Zum Inhalt springen
Qries Qries Qries Qries Qries Qries

Empfohlene Beiträge

Niye Cemaat’e bir şey demiyor muşum?

 

18/1/2014

 

NİYE demeyeyim kardeşim?

 

Cemaat’ten bir avanta falan mı kaptım da demiyeyim?

 

*

 

Eğer daha düne kadar “Allah razı olsun Fethullah Hocam, İslam’ın ve Türk’ün bayrağını 150 ülkede dalgalandırdın” diye yazmış olsaydım.

Bugün “Fethullah Gülen bir ahtapottur, aha işte bu da ahtapotun kolları” diye yazmaktan utanırdım.

Hamdolsun yok böyle bir utancım.

 

*

 

Eğer daha dün Cemaat bankasından*5 milyon dolar kredi*alıp kendime bir*yalı, bir de*teknealsaydım.

Bugün “Adamların parasını aldık, şimdi laf edersek olmaz” der, eleştiriden kaçınırdım.

Hamdolsun yok böyle bir borcum.

 

*

 

Eğer daha düne kadar, “Yargıda Cemaat yapılanması var” diyenlere, “Ne Cemaat’i kardeşim, Türkiye bağırsaklarını temizliyor” diye cevaplar döşeseydim.

Bugün “Bunlar paralel olmuş... Yargıyı ele geçirmişler...” falan diye yazmaz, yazamazdım, utanır sıkılırdım, yüzüm kızarırdı.

Hamdolsun yok böyle bir durumum.

 

*

 

Eğer daha düne kadar, “Dön artık yurduna hocam, bitsin artık bu sıla, bitsin artık bu gurbet...” diye lügatler paralasaydım.

Bugün “Sen Haşhaşilerin liderisin, virüssün, inine gireceğiz senin” demez, diyemezdim.

Hamdolsun yok böyle bir çelişkim.

 

*

 

Kısacası...*

En küçük bir yüz kızarıklığına bile gerek duymadan*Cemaat’e bir şey diyecek, Cemaat’i yazacak, eleştirecek durumdayım.

 

*

 

Diyorum da... Yazıyorum da... Eleştiriyorum da...

Diyorum ki:

- Yargıda Cemaat emrinde bir yapı olmaz, olamaz, olmamalı.

- Bu yapının ortadan kaldırılması lazım.

- Cemaat’in ele geçirdiği bir yargı sistemi hepimiz için tehlikelidir.

- Kimsenin ele geçirmediği bir yargı sistemi kurulmalıdır.

- Poliste örgütlenmek... Yargıda örgütlenmek... Bunlar olacak iş değildir.

 

*

 

Ama başka şeyler de söylüyorum.

Diyorum ki:

- Yargıda Cemaat emrinde bir yapı var diye yolsuzluğun, rüşvetin ve avantacılığın üzeri örtülemez.

- Yargıda Cemaat emrinde bir yapı var diye tüm hukuk sistemi hallaç pamuğu gibi dağıtılamaz.

- Yargıda Cemaat emrinde bir yapı var diye mahkemeler anlamsız, savcı emirleri geçersiz, hâkim kararları yok sayılamaz.

- Yargıda Cemaat emrinde bir yapı var diye bütün hâkim ve savcılar Bekir Bozdağ’a bağlanamaz.

- Yargıda Cemaat emrinde bir yapı var diye Türkiye hukuk ve demokrasiden uzaklaştırılamaz.

 

*

 

Ve şunu da söylüyorum:

Yargıda Cemaat emrinde bir yapı var diye...

- Cemaatçi avına çıkılamaz.*

- Cemaat’e gönül vermiş herkese “suç örgütü üyesi” muamelesi yapılamaz.

- Suçun bireyselliği ilkesi bir tarafa bırakılamaz.

- Cemaat’in emrinde denilen savcı, yargıç ve polislerle ilgili somut deliller ve kanıtlar ortaya konmadan suçlama yapılamaz.

- Koca bir camiaya “ahtapot, terör yuvası, virüs, Haşhaşi” denilerek saldırılamaz.

- Fethullah Gülen’in telefonları yasadışı bir şekilde dinlenerek servis yapılamaz.

 

*

 

“Böyle olmaz”*mı diyorsun?

“Benim gibi çakacaksın”*mı diyorsun?

“Ahtapot diye saldıracaksın”*mı diyorsun?

“Bunlar İncil okuyor diye iftiralar sallayacaksın”*mı diyorsun?

“Bunlar çete diye vuracaksın”*mı diyorsun?

“Yazdıkların kesmez, sırtlan kesileceksin sırtlan”*mı diyorsun?

“Ananas üzerinden kafa bulacaksın”*mı diyorsun?

 

*

 

Tamam...*

Ama bir şartla...

Eğer sen hiç değilse bir kere...

- “Ayakkabı kutusunda para ne arıyor aga?” diye kafa bulursan...*

- “Yargıyı Bekir Bey’e bağlamak da neyin nesi birader?” diye çıkışırsan...*

- “Rüşvet, avanta, yolsuzluk... Bunların hiç mi önemi yok muhterem” diye sorgulama yaparsan...*

- “Yargıdan adam kaçırma da nereden çıktı mübarek?” diye seslenirsen...

