Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Empfohlene Beiträge

[h=1]O fotoğrafta Hocaefendi olacaktı…[/h]

 

 

 

 

Yıl 2012… Said Nursi'nin “delikanlı” talebelerinden Mustafa Sungur Hakka yürüdü. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan programlarını iptal edip cenaze namazında saf tuttu.

“Sungur Abi…” dedi, koştu. Tabutu omuzladı. “Sayın Sungur” demedi. “Mustafa Sungur Hoca” demedi. Nur talebelerinin büyüklerini andığı o unvanı tercih etti. “Abi…” “Abi” hitabında hiyerarşik ima yoktur. Hürmet ve şefkatin karşılıklı akıştığı eşitlikçi bir konumda yer alır abi…

Said Nursi'nin “fenafi'l ihvan” diye önerdiği çileli seyrisülukunun hatırasıdır “ağabeylik” makamı. Kardeşinin rızasında fani olacaksın der Üstad. Kendisini de bunun dışında tutmaz. Şeyh-mürid ilişkisinin yerine kardeş-kardeş ilişkisi koyar. Şeyhliği doğrudan Kur'ân'a bırakır. Risale'nin yazılı metinleri üzerinden her talebe doğrudan ve birinci elden Kur'ân'a talebe olabilir. Sungur Abi, hizmetin saff-ı evvel kahramanlarındandır. Kelle koltukta koşup gelmiştir Üstad'ına. İdamları ve hapisleri göze alarak yürümüştür davada. Said Nursi'nin talebesi olduğunu belirtmeyi konjonktüre bağlamamıştır. Her halükârda söylemiştir. Durumsal ve dönemsel olmamıştır Said Nursi'ye talebeliği kabullenişi. Bedel ödemişlerdir. Ömrü boyunca “talebe/öğrenci” olmaktan öte bir makam talebi olmamıştır. O fotoğraftaki abiler de öyledir.

Yukarıdaki fotoğrafın arka planını bilenlerdenim. Solda ortada Milli Görüş teşkilatından yetişme, Kasımpaşalı bir adam var. Recep Tayyip Erdoğan. Hâlen Türkiye Cumhuriyeti Başbakanıdır. Bu fotoğrafta bulunmamak için iki önemli gerekçesi var Recep Tayyip Erdoğan'ın. Milli Görüş, öteden beri “abi”lerin mesafeli durduğu bir siyasi duruştur. Üstad'ın “din adına siyaset yapmamak” ilkesi adına rahmetli Erbakan'la ittifak etmemiştir abilerin çoğu. İkincisi, laik Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanıdır Recep Tayyip Erdoğan… “Nur Cemaati”nin önde gelenlerini kabul etmesi ve bir de fotoğraf çektirmesi önemli bir ikbal riskidir. Başbakan'ın karşısında Türkiye Cumhuriyeti'nin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez duruyor. Her zamanki tebessümüyle. Sungur Abi'nin cenaze namazını kıldırdı. Risale-i Nur'ların Diyanetçe de basılmasını arzu eden Said Nursi'nin rüyasını görendir Görmez Hoca. Yakında beraber göreceğiz, inşallah.

Sol baştaki Fırıncı Abi'den başlayarak isimleri sayabilirim. Hepsi “abi”… Tahmin ediyorum Başbakan o toplantıda her birine “abi” diye hitap etmiştir. Devlet dilinin o soğuk “sayın”larını unutmuştur. Başbakanlık ofisindeki bu masaya “Sungur Abi”ye sahip çıktığı için, en önemlisi de “Abi” demesinde saklı samimiyete karşı teşekkür etmek üzere oturdular. Milletvekili hesabı yapılmadı o masada. Kadro pazarlığı; hâşâ… Onlar Risale-i Nur hizmetinin sessiz ve sakince akan ana gövdesinin temsilcileri. Hepsi de “Abi” diye anılır. “Hocam” denilmesine alışkın değildirler. Teşekkür edip masadan kalktılar. Bu kadar.

Bu toplantıdan birkaç ay önceydi. Başbakan'dan görüşme isteyen abiler “Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi”den de görüşme talep ettiler. En azından bir telefon görüşmesi… Ulaştığından emin olunacak bir elektronik posta… Hizmetine ve gayretine hürmeten eski usul zarflı mektuplar da hazırlandı. Özel elçi heyetleri okyanus ötesi yollara düştü.

Hayır, hayır; konu Sungur Abi'nin cenazesi değildi. Sağolsun, Hocaefendi, bizzat kaleme aldığı genişçe bir taziye ilanı yayınlattı Zaman'da… Ki memleket meselelerine ilgisini öteden beri biliriz. Sungur Abi'ye ilgisiz kalması mümkün mü?

Ne var ki, Hocaefendi'den abilerin her türlü görüşme isteğine karşılık tek hecelik bir cevap gelmedi. O günlerden ben de derin bir sessizlik hatırlıyorum okyanus ötesinden.

Konu Risale-i Nur'ların “sadeleştirilmesi”ydi. Belli ki Hocaefendi'nin iradesi tecelli etmiş ve Türkiye'deki kardeşlerimiz yıllar öncesinden Lem'alar'ı, Sözler'i “sadeleştirme”ye başlamışlardı. Önümüze aniden Risale'nin kırmızı deminin açıldığı sarıya çalan bir kitap koydular. Şok! Belki de ihtiyaçtı bu. Belki de yerinde bir karardı. Belki de Hocaefendi abilerin görmediği sorunlarla boğuşuyordu. Abiler Üstad'ın daha önce de benzer bir taleple gelenlere izin vermediğini hatırlattılar. Hocafendi'nin bunu değil emretmesinin, izin vermesinin bile doğru olmayacağına inanmak istediler. Uyardılar. En azından bir gönül alma operasyonu yapılabilirdi. #BenDedimOlacakOlmaz'dı ya!

Abilerin görüşme talepleri “Hayır” cevabını bile duymadıkları derin bir sessizlikte boğuldu gitti. Muhatap alınmadılar. Muhterem Hocaefendi ne Zaman'da, ne herkul.org'da ne de avukatı aracılığı ile bir açıklamada bulundu. Said Nursi'nin Kur'an kelimeleriyle konuşan Türkçe'yi dolaşımda tutmak için yazdığı, zaten sade Risale-i Nur'a yapılan bu köklü tasarruf hiç durmadan devam etti.

Epeydir bu fotoğrafı arıyordum. O anın heyecanını Muhammed Özdemir kardeşimden birkaç defa dinlemiştim. Şükür ki, bugünlerde Başbakan'ın cemaati böldürmek için abilere talimat verdiğini öne sürecek nefret tetikçisi gazeteciler(!) bulup buluşturmuş da görebildim.

O günlerde-hatta bugünlerde bile-Başbakanlık ofisindeki bu abiler, işlerini güçlerini bırakıp Pensilvanya'ya doğru yola çıkmaya hazırdılar. Eğer bir hecelik cevap alabilselerdi, bu fotoğrafın aynısını, belki daha da tebessümlüsünü Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'li olarak vereceklerdi.

Olmadı.

Buna “Sayın Başbakan” mı izin vermedi yoksa “Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi” mi; hâlâ tartışılır.

 

 

Senai Demirci, 02.01.2014

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • Antworten 423
  • Erstellt
  • Letzte Antwort

Top-Benutzer in diesem Thema

Top-Benutzer in diesem Thema

Veröffentlichte Bilder

Tarih:*3 Ocak, 2014 16:43:17

 

Fethullah Gülen'in kaset komplosundan kurtardığı kişi Kemalettin Özdemir...

 

CNN Türk'te yayınlanan Dört Bir Taraf'ta konuşan Nazlı Ilıcak AKP ile cemaat arasındaki savaşı yorumlarlen çarpıcı bir ifşaatta bulundu. Ilıcak, Fethullah Gülen'in geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada ünlü bir kişiyi kaset komplosundan kurtardığını iddia etmişti. Ilıcak Gülen'in seks kaseti komplosundan kurtardığı kişinin kim olduğunu canlı yayında açıkladı.

 

 

 

Gülen'in açıklaması medyada geniş yer bulurken sözkonusu önemli kişinin kim olduğu sorusu akıllarda yer etmişti. Canlı yayında sözkonusu ismi açıklayan Nazlı Ilıcak,*"o kişi Kemalettin Özdemir'dir"*dedi. Gülen Cemaati'nin eski "emniyet imamı" olduğu iddia edilen ve cemaatten koptuktan sonra MİT ve Hakan Fidan'la çok yakın çalıştığı söylenen*Kemalettin Özdemir, hükümetin cemaat hakkındaki en önemli bilgi kaynağı olarak gösteriliyor. Özdemir'in "devletteki iki bin cemaatçi raporu" ve dershanelerin kapatılması girişiminin de akıl hocası olduğu iddia ediliyor.

 

İşte Nazlı Ilıcak'ın canlı yayındaki o açıklamaları:

 

BEN DE SABAH'TA KOVULDUM ONLARIN ALEHYİNDE KONUŞMAM

 

Cemaatin imamı diye Hilmi Osman Özdil'in adı geçiyor. O zaman bunun delillerini ortaya koyacaksınız. Yargıtay imamı deniyor mesela. Onun da detayları ortaya çıkmalı. Her toplulukta ihanet edenler çıakbilir. 28 Şubat'ta bir nurettin Veren olayı yaşandı. Eskiden Gülen Cemaati'nin içinde yer alıyordu. Ama sonra kapı kapı dolaşıp 28 Şubatçılarla işbirliği yaparak Gülen'i ve cemaati kötüledi. Kemalettin Özdemir olayı da Nurettin Veren olayının bir benzeridir. Bu şekilde bir camianın içinde bu kadar yer ettikten sonra bu kadar alehyinde konuşmak da yakışık almaz. Ben mesela Sabah gazetesinde kapıya kondum. Ama Sabah'ın yöneticileri hakkında kötü konuşmam. Yayın politikasını eleştirebilirim ama kişiler hakkında konuşmam.*

 

GÜLEN'İN KURTARDIĞI KİŞİ KEMALETTİN ÖZDEMİR!

 

Şimdi bir işbiriği yaparak camiayı bu kadar kötülemesinin nedeni ise şu. Fethullah Gülen'in hani dedik ki kimi kastediyor acaba? Böyle bir ilişkisi testip edilmiş, "aman gitme seni takip ediyor diye uyardım" dediği kişi Kemalettin Özdemir. Hatta "bundan mı bu kadar bana düşman oldu acaba, bu zaafını biliyorum diye" dediği kişi. Olay da böyle bir olay. tutup da iki kişiyi göstermekle bu iş olmaz. Neyi göstereceksin? Böceği kim koydu onu tespit edeceksin. Sen diyorsun ki ben bunun güvenilir savcısını hakimini nereden bulayım. Sen yargıya güvenmek zorundasın."

 

FETHULLAH GÜLEN NE DEMİŞTİ?

 

Gülen, Amerika’da bulunduğu sırada birisinin kendisine telefon açtığını belirterek, “Bana akşamüstü bir telefon geldi. Burada akşamdı. Türkiye’de geceyarısıydı sanıyorum. Dediler ki nefsine uyarak bir yerde bir alüfte (Hayat Kadını) ile buluşmaya gidiyor. ve aynı zamanda birilerinin de komplosu söz konusu olabilir. Türkiye’de onu tanıyan bir arkadaşa telefon ettim. Kalk dedim, gece yarısı deme evine koş git. Bu bir komplo meselesi ile şayet, günümüzde geldiği konuma gelemezdi. O mevzudaki telefon sabit. benim kendisine o ricada bulunduğum o zat da hala hayatta. Ben bu zamana kadar bu meseleyi kimseye açmadım. Bize yakışan budur. Belki de böyle birisi benim öyle bir ayıbını bildiğimden dolayı şimdilerde homurdanıyorsa şayet, “keşke benim ayıbımı bilen bu insan nalları dikse gitse de ayıbımı bilen biri olmasa” der, belki. Mümin olarak bizim karakterimiz buydu, Bu mevzuda belki on tane hadise sayabilirim” demişti.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Kemalettin ÖZDEMİR Kimdir? Cemaatle bağlantısı ne ?

 

*Nazlı Ilıcak, Fetullah Gülen’in kaset komplosundan kurtardığını iddia ettiği kişinin, Bediüzzaman Said Nursi’nin talebesi Said Özdemir’in oğlu olan Kemalettin Özdemir olduğu belirtildi.*

 

Cemaatin polis yapılanmasını başlatan kişi olduğu iddia edilen Kemalettin Özdemir’in birkaç yıl önce tasviye edildiği, yerine de Kozanlı Ömer olarak bilinen Osman Hilmi özdil’in getirildiği ifade edildi.

 

 

Emniyetin eski imamı olarak bilinen ve hatta Fethullah Gülen hakkında açılan davaların birinde de sanık olarak yer alan Kemalettin Özdemir’in Nurettin Veren’den sonra ikinci itirafçı olarak anıldığı belirtiliyor. Haliç’te yaşayan Simonlar adlı kitabın yazarı olan ve Oda Tv davasında yargılanan Hanefi Avcı’nın da eski bir cemaatçi ve Kemalettin Özdemir’in sağ kolu olduğu iddia ediliyor.

 

 

Hakan Fidan koordinasyonunda yürütülen Cemaat- Hükümet kavgasında, Kemalettin Özdemir’in danışmanlık hizmeti verdiği öne sürülüyor.

 

 

 

 

Gazeteci Ahmet Şık Birgün Gazetesi'ne verdiği röportajda Tayyip Erdoğan'ın cemaata dershaneler üzerinden savaş açmasında Kemalettin Özdemir'in çok önemli bir rolü olduğunu, hatta Erdoğan'ın akıl hocasının K.Ö diye tabir ettiği Kemalettin Özdemir olduğunu söyledi.

 

Ahmet Şık, dershaneler üzerinden yürüyen AKP-Cemaat kavgasının arka planını BirGün’den Barış İnce’ye *anlattı.

 

*

 

Dershanelerle birlikte AKP cemaat gerilimi arttı. Bir rant kavgası varmış gibi gözükmekle beraber daha derinlerde ne var?

 

Dershanelerin kapatılması üzerinden bugün yeniden kamusal alanda görünür olan AKP-Cemaat savaşını finansal bir rant kavgası olarak görmek doğru değil. Elbette içinde finansal rantın da olduğu ancak son kertede tamamıyla siyasi bir kavga bu. Adını doğru koymak gerekirse, bu yaşananlar devlete kimin sahip olacağı savaşı. Devletin sadece görünen kısmına değil derinde yer alan yapısına yani kontrgerillaya da kimin sahip olacağı kavgası. Ancak AKP-Cemaat savaşını sadece bugüne bakarak yorumlamak da yanlış olur. Başlangıcı 1970’lerin sonuna dek uzanıyor. Ama Milli Görüş ile Gülen Cemaati arasındaki en büyük ilk kırılma bunlardan bağımsız olarak, bugünlerde de tartışma konusu olan 28 Şubat darbesinde yaşandı.

 

Peki nasıl bir araya geldiler?

 

Günümüzün en önemli siyasal ve toplumsal iki güç odağının, 28 Şubat darbesi travmasından sonraki ilk yakınlaşması da AKP’yi iktidara taşıyan 2002 seçimleri öncesinde yaşandı. İçinden çıktığı Milli Görüş Hareketi’nin siyasal anlayışından kopmuş görüntüsü vermekle birlikte AKP aslında aynı siyasi geleneğin devamı olan ancak küreselleşme politikaları ekseninde neo-liberalizme uyum sağlayarak ehlileştirilen, bu sayede geleneksel sağ seçmeni de taraftarı haline getiren bir siyasal İslam modeliydi. Meşruiyetini sağlayacağı seçimlerde her bir oya ihtiyacı olan AKP ve siyaseti okuma becerisi ile iktidar koltuğuna oturacak her güç odağıyla kim olursa olsun yakın ilişki kurma “becerisine” sahip Gülen’in çıkarlarının kesişmesi dolayısıyla ikili sorunlu geçmişlerine “sünger” çekti. Bir cemaatler ve tarikatlar “konsorsiyumu” olarak iktidar olan AKP’nin ilk iktidar döneminde devlet rantının bölüşümünden Gülenciler de, tıpkı diğerleri gibi seçimlerde verdiği destek kadar faydalandı. Ancak bu hakkını, bürokrasideki örgütlenmede, özellikle stratejik önemi birkaç yıl içinde kendini gösterecek olan güvenlik ve yargı alanında kullandı. Cemaatin bu stratejik örgütlenmesi AKP’nin ikinci iktidar dönemi olan 2007 seçimlerinden sonra başlatılan ve Ergenekon süreci diye adlandırılan kimi siyasal davaların en önemli gücü oldu. Aynı sosyal ve siyasal tabandan beslenen AKP ve Gülen Cemaati, sorunlu geçmişlerinin üzerine kalın bir çizgi çekip Türkiye’nin yeniden biçimlendirildiği bu soruşturma ve davalar sürecinde güçlü bir ittifak kurdular. İttifakı sağlayansa, geçmişte bu iki yapıyı karşı karşıya getirmeyi de başarmış olan ordunun kendisiydi. 27 Nisan muhtırasından sonra AKP-Cemaat ortaklığı hayata geçti.

 

*

 

Düşmanlığın da ortaklığın da nedeni ordu yani?

 

Aynen öyle. Aslında AKP iktidarını 3 döneme ayırmak gerekiyor. İlk dönem 2002 Kasım seçimlerinden 2007’ye kadar olan süreç. Özden Örnek günlüklerine baktığınızda, bu ilk döneminde askerin iktidarın ortağı olduğunu kabul etmiş bir Erdoğan portresi ile karşı karşıyayız. Askerin siyasetteki ağır gölgesinin bilincinde ve bu nedenle gücünü paylaşmaktan rahatsız olmayan bir Başbakan olduğunu Örnek anlatıyor zaten. Ancak 27 Nisan muhtırasıyla işin rengi değişiyor. Hakkını teslim etmek gerek ki o muhtıraya karşı olması gerekeni yaparak dik bir duruş sergiledi hükümet. Ancak iktidarı paylaşıyor olmasına rağmen ordunun hedefinde olmaktan kurtulamayan ve darbe planlarıyla alaşağı edilme tehlikesini gören Erdoğan, yapıtaşları daha önceden Ergenekon sürecinin hayata geçmesi için de, bu sürecin en önemli aktörü olan Cemaati iktidar ortağı yapmayı tercih etti. Zaten kendisine sunulan belge ve bilgilerle bu konunun yargı yoluyla ve büyük oranda denetim altına alınan medyanın susturulmasıyla çözüleceğine ikna olmuştu Erdoğan.

 

*

 

Cemaat o dönemde polis ve yargıdaki gücünü göstererek Erdoğan’a “ben bu işi çözerim” dedi ve ittifak başladı diyorsun…

 

Öyle görünüyor. Geçmişte de hedefinde olduğu ordunun geriletilmesi Erdoğan’ın önceliği oldu doğal olarak. Zaten bu kadar sorunlu, kuşkulu ve haksızlıklarla dolu olan bu sürecin en tek kazanımı, ordunun olması gereken sınırın içine çekilmesi oldu. Ama ne acı ki bu, demokratik ve hukuki yöntemlerle değil bizzat ordunun yaptığı gibi kontrgerilla yöntemleri kullanılarak yapıldı. Nedeni de bugün Türkiye’nin otoriter, baskıcı, antidemokratik, diktatörlük gibi sıfatlarla anılıyor olmasıyla ortaya çıktı. Buradan yola çıkarak 2007 ile 12 Eylül 2010 arasına kadar geçen süreci de AKP ya da Erdoğan’ın ikinci iktidar dönemi olarak adlandırıyorum. Erdoğan’ın gücüne ortak istemediği, her şeye tek başına karar verip mutlak güç olmak istediği üçüncü iktidar dönemi de 2010 referandumu sonrasında başladı ve günümüze kadar geldi. Resmi olarak 2007 yılından başlayarak hayata geçirilen Ergenekon sürecinde kontrgerilla olma işlevini de Cemaat üstlendi. Daha doğrusu polis ve yargıda örgütlü gücüyle kontrgerilla yöntemlerini uygulayan Cemaatti. Bunu da sadece ben değil MİT krizi sonrasında “Devlet içinde devlet olmuşlar” diyerek Başbakan Erdoğan’ın kendisi de söyledi. Ancak bunun siyasal onay makamının da AKP iktidarı, dolayısıyla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olduğunu göz önünde tutmakta fayda var. Mutabakatın siyasal gücü AKP, sahadaki tetikçi gücü de polis ve yargı teşkilatında örgütlenmiş cemaatin çete kanadı. Ve birinin suçu diğerinden daha az değil. İkisi de suç ortağı.

 

*

 

Bugünkü savaşın başlangıcı MİT krizi mi?

 

Aslında öncesinde nüveleri zaman zaman ortaya çıkan bir savaş olmakla beraber MİT krizi meseleyi kamusal alana taşıdı. Öncesinde de dış politika anlayışındaki farklılık nedeniyle öne çıkan Mavi Marmara katliamı ile ilgili Gülen’in İsrail’in cinayetlerini arkaya alan tutumu vardı. Ancak 7 Şubat 2012’de ve sonrasında yaşananların ardında Cemaat’in olduğu, Başbakan Erdoğan ve Beşir Atalay’ın öncelikli hedef olduğu bir sivil darbe girişimiydi. Görünen hedefi MİT yöneticileri olmakla birlikte nihai hedef Erdoğan’dı. O MİT’çiler ifadeye gitse kesinlikle tutuklanacaklardı. Ardından da bu dokunulmazlık zırhının kapsamında olmayan bu “suçun” azmettiricileri olan Başbakan ve müzakere sürecinin koordinatörü sıfatıyla Beşir Atalay da tutuklanacaktı. Hükümet bu tehlikeyi görüp tartışmalı birtakım yasal değişikliklerle, polis teşkilatı ve yargı başta olmak üzere devlet bürokrasisi içindeki kritik noktalarda görevli Cemaatçi personel temizliğiyle bu saldırıyı savuşturdu. Ama AKP ve Cemaat arasındaki ilişkiyi bir daha tamir edilemeyecek derecede zedeledi bu girişim. Bugün dershaneler üzerinden tartışma konusu edilen savaşın en önemli cephesi MİT’tir. Buradan yola çıkılarak hem MİT’in hem de belirlenen isimlerin hedef alınması tesadüf değil.

 

*

 

Neden?

 

En başta yaşananların devlete kimin sahip olacağı savaşı olduğunu söylemiştim. Bunun Cemaat açısından en önemli ayaklarından birisi MİT. Güvenlik bürokrasisini adeta örümcek ağı gibi kuşatmış bir Cemaat örgütlenmesi var. Başta İstihbarat Daire Başkanlığı olmak üzere Emniyet’in en önemli birimleri bir çete gibi çalışan Cemaat’in elinde. Siyasal davaların tek yürütücüsü olan polise göbeğinden bağlı olan yargının vurucu gücü olan faaliyet gösteren Özel Yetkili Mahkemeler de öyle. Ergenekon süreci de kanıtladı ki ordu içinde de ciddi örgütlenmesi olan bir Cemaat’le karşı karşıyayız. Güvenlik bürokrasisinin son ayağı olan MİT üzerinden bu kadar kavga kopması ise kanımca Cemaat’in orada istediği düzeyde örgütlenemediğinin bir işareti. Eğer o kale de düşerse, bu alanlara egemen olan bir güç zaten Türkiye’nin mutlak iktidarı olur. 7 Şubat darbe girişimiyle bu da ortaya çıktı zaten. MİT’in ve Hakan Fidan’ın hedef olmasının bir başka nedeninin daha olduğunu düşünüyorum.

 

*

 

Madem bu kadar büyük ve birçok cephesi olan bir savaş var, Cemaat neden dershaneler üzerinden hükümetle çatışmaya girdi?

 

Bu meselenin tartışılıyor olmasının tek iyi yanı ülkenin eğitimdeki kalitesizliğinin, rezilliğinin, sistemin pespayeliğinin ortaya çıkmış olması. Dershaneler bir neden değil sonuç. Ve öğrenciler dolayısıyla aileler eğitim sisteminin kanserli uru diyebileceğimiz dershanelere mahkûm. Cemaat de bunu bildiği için sınava bağımlı bir eğitim öğrenim sisteminin içinde dershaneler gibi herkesin hassasiyet gösterebileceği bir konuda kendini kolaylıkla mazlum gösterebileceği alanı tartışmaya açtı. Ancak konunun çatışan taraflarından ikisinin argümanları da yalan. Mesele ne eğitimde yaratılan fırsat eşitliği ne de dershanelerin bir kene gibi halkın kanını emmesi. Sorun 3-5 dershane meselesi değil. Siyasi. Devlet erkinin paylaşılması meselesi. Öte yandan dershaneler Cemaat için ciddi bir finans ve insan kaynağı. Yıllık 4 milyar liranın üzerinde bir ciroyu barındıran sektörün yüzde 25’inin Cemaat’in elinde olduğu yazıldı. Ki bu paraya sınava hazırlık kitapları ve dershaneler içinde oluşturulan daha pahalı özel sınıflar üzerinden dönen parayı da eklediğinizde devasa bir bütçe çıkıyor karşımıza. 1 milyondan fazla öğrencinin de bu sistemin içinde olduğunu düşününce işin insan kaynağı da ortaya dökülmüş oluyor. Bana kalırsa AKP hükümeti dershanelerdeki Cemaat ağırlığını ki bunun içine okullar, yurtlar ve Işık Evleri denilen öğrenci evlerini de kattığımızda ortaya çıkan tabloyu bir milli güvenlik meselesi olarak ele aldı. O milli güvenlik meselesinin içinde AKP ve Erdoğan’ın siyasi geleceği de önemli bir yer tuttuğu için dershaneleri kapatmakta bu kadar kararlı görünüyor. İlginçtir, bu konuda Erdoğan hükümetine danışmanlık yapan isim de eski bir Cemaatçi.

 

*Cemaatçi oldukları dile getirilen isimlere ait internet sitelerinde bu isim telaffuz edildi ama biz rumuzla verelim: K.Ö. Emniyetin eski imamı olarak bilinen ve hatta Fethullah Gülen hakkında açılan davaların birinde de sanık olarak yer alan bu kişinin adını ilk yazan kişi de Önder Aytaç oldu. Nurettin Veren’den sonra ikinci itirafçı olarak anılıyor. Aytaç ve cemaatin diğer tetikçi kalemlerinin iddiasına göre Hakan Fidan koordinasyonunda yürütülen savaşta danışmanlık hizmeti verdiği söyleniyor. Dershanelerin kapatılmasını öneren K.Ö’nün okullar üzerinden ortaya çıkan Cemaat tehlikesinin ne olduğuna dair kapsamlı bir rapor yazdığı da iddialar arasında. Merak ediyorum acaba o raporlarda neler yazıldı, neler söylendi ki dershaneler ya da Cemaat bir milli güvenlik meselesi haline geldi? Bana kalırsa ve ortaya çıktığı üzere Cemaat eğitim yoluyla devlet bürokrasisini ele geçirerek devleti dönüştürmek peşinde. Yani konu üç beş dershane meselesi değil yüzeydeki ve derindeki devlet aygıtına kimin sahip olacağı meselesi.

 

*

 

*AKP-Cemaat savaşından kim galip çıkar?

