yukaridaki talebeleri ise, o zaman yeni ve eski vardir demek. Bununla ne demek istedigini aciklarsaniz o zaman herkez anlamis olur. Bearbeitet 12. Februar 2012 von Sunnit Zitieren Link zu diesem Kommentar Auf anderen Seiten teilen Mehr Optionen zum Teilen...
Empfohlene Beiträge
Dein Kommentar
Du kannst jetzt schreiben und Dich später registrieren. Wenn Du ein Konto hast, melde Dich jetzt an, um unter Deinem Benutzernamen zu schreiben.