Söz, ben de bütün kuralları, ilkeleri, ahlakı falan bir tarafa bırakıp...

“Ahtapotun kolları, Haşhaşiler, çete, virüs, paralel, üçgen, ananas”*falan diye destanlar yazıp*“vurun Cemaat’e”*kampanyanıza katılacağım.

Anlaştık mı?*

He mi?

 

Ahmet Hakan

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • Antworten 423
  • Erstellt
  • Letzte Antwort

Top-Benutzer in diesem Thema

Top-Benutzer in diesem Thema

Veröffentlichte Bilder

18 Ocak 2014 Cumartesi 11:13

 

Said Nursi'nin talebelerinin cemaate düşmanlığı mı var?

 

İsa Tatlıcan, Fethullah Gülen'e mektup yazdı

 

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Milat Gazetesi yazarı İsa Tatlıcan, hizmet hareketine yönelik eleştirilere verilen cevaplara karşı Fathullah Gülen'e bir mektup yazdı.

 

"Bütün Türkiye cemaati yanlış mı anlıyor hocam?"*diye soran Tatlıcan, çeşitli grupların, isimlerin açıklamalarını hatırlattı.

 

Sözü Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinin yaptığı açıklamaya getiren Tatlıcan şöyle yazdı:

*

"Diyelim ki bu isimler sizi ve hareketinizi anlayamıyor. Peki sizinle ile aynı dini gelenekten gelen ve günümüzde yaşanan kavgada vesayetin değil sivil siyasetin yanında yer alan*Bediüzzaman’ın talebeleri Mehmet Fırıncı, Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayramoğlu, Salih Özcan, Abdulkadir Badıllı ağabeylerin de Cemaat’e özel bir düşmanlığı mı var?

 

"Hadi Cemaatin sosyal medyadaki temsilcileri bu ağabeyler için “yaşlı, gündemi takip edemiyor, gelişmelerden haberdar değil, iktidar tarafından kullanılıyor” falan diyerek çamur attı. Peki*Nur camiasının entelektüel isimleri olan Ahmet Akgündüz, Ümit Şimşek, Metin Karabaşoğlu, Senai Demirci de “karanlık oyunlar”ın bir parçası mı?

 

Tatlıcan, yazısını Fethullah Gülen'den şu istek ile bitirdi: "Siz tansiyonu düşürecek, insanların korkularını giderecek, siyasete müdahale iddialarını çürütecek, darbe tehtidini ortadan kaldıracak bir adım atın hocam. İnanın bana siyasetten, medyadan ve sokaktan hemen karşılık bulacaksınız."

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

19 Ocak 2014 Pazar 09:39

 

Risale-i Nur'u sadeleştirmekten vazgeçip tövbe-i istiğfar etsinler

 

Mehmet Fırıncı ağabeyden gündeme dair çarpıcı açıklamalar

 

Mehmet Özmen-Koray Taşdemir'in röportajı:

 

Risalelerin sadeleştirilmesi doğru mu? Bu konu hakkında ne söylersiniz?

 

Aslında bu konu hiçbir izaha gerek olmayan bir hadise. Bir kimsenin akrabasına ya da ahbabına yazdığı herhangi bir mektubu bile değiştirmeye kalkmak aslında o kişinin şahsiyetine ilişmektir. Yanlış bir tutumdur. Ben bu beyanı şu şekilde anlıyorum; nasıl ki şairlerin şiirlerini anlamak için tefsir ediyorlar onun gibi Risale-i Nurlarda da izaha değer veciz cümleler var. Bu bağlamda bunları açıklamak gerekmektedir. Kaldı ki Üstad Hazretleri de kendinden sonraki alimlere işlerinin artık Risaleleri izah ve şerh olduğunu söylemiştir. Bu da zaten sempozyumlarda ya da farklı şekillerde akademik camia tarafından yapılıyor. Risalelerin muhtevasını değiştirmek müellifin hakkına tecavüzdür, hukuka girmektir, günahtır. Üstad Hazretleri bunlara katiyen razı olmadı, olmuyor. Risalelerin muhtevasına karışınca bir maksat var bunda. Bir tek dil var Türkiye'yi ayağa kaldıracak, o da Risale-i Nurun dilidir. Üstad Hazretleri de buna asla müsaade etmemiştir. Bu devirde yapılacak olan gençlerin anlayacağı şekilde izaha gitmektir. Risale-i Nurları muhteva anlamında sadeleştirmeye gitmek tabiri caizse korkunç bir cesarettir. Bu tutumdan vazgeçsinler, tövbe-i istiğfar etsinler.

 

"RİSALELER İMAN HAKİKATLERİ ÜZERİNDE DURUR"

 

Üstad Hazretlerinin Risaleler ışığında Türkiye fotoğrafını gözlemlersek nasıl değerlendiriyorsunuz? Risaleler penceresinden bakıldığında sorunlar nasıl aşılabilir?