 

Bu savaş gerçekten karşısındakini yok etmeye dönük olursa kazananı olmayacak bir savaş. Deyim yerindeyse “nükleer savaş” olur. Çünkü iki tarafın da elinde kanımca birbirini yok edecek etkide belge ve bilgi var. Öte yandan iki güç odağı da Ergenekon süreci dediğimiz darbe döneminin suç ortakları. Bu süreç soruşturma konusu olursa bu dönemin aktörlerinin cezaevindekilerle yer değiştirmesi kuvvetle muhtemel. Birbirlerinin gücünü olabildiğince tırpanlamaya çalışıp belli bir noktada mutabakat sağlayacaklardır. Cemaat açısından istenilen plan Erdoğan’sız bir AKP hükümeti. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı imzasıyla açıklanan 13 Ağustos bildirisine baktığımızda açık bir savaş ilanı görüyoruz. Cemaat gibi bugüne kadar hiçbir güç odağını karşısına almamış pragmatik bir oluşum, yakın dönem Türkiye siyasetinin en güçlü hareketine ve liderine savaş ilan edebilecek cesaretini gösterdi. ABD ve AB ülkeleri nezdinde de Erdoğan’ın yalnız kalmasıyla sonuçlanan Gezi direnişleri sonrasına denk gelmesi açısından zamanlaması doğru seçilmiş elbette. Ama burada önemli soru Cemaat’in kime ve neye güvenerek savaş ilan edebildiği. Bu savaş mevcut yetkileri üzerinden Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına ikna edilip, yerine de “ılımlı bir zalimin” oturtulması şeklinde bir anlaşmayla da sonuçlanabilir. Ancak Erdoğan gibi hikmetinden sual edilmesini istemeyen ve içindeki diktatör özlemi bunca açığa çıkmış bir lider savaşa devam etmeyi de göze alabilir. Benim dileğim ikinci seçeneği tercih etmesi. Ama bu savaşta taraf tutmamanın en erdemli tutum olduğunu düşünüyorum. Çünkü taraflar ne demokrasi ne de barış niyetiyle cephedeler. İkisi de mutlak iktidarın peşinde.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Başbakan Erdoğan'a Gülen'den sürpriz mektup

 

04.01.2014 15:00

68,531 kez okunmuş

 

Başbakan Erdoğan, gazeteciler, yazarlar ve STK temsilcileri ile yaptığı toplantıda Gülen Cemaati'nden barış mektubu geldiğini söyledi.

 

Başbakan Erdoğan, Dolmabahçe'de gazeteciler, yazarlar ve STK temsilcileri ile bir toplantı gerçekleştirdi.

 

Toplantının bir bölümü basına kapalıydı ancak içeriden sızan ilk bilgilere göre Fethullah Gülen'in Başbakan Erdoğan'a ıslak imzalı barış mektubu gönderdiği ortaya çıktı.

 

Toplantı sonrasında açıklama yapan gazeteciler ve yazarlar Fethullah Gülen'den ya da cemaatin üst düzey bir isminden Başbakan Erdoğan'a ıslak imzalı bir barış mektubu geldiğini söyledi.*

 

Erdoğan söz konusu mektubun detayı ile ilgili ise; dershaneler ve atamalar konusunda birtakım taleplerin yer aldığını belirtti.

 

Erdoğan, Mersin'de durdurulan ve içinde silah olduğu iddia edilen tırla ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu.* Erdoğan, "Tır olayı 7 Şubat'ın devamıdır. Her ikisi de paralel devletin işidir" dedi.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

İşte Gülen'in yazdığı mektup

 

04.01.2014 22:45

55,355 kez okunmuş

 

Başbakan Erdoğan, gazeteciler, yazarlar ve STK temsilcileri ile yaptığı toplantıda sözünü ettiği barış mektubunun detayları belli oldu.

 

Gülen cemaatinin resmi yayın organı olarak bilinen Herkül.org'da mektubun yazım süreci ve içeriğiyle ilgili detaylara yer verildi.

 

İşte Gülen'in o mektubu:

 

*Adanmış ruhların faaliyetlerini ve müesseselerini, -başkaları "Hizmet", "Hareket", "Cemaat" veya "Câmia" gibi farklı isimlendirmelerde bulunsalar da- her tür, her anlayış, her renk ve her desenden insanın (camide bir araya gelip beraberce saf tutan inananlar misillü) bir makuliyette ve bir mantıkiyette buluşmalarının neticesi olarak gördüğünü.. ve hedef alınması karşısında çok mahzun olduğunu;*Daha dershaneler meselesinin konuşulduğu ilk günlerde ricâl-i devlete değişik vesilelerle milletimiz için faydalı gördüğümüz müesseselerin kapatılmamasını ve mevcut halleriyle misyonlarını ifa etmeyi sürdürmesini arzuladığımız hususunun iletildiğini;

 

*Hizmet gönüllülerinin genel ve sosyal medya aracılığıyla elden geldiğince nezaket çerçevesinde kendilerini ifade etmelerinin ortaya atılan itham ve iftiralar neticesinde başladığını ve bu hususta kanunlar çerçevesinde hukukun gereklerinin seslendirildiğini; fakat, zamanla içtimai hayat içinde bir çok insanın hadiseye dahil olması neticesinde maalesef yer yer nezaket ölçülerinin dışına çıkan bir üslup ile çok çirkin söz ve karşılıklı isnatların gündemde olduğunu;

 

"KANUN İŞLEYİŞİ ÇERÇEVESİNDE EMİR VERMEM MÜMKÜN DEĞİL..."

 

*Kendisinin, devletin kanun çerçevesinde yürüyen işleyişi hususunda emir verme, müdahale etme ya da memurları bir noktaya sevk etme konumunda asla bulunmadığını;

 

*Bununla birlikte, sohbetlerinde tansiyonun düşürülmesi adına dost, muhip ve sevenlerine itidal tavsiye edeceğini; özellikle bir kesim medya kuruluşlarında kara propaganda sayılabilecek yayınların sona ermesini arzuladığını; bu konuda kendisinin elinden geleni yapacağını; Cumhurbaşkanımızın da ciddi etkili adımlar atacağına ve samimi gayretlerle yeniden akl-ı selime dönüşün sağlanacağına inandığını;

 

"MEMURLARIN ENGELLENMESİ ÜZÜNTÜ VERİCİ..."

 

*Kanunların belirlediği vazifeleri yine kanunlar çerçevesinde yerine getiren memurînin sırf belli bir yere nispet edilerek engellenmesini ve hatta süreçle hiçbir ilgisi olmadığı halde yine aynı nispete dayandırılarak tasfiyelerin (daha doğrusu kıyımların) yapılmasını üzüntüyle izlediğini;

 

*Devlet memurlarının üzerlerine gidip onları vazifelerini yapmaktan men etme ve masum vatan evladını sadece belli bir yere nispet ederek tasfiyeye/kıyıma tabi tutma konusunda kendisi ve sevenleri sussa bile maşeri vicdanın susmayacağını;

 

*Şimdiye kadar hayatın değişik alanlarında yalnızca "falan yere müntesip, falancı.. filancı.." görüldüğünden dolayı mağduriyete uğramış pek çok insanın gelip gözyaşı döktüğüne şahit olduğunu; fakat bunları hiç dillendirmediği gibi o insanlara da sabır ve vifak tavsiye ettiğini;

 

*Dünyanın dört bir tarafına dağılmış ve Allah'ın inayetiyle, kıymetli dostların himmet ve himayesiyle sürekli genişleyen Hizmet hareketinin -maalesef- önünü kesmeye matuf gayretlerin aşikar hale geldiğini; bu yakışıksız engelleme faaliyetlerinin -önceden olmamakla birlikte- hareketin büyümesi ve genişlemesiyle eş zamanlı olarak arttığını;

 

"EĞER AYRIMCILIĞIN ÖNÜ ALINMAZSA..."

 

*Ayrımcılık ve meşrepçilik gibi hatarlı düşünce ve çirkin işlerin önü alınmazsa yarın Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri muhiblerinin, Süleyman Efendi'nin talebelerinin, İlim Yayma Cemiyeti'nin, Menzil mensuplarının ve diğer meşreplerin/mesleklerin de aynı muameleye maruz kalacaklarını;

 

"DÜN NEREDEYSEK, SEÇİM SÜRECİNDE DE AYNI ÇİZGİDEYİZ..."

 

*Kendisinin ve sevenlerinin dün neredeyse şu yaklaşan seçim sürecinde de aynı yerde ve çizgide durduğunu;

 

*Hep sulh ve huzurun, ittihad ve ittifakın, uhuvvet ve hulletin yanında yer almaya, kendisine sevgi duyanları da bu yönde teşvik etmeye çalıştığını; gözünde ahiretin tüllenip durduğu şu yaşından sonra da başka bir sevda, düşünce ve emelinin olamayacağını;

 

*Bundan sonra da arkadaşlarına, dostlarına ve sevenlerine itidal tavsiye ederek huzurun temini adına elinden geleni yapmaya çalışacağını ve her zaman sulhun takipçisi/destekçisi olacağını..

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

04 Ocak 2014 Cumartesi - 14:41

 

Share on facebookShare on twitterShare on emailShare on printMore Sharing Services97

 

İslamoğlu: Gülen Hocaefendi'ye dedim ki...

 

Mustafa İslamoğlu bu haftaki hutbesinde Ahmet Taşgetiren'in bahsettiği görüşme ile ilgili açıklamalarda bulundu.*

İşte Mustafa İslamoğlu o konuşması:

 

Hutbem; Hocaefendi ile görüşmem konusunda, zaruri bir açıklama...*

 

Geçtiğimiz hafta sevdiğim ve takdir ettiğim gazetecilerden Ahmet Taşgetiren beyefendi, kanal 24 de bir açıklama yapar.*

Bendenizin Hocaefendi'ye söylediğim sözlerden bir demet orda dile getirir Elif Çakır Hanımefendi'nin programında.*

 

O günden beri tabiri caizse telefonlarım susumuyor. E-mail'lerim durmuyor 'hocam nedir bunun aslı, niye açıklama yapmıyorsunuz' bazen de ithama varan şeyler geliyor, dolayısıyla bugün burada hutbemi bu görüşmeyi size aktarmaya karar verdim.*

 

Ahmet Taşgetiren beyefendi nereden duydu bilmiyorum.*

 

 

 

Verdiği bilgi doğru, fakat ben yakın çevrem dışında kimseye söylemedim.*

 

2009 yılında yapılan bir görüşmeydi.*

 

Hoş, görüşmemden sonra görüşmenin en ayrıntılı noktalarını gördüm.*

 

Oradan birileri servis etmişe benziyor.*

 

Bahusus, gizlediğim bir görüşme değildi.*

 

Baş başa görüştüğüm için açıklamamayı edebe uygundur diye düşündüm.*

 

Ahmet Taşgetiren beyefendinin kanal 24 de yaptığı bu kısmi açıklamanın arka planını oluşturan olay, tam da bu minberde başladı.*

 

2005 yılında Hocaefendi ve cemaati aleyhine üç cd'lik bir paket binlerce belki onbinlerce dağıtıldı.*

 

Dağıtanda bir tarikatın mensupları.*

 

Ve bana da geldi bu cdler.*

 

İnsaf sınırlarını zorlayan şeyler gördüm.*

 

Bu tip yollarla bu tip üslup ve usullerle birbirine bir şey söylemeyi doğru bulmuyorum.*

 

Eleştirebilirsiniz ama bunun bir üslubu var.*

 

Sigarayı eleştiren, kafayı çeken olmamalı.*

 

Yarı deliyi eleştiren, zırdeli olmamalı.*

 

Nafile kılmayanı eleştiren binamaz olmamalı.*

 

Sırtı açığı eleştiren başka tarafı açık olmamalı.*

 

Bunun üzerine 'insaf dinin yarısıdır' diye bir hutbe okudum. Okudum derken yazılı metin düşünmeyin. Türkçede okumak hitap etmektir duyurmaktır bildirmektir.*

 

O günlerde köşe yazımda da 'insaf dinin yarısıdır' diye bir makale yazdım.*

 

Bunun üzerine bu makalem ve hutbem Hocaefendiye, Pensilvanya'ya gitmiş.*

 

Hutbeyi izledikten sonra bir mektup yazmış Hocaefendi.*

 

Şahid olsun diye söylüyorum Hamdullah Öztürk beyefendi, Güney Amerika imamı olduğunu bildiğim güzel bir kardeş mektup getirdi.*

 

Bende nezaketen bir mektup yazdım.*

 

2006 da Amerikaya gittim.*

 

2 3 yılda bir Amerikaya giderim.*

 

Kariyer amacıyla gidenlerin kurduğu wisdomnet yani hikmetnet birliğinin davetine 2000 den beri icabet ederim, ribatlarına katılırım.*

 

Böyle bir program için Amerika'daydım.*

 

2006 yılında Hocaefendiyle görüşmek istedim ve bölgedeki imama ilettim.*

'Müsait değil' diye bir cevap geldi.*

 

2009 yılında Amerika'ya wisdomnetin programına katıldığımda bu randevu talebimiz duyulmuş, hocaefendi bunu duymuş hatta yanındaki insanların deyimleriyle köpürmüş kızmış,*

 

İsmail Büyükçelebi Bey'i yollamış,*

 

kaldığım yere 2 saatten kısa sürede özürle geldi.*

 

Büyük bir nezaketle Hocaefendi eğer bir zaman ayırabilirse dedi ve gittim.*

 

Ayak ucunda sote bi yerde manzara nedir ne oluyor göreyim istedim Hocaefendi izin vermedi.*

 

Mikrofonu fakire taktılar.*

 

Sorular soruldu vs.*

 

Gönlümden Hocaefendiyle görüşmek istemem yanlışlardan bir kısmını söylemekti ve dile getirdim.*

 

Bir de döndükten sonra bir mektup yazdım 4 maddede özetleyen yanlış, hatalı bulduğum yapmaması gerektiğini düşündüğüm sıkıntıları sıraladım.*

 

Bir dostum dedi ki; 'ne yapıyorsun adamı götürürler'*

 

Dedim nasıl götürüyor? Ben müminim, karşımdaki de mümin.*

 

Bir kişi; Yanlış bulduğu şeyleri söylemeyecekse, söylediğinde götürürler adamı, derlerse yanlışlar nasıl düzelecek?*

'Ben bilmem söylemiş olayım dedi'*

 

Neydi dile getirdiklerim?*

Bir kısmını sizinle paylaşabilirim,*

Tv'ye düştü çünkü*

 

Allah bu memlekette sizin cemaate bir ağabeylik görevi verdi. Bu memleketin anası yok, babası yok, öksüz ve yetim.*

Müslümanlara Allah bir imkan açtı ve ağabeylik verdi.*

 

Fakat bu ağabey öyle bir ağabey ki obez! Kardeşlerinin önünde ne buluyorsa götürüyor.*

Kendisinin ekmeğini bölüp diğer kardeşlerine vermesi gerekirken onun ekmeğini alıyor bu obez Hocam.*

 

Bu ağabeyi doyurmak mümkün değil, 99 koyunu var o bir koyuna da göz dikiyor.*

 

Kötü bişey mi söyledim dostlar?*

 

Ben böyle gördüm bulunduğum yerden. Belki ben yanılmış olabilirim*

Başka şikayetim;*

 

Cemaat bir çıkar şebekesi gibi hareket ediyor.*

 

Bu da rakiplerinde hased ve kini çoğaltıyor.*

 

Dolayısıyla gücü ve kuvveti yönetemiyor.*

 

Rakipleri üzerinde ters etki yapıyor.*

 

Müslümanlar arasına münaferet doğuruyor.*

 

Bu iyi gidiş değil dedim.*

 

Bir kaç madde daha ekleyip söyledim.*

 

Gayet nazik ve edepli bir şekilde.*

 

Aksi söz konusu olamaz beni bilenler bilir en ağır hakaretim 'dengesiz'dir*

 

Ama ne oldu sonunda?*

 

Ben anlatmayacağım olanları!*

 

Başımıza gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi!*

 

Hocaefendi son derece nazikti, Hatta ne emredersiniz dediğini bugün gibi hatırlıyorum. Böyle bir karşılık beklemezdim şahsen ne diyebilirim ki?*

 

Dolayısıyla siz daha iyi bilirsiniz dedim Gördüğüm bunlar, bu manada görüşme bundan ibaret.*

 

Dolayısıyla bugün spekülasyona dönüşmemesi oluşmaması için şahitlerimi de söyledim, mektupları getirenlerden bir diğeri de Cemal Uşşak bey kardeşim, bunlar yaşayan insanlar dolayısıyla olay bunlardan ibarettir kamuoyuna saygıyla arz ederim.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

“Cemaat de yanlış yaptı” diyen Hüseyin Gülerce’den tekrar büyük fırtına uyarısı

 

05 Ocak 2014

 

Hüseyin Gülerce Erdoğan’ın operasyonlardaki çıkışları ve cemaatin tavrı hakkında konuştu.

 

Zaman Gazetesi Yazarı Hüseyin Gülerce, önümüzdeki günlerde Gülen Cemaati’ne yönelik büyük operasyonlar yapılacağını savunarak, “Daha önce yaşanmamış bir operasyonu yaşayacağız. Pazartesi de başlayabilir, Uzakdoğu ziyareti sonrası da” dedi.

 

 

Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce, Beyaz TV’de Cemaat ile hükümet arasındaki ilişkiyi değerlendirdi, ilginç yorumlar yaptı.*İşte Gülerce’nin konuşmasından önemli satır başları:

 

Çok büyük bir fırtına geliyor diyorum, bunu bazı siteler tehdit ediyor diye veriyor.

 

Fırtına geliyor dediğiniz zaman tehdit değil tedbirinizi alın demektir. Benim alacağım tedbir duruşumu bozmamaktır.

 

Ben sıkı duralım diyorum. Bu olay ne Selçuklu da yaşandı ne Osmanlı da.Böyle yangın sünniler arasında hiç yaşanmadı. Tedbir hükümete yönelik tabi. 700-1000 polisin yeri değişti. Herkesin burada dikkat çekeceği şey hukuk. Yanlış yapanlar hukuk çevresinde değerlendirilsin.

 

DEMEDİYSE O SAVCI ÇIKIP AÇIKLASIN

 

Gelsin*‘sizi efendileriniz kurtarsın’*demediyse o savcı çıksın açıklasın. Sayın Başbakan’ı bu şekilde tahrik eden varsa ortaya çıksın.

 

‘Paralel yapı’ya bir operasyon geliyor. Başbakan’ın dünkü toplantısı da bunun bir göstergesidir. Başbakan, toplantıya kendisini eleştirmeyen isimleri çağırdı. Bu şunu gösteriyor, Başbakan bir karar vermiş kendisine destek veren gazetecilere bu fikrini açıkladı.

 

Daha önce yaşanmamış bir operasyonu yaşayacağız. Pazartesi de başlayabilir, Uzakdoğu ziyareti sonrası da. Ama böyle bir operasyonu daha önce Türkiye görmedi. Bu toplantıdan çıkan ana fikir Başbakan’ın operasyon konusunda kararlı olması.

 

Netice ne olursa olsun büyük sıkıntılar yaşayacağız. Daha önce Hizmet hareketine böyle bir bakış açısı olmamıştır. Bu olaydan yara almadan kimse çıkamaz.Bu kasırganın şu anda sadece ben değil Sayın Baykal da farkında.

 

HİZMET HAREKETİ DE YANLIŞLAR YAPTI

 

Sayın Cumhurbaşkanı televizyona çıkmıyordu.Neden çıktı. Neden Gül, Fehmi Koru’yu ABD’ye Gülen’in yanına gönderdi.

 

Hizmet Hareketi de yanlışlar yaptı. Özeleştiri yapılmalı.

 

SEÇİMLERDE…

 

Bu arada Sayın Gülen o iddialara da cevap vermiş. Ben oyumu Yalova’da AK Parti adayına vereceğim dedim.*’Muhalefetle işbirliği yapacaklar, İstanbul’da Sarıgül’ü destekleyecekler’. Sayın Cumhurbaşkanı yazılan, Sayın Başbakan’a da okunması arzu edilen mektupta da var. Kendisinin ve sevenlerinin dün neredeyse, şu yaklaşan seçim sürecinde de aynı yerde durduğunun bilinmesini istiyor.

 

Gülerce, ‘Cemaat, Mustafa Sarıgül’e destek verecek diyorlar.Herkes bulunduğu mahalde istediği yere oy veriri. Benim oy kullanacağım yer Yalova, AK Parti adayına oy vereceğim. Mektupda da belirtildiği gibi seçimlerde yine aynı yerde duracağız’ dedi.

 

Devlet içerisinde bir grubun paralel yapı adı altında, belgeleri varsa bunu ortaya koyarsın. Ama benim aklım bunu almıyor.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

PolitikaTümü*

 

Arşiv

 

*

 

Tam metin yayımlandıİşte Hocaefendi'nin yazdığı o mektup

 

6 Ocak 2014**10:38

 

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e gönderdiği mektubun tamamı Yeni Şatak'ta yayımlandı.* Hocaefendi, Gül'ün kendisine gönderdiği elçi ile yolladığı mektupta Cumhurbaşkanına hitaben “Adanmış ruhların faaliyetlerinin ve müesseselerinin hedef alınması karşısında çok mahzunum” ifadelerini kullanıyor. Devletin kanun çerçevesinde yürüyen işleyişi hususunda emir verme, müdahale etme ya da memurları bir noktaya sevk etme konumunda bulunmadığını belirtiyor.

 

Paylaş

 

Tweetle

 

Paylaş

 

Gönder

 

Yazdır

 

A

 

A

 

İşte içerisinde hiç bir 'pazarlık' ifadesinin bulunmadığı o mektup:

 

Sayın Cumhurbaşkanım,

 

Aziz dost, kıymetli insan, Saygıdeğer Abdullah Gül Beyefendi

 

En içten hürmetlerimi arz eder, gönülden selamlarımla sağlık ve afiyet üzere bulunmanızı dilerim. Ülkemizin ve milletimizin huzurunu kaçıran her hadisenin Zat-ı âlilerinizi ne kadar üzdüğünün/üzeceğinin idrakinde olarak, aynı hüznü paylaştığımı ifade etmek istiyorum. Başkaları 'Hizmet', 'Hareket', 'Cemaat' veya 'Câmia' gibi farklı isimlendirmelerde bulunsalar da aslında her tür, her anlayış, her renk ve her desenden insanın (camide bir araya gelip beraberce saf tutan insanların misillü) bir makuliyette ve bir mantıkiyette buluşmalarının şahs-ı manevisi olarak gördüğüm adanmış ruhların faaliyetlerinin ve müesseselerinin hedef alınması karşısında çok mahzunum.

 

***

 

Daha dershaneler meselesinin konuşulduğu ilk günlerde sayın Başbakanımıza da değişik vesilelerle ifade edildi; milletimiz için faydalı gördüğümüz müesseselerin kapatılmamasını ve mevcut halleriyle misyonlarını ifa etmeyi sürdürmesini arzuladığımız hususu kendilerine iletildi. Bu hareketin gönüllülerinin genel ve sosyal medya aracılığıyla elden geldiğince nezaket çerçevesinde kendilerini ifade etmelerinin ortaya atılan itham ve iftiralar neticesinde başladığı kamuoyunun malumu. Bu hususta kanunlar çerçevesinde hukukun gereklerinin seslendirildiğini düşünüyorum.

 

Zamanla içtimai hayat içinde birçok insanın hadiseye dahil olması neticesinde maalesef yer yer nezaket ölçülerinin dışına çıkan bir üslup ile çok çirkin söz ve karşılıklı isnatların gündemde olması hasebiyle bunun önüne geçilmesi gerektiği akl-ı selim sahiplerinin öncelikli bir zaruret olarak gördüğü bir husus. Özellikle bir kısım medya kuruluşlarında kara propaganda sayılabilecek yayınları sona ererse, dost ve arkadaşlarımın da sükûtu tercih edecekleri kanaatindeyim. Fakir'in de bu meselenin önünü kesmek için elinden geleni yapacağını bilmenizi isterim. Sürekli çirkin şeyler neşreden bir kesimin o kötü neşriyatının durması hususunda Zât-ı alinizin de ciddi etkili adımlar atacağınıza, yeniden akl-ı selime dönüşü sağlayacağınıza inanıyorum ve sizden bunu kemal-i samimiyetle istirham ediyorum.

 

***

 

Muhterem efendim,

 

Devletin kanun çerçevesinde yürüyen işleyişi hususunda emir verme, müdahale etme ya da memurları bir noktaya sevk etme konumunda bulunmadığım Zât-ı alinizin malumudur. Bununla birlikte, sohbetlerimde tansiyonun düşürülmesi adına dost, muhip ve sevenlerimize itidal tavsiye etmemin faydalı olacağı kanaatime sahip iseniz, bu hususta elimden gelen gayreti ortaya koymaya amadeyim.

 

Medyanın takip ettiğim kadarıyla, kamuoyunun da vakıf bulunduğu işleyen hukuki bir vetire ile ilgili olarak, bir taraftan görevliler kanunlar çerçevesinde vazifelerinin gereğini yerine getirerek suçluları tespit etmeye ve haklarında işlem yapmaya çalışıyorlar. Diğer taraftan, bu konuda sadece görevlerini yapmakla meşgul bulunan veya herhangi bir şey yapmasa da başka illerde olan bazı kimseler hakkında belli bir itham olmadan işlem yapılıyor. Kanunların belirlediği vazifeleri yine kanunlar çerçevesinde yerine getiren memurînin sırf belli bir yere nispet edilerek engellendiğini ve hatta süreçle hiçbir ilgisi olmadığı halde yine aynı nispete dayandırılarak tasfiyelerin (daha doğrusu kıyımların) yapıldığını üzüntüyle izlemekteyim. Devlet memurlarının üzerlerin gidip onları vazifelerini yapmaktan men etme ve masum vatan evladını sadece belli bir yere nispet ederek tasfiyeye/ kıyıma tabi tutma konusunda biz sussak bile zannederim maşeri vicdan susmayacaktır.

 

***

 

Sayın Cumhurbaşkanım,

 

Ayrıca, kamu kurumlarına giriş mülakatlarında ciddi bir eleme gayreti bulunduğu dillendiriliyor. Şu anda da eskiden beri olduğu gibi bazı insanlar hakkında 'Şu cemaatten, bu tarikattan; şu dershaneye gitmiş, bu okuldan mezun olmuş!' denilerek bilgi toplama ve engelleme yapıldığı ifade ediliyor. Bu haksız uygulamanın sadece genel müdür, müdür veya emniyet amiri konumunda da kalmadığı, ta memurlara kadar inmiş bulunduğu söyleniyor. Şimdiye kadar hayatın değişik alanlarında yalnızca 'falan yere, müntesip, falancı.. filancı..' görüldüğünden dolayı mağduriyete uğramış pek çok insanın yanımda gözyaşı döktüğüne şahit oldum. Fakat ben bunları hiç dillendirmediğim gibi o insanlara da sabır ve vifak tavsiye ettim. Belli bir yere nispet edilerek engellenen bu vatan evladı yakın çevrelerine, nazları geçen kimselere de üzülerek hislerini dile getirmekte, içlerini dökmektedirler. Bu ülkenin öz evladı, masum Anadolu insanlarının bir kısım kara listelere kaydedilmesine ve önlerinin kesilmesine matuf gayretlerin artık bütünüyle sona ermesi gerektiği kanaatindeyim. Dünyanın dört bir tarafına dağılmış ve Allah'ın inayeti, Zât-ı devletleriniz gibi kıymetli dostların himmet ve himayesiyle sürekli genişleyen hizmet hareketinin -maalesef- önünü kesmeye matuf gayretler olduğu aşikar hale geldi. Bu yakışıksız engelleme faaliyetlerinin -önceden olmamakla birlikte- hareketin büyümesi ve genişlemesiyle eş zamanlı olarak arttığı görülmektedir. Süleyman Efendi'nin talebelerinin, İlim Yayma Cemiyeti'nin, Menzil mensuplarının ve diğer meşreplerin/mesleklerin de aynı muameleye maruz kalmayacağı nasıl söylenebilir?!.