 

Öncelikle Risale-i Nur sadece Türkiye ve Türkiye insanlarının değil, bütün İslam Alemi'nin problemlerine cevaptır. Kuranın bu zamandaki anlayışını Risaleler bizlere verir. Üstad Hazretleri bütün himmetiyle Cenab-ı Hakka ilticada bulunmuştur. Fiilen de çalışmış, bütün İslam Alemini hafızasına almıştır. Mehmet Çelik'in ifadesiyle; Üstad Hazretleri bu konuda çok çırpınmıştır. Allah da böyle bir ilaç yapmasını ona ihsan etmiştir. Risale-i Nur memleketimizin sıkıntılarına ilacı, iman hakikatleri ile göstermiştir. Bu iman hakikatlerinden sonra bunun insanlığa nasıl ulaştırılması gerektiğini de İhlas Risalesi gibi risalelerle bunların usulünü tarif etmiş. Bilhassa önemli husus şudur ki; şahsı ortadan kaldırıyor. Kendisini de ortadan kaldırıyor. Üstad olarak telakki etmiyor kendisini. Ben "Kardeşinizim" diyor. İlerde kimsenin böyle bir şahsileştirme çabasının içine girmemesi için. Anlama bakımından, idrak bakımından Risale herkesin malıdır, tasarruf bakımından değildir. Türkiye'de kimse Risaleleri kendine mal etmeye kalkmasın. Bazıları Risale-i Nurların vesile olduğu iyi şeyleri kendine mal edebiliyor. Bu iman hakikatlerinden istifade ederek insanları etrafında topluyor, fakat düstur ve usullerini göstermiyor. Üstad Hazretleri menfi hareketi kesinlikle kabul etmez. Çünkü kendisinin yolu müsbet bir yoldur. Kim menfi hareketin yolunu açarsa müsbet harekete müdahale etmiş olur.

 

Bir cemaatin siyasete müdahalesi noktasında AK Parti ile Gülen Grubu arasında bir tartışma yaşanıyor. Siz bu konuda neler söyleceksiniz?

 

Üstad Hazretleri Yirmi ikinci Lem'ada "siz ne yapmak istiyorsunuz? Ben neyle meşgulüm" diye anlatıyor. Sonra 1945'lerde Hilmi Uran'a yazdığı mektupta; bu memleketin hayrına hizmet etmenin nasıl olacağını yazmıştır. Daha sonra 1950'ye gelindiğinde Demokrat Partiye Ezan-ı Muhammediye hususunda Ayasofya'nın açılması hususunda tavsiyeleri olmuştur. Tüm bunların hepsi bir diretme değil, bir tavsiyedir. Üstad Hazretlerinin zamanında Demokrat Partiye oy vermesini eleştirenlere yönelik cevabı şu olmuştur:" Ne var bunda? Demokrat dine yardım etti. Din de demokrata yardım etti." Ve Demokrat Parti'yi iktidar yerinde muhafaza etmenin lüzumu yönünde bize tavsiyeleri vardır. Üstadın Risalelerin basılması konusunda bunu yapın anlamında tavsiyesi olmuştur. Vatanperverseniz, milliyetperverseniz bu hakikatlere sahip çıkın ve bunlardan milleti istifade ettirerek hem dünya hem ahiret saadetini kazan dıryn diye tavsiyeleri olmuştur. Bunun aksme razı olmamıştır. Üstad tavsiyeler şeklinde fikirlerini ortaya koyuyordu, illa da bir kısım organizasyonlar yaparak devlete karşı durmuyordu.

 

"ÜSTAD YAŞASAYDI BÖYLE BİR YANLIŞLIK OLMAZDI"

 

Üstad Hazretleri zahiren yaşıyor olsaydı şu an Gülen Grubu ve AK Parti arasında yaşanan durumu nasıl değerlendirirdi?

 

Eğer yaşasaydı böyle bir durum hiç zuhur etmezdi, böyle bir yanlışlık olmazdı. Mesela 1950'lerden bir müddet sonra İslam Demokrat Parti diye bir parti kurmak istediler. Üstad "Demokrat Parti'nin vahdetini bozmak olur" dedi. Buna razı olmadı.

 

"BU İŞTEN KATİYEN VAZGEÇMELERİ LAZIM"

 

Basın üzerinden yaşanan tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Bu mesele üzerine çok polemik olduğu için çok derinine girmek istemiyorum. Fakat hakikaten çok yanlış bir durum. Bu insanlar Üstad'ı, Risaleleri bilen kardeşlerdir. Bu işten katiyen bir an evvel vazgeçmeleri lazım. Bazı küçük yolsuzluklar var diye böyle bir tutum sergilenmez. Bu tutumu pire için yorgan yakmak olarak görüyorum. Elbette hepimiz insanız; yanlışlıklar yapabiliriz ama biz bunları güzellikle ıslah etmekle mükellefiz. Müslümansak yapmamız gereken şey ıslah etmektir. Ama kalkıp onları ala ile vala ile bütün düzeni tahrip edecek şekilde, onu güzelce vatanperverane, milletperverane ve bütün Alemi İslam'ın hayrına çalışan bu sistemi tahrip edecek şekilde kullanmak akıl kârı değildir. Olmaz böyle bir şey. Doğrusu acıyorum, fazla siyasi üslupla konuşmak istemiyorum. Ama biz de bu memleketin evladıyız.

 

"BÖYLESİNE GÜZELLİKLER GÖRMEDİM"

 

Ak Parti iktidarıyla ilgili neler söyleyeceksiniz?

 

Bu iktidara kadar ben hiç böylesine güzellikler içerisine giren bir parti görmedim. Demokrat Parti devrinde bile bu durum çok iyi olmamıştır. O zamanlar da Risale tefsirlerini gizliden yapıyorduk. Şimdi her şey aşikar ve kolaylıkla olabiliyor. Mesela şimdi vilayetin karşısında Sözler Yayınevi var. Ve Risaleleri 50 dilde dünyaya neşrediyor. Ben bunları söylüyorum diye ağır ithamlar işitiyorum. Bu kardeş kavgası gibidir. Yanlış bir tutumdur. Vazgeçilmesi gerekir.

 

Nur Cemaati adına bir açıklama yaptınız. Neden böyle bir açıklama yapma gereği duydunuz?

 

Basında devamlı olarak "cemaat" kavramı üzerinden bir şeyler söyleniyor. Cemaat denince de Risale-i Nur cemaati olarak anlaşılıyor. Kısaca ismi ile "Nurculuk" olarak anlaşılıyor. Ama bu kavramlar o gruba ait değil. Bu cemaat dediğimiz grup, 1970'lerden sonra tezahür etti. Onlar (Gülen grubu) Üstad Hazretlerinin Nur Cemaatini kendilerine tatbik edemediler. Dolayısıyla kendilerini tanımlamalarında cemaat, hizmet ve camia gibi bir kavram kargaşasına gittiler. Biz, Üstad Hazretlerinin dizinin dibinde yetişmiş insanlarız. Ondan bizzat hizmetin dersini, edebini, tavrını almış insanlarız. Bu durumlar karşısında Bediüzzaman Hazretlerinin bize öğrettiği tavır onların takındıkları değil, budur diye bu açıklamayı yapmak mecburiyetinde hissettik kendimizi.

 

FETHULLAH GÜLEN'E MESAJ!

 

Gülen Hareketine ve Fethullah Gülen'e ne söylemek istersiniz?

 

Üstad Hazretlerinin prensiplerine hep beraber riayet edelim. Bunu kimsenin keyfine demiyorum. Risale-i Nur hizmeti; hem Türkiyemizin, hem bütün alemi İslam'ın, tüm beşeriyetin saadeti için ve manevi Kuran hakikatlerini insanlara anlatmak içindir. Bediüzzaman Hazretlerinin hakikatler manzumesidir ve prensiplerini de Risale-i Nurun içerisine koymuştur. Risale -i Nurdan ve Bediüzzaman Hazreüerinden aldığımız derse göre bu tarz bir harekete müsaade edilmiyor. Biz tekrar Risaleleri gözümüzün önüne alalım ona göre hareket edelim.

 

Yeni Akit

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

HAK YOLUNDA MÜNAKAŞA İLE ALAKALI BEDİÜZZAMAN'IN ALTIN TAVSİYELERİ

Muhterem Kardeşlerim

 

Son aylarda meydana gelen ehl-i iman arasındaki gerginlik, maddi ve manevi zararlara sebep oluyor. Geceleri, "Yarab bu fitneleri bertaraf eyle, ehl-i iman arasında sulh nasip eyle, bizi düşmanlara rezil eyleme" diye dua ediyorum. Hazret-i Bediüzzaman'ın bu neşredilmeyen mektubunu okuyunca dayanamadım ve paylaşayım dedim.

 

1. Maalesef şu anda hem Türkiye'de ve hem de İslam aleminde Cemel Vak'asına benzeyen olaylar meydana geliyor ve bütün ehl-i imanı yaralıyor. Bir tarafta Hz. Ali'nin manasının temsil edenler ve diğer tarafta Hz. Zübeyr ve Hz. Aişe'nin manasını temsil edenler. Allah bu fitneyi başımızdan bertaraf eylesin demekle olmaz. Bizlerin çok dikkatli olması ve fitneyi çıkaranlara nazarları çevirerek ehl-i iman hakkında ifrat ve tefritlerden kaçınmamız gerekir.

 

"İstanbul siyaseti, İspanyol gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır."

(Sünuhat-Tuluat-İşarat)

 

2. Maalesef bir taraftan mütedeyyin insanlara Yezid benzetmeleri yapılırken, diğer taraftan umumu temsil eden bir siyasetçi diliyle, bütün dünyaya Kur'anı anlatan nesillere haşhaşi ithamı yapılıyor.

 

“İnadın gözü, meleği şeytan görür.

İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine ‘melek’ der, rahmeti de okutur.