 

***

 

Kıymetli efendim,

 

Göndermek lütfunda bulunduğunuz kıymetli misafirin aktardığı hususları dikkate alarak, ifade etmeliyim ki, dün neredeysek şu yaklaşan seçim sürecinde de aynı yerde ve çizgide duruyoruz. Diyaloğa her zaman açık bulunduğumuzu, binaenaleyh Zât-ı âlilerinizin ve sayın Başbakanın ortak tensiplerini tensibimiz sayacağımızı da belirtmek isterim. Bahse konu hususların sayın Başbakanla da paylaşılmasını arzu ederim. Hayatını dinine, milletine ve insanlığa adama gayretindeki bir kardeşiniz olarak bütün samimiyetimle ifade etmeliyim ki, hep sulh ve huzurun, ittihad ve ittifakın, uhuvvet ve hulletin yanında yer almaya, Fakir'e sevgi duyanları da bu yönde teşvik etmeye çalıştım.

 

Gözümde ahiretin tüllenip durduğu şu yaşımdan sonra da başka bir sevdam, düşüncem ve emelim olamaz. Devlet büyüklerimizin uzatacakları dostluk ellerini mutlaka tutacağımızı, bize karşı samimiyetle atılan her adıma -ilahi ahlaka iktîdaen- on katıyla mukabelede bulunacağımıza, arkadaşlarımıza, dostlarımıza ve sevenlerimize itidal tavsiye ederek huzurun temini adına elimizden geleni yapmaya çalışacağımızı ve her zaman sulhun takipçisi/destekçisi olacağımızı arz ederim.

 

Bu vesileyle, zât-ı âlilerinize, saygıdeğer Hayrünnisa Hanimefendi'ye ve saadetli ailenizin diğer fertlerine selam ve hürmetlerimi sunarım.

 

*

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Cemel Vakası'nın Günümüze Bakan Yönleri

 

 

Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (r.a), Hz. Ali’ye (r.a) giderek O’ndan, kitabın hükmünü icra etmesini ve Hz. Osman(ra)’ın katillerinin cezalandırılmasını istediler. Hz. Ali onlara hitaben:

 

 

 

“Haklısınız; fakat devlet henüz asileri tam manasıyla sindirmiş değildir. Onun için devletin olaylara hakim olmasını beklemek gerekir…” dedi.

 

 

 

Hz. Ali (r.a), suçluların tek tek belirlenerek sorguya çekilmelerini ve gerekli cezaya çarptırılmalannı istiyordu.Hz. Aişe, Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (r.a) ise, şu fikirdeydiler:

 

 

 

“Fitne büyümüş, devleti hedef almış ve halife şehit edilmiştir. Mesele sadece Hz. Osman’ın katilinin bulunması değildir. Bu fıtne hareketine katılanlanrın çoğunun öldürülmesi gerekir. Bu sebeble, asiler hemen cezalandırılmalıdır.”

 

 

 

Hz. Ali (r.a), Kur’an’ın “Vela teziru vaziretün vizre uhra.” nassından hareket ile, “Birinin hatasıyla başkasının mesul olamayacağı” görüşünü ileri sürerek, onların bu fikrine katılmadı.

 

 

 

Hz. Zübeyr ve Hz. Talha (r.a), Hz. Ali’nin görüşünü öğrendikten sonra, Hz. Aişe (r.anha) ile Mekke’de görüştüler ve asilerin üzerine yürümek için kuvvet toplamak üzere Basra’ya gitmeye karar verdiler.

 

 

 

Hz. Ali (r.a) de, Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in (r.a) Basra’ya gittiklerini haber alınca devletin bütünlüğünde bir parçalanma, bölünme olmaması için ordusuyla Basra’ya hareket etti ve Zikar mevkiinde konakladı. Hz.Ali (r.a) meselenin barış yoluyla halledilmesi için Ka’ka isminde bir elçisini Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’e göndererek onlara, tefrikanın fenalığını, birlik ve beraberliğin önemini, her şeyin sulh yoluyla daha iyi hal olacağını anlatmasını istedi. O da bu emir gereğince, Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in yanına giderek onlara Hz. Ali’nin görüşlerini: bu yaranın ilacının sükunet olduğunu, sükunet gerçekleştikten sonra her tedbirin alınabileceğini, aksi halde fıtne ve fesat çıkacağını, bunun da İslam’a ve Müslümanlara getireceği sıkıntının büyük olacağını izah etti. Onlar:

 

 

 

“Eğer Ali bu fikirde ise, aramızda bir görüş ayrılığı kalmamıştır.” dediler.

 

 

 

Bu neticeden her iki tarafın mensupları da memnun oldular. Böylece bir istikrar, bir sükun hali hasıl oldu. Herkes kendisini emniyet ve huzur içersinde görerek çadırlarına çekildiler.

 

 

 

Bu sulhtan, ziyade rahatsız olan münafık İbn-i Sebe, taraftarlarını toplayarak onlara:

 

 

 

“Ne yapıp yapıp savaşı kızıştırmanız ve Müslümanları birbirine düşürüp kırdırmanız lazım. Şayet bir netice alamazsak, bütün gayretimiz boşa gider; hedefe varamamış oluruz.” dedi. Ve savaşı başlatmak üzere yeni bir plan hazırladılar. Sabaha yakın saatlerde tatbike koyulacak bu yeni plan gereği, İbn-i Sebe kendi adamlarını Hz. Ali (r.a) ile Hz. Zübeyr ve Talha’nın (r.a) çadırlarının etrafında yerleştirdi. Bunlar daha sonra her iki tarafın çadırlarına baskında bulundular.

 

 

 

Gürültü üzerine uyanan Hz. Zübeyr ve Talha (r.a): “Ne var, ne oluyor?” diye sorduklarında, İbn-i Sebe’nin adamları, “Hz. Ali’nin adamları (Kufeliler) bize gece baskını yaptı,” dediler. Bu haber üzerine Hz. Talha ve Zübeyr (r.a): “Anlaşıldı, Hz. Ali, harbi kesmekte samimi değilmiş.” dediler.

 

 

 

Öte yandan gürültüyü işiten Hz. Ali (r.a): “Ne oluyor?” diye sordu. Yine İbn-i Sebe’nin adamları: “Karşı taraf bize gece baskını yaptı. Biz de püskürttük.” dediler. Hz. Ali de: “Anlaşıldı. Talha ve Zübeyr bizimle sulh meselesinde aynı fikirde değilmişler.” dedi. Böylece on bin kişinin hayatına mal olan Cemel Vak’ası meydana geldi. Hz. Talha ve Zübeyr de bu savaşta şehit düştüler. İbn-i Sebe, böylece Hz. Osman’ın (r.a) katlinden sonra amacına doğru mühim bir merhale daha kat’etmiş oluyordu.

 

 

 

Müslümanların, sahabeler arasında meydana gelen ayrılıklara nasıl bakması gerekir?

 

 

 

“İsmet” yani, “ilahi bir koruma ile günahlardan korunma” sıfatı, ancak peygamberlere mahsustur.Hatasız, kusursuz olmak ancak onlara hastır. Sahabeler, bu sıfatla nitelenmediklerinden onların yüzde yüz hatadan azade oldukları söylenemez. Ancak şu var ki, herhangi bir Müslüman hata işlemekle İslam dairesinden çıkmadığı gibi, bir sahabe de hata işlemekle sahabelik şerefinden çıkmaz.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Değerli DOST, ARKADAŞ ve KARDEŞLERİM,

 

 

F. GÜLEN Hareketi; Yahudi, mason, siyonist, ABD'li evangelist neoconlar, Ermeni taşnak ve islam düşmanı İngiliz istihbaratının küfür, şirk, fitne ve nifak komitelerinin gizli ve sinsi plan, tezgah, provakasyon ve tuzaklarına aldanarak tek başlarına, %99' u Müslümanlardan oluşan Türkiye devletine ve hükümetine karşı bir huruç ve isyan hareketine kalkışmışlardır.

 

Bu isyan, tahrip, yıkma ve ayaklanma hareketine girişirken, Türkiye deki diğer ehl-i İmana, mütedeyyin müslümanlara, İslam kardeşleri olan sair cemaat, Tarikat, camia, cemiyet, vakıf ve STK'lara da sorma, istişare etme, danışma ve görüşlerini alma gibi bir teşebbüste de bulunmamışlardır.

 

Bulunmamakla beraber, Gülen Harekatı lider ve yöneticilerine; görüş, ikaz, tavsiye ve düşüncelerini belirten ve ileten (kardeşleri olan) mü'min grup ve kuruluşların fikirlerine de itibar etmemişlerdir. Etmedikleri gibi Yahudi, islam düşmanı ve neoconların Türkiye de ki uzantıları olan İş adamı, medya patronu ve mensubu masonlar, eskimiş ve fırsatçı siyasetçiler, baronlar, aydınlar, halkçılar ve ulusalcılarla irtibat, ilişki ve görüşmelerini devam ettirmişlerdir.

 

Takiyye yapma konusunda da, ehl-i ŞİA'yı bile aratır ve geride bırakacak duruma gelmiş ve maharet sahibi olmuşlardır.

 

Dizginlerini, İblis'in emrinde olan "Kibir","nefis", "ene" ve "nahnü" ye kaptırmış; ihtilaf, tefrika, hırs, inad ve tarafgirlik meydanlarında koşuşturan, gözlerine at gözlüğü takmış ve burunlarının doğrultusuna gitmekte olan bu Hareketi, kendi başına bırakma ve yaptıkları ile ilgilenmeme, bu aldanmış ve tuzağa düşürülmüş camiayı, Devletin adalet ve emniyetine havale etme vakti gelmiştir kanaatindeyim.

 

Gülen hareketinin yaptıkları, ettikleri ve düçar oldukları varta hali ile bundan böyle ilgilenmemeli, zaman harcamamalı, meşgul olmamalıyız. "Batılı tasvir, safi zihinleri idlaldir." kaidesince kalbimizin, ruhumuzun, aklımızın, zihnimizin rahat ve huzuru için asli vazife, hizmet ve sorumluluklarımıza dönmeliyiz.

 

Bunların yaptıkları ile haddinden fazla ilgilenmek, layık olmadıkları, aşırı ve hak etmedikleri bir değeri onlara yüklemek ve önemsemek olur. Bir ehl-i İmanın, salih bir mü'minin asli ve öncelikli vazifesi; bu dünyada manen ve maddeten tekamül ve terakki ederek, ALLAH'ın ismini yüceltmektir.

 

Bizler, Din kardeşleri olarak ikaz vazifemizi gerektiği kadar yaptık, "ZARARA RIZASI İLE GİRENE MERHAMET EDİLMEZ" düsturunca, bundan sonrası kendi bilecekleri iş.

 

Bizim bu konuya daha fazla zaman harcamamız, ilgilenmemiz, ikaz etmeye, deşifre etmeye çalışmamız ve yaptıkları haksızlık ve yanlışlıkları serrişte etme gayretimiz; İhlas, fazilet, muhabbet, uhuvvet, sıdk, tevekkül ve teslimiyet duygularımıza zarar verir. Allah korusun, istemeyerekte olsa hissi, tarafgir ve nefsani davranmamıza yol açabilir. Gayret ve şevkimizi kırar, asli vazifemiz olan İman hizmetimizi, tebliğ ve temsil vazifemizi aksatmaya sebeb olabilir.

 

Bütün bu istenmeyen olumsuzluklara rağmen yine de Mü'minler, Müslümanlar, Ehl-i İman arasında çıkan bu dehşetli, felaketli ve helaketli; fitne, fesad, nifak, şikak ve müsibeti, en kısa zamanda ve en az zarar ve kayıbla sona erdirmesi için CENAB-I HAK'KA iltica ederek, dua ve niyazda bulunup, yakarıp yalvarmalıyız.

 

Müslümanlar arasında ki, uhuvvet, ittifak, muhabbet, ittihad ve tesanüdü zayıflatmaya, bozmaya ve tahrib etmeye yönelik her türlü faaliyet ve davranış içerisine girmiş olsalar da; Arzu ve amaçlarına ulaşmak uğrunda her vasıtayı, her yolu mübah görür hale gelmiş ve pusulalarını şaşırmış, beyin kimyasalları bozulmuş bu camiaya; Cenab-ı ALLAH'ın basiret, dirayet ve feraset vermesi, irşad ve islah etmesi için DUA etmekten de geri kalmamalıyız.

Bu kardeşlerimiz teshir altında kalmış, aldanmış ve aldatılmış olduklarından, ne yaptıklarının farkında değil ve bilmiyorlar (Teşbihte hata olmaz) bizlerde Hazret-i Peygamberimizin TAİF’te yaptığı dua gibi, bu Cemaatin kurtuluşu, ayılması, uyanması

için DUA edelim.

En kalbi muhabbetlerimle.

 

Erdoğan Esenkal

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

F. Gülen Hoca'ya / Gülen Hareketi'ne / Cemaat mensubu Yazar, Çizer ve Yayıncılara:

Bir takipciniz olarak son zamanlarda cereyan eden gündemdeki hadiseler ve memleket meseleleri ile ilgili bu manalardaki bakış açımı, yer yer eleştiri ve degerlendirmelerimi paylaşmak istiyorum.

Uluslararası insani yardım kuruluşu olan ve Türkiye'nin şefkatli elini, sıcak yüzünü dünyada temsil eden IHH aşagıda sıralamaya çalışacagım bazı gerekçe ve sebeplerden dolayı terörize edilmek, kriminalize edilmek istenmekte.

Israil Dışisleri Bakanı Avigdor Lieberman "IHH bizim için büyük bir tehdittir" ifadesini kullandi, IHH'ya karşı uluslararası boyutta bir linç ve karalama kampanyası yürütüldügü ortada.

Üzülerek ifade ediyorum ki buna maalesef cemaat oluşumunun basın-yayın organlarıda dahil oldu.

IHH'nın da organizatörlerden birisi oldugu Mavi Marmara hadisesi Israil'i köşeye sıkıştırdı, uluslararası hukuku'da hiçe sayarak ve onunla adeta dalga geçerek kuruldugu günlerden itibaren uyguladıgı acımasızca ve imhaya, sindirmeye yönelik devlet zorbalıgı ve terörünü dünya kamuoyu gözü önünde bir kez daha ifşa etti ve ucu kendisinide dokunan yaptırımlara maruz bıraktı.

En önemlisi mahşeri vicdanlarda bir kez daha mahkum oldular.

Bu bir başarı teşkil etmezmidir, Zalime zalimsin, Kediye kedisin diyebilmek lazım degilmidir?

Bunlar denilmedigi takdirde zalim kendisini dahada haklı görmeye, fiiliyatlarını meşru görmeye, amiyane tabirle kendisini "dev aynasında" görmeye, gittikce daha da "fıravunlaşmaya", azgınlaşmaya başlar.

Onun içindir ki "haksızlık karşısında susana" dinimizde en agır ifadelerden biri kullanılmıştır, bunlar boşu boşuna söylenmiş veciz cümleler degillerdir.

Bu baglamda Başbakan Erdogan'ın "One minute'i" çok şey degiştirdi, terör estiren Israil devletine sınırlarını gösterdi, çünkü onlar böyle haykırışlara, itirazlara alışık degillerdi, dünya siyasetcileri ve insanlardan genelde gördükleri ve yaşadıkları hep alkış, hep alkış, yani şakşakçılıktı.

Firavun ve Nemrutlar'da bu menfi tutum ve davranışlardan dolayı azmışlardı, ta ki cenab'ı Allah karşılarına Hz. Musa'ları ve Ibrahim'leri çıkarana kadar.

Esedler'ler, Saddamlar'ler, Gaddafi'ler, Mübarek'ler, Suud'i Krallar, Kim Yong Un'larda hep bu şakşakçıların, haksızlıklar karşısında susmayı tercih edenlerin yüzünden firavunlaştılar, zalimleştiler, haddi ve evrensel kanun kurallarınıda çigneyerek, aşarak.

Bir hak ve hakikat dostu, bu manada yigit, birçok şeyi göze almış, serdengeçti olan bunların karşısına çıkmaya, bunlara ciddi manada karşı durmaya, sesini yükseltmeye cesaret edemedi, etmedi, tam aksine tüm bu zorbalıkları, fenalıkları, insanlık dışı tutum ve fiilleri karşısında hep alkışlandılar, sırtları sıvazlandı, kendilerine methiyeler dizildi.

E halk tabiriyle'de böyle kel'e böyle takke.

Yani bu yaşanan musibetler o zaman daha az bile, çünkü bazı insan ve çevreler maalesef sözden pek anlamak istemiyorlar, illa hissetmeleri, acı çekmeleri, musibetler görmeleri lazım ki, 1000 nasihattan evla olsun, akılları başlarına gelsin.

Hani bir çocuk hep hırsızlık yaparmışta annesi ona buna ragmen daima iltifat edermiş, oglum iyi yaptın, eline koluna saglık dermiş.

Sonra bu çocuk gittikce dahada azgınlaşmış, büyük hırsızlıklar ve soygunlar, gasplar içerisine girmiş, yaşıda ilerledikce daha büyük çapta vurgunlara, çalmalara çırpmalara yeltenmiş, bunların esnasında demek ki kanda dökmek, cinayetlerde işlemek mecburiyetinde kalmış ki, bunu eninde sonunda günün birinde yakalamış ve adalet önüne çıkarmışlar, orada davası görülmüş ve o zamanın şartlarında en agır cezalardan biri olan idama mahkum etmişler.

Infaz gerçekleşmeden önce son istegi sorulmuş.

O da dünyadan son istegi olarak annemi yanıma getirin, onu son bir defa dünya gözüyle görüp, öpüp koklamak istiyorum demiş.

Hakimde son istegini kabul etmiş, annesini bulup huzuruna getirmişler.

Annesi onu tutuklu halde görünce şaşırmış ve irkilmiş, hemen ogluna dogru koşmuş, onu sarıp kucaklaşmış, hasret gidermiş.

Annesi kendisine bu hal vaziyet nedir diye sormuş, ogluda 'Anne durum bundan bundan' ibaret demiş ve son istegim olarak seni öpüp koklamak istiyorum, daha dogrusu dilinden öpmek istiyorum demiş.

Tabii bu ifade karşısında anne oldukça mahçup olmuş, utanmış ve şaşırmış, oglum olurmu böyle bir şey, bu nasıl iş, bari yanagımdan öp demiş.

Oglu ise ısrar etmiş ve ben seni dilinden öpecegim, dünyadan son istegim bu demiş.

Anne yüregide oglunun son istegini geri cevirip kırmak istemez ve dilini uzatır.

Oglu yanaşır ama o anda kıvrak bir hamle ile Annesinin dilini tutup kopartır.

Etrafindakiler bu sefer bir derece daha şaşarlar, gördükleri manzara karşısında hayretler ve dehşetler içinde kalırlar.

Kendisine neden bunu yaptıgını, buna neden tenezzül ettigini, hikmetini sorarlar.

Cevaben o da şöyle der:

Ben bu hırsızlık serüvenime küçük yaşlarda başlamıştım, her yaptıgım hırsızlık bana tatlı gelir ve sonrasında bir önceki cürümün daha büyügüne girişirdim, her fiil'imi eve gelip anneme anlattıgımda annem beni daha da cesaretlendirir, iltifat eder ve oglum iyi yapmışsın derdi.

Bende bundan güç ve destek alarak her geçen gün hırsızlıgın ve suçların çapını biraz daha ilerletir genişletirdim, daha büyük soygunlara, daha büyük vurgunlara, daha büyük gasp hareketlerine girişirdim.

Bu kriminal serüvenin ve yolun sonunda işte katil oldum ve bu müşkül durumlara düştüm, idama mahkum edildim ve öldürülecegim.

Eger annem beni baştan beri, küçüklügümden beri tatlı diliyle, güzel sözüyle, beni alkışlamalarıyla, hal ve hareketleriyle desteklemiş, teşvik etmiş olmasaydı, beni uyarmak, ikaz etmek, kendince cezalandırmak yerine söz ve hareketleriyle cesaretlendirmiş olmasaydı ben şimdi bu durumlara düşmüş olmayacaktım, idamdan hüküm giymeyecektim, bu agır cezaya çarptırılmayacaktım ve yaşantıma devam edecektim, o yüzden ona ceza ve intikam olarak bunu yaptım der.

Yani haksızlık, cürümler, zalim ve zorbalıklar karşısında susuldumu nasıl dilsiz şeytan olunuyormuş, nasıl o suç ve cürümlere ortak ve destek olunuyormuş üstteki yaşanmış hadiseden ve Kıssa'dan da gayet iyi anlayabiliriz.

Hz. Ibrahim ateşe atılmak istendiginde bir Karınca ile şöyle muhabbeti geçiyor.

Karinca'ya soruyor, bu agzındaki su ile bu devasa ateşi nasıl söndüreceksin diye.

Karınca'da kendisine mealen şu cevabı veriyor:

"Bende biliyorum bu ateşi bu agzımdaki küçük su ile söndüremeyecegimi ama yarın ruz'i mahşerde cenab'ı Allah bana sordugunda Ibrahim'im ateşe atıldıgında neredeydin, niye ona yardım etmedin diye, o zaman cevaben kendi imkanlarımla, azmimle bu ateşi söndürmeye çalıştım, bu ugurda canla başla mücadele ettim, elimden geleni yaptım ama lakin muvaffak olamadım diyebilmem, bu vebalin altından bu şekilde kalkabilmem için." der.

Işte halk arasında "Karınca kararınca" deyimi buradan gelmektedir, bu Kıssa bize bir ibretlik hadise olarak nakledilmiştir ve buradan çıkarabilecek birçok dersler vardır.

Derslerin birtaneside haksızlık, zalimlik karşısında Karınca kararınca da olsa karşı durabilmek, yerine göre katilin yüzüne sen suçlusun, zalimsin diyebilmektir, bunu haykırabilmektir.

Bu zaman'da Kediye Kedi diyemeyenlerin kanaatimce bu konuda Erdogan'a suçlama getirme hakları da yoktur.

Erdogan'ın o çıkışından ve Mavi Marmara hadisesinden sonra Israil ile ilişkilerimiz büyük ölçüde sekteye ugramış, yavaşlatılmış, durma noktasına getirilmişdir:

- Israil ile ortak askeri tatbikatlar iptal edilmiştir

- Askeri ve savunma alanında işbirligi durdurma noktasına getirilmiştir

- Israil ile su projemiz vardı, buraya Kıbrıs üzerinden su götürülecekti, bu bazı şartlara baglanarak durdurulmuştur

Bu ara Israil'in ve bölgenin, buna Kıbrıs'ta dahil su sıkıntısı çektigide, kuraklık yaşadıgıda bir vakıa'dır.

Bu yüzden ve diger bazı dini sebeblerdendir ki Israil Nil nehrinden Fırat nehrine kadarlık alanı hükümranlık alanına dahil etmek, buralara hükmetmek istemektedir, bu dogrultuda yogun çabalar sarfetmekte, bunu ulusal bayragına sembollerle betimlemiş olmakta ve bunu tüm dünyaya cesurca deklare etmektedir, tabii yine görmek isteyen gözlere, işitmek isteyen kulaklara, tabiri caizse 3 maymunları oynamak istemeyenlere.

- Israil'in denizden çıkardıgı Petrol ve Dogalgaz Türkiye üzerinden Avrupa'ya ve diger bölgelere nakledilip pazarlanacaktı, bu projede şartlara baglanarak rafa kaldırıldı.

Ilişkilerin düzelmesi ve normalleşmesi Gazze'ye uygunan insanlık dışı ve zamane Nazi toplama kamplarını andıran abluka ve ambargonun kalkmasına, Mavi Marmara kurbanları yakınlarına tazminata ve uluslararası sular'da işlenen cinayetler için Israil'in Türkiye'den özür dileme şartına baglandı.

Bunlarin birer kıymeti harbiyesi yoksa o zaman bu konuda daha fazla söylenebilecek pek de birşey yoktur.

Yani Davos'taki o haykırış aslında bu haramilerin, hırsız, katil ve çapulcuların kagıttan kalelerini yıktı ve dünyaya bunların ne kadarda aciz ve zavallı bir millet, devlet olduklarını gösterdi.

Birçok şey psikolojik boyuttadır, insanlar kafalarında ve beyinlerindeki duvarları aşamıyorlardır.

Israil medya gücünüde arkasına alarak kendi lehine beyin ve zihinlerde ciddi bir pozitif algı meydana getirmişdi, Erdogan o çıkışıyla ve elim Mavi Marmara hadisesiyle o algıya ciddi bir darbe vuruldu, tabiri caizse karizmaları çizildi, yara aldı.

Erdogan'ın o dik duruşu, hadiseler karşısında egilip bükülmeyişi, lafı eveleyip gevelemeyişi, yerine göre Kediye Kedi deyişi birçok insanın bu manadaki kendi kabugunu, dar kalıblarını kırabilmesine, kendi zihnindeki Israil fotografını ve algısını yırtabilmesine, bunu aşabilmesine vesile oldu.

Allah için bir fiiliyatta, hakkaniyette bulunulsun, gerisi Allah'a bırakılsın, o dost ve yardımcı olarak yeter, ondan sonra isterki insanlar ayıplasın, bunun pek de önemi ve kıymeti yoktur.

Yani burada bu haykırışı sorgulamak bile kanaatimce yanlıştır, bazı şeyler planlanmaz, o an ne dogru bulunuyorsa o yapılır, o anlarda dünyalık hesablar raftan kalkar ve biter, kişi cenab'ı Allah huzurunda, tarih ve insanlar huzurunda yapması gerekeni yapar.

Bunu ancak yüksek iman sahipleri başarabilir, şakşakcılar asla.

Mısır'daki El-Ezher şıh'ları, şeyh'leri, sahte ve göstermelik hoca'lar, hacı'lar bunu asla beceremezler.

Onlara övmek, sırtları sıvazlamak, alkışlamak düşer.

Bırakalım onlar alkışlasın, övsün, methiyeler dizsin, göklere çıkarsın, yerden göge sıgdıramasın, mahsur görsün, tatlı göstersin, masumlaştırsın ama en azından vicdan sahipleri olan bizler o alkışı tutmayalım, dillerimiz bu zalimlere methiyeler dizmesin, onları övmeyelim, gerekçesi ne olursa olsun şakşakcılık yapmayalım yoksa birgün gelir beşeri adalet, Ilahi adalet bizim o dilimizi'de, önümüzü'de keser, bedenimizi'de yakar, bela'dan bela'ya da salar, evlerimize ateş'de düşürür, zelzeleler'de verir, yuvalarımızı'da yıkar, birlikteliklerimizi'de bozar, birşey olmamıza'da mani olur, yerin dibine'de geçirir.

Bunlar geçmiş kavimlerin ve insanların başına geldi, kutsal kitaplardaki Kıssa'larda uzun uzadıya anlatılmaktadır, tabii yine görmek isteyen gözlere, işitmek isteyen kulaklara, 3 maymunlara oynamayanlara.

Suriye meselesi zaten kanayan yaraydı, burada bi'taraf olunamazdı.

Bi'taraf olan bertaraf olur, taraf belirlemek zorunlulugu var, ya diktatör ve zalim Esed'den yana veyahutta ezilen, hakları gasp edilen, katledilen, işkencelerden geçirilien, yoksul bırakılan, sindirilen, korkutulan, baskı altında tutulan mazlum Suriye halkının yanında olunmalıydı.

Erdogan ve Türkiye halkı dogru ve ilkeli olan son şıkkı tercih ettiler.

Yan tarafdaki komşunda yangın varsa ve bu yangınada Esed'in diktatörlügü, zalim ve zorbalıgı sebebiyet verdiyse, yanlış tutum ve fiiller'den vazgeçme belirtileri, buna dair egilimler gösterilmiyorsa, ki bu zorba ve zalimane durum baba Esed'den beri on yıllardır devam ediyor, bunun bir şekilde bertaraf edilmesi, yıkılmasi, gayri meşru, gayri ahlaki, gayri insani tahtının devrilmesi, bu konuda gayretler sarfedilmesi lazımdır.