Muhalif tarafında eğer meleği görse; libasını değişmiş, onu şeytan zanneder; adavet, lanet eder.” (Sözler)

 

3. Bir tarafdan beytülmala göz dikenlere ve yolsuzluk yapanlara bütün ehl-i iman olumsuz gözle baktığı gibi, karanlık güçler ve dış mihraklara alet olarak fitne çıkaran ve ülkemizi kaosasürükleyelenlere de ehl-i iman haklı bir suizan içindedir. Ancak BİZLERİN GENELLEMELERDEN ŞİDDETLE KAÇINMAMIZ GEREKMEKTEDİR. Zira bir tarafta on yılda ülkeyi Avrupa'nın ikinci güçlü devleti (Almanya’dan sonra) haline getiren kadrolar; diğer tarafta 160 küsur ülkede aylık çok az bir maaşla İslamın güzelliklerini insanlara anlatan kahramanlar var. Her ikisine de dil uzatmak, Allah'ın gazabını celbeder. Kuraklık bu umumi cinayetin neticesidir diye düşünüyorum.

*****

GELİN ‘HAKK YOLUNDA MÜNAKAŞANIN DÜSTURLARINI’ BEDİÜZZAMAN'DAN DİNLEYELİM:

 

“Ehli Hak, yalnız hak için bahse girişmeli. Hak için bahse girişen izhar-ı fazl etmez. Yalnız Hakkı arar. Hak hangi tarafta olursa olsun, kemâl-ı şevk ile alır. Hatta hak, hasım tarafında olsa, hâlis bir hakperest daha ziyâde sever. Çünkü, istifade eder. Eğer hak onun sözünde olsa, bir istifadesi olmaz. Gurura girmek de ihtimali var. Fakat hasmın elinden çıksa, hem istifade eder. Hem teslimiyyetle hakka inkiyadını gösterir. Bir fazilet dahi kazanır.

 

Hakîkat böyle iken, maatteessüf ehl-i hakda ve ulemâda hakperestlik nâmı altında, nefis perestlik işe çok karışıyor.

 

En mühim ve kudsî bir mes’eleyi, satranç oyunu gibi izhar-ı fazl yolunda ve müzakere-i ilmiyeyi, münakaşa derecesine çıkarılıp, onunla oynuyorlar. Her iki taraf kendini haklı zanneder. Her iki taraf, mâdem münakaşa sûretini alıyor, haksızdırlar.

 

Zaten kemmiyeten az olan ehl-i dalâlet, kesretli olan ehl-i hakkın şu hâlinden istifade ederek, mağlup edip, perîşan ediyorlar.

 

Hem münakaşacı iki kısım, o mes’elede hakkı göremezler. Çünkü: Nazar-ı insaf ile bakılmadığı için, tenkid nazarı hasmının yalnız çürük taraflarını ve taraftarlık cihetiyle kendi nefsinin yalnız iyilik tarafını görür, iyiliklerini onun çürükleriyle müvazene eder. Elbette bu nazar hakkı göremez, görsede tanımaz.

(Said Nursî - Barla Lahikası, Neşredilmeyen Bir Mektup)

 

 

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Cemaat kimliğini kaybetti[/h]Hükümeti hedef alan 17 Aralık sürecini Yeni Şafak'a değerlendiren Alev Alatlı: 'Cemaat, Allah rızası için kalkışılan hayırhah bir hareket vasfını yitirirken, Fethullah Hoca bilge bir mürşid olmak niteliğini kaybetti. Bilge din adamı kimliğini kaybetti.'

AYŞE BÖHÜRLER SORDU ALEV ALATLI CEVAPLADI (1) | 19 OCAK 2014, 22:37, Yeni Safak

 

 

Türkiye 17 Aralık'tan beri siyasetten ekonomiye, hukuka birçok sahayı kaplayan süreci bir final maçı seyreder gibi seyrediyor. Sosyal medya da bu maçın amigosu olarak önümüzde duruyor. Tam da böyle günlerde çok düşünülüp az konuşulması gereken zamanlarda, meselelere tarafların dışında başka bir açıdan derinlikli bakmanın önemli olduğuna inanıyorum. Dindar kesimin dışında, böyle bir ihtiyaca cevap arayışı ile bu röportaj serisi ortaya çıktı. İnanıyorum ki toplumun bütün kesimlerinde de böyle bir ihtiyaç var. Serinin ilk röportajını, 'devlet'in en çok tartışıldığı bu zaman diliminde 'En kötü devlet, devletsizlikten evlâdır' diyen Alev Alatlı ile yaptık. Bu dönemde konuşmayı 'aydın ahlâkının gereği' olarak gören ve kendisini 'laik muhafazakar' olarak tanımlayan Alatlı, 17 Aralık sürecine dair önemli sözler söyledi.

17 Aralık'tan bu yana yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz? Son durum ya da sizin hasar tespit raporunuz nedir?