Yani azınlık hükümetine, bunların çogunluk karşısındaki tahakkumlarına Erdogan ve ekibi, Türk halkı destek mi verselerdi, bunu mahsur mu görselerdi?

Azınlık grubu çogunluk üzerine tahakküm kurmuş ve bunu da ilelebet devam ettirmek ve bir türlü koltuktan vazgeçmek istemiyor, bu firavunluk degil de nedir?

Bu zorba diktatör ve şakşakcıları dialog ve hoşgörü ile de gitmeyeceklerine, sahayı terk etmek istemeyeceklerine göre silahı dayatan bizzat Esed ve rejimi olmuştur, sivil halk ilk 6 ayda barışcıl bir şekilde protestolarda bulunmuştur.

Halkı kriminalize eden, sivillerin üzerine ateş açan bu katilin askerleriydi ve ondan sonra iş silahlı mücadele boyutuna dönüştü.

Yani burada suçu Erdogana ve ekibine yüklemek hem fırsatçılık, hem kolaycılık, hemde zalimi meşrulaştırma, ona destek çıkma manasına gelir ki bundan imtina edilmesi lazımdır.

Şu son siyasi-psikolojik harekata kadar Türkiye, içinde bulunmuş oldugu siyasi cografya son 300 yılın en düşük faiz oranlarını gördü, son 300 yılın ! Faiz oranı Gezi öncesi Mayıs 2013'de yıllık 4,6% oranlarına kadar gerilemişti ve bunun 2,5% bantlarına kadar gerileyecegine dair güçlü emareler vardı.

Tabii şimdi bu son siyasi-psikolojik operasyonlardan sonra bu oran 10%'da geçti.

Buna paralel devlet yapılanması, faiz lobisi, sömürücüler sevinebilirler, maksat hasıl olmuştur.

Demek akıllı Müslümanın yapacagı iş bumuş, 'örnek Müslümanda' faiz lobilerine destek olmakla, onların kılıcını çalmakla olunuyormuş bu 'yeni' ve "reformcu" ictihatlara göre.

Evet onların, yani faiz lobilerinin, Israil, Amerika ve Avrupa'nın gözünde böyle görüldügünden, onların bu duruma dair memnuniyetlerin'den yana hiç şüphem yoktur, ama inananlar'da, vatandaşlar'da, insanlık'ta bu durumdan memnun mu, memnun olabilir mi, işte orada ciddi şüphelerim var.

Yani sanırım bu manadaki Islami ictihatlar yeniden gözden geçirilmesi lazım, bu olsa olsa Light Islam, yani bazı çevrelerin savundukları ve dillendirdikleri reformcu Islam'ın yorum ve ictihadı, dialog ve hoşgörü sınırlarını baya baya aşmış olan Islam ictihatları olabilir.

Yani faiz oranlarının son 300 yılın en düşük seviyelerine getirilmiş olması, bu mudur bize batan, bu mudur bizleri rahatsız eden, bu mudur haramilik, bunun için mi beddualar, mülaaneler, hiç öncelerden görülmedigi gibi celallenmeler, hiddetlenmeler, ayaklanmalar, öfkeler?

Mavi Marmara olayı, Davos olayı, faizlerin rekor seviyelere düşürülmesi, Esed'e karşı, diktatör ve darbecilere karşı duruşlar, Suriye halkının ve zorbalıga karşı direnişin aktif desteklenmesi, bunların hepsi Israil'i, Bati'yı ve Faiz lobilerini rahatsız eden unsurlar, politikalar ve duruşlardır.

Bu tavırların, duruş ve politikaların kendine bir dini cemaat kisvesini yakıştıran oluşumuda ciddi manada rahatsız etmesi, onu temelden sarsması, bu konuları adeta kendi bekaa meselesine dönüştürmeye kalkması, bunun için ortalıgı bu denli velveleye vermesi son derece düşündürücü ve düşündürücü oldugu kadarda manidardır !

Burada ciddi manada pozisyon ve duruş sorgulanması yapılmalıdır.

Öncelikli olarak gücümüz kendimize yeter, herkes ilk önce kendi nefsini hesaba çekmelidir, bundan sorumludur, bundan da er veya geç hesaba çekilecegizdir.

Faizci'ye, bunlara yardım edenlere, destek olanlara, kol kanat gerenlere cenab'ı Allah ve Peygamberleri savaş açmışlarsa, bu Kuran'ı Kerim'de açıkca böyle belirtiliyorsa (bakınız Bakara Suresi 2:278-279), Başbakan Erdogan'da bu faizcilerini belini kırmışsa, AKP iktidarı öncesi dönemden yıllık faizleri %65'lerden Gezi öncesi Mayıs 2013'de %4,6'lara çekmiş ve bir sonraki aşamada %2,5'lara geriletme fırsatını yakalamışsa, bu Faizci'lere son 300 yıldaolmadıgı kadar ciddi darbeler vurmuşsa, bunların üzerine üzerine gidiyorsa, bunlarla savaşıyor, tabiri caizse kelle koltukta mücadelelere giriyorsa, bir ilkeli ve dürüst Islami cemaate, herhangi bir cemaate, sivil toplum kuruluşuna, vatanını, milletini seven bireye düşen bu adama ve iktidara gölge etmek degil, aksine destek olmak, bu mücadelelere yine Karınca kararınca katkı sunmaktır.

Marifet iltifata tabii'dir.

'Gölge etme başka ihsan istemez' denmesi de herhalde bu durumlar için söylenmiştir.

Yani Allah'ın ve Peygamberlerinin savaş açtıgı kişilerle, faiz lobileri, tescillenmiş ve suç dosyaları kabarık sömürgeci emperyalistlerle beraber Allah ve Peygamberler dostu birilerine yükleniliyor, saldırılıyor, bedduaların biri bin para, sözde mülaaneler, celallenmeler, hiddetlenmeler, ayak kaydırma çabaları, karalamalar, komplolar, senaryolar, ittifaklar, kasetler, skandallar yapılıyor, siyasi-psikolojik harekatlara başvuruluyorsa, bel altı vurmalara yelteniliyor, yatak odalarına kadar giriliyorsa burada bir sözüm ona Islami cemaat, herhangi bir cemaat, sivil toplum kuruluşu ve birey kendi duruşunu ciddi manada sorgulaması lazımdır.

Büyüklerimiz 'Kör'le yatan şaşı kalkar' demişler.

Hocaefendinin artık o diyarları biran evvel terkedip, bu hasreti bitirip anavatanına, baba ocagına dönmesi lazımdır.

Bu inandırıcılık ve samimiyet ifadesi göstergesi olarak artık şart ve gerekli olarak gözükmektedir.

Paralel yapı hiyerarşiye baglıdır, kendi içinde örgütlüdür, adeta askeri bir nizam, disiplin içerisindedir.

Birileri şeyh'inin, hoca'sının, haci'sinin sözünü amirinin'kinden üstün tutuyor, öncelikli olarak gönülden baglı bulunmuş oldugu cemaatini referans alıp, onların direktifleri, emir ve görüşleri ile hareket ediyorsa, ve şeyh'i, hoca'sı, haci'side ülke siyaseti ve politikaları ile ayrı düşmüs, arada ictihat farkları, yaklaşım farkları belirmişse, ki bu üstteki ifade ve yorumlardan, cemaat oluşumunun AK-Parti iç/dış politikalarına karşı tutum ve eylemlerinden de ortaya çıkıyor, işte o zaman iktidar bu yapının in'ine de girer, bu yapıyı inceler, sorgular, yerine göre budar ve tasfiyesine de gider, bundan da tabii birşey yoktur.

Bu paralel yapı daha öncelerdende ordu ve yargıda vardı, o zaman da vesayetci çevreler buralarda yuvalanıyorlardı ve görünen o ki o zihniyet ve anlayış hala mevcudiyetini israrla korumakte ve konumunu pekiştirmek istemekte.

Demokratik siyaset üzerinde vesayetci yapılar, paralel yapılanmalar hangi taraftan olursa olsun asla meşru görülemez ve dagıtılmalıdır.

Hocaefendi Türkiye'de olmuş olsaydı, olayları yerinde ve mahallinde inceleme imkanına sahib olmuş olsaydı, onunla birebir temas kurulabilinip, istişarelerde bulunulabilseydi bu durumlar sanırım yine bu boyutlara gelmezdi ama şimdi bu cemaat oluşumunun ucu biryerde CIA'e, MOSSAD'a, MI6'a, BND'lere dayanıyor, uzanıyor, bunlar bunu koruyup kolluyor, bunlar Islami tabirle "vali", koruyucu bilinmiş, Kuran'i Kerim'de bundan imtina edilmesi gerektigi bildirildigi halde.

Bu durum şüpheli ve kaygı verici, bu şer odaklarından etkilenilmemesi mümkün degil, bu işin tabiatına ters, bu gizli servisler bu oluşumu kontrol etmek, etkileri altına almak isteyeceklerdir, bunu kısmende olsa başarıyorlardır, cereyan eden olay ve hadiseleride incelersek böyle bir algı ve görünüm vardır.

Yani bu fitnelerin biran önce bitirilebilmesi Hocaefendinin artık Türkiye'ye, anavatanına gelmesine endekslidir.

Bundan da şiddetle imtina edildigine göre birileri bu cemaat kartını devam oynamak istemelerindendir, bunu yapacaklardır.

Huylu huyundan vazgeçmez, can çıkmadan huy çıkmaz, naif olmayalım.

Bu tehdit ve tehlike devam ettigi sürece cemaat oluşumuna Türkiye'de kuşkuyla yaklaşılacaktır, paralel yapının tasfiyesine gidilecek, bu yapıyı ısrarla ayakta tutmak isteyenlere karşı uyarı ve cezalandırma mahiyetinde etkinliklerde bulunulacaktır, bu kaçınılmazdır.

Yani devletin, iktidarın burada bekle gör politikasınıda tatbik edecek zamanıda yoktur, lüksüde yoktur, çünkü mesele bekaa meselesine evrilmiştir, hükümet ve devlet bu meseleyi biran evvel kontrol altına almaya gidecektir, gitmelidir.

Hatta birileri cemaat Türkiye'deki oluşumu, yurt dışındaki okulların bekaası hatırına yakacagı, bunu feda edecegini ifade etmektedirler.

Bunun dogruluk mahiyetini bilemiyorum ama cemaat oluşumunun şu son izledigi yol ve yordam bunu sanki dogrular niteliktedir.

Türkiye'de cemaat oluşumu iktidarla, millet ve devletle bu kavgaya devam eder, bu açmazı büyütme yoluna giderse, yurt dışında da, dünyanın diger bölgelerinde de işinin zora girmesi kaçınılmazdır, bunuda zaman gösterecektir.

Yer yer sizlerle bazı Link'ler paylaşıyor, eleştiri Mailleri yazıyor, bu dogrultuda metinler kaleme alıyoruz.

Dogruları, hakikatleri ifade ettiklerinizde takdir ettigimiz, olumlu buldugumuz yanlarınız, yayın ve tutumlarınız da var.

Bu cemaat oluşumuna, diger cemaatlere de oldugu gibi, bazen bizler de yerine göre destekler sunuyoruz ama açıkcası son zamanlarda olumlu, yapıcı yazı ve yayınlarınızı özlüyor ve bulmakta, görmekte zorlanıyoruz, her ne kadar son günlerde durumu bir nebzede olsun düzeltme ve bu oluşturulan yüksek tansiyonu düşürme belirtileri gözlemlensede.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

09 Ocak 2014 Perşembe 11:14

[h=1]Başbakan ve Gülen'e Said Nursi'nin o mektubunu önerdi[/h]

Milat Gazetesi yazarı İkbal: O cümleler günümüzü anlatıyor

Risale Haber-Haber Merkezi

Milat Gazetesi yazarı Abdulkadir İkbal, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen'e Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin hükümet ve ilim ehline dair bir mektubunu dikkate almalarını önerdi.

Said Nursi'nin yazmış olduğu lahikanın günümüze aynen ışık tuttuğuna dikkat çeken İkbal, son zamanlarda meydana gelen bazı olumsuz hadiselerin, münakaşa ve çekişmelerin Müminleri can evinden vurduğunu, İslam düşmanlarını ise sevindirdiğini hatırlattı.

İkbal, "Bediüzzamanın asrımıza uzanan bu tavsiyesini lütfen nazara almanızı istirham eder, haklı insaflı olur kaidesine göre, bazen hakkından vazgeçmek hakka hizmet etmeye büyük bir vesile olur" dedi.

İkbal, "İşte Bediüzzaman Said Nursi’nin, hangi olaya binaen söylendiği belli olmayan ancak mahkeme heyetine karşı yaptığı ve günümüze de ışık tutan tavsiyesi" diyerek 28. Lem'a'da yer alan kısa mektubu yayınladı:

"Bu parça mahkeme müdâfaatının bir parçasıdır, her nasılsa buraya girmiş, çıkarılmamış, kalmış.

“Mahkeme reisi ve azalarından ve ehemmiyetli bir hakkımı taleb ederim. Şöyle ki:

Bu meselede yalnız şahsım medar-ı bahs değil ki, siz, beni tebrie (suçsuzluğu ortaya çıkarma, beraat) etmekle ve hakikat-ı hale muttali olmanızla haledilmiş olsun. Çünkü ehl-i ilim ve ehl-i takvanın şahsı manevisi bu meselede nazar-ı milletten ittiham altına girdiği ve hükûmette dahi ehl-i takva ve ehl-i ilme karşı bir emniyetsizlik geldiği ve ehl-i takva ve ehl-i ilim tehlikeli ve zararlı teşebbüslerden nasıl sakınacağını bilmesi lazım olduğu için, benim kaleme aldığım bu son kısmını herhalde yeni hurufla matbaa vasıtasıyla intişarını isterim.

TÂ Kİ EHL-İ TAKVA VE EHL-İ İLİM entrikalara kapılmayıp, zararlı ve tehlikeli teşebbüslere yanaşmasınlar ve şahs-ı maneviler nazar-ı millette ittihamdan kurtulsun.

Ve hükümet dahi ehl-i ilim hakkında emniyet etsin ve bu anlaşılmamazlıklar ortadan kalksın. Ve hükûmete ve millete ve vatana pek çok zararlı düşen bu gibi hadiseler ve anlaşılmamazlıklar daha tekerrür etmesin.

Said Nursî

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Kime kumpas kuruluyor?[/h]2002’de başlayan vesayeti ortadan kaldırma süreci şimdi tersine dönmektedir, kendisine “kumpas” kurulduğu öne sürülen o bildik bürokratik merkez, büyük bir ustalıkla dinî grupların, cemaatlerin tümüne karşı kumpas kurmaktadır. Önce Hizmet, arkasından AK Parti ve diğer cemaatler! Bundan en ufak şüpheniz olmasın.

 

Sayın Başbakan’ımız R.Tayyip Erdoğan’ın düzenlediği 4 Ocak tarihli medyayı bilgilendirme toplantısından “ferahlayarak ayrılmadığımı, içimi sıkıntı bastığını” yazmıştım. Çoğu kişi bundan hükümetin Hizmet hareketine karşı girişmekte olduğu hayli kapsamlı operasyonu veya salt Hizmet-hükümet çekişmesini kastettiğimi anladı. Kuşkusuz sıkıntının bir boyutu buydu, ama hakikatte çok daha vahim, kaygı verici günlerin işaretlerini gördüğümü ima etmeye çalışıyordum. Gelişmeler, kaygılarımın boşuna olmadığını gösteriyor.

Belirtmek gerekir ki sürmekte olan krizin “Hizmet-hükümet arası bir çatışma” olduğunu düşünenler varsa, bunlar resmin bir karesine bakıyorlar. Resmin tamamına baktığımızda Hizmet’i ve hükümeti aşan kaygı verici bir durumla karşı karşıya olduğumuzu görürüz.

Sisler yavaş yavaş dağılmaktadır. Söz konusu sürecin anahtar terimi “kumpas” sözcüğüdür. Başbakan’ın siyasî başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın telaffuz ettiği “Milli orduya karşı kumpas” cümlesi, asıl görünen kütlenin altında bir yanardağın bulunduğunu ve ilk lavlarını püskürttüğünü göstermiş oldu, hemen arkasından Ergenekon ve Balyoz davalarının yeniden görülmesi; tutuklu ve hükümlülerin serbest bırakılması ve belki yaklaşık 40 bin davanın yeniden ele alınması konusu gündeme geldi.

Türkiye, İttihat ve Terakki’nin darbe ile devleti ele geçirdiği günden beri vesayet altında bir ülkedir. Vesayetin dış boyutu olduğu gibi iç boyutu da var. 21. yüzyılın ilk yıllarında uluslararası konjonktürün yardım etmesi, içeride neredeyse cemaatlerin tümünün ittifakı ve mutabakatı ile AK Parti iktidar oldu. AK Parti, bir koalisyon, onlarca yarım ve çeyrek kubbeyi içine alan büyük kubbe, Türkiye’nin bütün renklerini altında toplayabilen bir şemsiye partidir. Türkiye hızla mesafe aldı, bölgeye açıldı, ekonomide yüksek performans gösterdi ve fakat ne olduysa 2011’den başlamak üzere işler ters gitmeye başladı ki, bundan önceki dört yazımın konusu bu ters gidişin “dış faktörü”yle ilgiliydi. Tabii ki bugünkü durumu sadece dış faktörün etkileriyle izah edemeyiz, iç faktör de bir o kadar önemli ve hatta belirleyicidir.

Zeki, teenni ile hareket eden, sözünü tartarak sarf eden, yakın ve uzak gelişmeleri muhtemel değişkenler ışığında hesaplayarak yazıp konuşan Akdoğan’ın “kumpas” uyarısı devletin yüzyıllık, hatta Osmanlı’ya kadar uzanan kadim reflekslerinin harekete geçmekte olduğunun işaretiydi. Ben bunu, AK Partili görünür siyasetçilerin yeterince doğru anladıklarını zannetmiyorum, onlar önlerine konulan “Hizmet-hükümet kavgası”nın aktüel gündemini takip ediyorlar. Kumpasla neyin kastedildiğine Başbakanlık Müşaviri Hamdi Kılıç’ın sosyal medyada dolaşan sözleri açıklık getirdi: “Bu ülkede devlet geleneği diye bir şey hâlâ var. Bunun ne olduğunu anlamak için biraz tarih okumak yeter. Devlet geleneğimizin kendini korumak için tarih boyunca geliştirdiği reflekslerin bir kısmı epeyce ürpertici, benden hatırlatması.” (Sözcü, 2 Ocak 2013) Bir haber ajansı muhabiri de sosyal medyada şunları yazıyor: “Zaman zaman yaşanan faili meçhuller o ülkeye huzur getirir... Bu kadar konuşan olmaz... Ortalık zevzekle doldu.” (Odatv, 2 Ocak 2013)

Bunları bir kenara bırakıp nasıl bir devlet telakkisinin yüzyıllardır hükmünü sürdürdüğüne bakalım. Devlet, kendinden başka kimseye güveni olmayan, kendini seven, kendinden bir güç, yetki ve kudrettir. Zamanın şartlarına göre kendini koruma görevini şu veya bu ideolojiye, şu veya bu zümreye verir, ama hakikatte o sadece kendisi için vardır, koruma görevini üstlenen, onu ele geçirdiğini düşünür, lakin bir süre sonra sadece muhafız güç olduğunu anlar. Bu devlet kimseyle barışmaz; yeri gelir komünisti döver, yeri gelir işçiyi, Kürt’ü, Türkçü’yü, solcuyu, sağcıyı, başörtülüyü. Bu devleti adam edecek yegâne güç “hukuk”tur, onu koruma görevine talip olanlar ise hukukla kendilerini güvence altına almaya yanaşmıyorlar. Devletin sözlüğü, mekanizmaları, yöntemi ve taktikleri vardır; her birini günün şartlarına göre devreye sokar. Devlet ideolojisine ve beka fikrine en yakın duran milliyetçiler devletin en ağır gadrine uğramış, tabutlarda yatırılıp tırnakları sökülmüş mağdurlardır. Komünistlere karşı ülkücüleri, ülkücülere karşı solcuları, Sünnilere karşı Alevileri, Alevilere karşı Sünnileri, laiklere karşı dindarları, dindarlara karşı laikleri rahatlıkla seferber edebilmiştir. Şimdi dindarları birbirine düşürmektedir.

Bu ülkeye her ne gerekiyorsa bürokratik merkezi doğrudan veya dolaylı yollardan kontrol eden sert çekirdek belirler, bu ülkeye komünizm gerekiyorsa onlar getirir, belki günün birinde şeriatı bile gerekli görebilirler. Siz hiç, bir zamanlar İslamcılık yapmış insanların banka ve faizci sistemi böylesine canla başla savunacaklarını düşünebiliyor muydunuz?

Devletin kendisi bir cemaattir, kendi bekasını, imtiyazlarını koruma refleksiyle ayaktadır. Bir cemaati yok edersiniz, yok edenler kısa sürede “cemaat” olarak tanımlanır ve kendileri de yok edilmek üzere sıraya girerler.

Burada, hem birkaç gün önceki konuşmalarında hem Sayın Cumhurbaşkanı’na hitaben kaleme aldığı mektubunda Hocaefendi’nin tam da bu noktaya dikkat çektiğini hatırlayalım. Diyor ki, eğer Hizmet hareketini “devlet içine sızmış bir örgüt” olarak tanımlayıp gönül bağı olan insanları tasfiye etmeye kalkışırsanız, bu operasyon emsal teşkil edecek, arkasından aynı sosyo-dinî zeminde örgütlenmiş bulunan diğer bütün cemaatleri, grupları, dernekleri, vakıfları da tasfiyeye açık hale getireceksiniz. Cemaat olma vasıfları itibarıyla bütün İslamî oluşumlar birbirine benzer, asgari müşterekleri “dindar-mütedeyyin olmaları, İslamî kimlik taşımaları”dır. Bu açıdan baktığınızda bugün Türkiye’de kamu görevlilerinin neredeyse 4/5’i şu veya bu cemaate, gruba sempati duymaktadırlar.

Şu garipliğe bakın, kanlı bir darbe ile yönetimi ele geçiren Mısırlı generaller ve onların sivil hayattaki uzantıları, Müslüman Kardeşler’in “devlete sızmaya çalışan cemaat olduklarını, Mursi ve onun atadığı bürokratların İhvan liderinden emir alıp iş yaptıklarını” öne sürmekte, böylelikle kanlı bir tasfiyeye sözde meşruiyet zemini aramaktadırlar. Kendileri de en sıkı markaj cemaat olan Selefiler de bunu teyid etmektedirler. Süreçten sadece Mısır’ın derin güçleri, darbeci askerleri kazançlı çıkmaktadır.

Yarın öbür gün bizde devletin sert çekirdeği, darbe davalarından tahliye edileceklerin de sağlayacağı sinerjiyle cemaatlerin tümünü hedef tahtasına yerleştirecektir. Bu noktayı Sayın Başbakan’ın ve sorumluluk duyan AK Partililerin dikkate almalarını umuyorum. Taktik basit: Önce sarı inek, sonra beyaz, sonra siyah inek yenecek. 2002’de başlayan vesayeti ortadan kaldırma süreci şimdi tersine dönmektedir, kendisine “kumpas” kurulduğu öne sürülen o bildik bürokratik merkez büyük bir ustalıkla dinî grupların, cemaatlerin tümüne karşı kumpas kurmaktadır. Önce Hizmet, arkasından AK Parti ve diğer cemaatler! Bundan en ufak şüpheniz olmasın. İçimi sıkıntıya sokan bu!

 

 

Ali Bulac, Zaman, 09.01.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[TABLE=width: 100%, align: center]

[TR]

[TD]Bedduânın duâya dönüşmesi adına[/TD]

[/TR]

[TR]

[TD][TABLE=width: 556]

[TR]

[TD=width: 436]Cennet yurdumuzdaki son gelişmelere biraz da başka açıdan bakalım. Unutulanı, göz ardı edileni, gözden kaçanı, ya da kaçırılanı hatırlayalım.

 

[TABLE=width: 100%, align: center]

[TR]

[TD]Avusturya’dan, Avusturya köşesinden objektif bir dürbünle bakarak, zoomlayarak, ayrıntılarda saklananı görerek, göstermeye çalışalım; hakkaniyet çerçevesinde, mü’min gözüyle, Müslüman gözüyle, hür ve demokrat bir insan gözüyle..

Siyasî hesaplaşmaları, operasyonları sahiplerine ve sevdalılarına havale ederek, sadece şu gündemden düşmeyen “bedduâ ve duâ” meselesine doğru bir zaviyeden bakalım. Kendi mecrasından ve mânâsından ne kadar uzaklaştırıldığını görmeye çalışalım.

"Duânın en güzel, en lâtîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki:

"Duâ eden adam bilir ki, Birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. O’nun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zat var, ona bakar, ünsiyet verir.” (24. Mektup’tan)

***

Aslında bir mü’min bedduâya maruz kalınca, hemen Allah’a sığınmalı, O’ndan medet istemeli. Zira bedduâ eden de O’ndan istemişti.

Bu hakikat, Pensilvanya’daki muhterem zat için de geçerlidir. Zira Risale-i Nurların sadeleştirilmesi meselesinde, Bediüzzaman’ın mühim bir talebesinin (merhum Sungur Ağabey’in) yaptığı bedduâ hâlâ internet ortamında dünyayı dolaşıyor. Hâlâ hava zerrelerine yüklenmiş vaziyette, kâinatı alâkadar ediyor. Bu bedduânın kabulünden hasıl olacak neticelerden kurtulmanın çaresi, sadeleştirmekten derhal vazgeçmek, sadeleştirilen kitapları toplatmak, tövbe ve istiğfara yönelmektir.

Hocaefendinin kendi bedduâsının da yerli yerince kabul görmesi için, yani kendi tabirince “arınma adına, yıkanma adına, temizlenme adına, kirlerin öbür tarafa kalmasına meydan vermeme adına” (bir ilâve de bizden), hırsızların ve rüşvetçilerin hesap vermeleri adına ve hayırlara vesile olması adına, Sungur Ağabey’in bedduâsının kendisine de dokunmasından kurtulması adına, bütün etkisini ve yetkisini kullanarak, Risale-i Nur Külliyatını “sadeleştirme”ye devamdan vazgeçilmesini sağlaması lâzım.

***

Pensilvanya’dan yapılan bedduâya karşı, siyasî cenahtan gelen bir “misilleme” slogan haline geldi.

“Bedduâya lânet, duâya dâvet!”

Böylesi bir misilleme, o bedduânın te’sirini kırmaz. “Duâya dâvet” kısmına biz de icabet ederiz, ama lânetten kaçınılmasını, asla ağza alınmamasını tavsiye ederiz.

Zira bedduâya kızıp öfkelenmekle, ondan kurtulunmaz.. Hele hele -hâşâ- lânetlemek asla caiz değildir. Asıl böylesi bir mukabele belâya dâvetiye çıkarır. Allah korusun!

Zira bedduâ da, duâ gibi Allah’a arz edilir, O’ndan istenir. Bedduâ da, duâ gibi nurdur. Ona “lânet” okumak, başlı başına bir günahtır, vebaldir.

“Hatta, deniz dibinde balıklar, cânilerden şekva ederler ki, ‘İstirahatimizin selbine sebep oldular’ diye rivayet-i sahiha vardır.” (Kastamonu Lâhikası)

Öyle şekvalara (şikâyetlere), bedduâlara maruz kalmaktan kurtulmanın yegâne çaresi, canilikten ve zulümden vazgeçmektir. Canileri caniliğinden, zalimleri zulmünden vazgeçirmektir.