Birinci tespit: Affınıza sığınarak bir atasözünü hatırlatarak, bıldır yediğin hurmalar, kışın tırmalar. Bunun daha zarif bir paraleli: bir mıh yitirdiydik, naldan olduk; bir nal yitirdiydik, attan olduk; bir at yitirdiydik, atlıdan olduk; bir atlı yitirdiydik, muharebeden olduk; bir muharebe yitirdiydik, savaştan olduk; bir savaş kaybettik, vatandan olduk. Diyeceğim şu ki, siyaset, ince ayar, süreklilik, adanmışlık, kadim değerlere riayet ister. İnşaatı en başından ve her aşamasında sıkı tutmaz, çimentosuna, demirine, statiğine özenle sahip çıkmazsanız, bina başınıza yıkılır. Murphy kanunudur, bir yerde bir çatlak varsa, o çatlak ille de büyür.

Nasıl bir çatlaktan bahsediyoruz?

Bir cam bardaktaki veya motor dişlisindeki çatlak gibi düşünün. Veya çimentodaki deniz kumu gibi düşünün. Kullanıma sürmeden önce tesbit edemez yada tesbit ettiğinizde görmezden gelmeyi yeğlerseniz, o ürün tüketicisinin elinde patlayacaktır. Kalite kontrol zaafiyetinin bedeli vardır, eninde sonunda ödenir. Murphy kanunları sosyal oluşumlarda da geçerlidir. İtinasız bir tüzük, bir yasa, ille de patlar. Yanlış atama, kurum patlatır.

Bunu iktidar tarafına mı söylüyorsunuz?

İktidar, muhalefet, cemaat, STK'lar, üniversiteler, ordu, sayın artık... İktidar, yaptıkları kadar, yapmadıklarından da sorumludur. Bu bağlamda iktidar, Fethullah Hoca'nınki veya değil, cemaatlerden de sorumludur. İktidarın falsosu kendi siyasi partisinden öte, diğer tüm kurumlara ve nihayet devlete mâl olur. İnce ayar, süreklilik, adanmışlık şiar olacak; iktidar, ülkenin esenliği için falso yapmayacak. Kural budur.

MASONİK KAPALI KUTU

Bu süreçte 'cemaat'i nasıl görüyorsunuz?

Cemaat, masonik ölçülerde kapalı kutu. Ülküsünden başlayarak, örgütlenme biçimine, malî kaynaklarına kadar söylentiden öte hiçbir şey bilmiyoruz. Bakın, bencileyin laik muhafazakarlar, bizler, Müslümanların neden muhtelif mürşidlerin yönetiminde bölük bölük ayrıldıklarını anlayabilecek kadar dini hassasiyetlere vakıf değilizdir. Fethullar Hocaefendi ne der de, yetki alanı, örneğin, bir rahmetli Muzaffer Hoca'dan ya da ne bileyim Cüppeli'den ayrışır? Ancak, kimliğimiz icabı, Türk İslam davasına hizmet eden bir harekete saygı duyar, içten içe de olsa, destek veririz. Hatta, Türk dilinin deniz aşırı ülkelere taşındığını görmenin saklı bir gururu, Lozan'da bile tümüyle kurtulamadığımız misyoner okullarının rövanşının alınıyor olması gibi bir izlenimin inceden keyfi, hizmet erlerine duyulan samimi takdir de vardır. Ancak, tümüyle Allah rızası için girişildiğini kabul ettiğimiz bu hareketin bizim bildiğimiz İslami kurallara riayet etmeyebildiğini hissettiğimiz durumda, işkillenmemiz var. Teyakkuza geçmemiz var.

Mesela? Nedir sizin gibi laik muhafazakarları teyakkuza geçiren?

Mesela, Türkmenistan Devlet Başkanı müteveffa Saparmurat Türkmenbaşı'nın 'Ruhnâme' adlı kitabına Kur'an-ı Kerim muamelesi yapanlara Hocaefendi tarafından 'One munite!' çekilmediğini gördüğünüzde duralıyorsunuz. Müteveffanın TV'de 'Kim ki Ruhnâme'yi üç kez hatmeder; dosdoğru cennete vasıl olur' mealindeki hezeyanına, Türk okullarına sahip çıkıyor diye bigane kalındığında, yok sayıldığında, işkilleniyorsunuz.

HAYIRHAHLIĞI KAYBETTİLER

Sadece Ruhnâme mi?

Ruhnâme aklıma gelen ilk örnek. Ruhnâme ile başveren çatlak, farzımuhal, 'Müslümanların ayıplarını (ve gizli şeylerini) araştırmayın' buyuran ayeti, efendim, 'Birbirinizin özel ve mahrem hayatını araştırmayın' mealindeki hadisi ıskalayarak büyür. Nitekim, Fethullah Hoca'nın bizzat kendisi huzuruna gönderilen kasetlerden bahsedebilmiştir. Meğer ki, Türkiye'yi darülharp sayıyor olsun, bir dini cemaat mensubunun diğer bir Müslüman'ın ayıbını, bırakın örtmeyi, kasede kaydetmesi, yetmedi, afişe etmeyi aklından geçirmesi bile bencileyin muhafazakâr tipleri rencide eder, hatta terörize eder. O kasete dokunanın eli yanar sanırsınız ama anlaşılan öyle değil. Daha onlarca örnek verilebilir. Sonunda çatlak büyümüş, yarığa dönüşmüştür.

Peki cemaat bu süreçte kaybetti mi? Ya da 'ne kaybetti' diye sorsam...

Cemaat, Allah rızası için kalkışılan hayırhah bir hareket vasfını yitirirken, Fethullah Hoca bilge bir mürşid olmak niteliğini kaybetti. Bilge din adamı kimliğini kaybetti. Bundan sonra atabileceği bence en makul ve saygın adım, cübbeyi çıkarıp aleni siyasete soyunması, kendi siyasi partisini kurması olur. Müridleri anlatıldığı kadar mebzul ve örgütlü ise, başarı şansı da yüksek olacaktır. Böyle bir girişim ellerini de rahatlatacak, muhafazakarların eleştirilerini de bertaraf edebilecektir. Din adamında kabul edilemez olan, dünyevi siyasette makul görülür çünkü.

Lanet seansı kanımı dondurdu

Dünyada daha ılımlı bir İslam modelinin temsilcisi olarak bilinen cemaat neden bu algısını feda etti?

Önce, şu 'ılımlı İslam' kavramına açıklık getirelim. Benim ılımlı İslam'dan anladığım, Batı ile iyi geçinen İslam değildir. Olsa olsa, Allah'ın güzel isimleri arasında mesela 'Kahhar'ı ve 'Müntakim'i değil de 'Rahman'ı, 'Rahim'i öne çıkaran, iyiliği, güzelliği, şefkati vurgulayan, yani Yunus Emre referanslı Anadolu İslamı olur. Cemaatin kapalı kapıları ardında ne olduğunu bilemem. Fakat ne yazık ki, o meşhur lanet seansı, geçiştirilebilecek gibi değildir.

BİR SAİT MOLLA FİGÜRÜ...

Bir din adamının dua etmesi kadar beddua etmesi de normal görülemez mi? O sahne sizde nasıl bir duygu uyandırdı?

Kanım dondu. Ve hayır, eğer Müslüman bir din adamından bahsediyorsak, beddua etmesi ve vokaldeki amin sesleri normal görülemez. Dahası, Risale-i Nur'da, Yezid'e bile lanet getirmenin uygun görülmediği söylendiği için daha da korkutucu. Bizim -bizim derken, amatör Müslümanların- anlayışında, her şerde hayır inancı hakimdir. Konjonktürel kötülüğü Allah'a havale edersiniz. Ancak lanet yağdıran din adamlarını normal göremeyiz. Bir de bakın, benim akran ve/veya ekürime dini inançları istismar eden sahtekâr hocalara karşı teyakkuz öğretilmiştir. İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin kurucusu Sait Molla tipolojisinin istikrahıyla büyümüş olduğumuz bir gerçektir. O yıllarda İngiliz Yüksek Komiserliği'nde üniforma ile dolanan Papaz Frew diye bir ajan vardı. Frew, Sait Molla'yı 300 lira maaşa bağlamış, zamanın Adalet Bakanlığına müsteşar tayin ettirmişti. Bir de şurayı devlet azası yapmıştı ki hayır kurumu kisvesi altında İngiliz himayesinin bayraktarlığını yürütebilsin. Sait Molla figürünün günümüzdeki telmihini düşünebiliyor musunuz?

İMAJI DERİN YARA ALDI

Çağdaş örnekler var mı?

Bu tipolojinin güncel örneklerine hiç girmeyelim de asabımız daha fazla bozulmasın. Bunların batı dünyasındaki karşılıkları: Evangelistler, Yehova Şahitleri, ağızlarını nefret ve lanete açan Hellfire, Brimstone vaizleri. Lanet seansının bende uyandırdığı duygu: şok! Bütün bu imajların beynime üşüşmesi ve şok. Yo, hayır. Bu topraklarda görmek isteyeceğim, kabul edebileceğim bir sahne değildir bu. Bizim bağlandığımız İslam'ın ruhunu muazzep eden bir duruştur. Kabul edilemez. Bir de üstüne amin çekilmesi. 'Dervişin fikri neyse zikri de odur' düsturu belleğimize kazınmışken, karşı tavır almamamız mümkün değil. Uzun sözün kısası, cemaatin imajı maalesef derin bir yara almış, Mr. Murphy bir kez daha doğrulanmıştır. Bir yerde bir çatlak varsa o çatlak ille de büyür.

Aldatıldım

Cemaat bir siyasi parti kursa oy verir misiniz?

Hayır. Açıklayacağı programına sempati duysam dahi, şahsen benim elim oy vermeye gitmez, çünkü bireysel olarak aldatılmışlık duygusu ile mâlulüm. Ve çok müteesirim, çünkü Fethullah Hoca'nın şahsında bilge Müslüman figürü olabilecek olan bir otoriteyi yitirdiğimi hissediyorum. Şu kadarcık tarih bilgim varsa, medeniyetlerin taşıyıcı unsurlarının, yani dini yada dünyevi otoritelerin, yüzsuyu hürmetine ayakta kaldıklarını bilirim. 21. Yüzyıl'da bir Selahattin Eyyubi'nin çıkmasını beklemek hayaldir elbet. Ama İslam'ın sulh temelli söylemlerinin hayata geçirildiğini görmek istemek şöyle dursun, hele de sosyalist ideallerin aşındığı bir dünyanın İslam'ın sesine ihtiyacı olduğunu hissederim.