Bedduâyı “kötü duâ” şeklinde açıklayanlar, yanılıyorlar. Buna “kahır ile duâ” demek daha yerinde olur. Tahmin ederim ki, “bed”, yani kötü muameleye karşı yapıldığı için “bedduâ” denmiştir. Kötü olan, -hâşâ- bedduâ değil, bedduâ sonucunda başa gelendir ki, o da mü’min için sadece zahiren kötü olur. Zira bir mü’min bir bedduâya maruz kalır ve başına bir iş gelirse, o musîbet onun ıslâhına, kötü hallerinden kurtuluşuna vesile olabilir.

Hatta, çoğumuzun sık kullandığı, “Allah ıslâh etsin” duâsı da, bir yönüyle “bedduâ” hükmüne geçebilir. Zira Allah, bir mü’minin ıslâhını murad ettiği zaman, bazen onun başına bir musîbet getirerek, onu kötü halinden vazgeçirir, yani ıslâh eder. Bu musîbet onun için “kötü” oldu denmez. Zira o mü’min, o musîbetin tahrikiyle ıslâh olmasaydı, günahlarıyla ve kötü halleriyle başbaşa kalarak vefat etseydi, işte asıl musîbet ve ebedî musîbet bu olurdu, maazallah!

***

Safahat’taki “Kocakarı ile Ömer” şiirini hatırlayalım. Bir tarafta,

“Dicle kenarında bir kurt aşırsa bir koyunu

Gelir de Allah'ın adaleti sorar Ömer'den onu!”

diyen bir Halife Ömer (ra), öbür yanda torunlarının açlığına ve çığlıklarına dayanamayıp ona bedduâ eden yaşlı kadın.

Bu mâsum ve muztar kadının bedduâsına maruz kalan Hz. Ömer, Allah’a sığınarak, O’ndan af dileyerek, hemen yiyecek ambarına koşmuş, çuvalı bizzat kendisi yüklenerek geri dönmüş, çocukları doyurup kadının duâsını almış. Bedduâ, duâya dönüşmüş.

Unutmayalım ki, Fatih Sultan Mehmed’in, Ayasofya’yı cami olmaktan çıkaranlara yaptığı bedduâ da, manevî atmosferimizi sayha sayha inletirken; Ayasofya’nın aslî mahiyetine döndürülmesi, duâların celbine, fereç ve feraha vesile olacak inşaallah..

 

[/TD]

[/TR]

[TR]

[TD]Mikail Yaprak, Yeni Asya, 09.01.2014[/TD]

[/TR]

[/TABLE]

 

[/TD]

[/TR]

[/TABLE]

[/TD]

[/TR]

[/TABLE]

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Âkıbet, müttakîlerindir, takvânındır[/h]İki yıldır, çevremdeki arkadaşlara ve bazı sohbetlerde, “Türkiye’de çok önemli hadiseler yaşanabilir; fırtınalar kopabilir.

 

Öyle ki, “Camia”nın dershaneleri kapatılabilir; okullarının, yurtlarının üzerine gelinebilir. Bürokraside tümden tasfiyeler yaşanabilir. İhanetler, içeriden önemli çökmeler olabilir.” diyordum. Neye dayanarak? Kur’ân-ı Kerim’e. Medine’de Allah Rasûlü (sas) ve Müslümanların nihaî olarak en fazla sıkıştırıldığı ânı Kur’ân-ı Kerim tarif ederken, “Üstünüzden ve altınızdan gelmişlerdi. Gözler dönmüş, canlar gırtlaklara dayanmıştı ve Allah hakkında kötü kötü zanlar besliyordunuz. İşte o halde, orada mü’minler iptilâya tutuldular ve şiddetli sarsıntılarla sarsıldılar.” buyurur. Bu durumda, mü’minler arasındaki münafıklar, bozgunculuk yapıp, firar etmeyi düşünürken, mü’minler, “Bu hal, bize Allah ve Rasûlü’nün va’d ettiğidir. Allah ve Rasûlü, elbette doğru söylemiştir.” diyor; iman ve teslimiyette daha bir derinleşiyorlardı. Çünkü Allah ve Rasûlü (sas), ta baştan beri “Sizden önceki ümmetler gibi sarsıldıkça sarsılacak; açlık, korku, mallarınızdan, canlarınızdan, yakınlarınızdan, kazançlarınızdan eksiltme ile imtihan olunacaksınız; kazanlarda kaynar gibi imtihandan imtihana sürükleneceksiniz; cepheden cepheye koşturulacak, musibetlere, belâlara, zararlara maruz kalacaksınız.” demiş ve sonra da “Bütün bunlar karşısında sabreden, yılmayan, birbirlerine kenetlenip, birbirleriyle yardımlaşanlar”ı müjdelemişlerdi. Ne için olacaktı bütün bunlar? Ak ile karanın, elmas ruhlularla kömür ruhluların, altın cevheriyle posaların, gerçek inanmış ve Allah yolunda cehdeden ve sabır gösterenlerle münafık tıynetlilerin, iddialarında, davalarında samimî olanlar ile olmayanların, hakkın gerçek bağlılarıyla rüzgârın esiş yönüne göre, menfaatlerine, nefsanî tarafgirliklerine göre yön ve tavır değiştirenlerin, temizlerle kirlilerin ayrışması, Allah’ın, insanlar için vaz’ettiği yolun doğruluğuna şahitler edinmesi için; “uzun, menzili çok, geçidi yok, derin sularla kaplı” yollarda kalbi zayıflarla yol alınamayacağı için.

Medine’de Allah Rasulü (sas) ve Sahâbe-i Kiram’ın yaşadığı ve yukarıda tasvir edilen ânın bir benzeri İsrailoğulları tarihinde de yaşanır; çünkü tarih, mislî tekrarlardan, Sünnetullah denilen aynı mahiyet üzerinde farklı kimliklerle temsil edilen hadiselerden ibarettir. İsrailoğulları Hz. Musa’dan (as) üç asır kadar sonra kendilerine va’dedilen topraklara girmek için bir peygamber rehberliğinde ve Talût komutasında nihaî savaşa giderken bir nehre uğrarlar. Normalde mataralarını sonuna kadar doldurmaları gerekirken, o nehirden su içmeleri menedilir. Suyu içenler serilir kalır; emir ve itaatteki inceliği anlamayıp bir avuç içenler, nehri geçtikten sonra serilir kalır. Nihayet “Nice küçük topluluğun Allah’ın izniyle büyük toplulukları yendiği”nin şuuru içindeki gerçek mü’minler yoluna devam eder ve “Rabb’imiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sâbit tut ve bize kâfirler topluluğu karşısında zafer ihsan eyle!” diyerek, muharebeyi kazanırlar ve İsrailoğulları’nın tarihteki en parlak dönemlerinin önü açılır.

Türkiye, “Köprüden önce son çıkışta”dır. Şimdi sert rüzgârlar esiyor. Hadiseler tırmanabilir. Çok İskariyotlar çıkabilir. İçilmemesi gereken sulardan bir avuç bile içenler yola devam edemez. Fakat, yeni bir bakan nal toplama fıkraları anlatsa da, Allah, hükmünü yerine getirecek ve yine Kur’ân’ın dediği olacaktır: “Âkıbet, müttakîlerindir. Âkıbet, takvânındır.”

 

 

Ali Ünal, Zaman, 30.12.2013

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Hocam,

 

sende mi derin devlettensin, seninde mi bir "paralel yapıda" cemaatin" var, yoksa bu bilgi ve belgelere nereden ve nasıl ulaşıyorsun?

 

Hesap ver bakalım.. !!!

 

Bu altta geçen yazı metni icin teşekkür ederim , Network calışıyor yani.

 

Yoksa sendemi ateş böceklerini Sirius Yıldızı sananlardansın, "Hocaefendi" gibi..

 

Bundan sonra Zaman gazete aboneliklerine iptal, okullarına boykot, SERA mamüllerinden imtina, maddi/manevi katkılara, desteklere*son.

 

Bundan sonra Kediye Kedi.. /

 

MUTLAKA OKUYUN... ŞOK OLACAKSINIZ... Yolsuzluk KILIFLI OPERASYONLARIN sebebi Erdoğan'ı makamında tehdit eden 3 kişi kimdi?

 

- Milli Eğitim Bakanlığı'nın dershanelerle ilgili taslak metni hazırladığı günler.

 

Başbakan Erdoğan, yoğun gündeminin arasında kendisini ziyarete gelen 3 ismi ağırlıyor !*

 

Konuklarının bu konuda kendisini ikna etmeye yönelik eleştirilerini büyük bir nezaketle dinliyor Erdoğan...

 

Milli Eğitim Bakanlığı'nın meğduriyet doğurmamaya yönelik çalışmalar yaptığını, dershane yöneticileriyle bir araya gelip, yol haritası konusunda fikir alışverişinde bulunacağını anlatıyor.

 

- Bu konuşmadan sonra sohbetin seyri bir anda değişiyor!

 

AK Parti içindeki bazı isimlerin yolsuzluğa bulaştığı ilk kez o gün, o toplantıda Erdoğan'ın kulağına çalınıyor.

 

Konuklardan biri pandoranın kutusunu açıyor:

 

"Efendim partinizde bazı isimlerin yolsuzluk ve rüşvet olaylarına bulaştığı konusunda belgeler var" diyor.

 

Erdoğan bu konuda MİT'in de kendisine uyarılar içeren bir rapor sunduğunu, gerekli adımların atıldığını belirtiyor, "Elinizdeki ciddi belgeleri benimle paylaşırsanız, derhal gereğini yaparım" diyor.

 

Bahsi edilen kişiler: "Sizin çok, çok yakınınızda ve bu size çok zarar verir" cevabı üzerine bir kez daha tavrını ortaya kokuyor:

 

"Kim olursa olsun, gereğini yaparım. Siz yeter ki elinizdeki belgeleri paylaşın."

 

- Gelen cevap aynen şöyle: "Efendim bu isimler çok yakınınızdaki isimler ve birilerinin bu konuyu hasıraltı edeceği yönünde endişelerimiz var. Biz bu isimleri medya üzerinden deşifre ettikten sonra atacağınız adımlar size de fayda sağlar!"

 

"Ya dershaneler konusunda geri adım atılsın, ya da yolsuzluk dosyaları açılacak" tehdidi Başbakan'ı çileden çıkarıyor.

 

Tehdit ve şantaja asla boyun eğmeyeceğinin altını çizen Erdoğan, 3 ismi "Elinizden geleni ardınıza koymayın" diyerek makamından kovuyor!

 

Sonrasında yaşananları hepimiz gün be gün izliyoruz.

 

Bakın size bir detay anlatayım.

 

O gün Erdoğan'a "Bahsi edilen kişiler sizin çok, çok yakınınızda ve bu size çok zarar verir" diyenlerin bahsettiği o yakın kişi, Bilal Erdoğan'dan başkası değil.

 

Operasyonların Bilal Erdoğan'a uzaması için Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir gözaltına alındı.

 

Demir, "Marmaray'ın tam üzerinde yer alan ve raylı sisteme zarar verecek bir arsa üzerinde otel yapıldığına izin vermek. Bunun karşılığında rüşvet almakla" suçlanıyordu değil mi?

 

Emniyetteki sorgusunda Mustafa Demir'e, "Bu konuda Bilal Erdoğan'dan baskı gördüm" denmesi istendi.

 

Hatta tezcanlı davranan birkaç internet gazetesi, "Fatih Belediye Başkanı itiraf etti. Operasyon Bilal Erdoğan'a uzandı" diyerek önceden haber bile yaptı. Sonra ne oldu?

 

- Otel yapıldı denilen arazinin boş olduğu, rüşvet diye alınan paraların Belediye Kanunu gereği, belediye kasasına konulmak üzere alınan paralar olduğu makbuzlarıyla belgelendi. Rüşvet denilen paranın da İftar çadırında verilen yemeğin parası olduğu ortaya çıktı.

 

Mesela şu haber de bazı yayın organlarında hiç yer almadı.

 

Daha birkaç gün önce Rezza Zarrab'ı Halil İbrahim Koca isimli bir avukat ziyaret etti:

 

"Ek ifade ver. Seni savcıya götüreceğim. Ek ifade vermeden önce masada adli kollukla imzalanmış tahliye kağıdını göreceksin. Ek ifadende 'Bu işi hükümetin bilgisi ve talimatı doğrultusunda yaptım' de ifaden bitince evine gideceksin" dedi.

 

- Siz bu haberin tekzip edildiğini duydunuz mu?

 

Emniyetle, yargıyla alakası olmayan 3 kişi size gelecek: "Yolsuzluk dosyalarını medya aracılığıyla deşifre edeceğiz" diyerek sizi tehdit edecek.

 

Başbakan kalkıp, "Yahu arkadaş! Verin bana isimlerini, gereğini yapmazsam o zaman ne yapacaksınız yapın" diyecek.

 

Bu tehdidin ardından savcılar 6 ay önce kapattığı dosyayı yeniden açarak harekete geçecek.

 

Medya olayı tarihin en büyük yolsuzluğu diyerek manşetlere çekecek!

 

Erdoğan'ın operasyonlar başladığı günden bu yana, "Bu operasyonların altında başka nedenler, başka hesaplar var. Hedef benim" demesinin altında işte bu nedenler yatıyor.

 

Emniyet ve yargıya yapılan operasyonların nedeni de, Soruşturmanın koordinatörü olan Savcı Zekeriya Öz'e duyulan güvensizliğin nedeni de bu...

 

Şimdi Savcı Zekeriya Öz çıkmış, Başbakan Erdoğan'ı yüksek yargı kökenli 2 kişiyi kendisine göndererek, tehdit mesajı iletmekle suçluyor. Hale bakın! Suçüstü yapmakta kimsenin eline su dökemediği savcı, kendisini tehdit edenler olduğunu söylüyor ama bu olayda suçüstü yapamıyor. Yapmadığı gibi tehdit eden kişilerin isimlerini de vermiyor. İddiaları dinlerken insanın içinden, "Keşke savcıya gitseydin!" diyesi geliyor.

 

Aynı savcı, "Ağaoğlu'nun parasıyla tatil yaptı" iddialarını da da çok ustaca bir manevrayla bertaraf etmeye çalışıyor, "Tatilin parasını ben ödedim. Belgelerini göstereceğim" diyor. Belgeler nerede? Yok!

 

Açın bugünkü sabah gazetesini okuyun.

 

Savcının, 17 Aralık operasyonundan sonra, yani 7 Ocak tarihinde iki müteahhit arkadaşını hem de 2 kez Ali Ağaoğlu'na gönderdiğini ve "O tatille ilgili Zekeriya Öz adına fatura kesin" diyerek 1 saat 11 dakika süren bir baskı yaptırdığını kamera kayıtlarıyla birlikte göreceksiniz.

 

Görüşmeler nerede yapılmış dersiniz?

 

Savcı Öz'ü tatile gönderen Akdeniz İnşaat'ın Ataşehir'deki merkez ofisinde.

 

Bu görüşmede Ali Ağaoğlu'nun, "Hem seyahatin parasını ben ödeyeceğim, hem de şimdi size fatura mı vereceğim" diyerek geri çevirdiğini okuyacaksınız.

 

Yine aynı gazetede tatilin faturasının kimin kredi kartıyla ödendiğini de öğrenmiş olacaksınız.

 

Elinizi koyacağınız bir vicdanınız varsa, tüm bu belgeler ışığında operasyonunun altında başka nedenler olup olmadığını sorgulamanız gerekiyor.

 

Kendisi hakkındaki bir belgeyi yasal olmayan yollarla elde etmeye çalıştığı iddia edilen bir savcının, soruşturmayla gözaltına aldırdığı kişiler hakkında sonradan belge tenzim etmediğini savunabilir misiniz?

 

Her yazıda şu ayrıntıya özellikle dikkat çekiyorum ve çekeceğim.

 

Kim ki rüşvet ve yolsuzluk yoluyla servetine servet katmışsa Allah'ın laneti üzerine olsun.

 

Bu konunun takipçisi olmayan, bu konuda taraf gözetmeksizin hesap sormayanlardan da Allah hesap sorsun!

 

Bugün yolsuzluk yapmakla suçlananlar içeride mi, içeride... Yeni operasyonlar yapılıyor mu, yapılıyor...

 

Kanal İstanbul, 3. Havaalanı, 3. Köprü, Körfez İzmir yolu ve nükleer santral projelerini yürüten tüm firmaların yöneticilerinin mal varlıklarına bloke kondu mu, kondu.

 

Kesmiyor efendileri! İlla bu operasyonları Zekeriya Öz ve Muammer Aktaş'ın yürütmesi gerekiyor. Çünkü onlardan başka temiz savcı yok. Hepsi tu-kaka! İlla Başbakan'ın oğlunu hesaba çekecekler, Başbakan'ın koluna kelepçe takmaya çalışacaklar. Dertleri bu!

 

Operasyonu savunanları izledikçe, onların yerine ben yerin dibine geçiyorum!

 

Hepsi anlaşmış gibi hep bir ağızdan, "Başbakan istifa etmeli" diye bağırıyor. Kimler mi?

 

- Mesela Kemal Kılıçdaroğlu... SSK'da yolsuzluk ve usulsüzlük yaptığı yine mahkeme kararıyla kesinleşmiş olmasına ve ama Rahşan affıyla paçayı kurtarmış olmasına rağmen.. Partisi CHP'de yolsuzluk yapıldığı mahkeme kararıyla belgelenmesine rağmen Kemal Kılıçdaroğlu istifayı hiç düşündü mü?

 

- Mesela Devlet Bahçeli... Madem ki partililer yolsuzluğa usulsüzlüğe karıştığında genel başkanlar istifa edecek. O zaman koynuna aldığı körpe kızlara, partisinin bütçesinden elde ettikleri paralarla Range Rover alan, harcayan 7 partilinin görüntüleri medyaya yansıdığında Bahçeli niye istifa etmeyi düşünmedi?

 

- Ya Nazlı Ilıcak'a ne demeli? Savcı Zekeriya Öz'le Twitter üzerinden nasıl cicili bicili konuşuyorlar, nasıl birbirlerine methiyeler düzüyorlar anlatamam! O Zekeriya beyle, Zekeriya Bey onunla gurur duyduğunu söyleyip duruyor. Nazlı hanım aldığı gazla depara kalkıyor, oğlunun adının yolsuzluğa bulaşması nedeniyle Erdoğan'ın yargıya baskı yaptığını söylüyor, istifa etmesi gerektiğinden dem vuruyor.

 

Biri de çıkıp demiyor ki, "Hanım, hanım! Senin oğlan onbinlerce insana kupon karşılığı televizyon vereceğini söyleyip vermedi.

 

Yurtdışına kaçarak tutuklanmaktan kurtuldu. Dava yıllarca sürdü. Sen o dönem mesleğini bıraktın mı ki bugün bize dürüstlük taslıyorsun?" Demek ki neymiş? Temizlik operasyonu yapabilmeniz ve o temizlik operasyonunu savunabilmeniz için en önce sizin temiz olmanız gerekiyormuş değil mi?

 

Gazeteci / SÜLEYMAN ÖZIŞIK

 

*

 

*

 

*

 

*

 

*

 

*

 

*

 

*

 

*

 

*

 

*

 

*

 

*

 

*

 

*

 

*

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

11 Ocak 2014 Cumartesi 08:17

 

Hükümet ile Hocaefendi cemaatinin sulhu için dua ediyorum

 

Mehmet Kırkıncı Hocaefendi’den taraflara çağrı

 

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Mehmet Kırkıncı Hocaefendi, hükümet ile Gülen cemaati arasında yaşanan tartışmalara dair açıklamada bulundu.

 

“Hocaefendi Cemaati ile Hükümet Erkânı arasında meydana gelen kırgınlıklar ve üzücü hadiseler, milletimizi hususen ehl-i hamiyeti derinden yaralamış, bazı kardeşlerimizi meyus edip gelecek adına ümitsizliğe sevk etmiştir. Hizmetlerini çok takdir ettiğim ve kendilerine duacı olduğum bu iki tarafın bugün karşı karşıya gelmiş olmaları bütün ehl-i iman gibi beni de fevkalade rahatsız ve müteellim etmiştir. Ehl-i iman arasına sokulmaya çalışılan, gıybet, su-i zan ve fitneye sebep olan bu elim hadiseyle şiddetli bir imtihan geçiriyoruz” şeklinde konuşan Kırkıncı Hocaefendi, “üzücü hadiselerin ve kırgınlıkların bir an evvel sulhla neticelenmesi, birlik ve beraberliğimizin devamı için sürekli dua ediyorum” dedi.

 

İşte Mehmet Kırkıncı Hocaefendinin açıklaması:

 

Risale-i Nur ışığında hadiselere bakış

 

Beşeri dalalatten hidayete, zulümattan nura çıkaran, insanların nefislerini tezkiye eden, akıllarına muallim, ruhlarına mürebbi, gönüllerine kandil olan, milyonlarca insanı evliya, asfiya, mürşid ve müceddid makamına çıkaran Kur’an-ı Azimüşan hakkında binlerce tefsir yazıldı.

 

Risale-i Nur da Kur’an’ın manevi bir tefsiridir. Ondaki ulvi hakikatler, iman, marifet, ahlak, edep ve irfan sahasında büyük fütuhat yapmış, başta Arapça ve İngilizce olmak üzere kırktan fazla dile çevrilmiş, hamiyetli ve gayretli insanlar tarafından Avrupa, Amerika, Afrika ve Asya kıtalarına kadar ulaştırılmıştır. Şimdi dünyanın her tarafından gelen ses Bediüüzaman’ın sesidir.

 

Cenab-ı Hak, lütuf ve kereminin icabı olarak ahir zamanda Peygamber Efendimizin (sav) büyük bir varisi ve asrın müceddidi olan Bediüzzaman gibi mümtaz bir şahsiyeti insanlığın imdadına gönderdi.

“Ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alakam yok”*buyuran Bediüzzaman Hazretleri, altı bin sayfalık bir marifet hazinesi olan Risale-i Nurlarla bir taraftan iman ve Kur’an hakikatlerini mukni delillerle izah ve ispat ederek gençleri her türlü menfi cereyanlardan, batıl itikatlardan, sefahat ateşinden muhafaza etmiş, diğer taraftan neşrettiği lahikalarla*Nur talebelerinin hadiselere, dünya cereyanlarına ve siyasete bakış açılarını ortaya koymuştur.

 

Sikke-i Tasdik-i Gaybi adlı eserinde şöyle buyurur:

“Sakın dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın, karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı sizi perişan etmesin. "Elhubbu Fillâh" "Velbuğzu Fillâh" düstur-u Rahmânî yerine -el'iyâzü billâh- "Elhubbu fissiyaseti velbuğzu lissiyaseti" düstur-u şeytanî hükmederek, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve "el-hannâs" gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine mânen şerik eylemesin.”

 

Üstad Hazretleri; “Vazifeleri Hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi neşretmek olan Risale Nur talebeleri’nin; “garazkâr, tarafgir, adavetkâr, inatçı ve menfaatperest özellikler” taşıyan siyasî ve ideolojik cereyanlardan titizlikle kaçınmalarını ikaz etmiştir.

 

BEDDUAYI BİLE MENFİ HAREKET SAYMIŞTIR

 

Üstad Hazretleri başka bir eserinde de şöyle buyurur:

“Risale-i Nur şakirdlerinin, mümkün olduğu kadar, siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasisleridir. Çünkü halisane hizmeti Kur’aniye nur talebelerine her şeye bedel kâfi geliyor. Ahiretin ve dünyanın saadetine en büyük vesile olan bir hizmet değil siyasetin her şeyin fevkindedir. Hiçbir şeye alet edilemez. Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-u zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Elimizde nur var siyaset topuzu yok. Yüz elimizde olsa ancak nura kâfi gelir.’’

 

Buna binaen Üstadımızın;*“siyaseti ve maddi mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak”*prensibini bütün Nur Talebelerinin emir telakki edip hayatlarına tatbik etmeleri ihlas ve sadakatin bir gereği ve vicdani vazifeleridir. Ancak bir Nur Talebesi siyaset yoluyla dine ve vatana hizmet etmeyi istiyorsa, cemaat adına değil, kendi namına siyasete girebilir.

 

Hayatı boyunca iman ve Kur’an hizmetini herşeyin fevkinde gören, davasından hiçbir taviz vermeyen, akıl almaz zulüm ve işkencelere maruz kaldığı halde, hayatı boyunca* daima müsbet hareket metodunu uygulayıp bedduayı bile menfi hareket sayan, kendisine hapishanelerde yer hazırlayıp zulmedenlere bile hakkını helal eden ve talebelerine de sabrı ve müspet hareketi tavsiye eden Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatından kısa bir zaman önce umum Nur Talebelerine vermiş olduğu, kendisinin de hayatı boyunca titizlikle tatbik ettiği en son dersi*‘Müsbet Hareket’*olmuştur. Üstad Hazretleri bu mektubun bir yerinde,*“Benim Nur âhiret kardeşlerim, ehven-üş şerr deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil. Çünki dâhilde hareket menfîce olmaz”*buyurarak Nur Talebeleri’nin her türlü menfi cereyanlardan şiddetle kaçınmalarını tavsiye etmiştir.

 

“Hakaik-i imaniye, her şeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur'la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzât olmak lâzım”*(Kastamonu Lahikası) diyen Bediüzaman Hazretleri kendisine yapılan dayanılmaz eza ve cefalara aldırmadan, bütün hayatını iman ve Kur’an hizmetine vakfetmiştir.

 

Üstad Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder:*“Siyaset-i dünya ile hiç alâkadar değilim; yalnız bütün vaktimi ve hayatımı, hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye hasr ve vakfetmişim.”

 

Risalelerdeki o ulvi hakikatlerin ve harika düsturların en mühimlerinden birisi de yukarıda da ifade ettiğimiz gibi hükümetin icraatlarına karışmamaktır. “Zira hikmet-i hükümeti bilmiyoruz.”

 

Bediüzzaman Hazretleri “Mesleğim haktır veya daha güzeldir, demeye hakkın var. Yalnız hak benim mesleğimdir, demeye hakkın yoktur.”

“Meşreplerde ittifak mümkün olmadığı gibi lazım da değildir”* buyurarak, diğer cemaatlere mensup hamiyetli insanların hizmetlerini de hep takdir etmiştir.

 

KİM SAÇININ TELİ KADAR İSLAMİYET’E HİZMET EDERSE, ONU KUCAKLAYIN VE TAKDİR EDİN

 

Üstadımızın en fedakâr talebelerinden biri olan*Zübeyir Ağabey, bir sohbetimizde bana Üstad Hazretleri’nin şu sözünü nakletmişti:*“Kim saçının teli kadar İslamiyet’e hizmet ederse, onu kucaklayın ve takdir edin.”

 

Şunu da ifade edelim ki, bir mümin kardeşinin kusurlarına ve eksiklerine bakarak, ona kin ve adavet besleyen kişi, gerçekten insafsızlık etmiş olur. Hâlbuki insanların birbirini sevmesi için birçok sebep vardır. Evet, her insanın noksan tarafları, zafiyet noktaları ve bazı hoş olmayan hareketleri olabilir. Asıl kemal, insanın kendi kusurları görmesi, onların izalesine çalışması ve kalbindeki kin, nefret ve adavet gibi hisleriyle mücadele edip ıslah etmesi ve yerlerine muhabbet ve uhuvveti yerleştirmesidir. Mümin kardeşlerinin güzel taraflarına bakmamak, onların sadece kusurlarını ve noksan taraflarını görmek şeytanın en büyük bir oyunudur.

 

“İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü'mine adavet ederler. Halbuki* Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde* a'mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler…

Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü'min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur."*(Lem’alar (13. Lem’a)

 

MÜMİNLER BİRBİRLERİNİN KUSURLARININ İZALESİNE VE ISLAHINA ÇALIŞMALIDIR

 

Bir insana yakışan hareket kardeşinin, dostunun veya akrabasının kusurlarının izalesine çalışmak ve onları kusurlarıyla sevmektir. Bir doktorun hastasına değil, hastalığa düşman olup, onun tedavisine çalışması gibi, insanlar ve özellikle aynı gayeye hizmet eden müminler de birbirlerinin kusurlarının izalesine ve ıslahına çalışmalıdırlar.

“Mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır.”(Mektubat)

 

HOCAEFENDİ CEMAATİ İLE HÜKÜMET ERKÂNI ARASINDA MEYDANA GELEN HADİSELER…

 

Hepimiz bir vücudun azalarıyız. Vücudumuzdaki her hangi bir organın rahatsızlanmasıyla bütün vücut rahatsız olduğu gibi, yaşanan bu hadiselerden dolayı da bizler son derece üzüntü duymaktayız. Elbetteki, iktiza-yı beşer olarak kardeşler arasında zaman zaman ihtilaflar ve anlaşmazlıklar olabilir. Nitekim sahabe-i kiram efendilerimizin arasında bile ihtilaflar olmuştur.*Bize düşen aramızdaki ihtilafları yumuşak dille halletmek ve kardeşler arasındaki kırgınlıkları gidermektir.*Zira bu Cenab-ı Hakk’ın bir emridir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki rahmete eresiniz.”(Hucurat Suresi 49/10)

 

Bugün maalesef, yukarıda izah edilen içtimaî kaidelere muhalif olarak Müslümanlar arasında bazı üzücü hadiselerin yaşandığına şahit oluyoruz. Son günlerde*Hoca Efendi Cemaati ile Hükümet Erkânı arasında meydana gelen kırgınlıklar ve üzücü hadiseler, milletimizi hususen ehl-i hamiyeti derinden yaralamış, bazı kardeşlerimizi meyus edip gelecek adına ümitsizliğe sevk etmiştir. Hizmetlerini çok takdir ettiğim ve kendilerine duacı olduğum bu iki tarafın bugün karşı karşıya gelmiş olmaları bütün ehl-i iman gibi beni de fevkalade rahatsız ve müteellim etmiştir. Ehl-i iman arasına sokulmaya çalışılan, gıybet, su-i zan ve fitneye sebep olan bu elim hadiseyle şiddetli bir imtihan geçiriyoruz.

 

Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ikazlarına kulak verelim:

“İşte ey mü'minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkâraneinad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut, tâehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakikatın mâbeynindeki husumetten istifade ederek birinin silâhiyle, itiraziyle ötekini cerhedip, ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben memleket ve milletimizin selameti namına elbette gayet cüz'î ve geçici ve ehemmiyetsiz hissiyatınızı feda etmeğe mükellefsiniz.”

 

Üstad Hazretleri aşağıdaki harika ifadeleriyle de bütün ehl-i imanı şöyle ikaz etmektedir:

“Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de döğebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı müvazenede bulunsa; bir küçük taş, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz.”*(Mektubat)

 

Bediüzzaman Hazretleri’nin uhuvvetin ehemmiyetini ifade eden şu harika ifadelerini de nazara vermek istiyorum:

“Kur'an-ı Azîmüşşan'ın hürmetine ve alâka-i Kur'aniyenizin hakkına ve Nurlar ile yirmi sene zarfında imana hizmetiniz şerefine, çabuk bu dehşetli, zahiren küçücük fakat vaziyetimizin nezaketine binaen pek elîm ve feci' ve bizi mahva çalışan gizli münafıklara büyük bir yardım olan birbirinden küsmekten ve baruta ateş atmak hükmündeki gücenmekten vazgeçiniz ve geçiriniz.”

 

YOLUMUZ MUHABBET, BİRLİK VE BERABERLİK YOLUDUR

 

Dinimiz içtimai nizamın temeli olan uhuvvet ve muhabbet üzerine bina edilmiştir. Hayatın devamı, lezzeti ve huzuru ancak muhabbet ve uhuvvet ile kaimdir. Bizim yolumuz muhabbet, birlik ve beraberlik yoludur.*“Bizler muhabbet fedaileriyiz husumete vaktimiz yoktur.”*Eğer bir ailede ve bir toplumda uhuvvet ve muhabbet gibi ulvi hisler kaybolursa, orada nifak, kin, ihtilaf ve adavet tohumları yeşerir. “Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit, mânevî, hayat da gider.” Bu noktada çok dikkatli olmamız ve Cenab-ı Hakk’ın şu fermanına kulak vermemiz gerekir:

“Ayrıca Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.*(Enfal Suresi 8/46)

 

Her iki tarafın da bu ilahi ferman uyarınca fedakârlık yapıp, kırgınlıkları unutmalarını, birbirlerinin noksanlarını ikmal etmelerini, kusurlarını örtmelerini, şu kritik dönemde birbirlerine muavenet etmelerini can u gönülden arzu etmekteyim.

 

HÜKÜMET İLE HOCAEFENDİ CEMAATİ ARASINDAKİ KIRGINLIKLARIN SULHLA NETİCELENMESİ İÇİN SÜREKLİ DUA EDİYORUM

 

Bu kırgınlıkların giderilmemesi halinde vatandaşlarımızın bir kısmının Hocaefendiye karşı çıkması, diğer kısmının da hükümete düşman olması gibi hiç arzu etmediğimiz bir durum meydana gelecektir. Bu da vatanımıza ve milletimize telafisi mümkün olmayan zararlar verecek, bundan ancak dış mihraklar ve düşmanlarımız memnun kalacaklardır.Türkiye’nin maddi ve manevi terakkisini istemeyen bu şer odaklarını sevindirmek gibi acı bir neticeye her iki tarafın da razı olmayacağına kuvvetle inanıyorum.

 

Hükümet ile Hocaefendi Cemaati arasında meydana gelen üzücü hadiselerin ve kırgınlıkların bir an evvel sulhla neticelenmesi, birlik ve beraberliğimizin devamı için sürekli dua ediyorum.

 

Ne Hocaefendi’nin, özelikle eğitim sahasındaki hizmetleri görmezlikten gelinebilir, ne de hükümetimizin bugüne kadar emsali görülmemiş cesur kararları ve faydalı icraatları hiçe sayılabilir. Her iki hal de, en azından, bir vefasızlık ve kadir bilmezlik olur.

 

HOCAEFENDİ CEMAATİNE BAKIŞIMIZ

 

Bu sebeple ifrat ve tefritten sakınmak için her iki kesimin de icra ettikleri büyük hizmetleri özetlemekte fayda görüyorum:

 

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yapmış olduğu büyük hizmetleri takdir ediyoruz. Kur’an’ın manevi bir tefsiri olan Risale-i Nurdaki ulvi hakikatleri kendine rehber edinen ve o hakikatleri muhtaç gönüllere ulaştırmak için azami gayret sarfeden, iman, marifet, ahlak, edep ve irfan sahasında büyük fütuhat yaptığı gibi, hem eğitim ve öğretim alanında, hem medya sahasında ve yayın dünyasında büyük hizmetler başaran Hocaefendi’nin ve onun muhip ve mensuplarının yapmış oldukları hizmetleri insaf ve vicdanın gereği olarak takdir ediyoruz. 1955 yılından beri yakinen tanıdığım, senelerce beraber hizmet ettiğim, beraber kaldığım, son derece mütevazı ve hoşgörü timsali, hitabetindeki cezalet ile kalblere sürur bahşeden, nice gençlerin fazilet ve irfanına vesile bir şahsiyet olan Hocaefendi’nin hizmetlerini takdir edip, kendisine ve muhiplerine her zaman dua ediyorum. Kendisi hakkında kaleme aldığım küçük risalemde ve Hayatım ve Hatıratım adlı eserimde belirttiğim gibi,* dünyanın yedi kıtasında bayrağımızı dalgalandırıp ülkemizi temsil eden, sahabe gibi i’la-yı kelimetullah için yardan ve serden geçen, fedakâr, hamiyetli, âlicenap altın bir nesil yetişmesine vesile olan Hocaefendiyi ve hizmetlerini gönülden takdir ediyoruz. Hocaefendi’nin bu muazzam hizmetleri, fedakâr, metin, hamiyetli ve gayretli dava arkadaşları ve talebeleri sayesinde Avrupa, Amerika, Afrika ve Asya kıtalarına kadar ulaştı. Dünyanın en ücra köşelerinde bile açılan bu okullar, hem İslamiyet’i hem de Türkiye’yi bütün dünyaya tanıtmaya vesile oldu. Hiç şüphe yok ki, Hocaefendi’nin dünya çapındaki bu hizmetlerinde Risale-i Nurların büyük bir rolü olmuştur. Zaman zaman düşünüyor ve ziyaretime gelen kişilere hep şunu nazara veriyorum:

 

“Risale-i Nur olmasa idi bu gençlere nasıl bir yön verecektik? Onlara nasıl bir hedef gösterecektik? Onları anarşiden, terör belasından, menfi ideolojilerden, asrın en büyük tehlikesi olan sefahat ateşinden acaba nasıl muhafaza edecektik? Risale-i Nur’lar hem dünyamızı hem de ahiretimizi aydınlatan ve kucaklayan bir nur oldu. Bizi bir akraba haline getirdi. Eğer Risale-i Nur hizmeti olmasa idi biz hayatımızı ne ile ve nasıl değerlendirecektik.”

 

İşte Risale-i Nurdan tefeyyüz eden o hamiyetli, fedakâr, âlihimmet ve âlicenap insanlar; ülkemizin ve milletimizin dış devletlerdeki kültür elçiliği misyonunu bihakkın eda etmişlerdir.

 

HÜKÜMET VE ERKÂNINA BAKIŞIMIZ

 

Risale-i Nur Talebeleri olarak bizlerin hükümetlere ve onların icraatlarına bakışımız bugüne kadar hep aynı çizgide devam etmiştir ve bundan sonra da böyle devam edecektir. Bizler, sevad-ı azama tabi olarak, milletin maddi ve manevi terakkisine vesile olacağına inandığımız bir partiyi hiçbir menfaat ve karşılık beklemeden destekleriz. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri de “Siyasi bir parti” kurarak iktidara talip olma manasındaki bir siyaset anlayışından şiddetle kaçınmış ve talebelerini de kaçındırmıştır. 1957 seçimlerinin yapıldığı 27 Ekim günü talebesi Zübeyir Gündüzalp’la beraber Isparta’da bulunan Bey Camiinde bizzat sandık başına gitmiş,“Benim reyim ehemmiyetlidir” diyerek Demokrat Parti’ye rey vermiştir.

 

Bu hakikatlere binaen hükümet icraatlarına bu pencereden bakıp diyoruz ki:

Tanzimat’tan bugüne kadar böyle maharetli bir kadro ilk defa gelmiştir. Rahmetli Adnan Menderes ile merhum Turgut Özal’ın bu milletin maddi ve manevi terakkisi için yapmış oldukları hizmetlerini şükranla yad ediyoruz. Ancak onların böyle yeteri kadar maharetli bir kadroları yoktu. Şimdi ise Sayın Başvekil ve hükümet erkânının on bir yıla sığdırdıkları azim hizmetlerini nazara alınca, böyle kaliteli ve maharetli bir kadronun varlığına ilk defa şahit oluyoruz. Hükümetimizin on bir yıllık icraatları arasında;* resmi dairelerde başörtüsünün serbest olması, Kur’an-ı Kerimin ve siyerin ders kitabı olarak okullarda okutulmaya başlanması, duble yolların, tünellerin, hava alanlarının, hızlı trenlerin yapılması, IMF’ye olan borcun ödenmesiyle Batılı güçlerin tahakkümünden kurtularak ekonomik bağımsızlık kazanılması, 153 yıllık rüya olan tarihi Marmaray projesinin hayata geçirilmesi, Kanal İstanbul gibi dev bir projenin hazırlanması, başta Savunma Sanayi olmak üzere dış devletlerden alınan birçok araç ve gerecin memleketimizde üretilmeye başlanması gibi daha sayamayacağımız birçok olağanüstü hizmetlerin yapılması başta Avrupa olmak üzere dünyanın nazar-ı dikkatini ülkemize celbetmiştir.

 

Bu hizmetleri görmezlikten gelmek herhalde hakşinaslık değildir. Başvekilimizin, Türkiye’nin itibarına itibar katarak dünya nazarında ülkemizi, hatırı sayılır bir konuma getirmesindeki gayreti takdire şayandır. Davostaki kararlılığı ve dik duruşu, milletinin derdiyle dertlenmesi, dünyadaki muhtaçların yardımına koşması, gerek memleketimizde gerek muhtelif ülkelerdeki ecdadımızın imar ettiği tarihi dokuyu gün yüzüne çıkarmasındaki mahareti, yurdumuzun en ücra köşelerine kadar götürülen sağlık hizmetlerindeki başarısı, Suriyeli ve Filistinli kardeşlerimize en zor günlerinde sahip çıkarak milletimiz namına şefkat kucağını açması ve daha nice nice hizmetlerini hayret ve takdir ile müşahede etmekteyiz.

 

Cenab-ı Hak bizi geçmişteki o yokluktan, sefaletten kurtardı. Bu millet Kur’anın ve ezan okumanın yasak olduğu, Kur’ana ve imana hizmet eden kişilerin sürekli takip edilip hapislere atıldığı, ekmeğin karneyle alındığı, köylerde yol, elektrik ve telefonun olmadığı, vefat edenlere kefenin bulunmadığı günleri çok iyi bilir. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde rahmetli Menderes kahir bir ekseriyetle başa geldiğinde büyük fikir adamı Merhum Necip Fazıl Bey Büyük Doğu Mecmuasın’da;

“Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes

Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es” mısralarını başlık atarak milletin hissiyatına tercüman olmuştu. O karanlık günlerden bu aydınlık günlere pek kolay gelmedik, bu harika nimetlere kolay nail olmadık. Bunlara şükür lazımdır ki, devam etsin, elimizden çıkmasın.

 

İNŞAALLAH BU ÜZÜCÜ HADİSELERİN ARKASINDAN DA BÜYÜK HAYIRLAR ÇIKACAKTIR

 

Evet bizim hoşumuza gitmeyen hadiselerin arkasında büyük hayırlar olabilir. Nitekim, bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır: “İhtimal ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki, sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (Bakara Suresi 2/216)

 

Bediüzzaman Hazretleri; “Rüyada Bir Hitabe”sinde her müsibetin altında bir saadetin olduğunu şöyle ifade eder:

“Musibet, şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskidenberiİ'lâ-yıKelimetullah ve beka-yıistiklâliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile, kendini yekvücut olan Âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, Âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira şu musibet, mâye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını harikulâde ta'cil etti.”*(Tarihçe-i Hayat)

 

Şunu da ifade edelim ki; hiç merak etmeyiniz her gelen gün, geçen günlerden daha iyi olacaktır. Üstad hazretlerinin“Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!...”**müjdesi inşallah tahakkuk edecektir.

 

Memleketimizde Nur dairesinde hizmet eden kardeşlerimizin, Hocaefendi ve mensuplarının, Süleyman Efendi’nin talebelerinin, tarikat yoluyla hizmet eden kardeşlerimizin, hülasa bütün cemaat ve cemiyet mensuplarının yapmış oldukları iman ve*Kur’an hizmetleri, okunan Kur’anlar, cevşenler ve Risale-i Nur’lar memleketimiz üzerinde oynanmak istenen çirkin oyunların define inşallah vesile olacaklardır.

 

1955 Yılında Üstad Hazretlerini ziyarete gittiğim zaman şöyle buyurmuştu:*“Bu memlekette Risale-i Nur okundukça Cenab-ı Hak Anadolu’ya gelen belaları kaldırıyor. Zira Risale-i Nur bir sadakadır.” Üstad daha sonra ellerini kaldırdı ses tonunu biraz daha yükselterek şöyle dedi:

“Burada Risale-i Nur ve Cevşenü’l Kebir okundukça Rusya’da küfr-ü mutlak dağlar gibi yıkılıyor.”

 

ALLAH RESULÜNDEN (SAV), SIDDIK-I EKBERDEN (RA) VE ÜSTAD HAZRETLERİNDEN ÜÇ İBRET LEVHASI

 

Üstad Hazretleri bunu söylediği zaman dünyanın ekserisi komünizmin tesirinde idi. Aklımız Rusya’nın yıkılacağını bir türlü almıyordu, ama Üstad Hazretleri müjdelediği için de bunun mutlaka olacağına kesin olarak inanıyorduk. Nihayet Üstadımızın verdiği bütün müjdeler gibi o müjdesi de tahakkuk etti.

Son olarak, Allah Resulünden (sav), Sıddık-ı Ekberden (ra) ve Üstad hazretlerinden üç ibret levhası sunmak istiyorum:

 

Allah Resûlü (sav)*İslâm dinini tebliğ etmek için Zeyd Bin Harise ile beraber Taif’e gitmişti.* Hz. Peygamber (sav) orada bulunan Sakif Kabilesinin büyüklerini İslâm dinine davet etti. Onlar, Allah Resûlünün davetine icabet etmedikleri gibi, kendisine çirkin sözler söylediler, alay ettiler ve O’nu taş yağmuruna tuttular. Allah Resulünün mübarek bedeni kanlar içinde kaldı. Bu vaziyette bir bağa sığındı.

Maruz kaldığı o çirkin muameleden dolayı Resulünü teselli etmek için Cenab-ı Hak bağ sahibinin kölesi Ninovalı Hıristiyan Addas’ı orada hidayete erdirdi. Addas’ın Müslüman olmasıyla Allah Resûlü (sav) Taif’te çekmiş olduğu o elim hadiseyi adeta unuttu ve ellerini kaldırıp şöyle dua etti: “Allah’ım! Eğer bu insanların neslinden seneler sonra İslâmiyet’i kabul eden kimseler olursa, ben onlara hakkımı helal ediyorum. Eğer onlar Müslüman olurlarsa ben bu sıkıntıları çekmeğe razıyım.”

 

Allah Resulünün yar-ı vefadarı, Cenab-ı Hakk’ın en sadık dostu ve*Sıddık-ı Ekber olan Hz. Ebubekir*de (ra) “Ya Rabbi vücudumu öyle büyüt ki, cehennemde hiç kimseye yer kalmasın” buyurmuştur.

 

Rahim ve Hakim isimlerine mazhar olan Asrın müceddidi Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurur: “Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalalet-i mutlakadan kurtarmağa -lüzum olsa- dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerimin Cennet'e girmeleri için Cehennem’i kabul ederim.” ( Emirdağ Lahikası)

 

Üstad Hazretleri başka bir eserinde ise şöyle buyurmuştur;

“Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım.*Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.”*(Tarihçe-i Hayat)

 

Evet, Hz. Peygamber’in (sav) gerçek varisi olan âlimler, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olan evliyalar, insanlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidirler. Onlardaki bu hisler fıtridir. İnsanların isyanlarından dolayı cehenneme gitmelerinden son derece üzüntü duyarlar. Müminler arasında meydana gelen ihtilafların ve kırgınlıkların giderilmesi için de azami gayret gösterirler. Zira,*“ahkâmların en hayırlısı sulhtur.”

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Bir hükümetçi ile Cemaat’i konuştum

 

12/1/2014

 

DEDİM Kİ: Bırakın da savcı ve polis görevini yapsın... Yolsuzluklar araştırılsın. Rüşvet, karapara, avantacılık ortaya çıksın.

 

*

 

DEDİ Kİ: Bırakamayız... Çünkü bu savcılar ve polisler, Cemaat’in adamları... Cemaat’ten emir alıyorlar... Bunlara güvenemeyiz. Asla güvenemeyiz.

 

*

 

DEDİM Kİ: Nereden biliyorsunuz savcı ve polislerin Cemaat’in adamları olduklarını? Cemaat’in emriyle hareket ettiklerini?

 

*

 

DEDİ Kİ: Çocuk musun kardeşim? Bunu herkes biliyor. Dünya biliyor.

 

*

 

DEDİM Kİ: İyi de Cemaat yargıya sızdıysa... Sızmasını sağlayan sen değil misin? “İktidar-Cemaat el ele/Nurlu günlere” diyen*

sen değil miydin?

 

*

 

DEDİ Kİ: Nereden bilecektim sırtıma aldığım Cemaat’in tam dereyi geçerken akrep gibi beni sokacağını? Nereden bilecektim bana da saldıracağını? Nereden bilecektim başkalarına yaptıklarının aynısını bana da yapacağını?

 

*

 

DEDİM Kİ: Güzel günlerde Cemaat’i yargıya sızdır, kötü günlerde “Cemaat yargıya sızdı” diye ağla... Başkalarına yapınca ayakta alkışla, sana yapınca ağlaş dur... Ne iş birader? Ne iş? Bu kadar da açıktan itiraf edilmez ki? Bu nasıl iş? Böyle şey olur mu?

 

*

 

DEDİ Kİ: Vallaha böyle şey olur mu olmaz mı bilmiyorum. Ama şimdi başım fena halde belada. Sen şimdi boş ver geçmişi... Olan olmuş. Şimdi önümüzdeki maçlara bakalım... Önümüzdeki tek maç da şu: Yargıyı Cemaat tasallutundan kurtarmamız lazım ve bu görev hepimizin görevi. Senin de görevin, benim de görevim.

 

*

 

DEDİM Kİ: Tamam görevimizi yapalım... Ama nasıl yapacağız bu görevi? Nasıl arındıracağız? Kimin Cemaatçi olduğunu, kimin Cemaatçi olmadığını nasıl saptayacağız? “Cemaatçileri yargıdan arındırıyoruz” diyerek yapacağımız zulmün, “İrticacıları kamudan kovuyoruz” diyen 28 Şubatçıların zulmünden ne farkı olacak? Bu arındırma işini, hangi usul ve esaslara göre yapacağız? Hakka hukuka riayet edecek miyiz? Yoksa hak hukuk tanımadan zorbalıkla mı davranacağız?

 

*

 

DEDİ Kİ: Ben yanmışım arkadaş...*

Ne hakkı, ne hukuku! İnlerine girmek lazım inlerine... Balyozu tepelerine vurmak, darmadağın etmek, kaçtıkları yere kadar kovalamak lazım.

 

*

 

DEDİM Kİ: O zaman hoş geldin “neo-28 Şubatçı” muhterem! Hoş geldin yeni zalim...*

Hoş geldin İslami Çevik Paşa...*

 

*

 

DEDİ Kİ: Ne yapacağız peki? Zulüm yapmayalım, tamam... Hak hukuk gözetelim, tamam... Ama söyle bakalım: Türkiye nasıl kurtulacak yargıdaki Cemaatçi yapıdan? Devlet içinde devlet olur mu? Bu sorun benim olduğu kadar senin de sorunun değil mi?

 

*

 

DEDİM Kİ: Yargıda Cemaatçi yapı kabul edilemez... Devlet içinde devlet olmaz, olamaz... Bu sorun hepimizin sorunu... Bütün Türkiye’nin sorunu... Bütün vatandaşların sorunu... Bunda hiç kuşku yok.

 

*

 

DEDİ Kİ: Tamam, işte budur! Hadi söyle çıkış yolunu... Hadi... Hadi ama...

 

*

 

DEDİM Kİ: İşte söylüyorum: Önce yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarının önünü kesme gayretlerinden vazgeçeceksin. “Babam bile olsa gözünün yaşına bakmam” demeyi bileceksin. Titizleneceğin tek konu soruşturmalar sırasında hukukun çiğnenmemesi olacak... Kısacası yargıyı koruyacaksın... Vatandaşının yargıya olan güvenini yer ile yeksan etmemeye çalışacaksın... Bunu yaptıktan sonra da yargıdaki Cemaatçi yapıyla mücadeleye girişeceksin... Ama mücadeleni “Cemaat’i bitirme planı” üzerinden yürütmeyeceksin... Mücadeleni bireyler üzerinden yürüteceksin... Bir savcının, vicdanıyla değil de Cemaat’in emriyle hareket ettiğini mi söylüyorsun? Bir polisin mesleki mekanizmalarını bir tarafa bırakıp Cemaat mekanizmasına uyduğunu mu söylüyorsun? O zaman koyacaksın kanıtlarını “şak” diye ortaya... İddiana somut dayanaklar bulacaksın... Mesela “Yargıtay imamı” dediğin kişinin adını vereceksin... O kişinin “Yargıtay imamı” olduğuna dair elinde ne varsa dökeceksin ortaya... Sonra da kulağından tuttuğun gibi atacaksın o adamı oradan...

 

*

 

DEDİ Kİ: İyi ama kanıtlayamıyorum.*

Bunun kanıtlanması pek mümkün gözükmüyor. Teknik olarak yani...

 

*

 

DEDİM Kİ: O zaman sana geçmiş olsun... Kendi düşen ağlamaz.

 

*

 

DEDİ Kİ: Nasıl yani? Bırakalım da yargıda Cemaatçiler mi egemen olsun?

 

*

 

DEDİM Kİ: Yargıda Cemaatçiler egemen olmasın diye bulduğun tek yöntem zalimlik yapmak mıdır? Bulduğun ikinci yöntem de yargıyı hükümete bağlamak mıdır? “Cemaatçi yargı” tehlike ise, zalimlik tehlike değil midir? “Cemaatçi yargı” tehlike ise, “Bekir Bey’e bağlı yargı” tehlike değil midir? Yargıyı Bekir Bey’e bağlayarak... “Cemaatçi yargı tehlikesi”nden daha büyük bir tehlikenin kapısını aralamış olmuyor musun? Bağımsız yargısı olmayan bir memlekette kim kime neden güvenecek?

 

*

 

DEDİ Kİ: Ama sen de çok dik konuşuyorsun muhterem...

 

*

 

DEDİM Kİ: Bu benim huyum...*

Huyum kurusun.

 

 

Veli Küçük: Kendisi hapiste, fikirleri iktidarda

 

“Bizim bir devlet geleneğimiz var. Osmanlı’da da bu böyleydi. Devlet için evlatlar bile feda edildi. Bugün de devlete zarar verecek bir yapıyı kabul etmemiz mümkün değil.”

AHMET DAVUTOĞLU

Dışişleri Bakanı

 

*

 

“Devlet geleneğimizin kendini korumak için tarih boyunca geliştirdiği reflekslerin bir kısmı epeyce ürpertici... Benden hatırlatması.”

HAMDİ KILIÇ

Başbakanlık Danışmanı

 

*

 

“Zaman zaman yaşanan faili meçhuller o ülkeye huzur getirir. Bu kadar konuşan olmaz. Ortalık zevzek dolmaz.”

BÜLENT VELİOĞLU

İhlas Haber Ajansı muhabiri

 

*

 

“Savcı Öz, Savcı Murat Gök (geçen yıl evinde ölü bulunan savcı) gibi kendi sonunu hazırlayacak! Ne demiş atalarımız: Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.”

ALİ AŞLIK

AK Parti İzmir Milletvekili

 

 

Sadık Yakut: O sözü söylememeliydim

 

GAZETECİLERE “senin ebeni öperdim” dediği için eleştirdiğim AK Partili Meclis Başkanvekili Sadık Yakut aradı.

Dört noktanın altını çizdi...

“Cevap hakkı”na duyduğum saygı gereği aktarıyorum:

 

*

 

BİR: Bir yabancı heyeti kabul edecektim... Üç gazeteci arkadaşım vardı o anda odada... Bir basın toplantısı falan yoktu... Mikrofonlar kapalıydı. Samimi bir sohbet ortamı vardı, muhabbet ediyorduk. O ortam içinde söyledim o sözü... Doğru mu bunu söylemem? Değil... Ama hangi şartlarda söylendiğinin bilinmesi gerekir.

 

*

 

İKİ: Ben arkadaşlarıma, çocuklarıma da takılırken böyle söylerim... Kendimi savunmak için söylemiyorum bunu... Tekrar ediyorum: Bu kelimenin kullanılması doğru değil... Bunu doğru bulmuyorum... Benim hayat tarzıma uygun değil böyle söylemek...*

 

*

 

ÜÇ: “Karma eğitim” konusunda söylediklerimi, ahlaki kaygılardan değil, tamamen pedagojik kaygılardan yola çıkarak söylemiştim. Anadolu Ajansı’na tartışmanın yapıldığı günlerde kapsamlı bir açıklama yapmıştım. Şunları söylemiştim: “Dünyanın her yerinde kızların ve erkeklerin ayrı okudukları okullar var. Kızların ve erkeklerin öğrenme stilleri arasındaki farkları ortaya koyan bilimsel araştırmalar var. Motivasyonları farklı...” Şimdi soruyorum: Bu konuyu tartışmaya açma özgürlüğümüz yok mu? Bunun nesi kötü? Bir siyasetçi “kız ve erkek öğrenciler için ayrı okullar seçeneğini de düşünmeliyiz” diyemez mi?

 

*

 

DÖRT: Bir siyasetçinin bir konuda ne demek istediğine bakmadan yargısız infaz yapılıyor. Önyargılarla hareket ediliyor. Bundan şikâyetçiyim.

 

Ahmet Hakan, Hürriyet

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

ERGÜN YILDIRIMDİĞER YAZILARI

 

Cemaatlerin AK Parti ittifakıAK Parti siyasetiyle bütünleşen dini cemaatler, Gülen hareketini bu bütünlüğe yönelen bir tehdit olarak algılamaktadırlar. Çünkü Gülen hareketinin tutumları, iktidardaki muhafazakâr sosyolojinin siyasal varlığına yönelen yıkıcı bir etki olarak görülmektedir. Onların nazarında AK Parti iktidarı İslam'la barışık, cemaatlerin çalışmalarına (demokratikleşme ve kalkınma hamleleriyle) destek veren ve devletle uyumlu çalışan bir siyasettir.

 

Risale-i Nur talebeleri, iktidar ve cemaat çatışması ile ilgili olarak kamuoyuna bir açıklamada bulundular. Bediüzzaman'ın hala hayatta olan beş talebesinin imzasını taşıyan bildiri de özet olarak Risale-i Nur'un her çeşit siyasal parti, siyasal pazarlık ve siyasal kadrolaşmalardan uzak durarak iman hizmetini esas aldıklarını söylediler. Hükümeti destekleyen tutumlarını açıkça ortaya koydular. Verilen mesaj oldukça nettir: Dahili müdahaleler karşısında milli birliğimizi koruyalım. Risale-i Nur her çeşit siyasetin üstündedir ve siyaseti siyasetçilere bırakır. Bu mesajda saklı olan anlam, öncelikle Gülen hareketinin dahili bir müdahale ile paralelleştiği ve dolayısıyla buna karşı durarak(en azından bu hareketten uzak durarak) milli birliği sağlamaya çalışan AK Parti yanında yer almalıyız biçimindedir. İkincisi ise Risale-i Nur'un her çeşit siyasetin üstünde tanımlanmasıyla eş olarak Gülen hareketinin siyasal davranışlar içinde olduğu ve dolayısıyla Risale-i Nur cemaat geleneğinden sapma içine girdiği yönündedir.

 

Türkiye'de modern zamanlar cemaat geleneğinin en güçlü yapılarından birisini temsil eden Risale-i Nur, bu açıklamalarla Gülen hareketi i ile olan mesafesini açıkça ortaya koymaktadır. Bu mesafe koyma vasıtasıyla AK Parti iktidarını destekleyen bir tavır sergilemektedir. Ayrıca, Nurculukla siyaset arasındaki ilişkinin varlığını (Risale-i Nur ontolojisindeki siyaset ve cemaat ilişkisini) yeniden hatırlatmaktadır.

 

Türkiye İslamçılığının geniş ittifakı

 

Cemaatlerin AK Parti iktidarını destekleyen ikinci önemli bildiri ve kamuoyu açıklaması ise daha geniş bir koalisyonla beraber gerçekleşti. Bu bildiride vurgulanan mesajlar şunlardır: Bin yıl sürecek denen 28 Şubat hareketini tasfiye eden Ak Parti iktidarıdır. Demokratikleşme, kalkınma ve milli birlik bu siyasal iktidar tarafından sağlanmaktadır. Mesajda, özellikle 28 Şubat ile beraber en yakın ve taze bir biçimde cemaatlere yönelik zulümleri tasfiye eden siyaset olarak Ak Parti iktidarı görülmektedir. Bu siyaset iktidara geldiği zaman dindarları zulümden kurtarmıştır. Onlara yeniden kendi varlıklarıyla faaliyetlerini sürdürme, kendilerini temsil etme ve devlete katılma yollarını açmıştır. Demokratikleşme ve kalkınma aracılığıyla Türkiye'de İslam çeşitli baskılardan kurtulmuştur. Dindarlığın özgürleşmesi önündeki engeller bir bir kalkmaya başlamıştır. Son olarak, Gülen cemaatinin dahil olduğu çatışma tarafı milli varlığı tehdit etmektedir. Oysa AK Parti, milli varlığı temsil eden bir bloktur.

 

Bu bildirileri yayınlayanlar neredeyse Türkiye'nin bütün dindarlık bloğunu temsil ediyorlar. İçinde hem klasik hem de modern dini yapıları taşıyorlar. Menzil, Erenköy, Risale-i Nur, Süleyman Efendi, İsmail Ağa gibi otantik yapılar yanında çeşitli vakıf ve derneklerle temsil edilen İslamcılar ve Milli Görüşçüler de yer almaktadır. Bu özellikleriyle Türkiye İslamlılığının oldukça geniş bir ittifakını anlatıyor. Dindarlar koalisyonunu temsil ediyor.

 

(İLLÜSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM)

 

Dini Sosyolojinin Damarları

 

Bu bildiriler ve kamuoyu açıklamaları aracılığıyla klasik dini cemaatler, ilk defa geniş bir toplumsal seferberlik içine giriyorlar. Türkiye'nin meseleleri üzerinde müzakereye katılıyorlar. Olabildiğince siyasal tartışmalardan bigâne kalan klasik cemaat yapıları neden bu refleksleri ortaya koyuyorlar? Bu kadar geniş bir yelpaze içinde bütün İslami camianın cemaatleri, tarikatları ve İslamcıları neden muhafazakâr siyasal iktidar etrafında ittifak çağrılarında bulunuyor?

 

Bu açıklamalar aracılığıyla Nurcular, Nakşiler ve İslamcılar gibi üç ana dini yapı, iktidarı 'savunma ve koruma' etrafında bir araya geldiler. Gülen hareketi ve iktidar arasında yaşanan çatışmada Ak Parti siyaseti yanında yer aldıklarını deklare ettiler. Bu davranışlarının çok önemli politik, toplumsal ve dini anlamları bulunmaktadır. Her şeyden önce bu cemaatler, tarikatlar ve İslamcı gruplar önemli ölçüde Ak Parti'nin en temel koalisyon tabanını temsil ediyorlar. AK Parti siyaseti, dini varlığın bu damarları ve çizgileri üzerinden yükselerek iktidara geldi. Bu dini yapılar çeşitli enerjileri, birikimleri, insan kaynakları ve dayanışma ağlarıyla AK Parti siyasetini desteklediler. AK Parti, bu dini sosyolojinin damarlarından anlam kazanıyor.

 

İktidara verilen destek, Türkiye'de dindarlar koalisyonun siyasal boyutlarını anlatıyor. Temel ortaklık Nurcular, Süleymancılar, Nakşiler ve İslamcıların beraberliğine dayanan bu dini koalisyonun sosyolojisidir. Orta sınıf, kentleşme, din üzerinden yaşanan dışlanma, sert laikliğin mağduriyetliği... Aralarında farklı olan ise siyasal söylemleri ve yorumlarıdır. Ancak Ak Parti siyaseti, onlara ortak bir siyasal perspektifle ülkelerine ve dünyalarına bakma tarzını getirdi. Yeni Türkiye ve İslam dünyasının beraberliği etrafında oluşan bu siyasal perspektifin temelinde, 'ittihad-ı İslam ve demokrasi' uzlaşımı bulunmaktadır. Bu perspektif, siyasal İslamcıları 'normal' sınırlara çekerken, klasik yapıları da İslam dünyasının varlığı ve Türkiye'nin kaderi üzerinde daha aktif bir düşünme tarzına çağırıyor.

 

Siyasetle bütünleşmek

 

Bu koalisyonun, devletin ceberut varlığı karşısında yaşadığı travmatik hafızaların hala sıcak olduğunu görüyoruz. Nitekim yayınlanan bildirilerde vurgulanan temaların başında 28 Şubat ile beraber yaşanan zorluklar ve Ak Parti iktidarının bunu aşma konusunda gösterdiği başarılar gelmektedir. Bildirilerde dindarlar koalisyonu, muhafazakar iktidarı kendisiyle özdeşleştirmekte ve onu 28 Şubat zulmünden kendilerini kurtaran, selamete taşıyan ve güvende tutan ana bir siyaset olarak görmektedir. Kemalizmin bu dini cemaat-tarikat ve gruplaşmalara yaşattığı baskılar karşısında AK Parti iktidarı, çok önemli bir 'kurtarıcı ve kollayıcı' siyaset olarak görülmektedir. AK Parti siyaseti, kendi varlıklarını devlete karşı meşrulaştıran, koruyan ve devam ettiren irade olarak değerlendirilmektedir.

 

AK Parti siyasetiyle bütünleşen dini cemaatler, Gülen hareketini bu bütünlüğe yönelen bir tehdit olarak algılamaktadırlar. Çünkü Gülen hareketinin tutumları, iktidardaki muhafazakâr sosyolojinin siyasal varlığına yönelen yıkıcı bir etki olarak görülmektedir. Onların nazarında AK Parti iktidarı İslam'la barışık, cemaatlerin çalışmalarına (demokratikleşme ve kalkınma hamleleriyle) destek veren ve devletle uyumlu çalışan bir siyasettir. 28 Şubat gibi zorbalardan ve zulümlerden onları kurtaran bir siyasal birliktir. Eğitim, hizmet, yurt, yayın vs. faaliyetlerini rahat yapmayı sağlayan devlettir. Devlet içinde ilk defa bu kadar etkili olan bir Müslümanlıktır. Bütün bunlardan dolayı Nurcular, Süleymancılar, Nakşiler ve İslamcılar gibi oldukça geniş dindar toplumsal kesimler, Gülen hareketine karşı AK Parti siyasetini destekliyorlar.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

13 Ocak 2014 Pazartesi 08:41

[h=1]Hükümet-cemaat tartışmasına Bediüzzaman ile katıldı[/h]

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İslam dünyası tarihini Bediüzzaman üzerinden anlattı

Risale Haber-Haber Merkezi

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, hükümet-cemaat tartışmasına Bediüzzaman Hazretleri ile katıldı.

Türkiye Gazetesi yazarı Yıldıray Oğur, Davutoğlu ile görüşmesine dair notları aktardı. Davutoğlu'nun cemaat tartışmalarına yıllar önce bir Beddiüzzaman Sempozyumu’nda sunduğu tebliğinden referans vererek katıldığını belirten Oğur, tebliğde son yüzyılın İslam dünyası tarihinin Bediüzzaman’ın tarihi üzerinden dört döneme ayrıldığını ifade etti:

"Bediüzzaman’ın hayatını Hilafetin olduğu eski Said dönemi, Hilafetin yıkılmasından sonraki Yeni Said, İkinci Dünya Savaşı ve sömürgecilik sonrası Bediüzzaman’ın DP’ye destek verdiği üçüncü Said dönemi ve Bediüzzaman sonrası Kıbrıs Savaşı, 79 İran Devrimi, Afganistan ile girilen dördüncü dönem.

"İslam dünyasındaki büyük hareketler (Türkiye’de Nurculuk, Mısır’da İhvan, Pakistan-Hindistan’da Cemaat-i İslami) Osmanlı’nın yıkıldığı, Halifeliğin ortadan kalktığı, devletin artık “yabancı” olduğu bir fetret döneminde ortaya çıktığını hatırlatıyor. Müslümanları artık kendilerine ait olmayan o devleti ele geçirmek, ona sızmak gibi yollar izlemeleri bundan. Ama demokratik bir düzenle bu eski taktikler birlikte yaşayamıyor. İhvan aynı sınavdan geçti. Ve cemaat olmakla parti olmak arasında kalmak en büyük handikapı oldu. Bugün yaşadıklarımız demokrasiye geçiş sancıları. Bir demokratik rejimde iktidara ortak olmanın yolu siyaset. Yetki ancak sorumluluğunu da almakla mümkün. Davutoğlu Oslo görüşmesi sızıntısı, ardından 7 Şubat’ı hatırlatıp kırılmayı çözüm süreci olarak koyuyor. “Şehit haberleri gelince hesabı halka biz veriyoruz, cenazelere biz katılıyoruz ama hiçbir sorumluluğu olmayanlar hükümete siyaset dayatıyor” diyor ve ekliyor: Devlet devletliğini bilecek cemaat de cemaatliğini…

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

15 Ocak 2014 Çarşamba 17:03

[h=1]Fethullah Gülen, keşke Hocaefendi olarak kalsaydı[/h]

“Bu millet, Fethullah Gülen’i, Hocaefendi olduğu için sevdi, Hocaefendi olduğu için bağrına bastı, Hocaefendi olduğu için ona toz kondurmadı… Fethullah Gülen, keşke Hocaefendi olarak kalsaydı da, saygınlığını kaybetmeseydi.”

[h=3]Fethullah Gülen… Hocaefendi mi, Holding Patronu mu?[/h]

HASAN KARAKAYA/YENİ AKİT

Herhalde dikkatinizi çekiyordur… “Dershane tartışmaları” sırasında, Fethullah Gülen’den, sürekli “Hocaefendi” diye söz ediyordum… Birçok okurum; “Niye Hocaefendi diyorsun?” diyerek beni eleştirse de, “Hocaefendi” demeye devam ettim…

Ama, şunu da söyledim;

“Bu millet, Fethullah Gülen’i, Hocaefendi olduğu için sevdi, Hocaefendi olduğu için bağrına bastı, Hocaefendi olduğu için ona toz kondurmadı… Fethullah Gülen, keşke Hocaefendi olarak kalsaydı da, saygınlığını kaybetmeseydi.”

Ne zaman ki;

Hükümet’e yönelik “Kirli 17 Aralık operasyonu” yapıldı ve bu “kirli operasyon”un arkasında Fethullah Gülen’in olduğu iddiaları yaygınlaştı, işte o günden bu yana “Hocaefendi” demeyi bıraktım, “Fethullah Gülen” diye yazmaya başladım…

Çünkü Fethullah Gülen;

Artık “Hoca”lığı bırakmış, “loca”larla iş tuttuğunu ayan-beyan göstermeye başlamıştı… Benim nazarımdaki bir Hocaefendi, bu tür “kirli ilişkiler” içine giremezdi… Girmemeliydi.

Uzun lâfın kısası;

Fethullah Gülen, benim gözümde, artık bir “Hocaefendi” değil, sadece “Fethullah Gülen”den ibarettir…

Fethullah Gülen’in; herhangi bir “holding patronu”ndan artık farkı yoktur… Fethullah Gülen, bir “ilâhiyatçı”, bir “cemaat önderi” olmaktan çıkmış, “holding yöneticileri”ne talimat veren bir “patron” haline gelmiştir…

NİYE SADECE AKİT’TE?

Nitekim; TUSKON Başkan Yardımcısı Mustafa Günay olduğu sanılan kişi ile Fethullah Gülen arasında geçen ve önceki akşam “internete düşen” konuşmalar, tamamen “ticari konuşma”lardır.

“İnternete düşen” deyince, bir hususu açıklığa kavuşturmam gerekiyor.

Efendim;

Fethullah Gülen ile Mustafa Günay arasında, çeşitli tarihlerde yapılan konuşmalar, “önceki gün saat 22.00 civarında” internete düştü… “4 ayrı konuşma”yı da internette dinledikten ve yakın çevresinin kabul içerikli beyanlarından sonra, taşra baskısında “sürmanşet”ten yayınlanan haberlerimizi kaldırıp, “Gülen’in konuşmaları”nı haber yaptık.

Bunu niye yazdım?..

Çünkü efendim, dün; bu “kaset”lerin, “Akit’e önceden servis edildiği” gibi iddialar atıldı ortaya…

Diyorlar ki;

“O saatteki bir haberi Akit yayınlayamaz… Demek ki, kasetler önceden servis edildi!”

Yok öyle bir şey…

Bu “geri zekâlı” mıdır, “Gezi zekâlı” mıdır, “şapşal” ve “embesil” midir, her kimler ise, girsinler “internet”e ve “kasetlerin ne zaman yayınlanmaya başladığını” görsünler.

Bakarlarsa, görürler ki;

“O konuşmalar, saat 22.00 civarında yayınlanmaya başlamıştır.”

“Saat 22.00’de” gelen bir haber de, şehir baskılarında herhalde kaçırılmaz!..

Biz de kaçırmadık…

Ama, öyle anlaşılıyor ki;

Birileri fena “panik”lemişler ve o panikle de, altlarına kaçırmışlar!..

Uzun lâfın kısası, ortada “servis” filan yok… Haber kaynağımız, “internet siteleri”dir!..

Haa, bu konuşmalar “diğer medya organları”nda niye yer almadı…

Bunun iki sebebi olabilir:

• Bir: Farkına varmamış ve dolayısıyla atlamış olabilirler… Ya da, birileri telefon açıp, “ikna”(!) etmiş olabilir!..

• İki: Konuşmanın içinde geçen holding patronlarının gazete veya televizyonlara verdikleri reklâmları keseceğinden korkmuş olabilirler.

Her ne ise… Başka gazete ve televizyonların bu “skandal”a yer vermemiş olması, “haberi önemsizleştirmez.”

Haber, “önemli bir haber”dir.

Ve biz de, atlamadık!..

UGANDA’DA BİLE ELLERİ VAR!

İşin doğrusu, bu olay atlanacak, görmezden gelinecek gibi de değil…

Şu hâle bakın;

“Hocaefendi” olarak bildiğimiz Fethullah Gülen, kendisini arayan iş adamına, bir “holding patronu” gibi talimat veriyor ve bir “orkestra şefi” gibi yönetiyor onları…

Meselâ, Mustafa Koç’la ilgili bir durum iletiliyor kendisine… Fethullah Gülen, Koç’la temasa devam edilmesini tavsiye ediyor ve arkasından da uyarıyor: “İyi olur, ama şey; Büyük Patron bilmesin!!!.. Onunla temasımızı çok bilmesin!”

İkili arasındaki 14 Ekim 2013 tarihli konuşma, şöyle devam ediyor:

“(…) Bir de efendim bu Uganda Devlet Başkanı’ndan haber geldi. Orada bir rafineri meselesi vardı. Uzun süredir gündemdeydi. Çıkarmamışlardı. ‘Türkiye’den büyük bir firma getirirseniz memnun oluruz’ dediler. Onlara (Koç Holding) teklif edelim mi?.. Onların da ilgisi var bu konuya.”

l Fethullah Gülen: “Onların dışında başkası öyle ağır bir yükün altına girebilir mi?”

l “O yükün altına girebilecek bizim çevremizde pek bildiğimiz bir insan yok efendim. Türkiye’dekiler de büyükler efendim, genelde içeride şeylere giriyorlar. Onlar sizin göstereceğiniz insanlarla ortaklık yapmak isteriz gibi bir üslupları da var. İsterseniz biraz daha çalışalım, öyle şey yapalım.”

l Fethullah Gülen: “Öyle yapalım. Biraz da böyle dediğimizi yapacak, diyeceğimiz şeyleri derken rahat olabileceğimiz birisi olsa daha iyi olur. Olmazsa onları tercih ederiz.”

l “Başüstüne efendim… Efendim, bu Mehmet Nazif Bey’in büyük bir işi vardı. Çinliler alacak gibiydi. Sonra başka iki işi onlara vermiş. O iş için Dışişleri Bakanı tekrar davet etti, ‘Bayram sonrası gelseniz’ dedi ‘Bu işi alabileceğiz’ dedi. O konuda nasıl yapalım? Gidelim mi Nazif Bey’le tekrar?”

l Fethullah Gülen: “Olabilir. Nazif Bey’i de sıkı tutmak lazım.”

Hocaefendi’ye bakın, Hocaefendi’ye!..

Lütfen dikkat;

Kendisine “ayet” veya “hadis” ya da “ilmihal”den bir şeyler sorulmuyor… “Koç”lar soruluyor, “Mehmet Nazif Bey”ler soruluyor, “petrol” soruluyor, “Uganda” soruluyor, “Çin” soruluyor!..

Fethullah Gülen de, bir “orkestra şefi” gibi, Pensilvanya’dan “Cemaat Holding”i yönetiyor!..

HAŞHAŞİLER DENİLEN ÖRGÜT

Başbakan Tayyip Erdoğan, dün AK Parti Grubu’nda yaptığı konuşmada, “Paralel Devlet”le, “Devlet içinde devlet”le, “İhanet çetesi” ile ilgili olarak şunları söyledi ya;

l “Virüs vücuda girmiş, sinsi bir şekilde yerleşmiş, çoğalmış, bir anda vücudu esir almak üzere harekete geçmiş. Ancak bu bünye, kendisini sinsi virüslere teslim edecek kadar zayıf bir bünye değil.”

l “Bir savcı Adana’dan kalkıp Hatay’a MİT’in insani yardım operasyonunu engellemek üzere geliyorsa o savcı yasaları çiğnemiştir, milli çıkarlara kastetmiştir, kendi ülkesine değil, ülkesinin düşmanlarına maşalık etmiştir.”

l “Uluslararası kirli odakların elinde oyuncak olmuş, maşa olmuş bir örgüt, adeta efsunladığı mensuplarını kendi ülkelerinin aleyhine yönlendiriyor. Siz kimsiniz ki bu ülkenin, milletin Milli İstihbarat Teşkilatı’na karşı düşmanca tutumlar içine giriyorsunuz?”

l “Büyük Selçuklu Devleti’nde Haşhaşiler denilen gözü dönmüş gizli bir örgütün devlet bünyesini nasıl esir almaya çalıştığını, gerektiğinde düşmanlarla nasıl işbirliğine gittiğini, asırlar önce millet olarak yaşadık ve gördük. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu sinsi virüslere, devlet bünyesini terketmeye yönelik sızıntılara asla geçit vermez ve vermeyecektir.”

Lütfen dikkat;

Başbakan Erdoğan, devlete sızanlar için “Haşhaşiler” ve “Efsunlanmış mensuplar” benzetmesinde bulunup, Hasan Sabbah’a göndermede bulunuyor.

“ANANAS”I BİLE SORUYORLAR!

İşte “efsunlanmış” birileri de, “irade”lerini kullanmaktan o kadar “aciz”ler ki, neredeyse alacakları “nefes”i, atacakları “adım”ı bile Fethullah Gülen’e soruyorlar.

Meselâ, diyorlar ki;

“Efendim, Uganda’dan ananas filan gelmiş, onlara göndermiştim… Bugün teşekkür mektubu yazmış Koç!..”

Sadece “ananas” mı?.. Fethullah Gülen’e sormadıkları konu, danışmadıkları olay yok… Türkiye’de attıkları her “adım”dan, yaptıkları her “görüşme”den haberdar ediyorlar Fethullah Gülen’i… O da; maşallah herkesi tanıyor, her konuda bilgisi var ve sürekli “tavsiye”de bulunuyor, “taktik”ler veriyor;

“Nazif Bey’i de sıkı tutmak lâzım!.. O zaman, yapmak istediğiniz şeyi de yapın!.. Meseleyi çözün bence, yumuşakça inşallah!.. Rafineri meselesini Koç’a verin, gönüllerine girmiş olursunuz!.. O işi halletmenin yolu var mı, neler yapılabilir?.. O halde yapın… Hiç ahesteler hissetmeden çarçabuk hemen yapın… Çarçabuk!.. Siz, şimdi o meseleyi halledin, o meseleyi halledin!”

Söyleyin Allah aşkına;

Fethullah Gülen’e, “Hocaefendi” değil de, sadece “Fethullah Gülen” demekte haksız mıyım?..

Gördünüz işte;

“Hocaefendi”lik dışında her şey var…

“Orkestra şefliği” var!..

“Holding patronluğu” var!..

“Teknik direktörlük” var!..

“Taktisyenlik” var!..

Var oğlu var.

Sadece “Hocaefendilik” yok!..

MEDYAYA BASKI

İşte ispatı… 1 Kasım 2013 tarihinde, bir “Cemaat mensubu” ile yaptığı görüşme şöyle:

l “Ali Sabancı’yla beraberdin dün Hocam. Çok selamları var… Sağlığınızı, sıhhatinizi sordu. En çok da o arayıp sordu bu süreçte… Ceyda Hanım, bir mektup verdi. O da o şekilde telefonla olmayabilir dedi… Turgay Ciner Bey’e uğradık bugün, Hasan Bey’le… Bir köşe yazarının menfi yazı yazma durumu vardı… Onu öğrenmiştik… Kendisini aradık… Bizzat devreye girdi. ‘Bu gazetede aleyhinize hiçbirşey çıkamaz’ dedi… ‘Hepsi bunların hizmet müessesesi’ dedi… ‘Büyüğümüzün (Fethullah Gülen) aleyhine de ben burada bir şey çıkartmam’ dedi. Öyle güzel bir görüşme geçti efendim kendisiyle.”

l Fethullah Gülen: “Çok iyi. Allah Razı olsun.”

Görüyorsunuz ya;

Her yerde “göz”leri, her yerde “kulak”ları ve her yerde “el”leri var…

Buna rağmen, diyorlar ki;

“Paralel Devlet diye bir şey yok!”

Var mı, yok mu?..

Ki, aktardığım konuşmalar “iş adamları” ile ilgili olanlar… Bir de “yurtdışı bağlantılar” var, “banka”lar var, “BDDK” var, “bürokrat”lar var, “hakim ve savcı”lar var!..

Öyle bir “yapılanma” ki;

Fethullah Gülen, bir “kuklacı”dır,

Türkiye’deki herkes ise “kukla!”

Herkesin ipi Fethullah Gülen’in elinde ve hepsini oynatıyor!..

Geriye tek bir soru kalıyor:

Fethullah Gülen, bütün bu işleri yaparken “yalnız” mıdır?..

Gerçekten bir “kuklacı” mı,

Yoksa “taşeron” mu?!?..

Bunlara hesap soracak Kimse Yok Mu?

Hani, uyanık tezgâhtarlar; “Pantolon uyduramadık, gömlek verelim” derler ya, “paralel tezgâhtar”ların yaptığı da bu… İHH’ya diyorlar ki; “TIR uyduramadık, baskın verelim!”

Dün, İHH şubelerini bastılar… Basmadan önce de, “paralel gazetelere” haber uçurdular: “El Kaide operasyonu!”

Akılları sıra, İHH ile El Kaide’yi aynı kulvarda gösterip, İHH’yı, “terör örgütü” listesine aldıracaklar… Hükümeti de, sırf İHH’ya sahip çıktığı için, “terör örgütünü himaye ediyor” şeklinde gösterecekler… Bundan büyük “Türkiye hainliği” olur mu?..

İşin doğrusu, dün Deniz Feneri’ni böyle zayıflattılar… Şimdi de İHH’ya taktılar!.. Bunların hesabını soracak “Kimse Yok Mu?”

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

MÜLÂ’ANE, MÜBÂHELE, LA’NETİN İSLAM HUKUKUNDAKİ YERİ VE BEDİÜZZAMAN’IN TESBİTLERİ

 

Son zamanlarda lanetleşme, mülâ’ane ve mübâhele kelimeleri sadece İslam hukukçularını değil, siyasetçileri ve sosyal medyacıları da meşgul etmeye başladı. Bazı ilim adamları çok az sayıdaki yazıları dışında, bu konuda da sapla saman birbirine karışır oldu. İslamın yüce hakikatleri, siyaset malzemesi haline geldi. Bu sebeple birbirinden tamamen farklı olan bu kelimeleri açıklamak ve sonra da lanetleşmenin İslam hukukundaki yerini açıklamak istedik.

 

[h=2]1.1 Liân = Mülâ’ane = Karşılıklı Lanetleşme[/h]Birinci kavram tamamen İslam aile hukuku ile alakalı bir kavramdır. Günümüz siyaseti ile alakası mevcut değildir. Mahkeme kararıyla boşanma sonucunu doğuran hallerden biri de liân = mülâ’ane halidir. Kur’an-ı kerim bunun hükümlerini beyân eylemektedir. Kelime anlamı itibariyle lanetleşmek ve uzaklaşmak gibi manalar ifade eder. Hukukî terim olarak ise, karısına zinâ isnat eden yahut çocuğunun nesebini reddetmek isteyen ve bu iddialarını dört şahitle ispat edemiyen kocanın, hâkim huzurunda karısıyla hususi bir şekilde yemînleşmelerine denir ki mülâ’ane de denildiği vakidir. Liânın asıl gayesi, karının zinâsını tespit etmek ve zinâ mahsulü çocuğun kocaya nisbet edilmesini önlemektir. Evlenmenin sona ermesi, bu gayenin zarurî bir sonucudur.( Damad, I/463; Molla Hüsrev, I/396; Cin,Boşanma, 79-80).

Liânın iki önemli şartı vardır:

Birincisi, karı-kocada aranan ehliyet şartıdır. Liânın gerçekleşebilmesi için karı-kocanın ikisinin de hür, âkıl, bâliğ yani tam ehliyetli, daha önce iffete iftira suçundan (kazf) ceza görmemiş ve kadının da iffetli (muhsan) olması gerekir.

İkincisi, şekil şartıdır. Liânda yemîn şekli şöyledir: Yemîne önce erkek başlar, sonra kadın yemîn eder. Erkek, karısına zinâ isnadında doğru söylediğine dâir dört defa Allah adına yemîn eder. Beşinci yemînde, yalan söylüyorsa Allah'ın lanetinin kendi üzerinde olmasını diler. Kadın da, önce dört defa kocasının yalan söylediğine dâir Allah adına yemîn eder. Beşinci yemînde, kocasının doğru söylemesi halinde Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını diler. Koca yemînden kaçınırsa, yemîn edinceye yahut yalan söylediğini kabul edinceye kadar hapsedilir. Aynı şey kadın için de söz koşudur. Kadın yaptığı isnatlarda kocasını tasdik ederse, artık yemîne gerek kalmaz ve tefrîk de söz konusu olmaz. (Molla Hüsrev I/396 vd. Damad, I/463 vd.; Cin, Boşanma, 80-81; Akgündüz, Külliyât, 201; Kur'an, Nûr, 6-8).

Liânın hükümlerini ise şöylece özetleyebiliriz: Kadın zinâ ve koca da zinâ iftirasından dolayı cezalandırılmaz. Liân tamamlanınca hâkim, karı-kocayı ayırır. Evlilik sona erer. Hâkimin tefrîk kararına kadar evlilik devam eder. Bu şekilde ayrılma, Ebu Hanife'ye göre bir bâin talâkdır; diğer İslâm hukukçuları ise bunu, ebedî bir ayrılık olarak kabul ederler. Liân mu’amelesi, zinâ mahsulü olduğu iddia edilen çocuğun nesebinin reddi sonucunu doğurur. (Damad, I/466 vd.; Cin, Boşanma, 81-83; Karaman, I/322).

 

[h=2]1.2 Mübâhele = İbtihâl = Karşılıklı Lanetleşme[/h]Mübahele Ayeti (آية المباهلة), Âl-i İmrân Suresi'nin 61. ayetidir. Mübahele, kelime anlamı olarak "karşılıklı beddua etme" demektir. Ayet şöyledir: “Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle çekişip tartışmalara girişirlerse de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım.” (Kur’an, Âl-i İmran, 61).

Peygamber efendimize Necrân'dan bir hıristiyan hey'eti gelmişti. İçlerinden ileri gelen üç kişi Peygamber efendimiz ile konuşmaya başladı. Söz arasında Îsâ aleyhisselâm için bâzan "Allah", bâzan "Allah'ın oğlu" bâzan da; "Üç tanrıdan biridir" diyorlardı. Peygamber efendimiz bunları İslâm dînine dâvet etti. Birkaç âyet-i kerîme okudu; îmâna gelmediler. "Biz senden önce îmân ettik" dediler. Resûlullah efendimiz; "Yalan söylüyorsunuz! Allah'ın oğlu var diyenin îmânı olmaz" buyurdu. Bir müddet daha konuştular ise de, Müslüman olmayıp inâd ettiler.

Bunun üzerine Allahü teâlâ Peygamber efendimize onları mübâheleye çağırmasını emretti. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de onlara; "Bana inanmıyorsanız, gelin sizinle mübâhele edelim" buyurdu. Necrân'dan gelen hıristiyan hey'eti içerisinde Şerhabîl adında biri; "Bunun peygamber olduğu her şeyden anlaşılıyor. Bununla mübâhele edersek, ne biz kurtulur, ne de bizden sonra gelenlerimiz kurtulur. Muhakkak bir belâya uğrarız" dedi. Mübâhele etmekten kaçındılar ve; "Yâ Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Biz senden râzıyız. Ne istersen sana verelim. Eshâbından bir emîn kimseyi bizimle berâber gönder, vergimizi ona verelim" dediler ve gittiler. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Eğer onlar mübâhele etselerdi, maymuna ve hınzıra dönerlerdi. Vâdileri ateş içinde kalırdı. Allahü teâlâ Necrân'ı, ahâlisini, hattâ ağaçlar üzerindeki kuşlarını da helâk ederdi" (Muhammed bin Hamzâ, Senâullah Dehlevî).

İslam âlimleri mübâhelenin, aslında eski ümmetlerde bir adet olduğunu aktarmışladır. Ancak çok ağır şartlarda ümmet-i Muhammed için de caiz olduğunu, ancak dinî meselelerde olmak şartının arandığını ve muhatapların ehl-i dalalet ve yüzde yüz bâtıl itikad üzerinde ısrarcı olmalarının gerektiğini belirtmişlerdir. (İbn-i Hacer el-Askalani, Fethul-Kadir, c. VIII, sh. 95).

 

[h=2]1.3 İslam Hukukunda Lanet Etmenin Hükümleri[/h]Müstahak olmadığı takdirde başkalarına lanette bulunmak, hakaret etmek ve kendilerini tekfir etmek, İslam hukuku açısından yasaklanmış ve bunun için uhrevi bir azap göz önünde bulundurulmuştur. Bu mesele, hükümleri hikmet ve maslahat üzere olan İslam’ın hükümleri açısından yasaklanmakla birlikte, hiçbir beşeri ve gayr-i ilahi kanun da böyle bir fiili caiz görmemiş, insana vatandaşların şahsiyetine saygısızlık etmesine izin vermemiş ve bu fiili işleyenleri yasal takibe tabi tutmuştur.

2. İslam’ın hükümleri bize imanlı insanların günah olan şeyleri ağızlarına almayacağını ve hiçbir kimsenin hakkını zayi etmeyeceğini öğretmekle kalmamış, hatta literatürde boş söz olarak adlandırılan günah olmayan ve menfi bir mana ifade etmeyen söz ve kelimeleri dahi söylemeyeceğini bildirmiştir. Kur’an-ı Kerim bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz müminler kurtuluşa ermişlerdir… Onlar boş ve faydasız işlerden yüz çevirirler.” (Müminun, 3, “Gerçekte bazı müfessirlerin de belirttiği gibi “lağv” elle tutulur bir faydası olmayan her söz ve amele denir.) Bu ayete göre, gerçekte müminler yanlış düşünce, temelsiz sözler ve beyhude işlerle uğraşmaz ve Kur’an’ın tabiriyle bunlardan yüz çevirir bir karaktere sahiptir ve haksız yere başkalarına lanet etmek ve onları tekfir etmek ise onlar hakkında tasavvur edilemez.

3. İslam hukukunda böyle fillerde bulunmanın yasaklanmasının yanı sıra, İslam âlimlerinden nakledilen rivayetler bir şahsın bir başkasına lanet etmesi ve o şahsın lanete müstahak olmaması durumunda, lanetin lanet ediciye döneceğini bildirilmiştir. "وَ عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ قَالَ لَعَنَ رَجُلٌ الرِّيحَ عِنْدَ رَسُولِ اللَّهِ (ص) فَقَالَ لَا تَلْعَنِ الرِّيحَ فَإِنَّهَا مَأْمُورَةٌ وَ إِنَّهُ مَنْ لَعَنَ شَيْئاً لَيْسَ لَهُ بِأَهْلٍ رَجَعَتِ اللَّعْنَةُ عَلَيْهِ"; “Bir şahıs Allah Resulü’nün (s.a.a) yanında rüzgara lanet etti, Allah Resulü (s.a.a) kendisine şöyle buyurdu: Rüzgara lanet etme; zira o Allah tarafından memur kılınmıştır. Eğer bir şahıs bir şeye lanet eder ve o şey lanete müstahak olmazsa, o lanet, lanet eden şahsa döner.” Bu rivayette belirgin olduğu üzere, lanet ve hakarete maruz kalan, saygısı ve hürmeti Kâbe kadar olan insan değil, rüzgârdır. Bu, insanın davranış ve sözlerine dikkat etmesi, şer’î bir delil olmaksızın bir işe girişmemesi ve başkaları hakkında yargıda bulunmaması gerekliliğini ortaya koymaktadır.

4. Elbette şu noktanın hatırlatılması gerekir: Allah’ın velilerini üzen ve onlara eziyet eden kimselere lanet etmek caiz olmakla kalmayıp hatta rüçhana sahiptir. Ama açıklanan hususlar, belirtilen soruya binaen haksız yere başkalarına lanette bulunan ve onları tekfir eden ve şahısların gerçek ve hukuki şahsiyetlerine hakaret eden kimseler hakkındadır, ilahi elçi ve velileri üzen ve onlara eziyet eden kimselerle ilgili değildir. Böyle kimseler Allah’ın ve lanet edicilerin lanetine müstahaktır. “İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayeti Kitap’ta açıklamamızdan sonra onları gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet etme konumunda olanlar lânet eder.” (Bakara, 159).

Kur’an-ı Kerim’de “Allah’ın laneti zâlimlerin yahut kâfirlerin yahut fâsıkların üzerine olsun” mealinde ayetler olduğu gibi, Resulüllah’ın hadislerinde de “Allah, boşanmış kadını eski kocasına helâl kılmak için muvâzaalı evlenme yapan erkeğe ve eski kocasına lânet etsin” şeklinde ifadeleri de mevcuttur.

Özetle Hz. Peygamber (s.a.s)`de lânet kelimesini beddua, buğz, hakaret gibi anlamlarda kullanmıştır. Rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a.s)`in Bi`r-i Maûne olayında şehid edilen Müslümanlar nedeniyle Rıl, Zekvan, Lıhyan ve Usayya oğulları aleyhinde kırk sabah lânet okuyarak beddua ettiği bildirilir (Buhari, Cihad 17). Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.s), müslümanları rastgele lânet etmekten menetmiş, özellikle ashabının birbirine ve tabiat kuvvetlerine lânet etmelerini yasaklamıştır (Ebu Davud Edeb, 4908; Müslim, Birr, 80-87).

İslam âlimleri arasında kimlere lânet edilip kimlere edilmeyeceği konusunda görüş ayrılığı vardır. Âlimlerin bir bölümü Müslümanlara hiç bir şekilde lânet edilemeyeceği görüşündedir. Âlimlerin diğer bir bölümü ise fasık olan Müslümanlara lânet edilebileceğini kabul ederler. Kâfirlere lânet edip edilemeyeceği de tartışma konusu olmuştur. Bazı âlimler, kâfirlere kayıtsız şartsız lânet edilebileceğini kabul ederken bazıları da bunun vacib olmadığını, onlara lânet edilebilmekle birlikte lânet etmemenin daha güzel ve yararlı olacağını savunmuşlardır (Fahruddin er-Razı, Tefsir-i Kebir Ter. III,188; Ibn Mace, Tercüme ve Şerh, X, 148).

 

[h=2]1.4 Lanet Konusunda Bediüzzaman’ın Tesbitleri[/h]“Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere İlm-i Kelâm'ın en büyük allâmesi olan Sa'deddin-i Taftazanî, "Yezid'e lanet caizdir" demiş; fakat "Lanet vâcibdir" dememiş. "Hayırdır ve sevabı vardır" dememiş. Çünki hem Kur'anı, hem peygamberi, hem bütün sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer'an bir adam, hiç mel'unları hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yok. Çünki zemm ve lanet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i sâlihte dâhil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena...” Tarihçe-i Hayat ( 501 )

Sahabelerin bir kısmı, o harblerde adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer'iyeyi düşünüp tâbi' olarak, Hazret-i Ali'nin (R.A.) takib ettiği adalet-i hakikiye ve azimet-i şer'iye ile beraber zâhidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terkedip muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali'nin (R.A.) kardeşi Ukayl ve "Habr-ül Ümme" ünvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakikî Ehl-i Sünnet Velcemaat, مِنْ مَحَاسِنِ الشَّرِيعَةِ سَدُّ اَبْوَابِ الْفِتَنِ bir düstur-u esasiye-i şer'iyeye binaen طَهَّرَ اللّٰهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا diyerek o fitnelerin kapısını açmayı ve bahsetmeyi caiz görmüyorlar. Çünki itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük sahabelere, hattâ muhalif tarafında bulunan Âl-i Beyt'in bir kısmına ve Talha (R.A.) ve Zübeyr (R.A.) gibi Aşere-i Mübeşşere'den büyük zâtlara itiraza başlar, zemm ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak tarafdarıdır. Hattâ Ehl-i Sünnet'in ve İlm-i Kelâm'ın azîm imamlarından meşhur Sa'deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel'in ü tadliline cevaz vermesine mukabil, Seyyid-i Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat'in allâmeleri demişler: "Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat'î bir derecede bilinmediği için, şahısların hakkında nass-ı kat'î ve delil-i kat'î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tövbe etmek ihtimaliyle, öyle hususî şahsa lanet edilmez. Belki لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِمِينَ وَ الْمُنَافِقِينَ gibi umumî bir ünvan ile lanet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur." diye Sa'deddin-i Taftazanî'ye mukabele etmişler. Senin müdakkikane ve âlimane mektubuna karşı uzun cevab yazmadığımın sebebi; hem ehemmiyetli hastalığım ve ehemmiyetli meşgalelerim içinde acele bu kadar yazabildim.” Tarihçe-i Hayat ( 504 )

 

İslâmiyet'in hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi bu hadîs-i şerifin اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı dâhildeki adaveti unutmak ve tam tesanüd etmektir. Hattâ en bedevi taifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dâhildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def' oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfüruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi hâdisatlar görünüyor. Hattâ bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve tarafdar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi otuzbeş seneden beri siyaseti terkettim.” Tarihçe-i Hayat ( 622 )

Bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir sâlih hocayı tenkid ve tefsik etti. Eski Said ona dedi: "Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin." Bunun için Eski Said "Euzü billahi mineşşeytani vessiyase" dedi ve otuzbeş seneden beri siyaseti terk etti.” Hutbe-i Şamiye ( 46 )

 

 

 

 

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Derin ahtapot her yerde[/h]

Emniyet ve yargının başlattığı 'dostmodern darbe' Pensilvanya'nın kollarının nereye kadar uzandığını ortaya çıkardı. Açığı bulunan işadamlarını yargıyla tehdit eden, soruşturma dosyalarını kapatan, sponsorluğa zorlayan, yakın şirketlere kolay finansman sağlayan organizasyon, kendini deşifre etmeye de başladı

İŞ DÜNYASI

 

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg İşadamı dernekleri

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Konfederasyonlar

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Sempati duyan gruplar

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Çıkar işbirliği yapan sanayiciler

Cemaate yakın işadamları 1993'te İş Hayatı Dayanışma Derneği ile Hür Sanayici ve İşadamları Derneği şemsiyesi altında örgütlendi. Bu dernekler daha sonra kısa adı TUSKON olan Türkiye Sanayicileri Konfederasyonu kurdu.. TUSKON şu anda yedi üye federasyon, 211 üye işadamı derneği ve Türkiye'nin her yerinden 55 bin girişimciyi temsil ediyor. Bu isimler dışında Koç Grubu, Ali Sabancı, Turgay Ciner, Mehmet Nazif Günal gibi isimlerin de Cemaat ile bağlantıları olduğu dinlemeye takıldı.

 

POLİS

 

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Şube müdürü

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Emniyet amiri

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Memur

Şube müdürü ve emniyet amiri gibi yapının Emniyet'teki rütbeli elemanları aldıkları görev üzerine gizli dinleme ve takip yapıyor. Toplanan bilgiler cemaatin yargı koluna aktarılıyor.

 

YARGI

 

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg HSYK

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Özel Yetkili Mahkemeler

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Danıştay

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Yargıtay

Emniyetten elde edilen bilgiler ahtapotun savcı koluna aktarılıyor. Deliller incelenmeden hakkında kesin suç olmasa dahi kişiler sorguya alınıp tutuklanıyor. Soruşturmaya konu dosyalar sanık avukatlarından dahi gizlenip medyaya servis ediliyor.

MEDYA

 

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg TV

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Gazete

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Dergi

Savcıların dosyaları masumiyet karinesi aykırı olarak cemaatin ve yakın işadamlarının TV ve gazetelerinde suçlu ilan ediliyor. Fethullah Gülen'e yakınlığıyla bilinen 25 radyo var. Samanyolu TV, Feza Gazetecilik adına yayımlanan Zaman Gazetesi, Aksiyon ve Sızıntı Dergileri de cemaatin yayın organları. İşadamı Akın İpek'in Kanaltürk, Bugün TV ve Bugün Gazetesi de paralel yayın yapıyor.

 

EĞİTİM

 

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Dershane

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Üniversite

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Özel okul

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Öğrenci yurdu

Türkiye'de ve yurtdışında binlerce eğitim kurumu bulunan cemaat yapılanmasının yeni müridleri bu kurumlarda yetiştiriliyor. Türkiye genelinde 200'den fazla özel okul, binlerce ışık evi, 460 dershane ve kurs, 500 öğrenci yurdunun yanı sıra Türk Cumhuriyetleri'nden Kanada'ya, Nijerya'dan Singapur'a uzanan 54 ülkede toplam 250 özel okul, bu ülkelerde 21 öğrenci yurdu, 6 üniversiteye hazırlık kursu ve on binlerce öğrencisi var. Cemaate bağlı bu eğitim kurumlarında 7 binden fazla öğretmen, 500-1500 dolar karşılığı görev yapıyor.

 

LOBİLER

 

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Kamu kurumları

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Cemiyet lobi kurumları

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg İş dünyası örgütleri

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Sivil toplum kuruluşları

Cemaat eğitimle girdiği ve etkin olduğu ABD ve Avrupa'daki iş örgütleriyle ve STK'larla da ilişkiler yürütüyor. Bu grupların içinde neoconlar ve Yahudi lobisi de bulunuyor.

 

KURUMLAR

 

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Maliye Bakanlığı

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Dışişleri Bakanlığı

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Çevre ve Şehircilik Bakanlığı

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg BDDK

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg TİB

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg MİT

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg TMSF

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg EPDK

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg YÖK

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg SSM

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg BİST

Ahtapotun en güçlü kolları devlet ve özerk kurumlarda. Burada kilit konumlara yerleştirilen bürokratlar aracılığıyla incelemeler ve raporlar hazırlanıyor.

 

FİNANS

 

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Bankacılık

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Finans kurumları

http://www.sabah.com.tr/c/i/bullet.jpg Sigorta şirketleri

50 milyar dolara ulaşan büyüklüğü olduğu söylenen cemaatin mal varlıklarının büyük bölümü kayıt dışı. Cemaat, Bank Asya, Samanyolu TV, FEM Dershaneleri, Zaman gazetesi dahil 56'sı büyük kuruluş olmak üzere 500 şirket tarafından destekleniyor.

 

Sabah, 16.01.2014

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

17 Ocak 2014…1960′lı yıllarda CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, AP Genel Başkanı Süleyman Demirel’i irticaya prim vermekle itham eder; özellikle Bediüzzaman’ın ‘Nur Cemaati’ tarafından desteklenmesini buna delil olarak gösterirdi. Nurcular, gerçekten büyük bir sadakat ile her seçimde AP’yi desteklemeye devam ettiler. Daha sonra da genellikle merkez-sağ partileri desteklediler. Lâkin nurcular siyasetle çok fazla iç içe olmamışlar, daha ziyade hayır hizmetleriyle uğraşmışlar ve bir bakıma Kur’an-ı Kerîm’i izah eden Risale-i Nur Külliyatı’nı okuyup okutmuşlardır.

Nurculuk, bazılarının zannettiği gibi bir tarikat değildir. 1970′li yıllardan itibaren Nur Cemaati’nin bir kısmı genç bir İslâm âlimi Fethullah Gülen hocaefendinin etrafında toplanmış ve bu yeni hareket süratle gelişip büyüyerek Türkiye’nin en tesirli İslâmî cemaati hâline gelmiştir. Özellikle eğitim ve öğretim hizmeti alanında ağırlık kazanan bu cemaatin tabanında tahminlerin üstünde çok sayıda samimî mensupları vardır. ‘Hizmet Hareketi’ olarak adlandırılan bu cemaat, 2002 Kasımı’ndan beri yapılan bütün seçimlerde ve 2010 Referandumu’nda AK Parti’yi desteklemiştir.

Buna mukabil, son yıllarda Cemaat’in özellikle Emniyet ve Yargı içinde yapılanmaya ve kadrolaşmaya başladığı da bir vakıadır. Bu hızlı ekipleşme, söz konusu kurumlar içinde önce ayrımcılıklara ve huzursuzluğa sebebiyet vermeye başlamış; daha sonra devletteki hukukî düzeni sarsacak şekilde yetki aşımları görülmüştür. 7 Şubat 2012′deki MİT Müsteşarı’nın ifadeye çağrılması olayı, bu hukuk dışı müdahalecilik anlayışının en tipik örneğidir. Diğer taraftan, CHP medyası ve muhalefet bu huzursuzluğu ‘Cemaat- Hükûmet Kavgası’ olarak lanse etmiş; ne yazık ki özellikle körüklenen bu fitne hızla büyütülerek 17 Aralık Operasyonu’na kadar gelinmiştir.

***

17 Aralık’ta yolsuzluk iddiasıyla yapılan operasyon, aslında Hükûmeti ve Başbakanı hedef alan bir itibarsızlaştırma komplosudur. Henüz açıklık kazanmamış yolsuzluk iddialarının bahane olarak kullanıldığı gün gibi açıktır. Hemen sonra hukuka aykırı olarak yürütülmek istenen 25 Aralık ve İzmir operasyonları ile bu süreç devam ettirilmiş; bu komplolarla siyasete millet iradesi dışında müdahale edilmek istenmiştir. Başbakan’ın dediği gibi bu, seçilmiş Hükûmete ve siyasî iktidara karşı yapılmış bir darbe teşebbüsüdür. İllegal yöntemlerle düzenlenen bu ‘itibarsızlaştırma’yı tasvip etmek mümkün değildir.

***

Diğer taraftan, Cemaati ve hareketin lideri durumunda olan Fethullah Hocaefendi’yi de ‘itibarsızlaştırma’ konusunda son günlerde yoğun bir faaliyet başlatılmış ve millet olarak dûçar olduğumuz bu korkunç fitne durulacağına, daha da artış göstermiştir. Gerçi Başbakan Erdoğan en sert konuşmalarında bile Cemaatin yönetim kadrosu ile tabandaki samimî mensupları birbirinden farklı değerlendirmiştir ama tenkitlerinde haklı da olsa kullandığı bazı sıfatlar ve benzetmeler incitici bulunmuştur. Son olarak, bazı işadamlarıyla Gülen’in konuşmalarının bantlarının yayınlanması, bu defa tersine bir ‘itibarsızlaştırma’ hareketini akla getirmektedir.

***

Bir yandan Hükûmet kanadının çok sert tedbirler alacağı söylentileri, diğer taraftan Cemaat’in elinde AK Parti İktidarı aleyhinde çok sayıda kaset bulunduğu ve bunların yayınlanacağı dedikodusu, bu üzücü fitneyi körüklemektedir. Aynı inançlara, mukaddeslere ve değer yargılarına sahip kişiler çatışırken, bu arada yıllardır irtica avcılığı, din ve cemaat düşmanlığı yapanlar bu manzarayı ellerini ovuşturarak keyifle seyretmektedirler. Tepkiyle de olsa bazı cemaat mahfillerinin CHP’yi destekleyecekleri söylenmektedir.

Âkil adam pozuna yatıp ukalâlık etmek istemem. Lâkin bir an önce bu fitnenin önünü kesmek, hiç değilse hızını azaltmak zorundayız. Aksi hâlde bu fitnenin devamı, Türkiye’ye ve bu güzel ülkenin imanlı insanlarına zarar verecektir.

Sabah, Hasan Celal Güzel, 17.01.2014

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Prof. Dr. Alparslan Özyazıcı'nın şu tesbitlerine yüzde yüz katılıyorum:

 

"Ben sayın Prof. Dr. Ahmet Akgündüz hocam'ın makalesinde yapılan tahlillerden, aynı zamanda muhterem Mehmet Kırkıncı Hocam'ın yazılarına ve buna benzer ağabeylerin diğer mektuplarında yapılan tahlillerden şu kanaate vardım:

Bunca delil, kanaat ve müsbet fikire rağmen bu arkadaşlar kesinlikle dediklerinden bir adım geri atmıyorlar. Risale-i Nurların tahrifatı da onlara göre normal, sayın Hoca efendinin laneti de normal, 17 Aralık ...operasyonu da gayet normal, hatta bunların herbiri onlara göre birer fevkalade hizmet. Bu safhadan sonra yapılacak tek şey bence şudur; ‘Kardeşim, sizin hizmetiniz size, bizimde Risale-i Nur'lardan okuduğumuz, merhum Bediüzzaman Hazretleri'nin varisleri olan ağabeylerden gördüğümüz ve 80 yıldır aksamadan, hep tamir ederek, yıkmadan, cesaretle, azimle devam eden hizmetimizde bizedir. Eskiden olduğu gibi her ehl-i iman gibi sizle de iman kardeşiyiz ve bu da şüphesiz değişmeyecektir.’ "

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • Webmaster änderte den Titel in Fetö ve Ak Parti (Fethullah Gülen, Tayyip Erdogan)

Dein Kommentar

Du kannst jetzt schreiben und Dich später registrieren. Wenn Du ein Konto hast, melde Dich jetzt an, um unter Deinem Benutzernamen zu schreiben.

Gast
Auf dieses Thema antworten...

×   Du hast formatierten Text eingefügt.   Formatierung jetzt entfernen

  Nur 75 Emojis sind erlaubt.

×   Dein Link wurde automatisch eingebettet.   Einbetten rückgängig machen und als Link darstellen

×   Dein vorheriger Inhalt wurde wiederhergestellt.   Editor leeren

×   Du kannst Bilder nicht direkt einfügen. Lade Bilder hoch oder lade sie von einer URL.


×
×
  • Neu erstellen...