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

20 Ocak 2014 Pazartesi 10:42

[h=1]Bu kavga asla 'Nurcu-Milli Görüşçü' kavgası değil[/h]

Ali Bulaç, Ak Parti-cemaat gerilimini anlattı

Risale Haber-Haber Merkezi

Ali Bulaç, Ak Parti-cemaat arasında yaşanan gerilimin "asla 'Nurcu-Milli Görüşçü' kavgası" olmadığını söyledi.

Zaman'daki yazısında Türkiye'nin, İslam âleminin en önemli sac ayaklarından biri olduğuna dikkat çekerek yaşanan gerilimin meydana getirdiği tabloyu yazdı:

"Bu ayak kırılırsa İslam âlemi büyük zarar görür. AK Parti-cemaat geriliminde gönüller kırıldı, dil ve üslup sertleşti, hak ve hukuk çiğnendi, kardeşlik zedelendi. Birbirimizi “şeytan”, mutlak kötülük, nefret objesi görmeye başladık. Birtakım adamlarımız devşirildi. Entelektüellerimiz, akademisyenlerimiz orman vasfını kaybetmiş arazi gibi çölleşti. Bu gidiş herkese büyük zararlar verecek. Elinde savaş baltası olanların attığı naralar ortalığı kapladı, makul sesler giderek kısılıyor. Pratikler değil inançlar, akideler saldırıya maruz kalıyor. Bölge ateş çemberinde, biz de mahallemizi ateşe veriyoruz. Bu kavga asla “Nurcu-Milli Görüşçü”, “radikal-ılımlı” kavgası değil. Bugün iktidar tarafında yer almış gibi görünenler, dün Süleymancılara, Nurculara, Milli Görüşçülere de karşıydı."

Herkesin "sulh"u seslendirmesi gerektiğini ifade eden Bulaç, yazısını şu cümlelerle tamamladı: "Gelin sıra siyah ineğe gelmeden aklımızı başımıza alalım. Herkes, Anadolu’nun en ücra köşesinde yaşayan her sorumlu mü’min, ateşin üzerine bir bardak su dökmeye çalışsın; sabrı, kardeşliği öne çıkarsın; diyalog, sulh ve salahı seslendirsin."

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

20 Ocak 2014 Pazartesi 13:02

Risale-i Nur'da, Yezid'e bile lanet getirmek uygun görülmüyor

 

 

Alatlı, Risale-i Nur'da, Yezid'e bile lanet getirmenin uygun görülmediğinin yer aldığını söyledi

Risale Haber-Haber Merkezi

Yazar Alev Alatlı, Risale-i Nur'da, Yezid'e bile lanet getirmenin uygun görülmediğinin yer aldığını söyledi.

Yeni Şafak'tan Ayşe Böhürler'e konuşan Alatlı, "Bir din adamının dua etmesi kadar beddua etmesi de normal görülemez mi? O sahne sizde nasıl bir duygu uyandırdı?" sorusunu şöyle cevapladı:

"Kanım dondu. Ve hayır, eğer Müslüman bir din adamından bahsediyorsak, beddua etmesi ve vokaldeki amin sesleri normal görülemez. Dahası, Risale-i Nur'da, Yezid'e bile lanet getirmenin uygun görülmediği söylendiği için daha da korkutucu. Bizim -bizim derken, amatör Müslümanların- anlayışında, her şerde hayır inancı hakimdir. Konjonktürel kötülüğü Allah'a havale edersiniz. Ancak lanet yağdıran din adamlarını normal göremeyiz."

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Bize operasyonu cemaat yaptı[/h]Cem TURSUN / DHA

21 Ocak 2014

 

 

 

[h=2]Aziz Yıldırım, ilk kez isim vererek ağır suçlamalarda bulundu, ‘kumpas var' dedi... Fenerbahçe Başkanı, “Bunların hepsini Gülen cemaati mi yaptı!” sorusuna, “Evet, zaten 17 Aralık sonrası savcıları, polisleri, hakimleri cemaatçi diye görevden aldılar. Beni Ergenekon’dan içeri atamadılar, şikeyi uydurdular” dedi.[/h]

FENERBAHÇE Başkanı Aziz Yıldırım, Fransa’nın Cannes kentinde The Wall Street Journal’ın sorularını yanıtladı... Yargıtay tarafından hakkında şike, teşvik primi vermek ve örgüt kurmak suçlarından hapis cezası onanan Yıldırım, kendisine ve Fenerbahçe’ye kumpas kurulduğunu iddia etti...

 

Aziz Yıldırım, Ergenekon ve Balyoz davalarında olduğu gibi şike davasının da aynı kumpasın bir sonucu olduğunu belirterek, yeniden yargılanma gibi bir ümidinin olmadığını dile getirdi. Yargı kararına da saygı duymadığını sözlerine ekleyen Yıldırım, “Bunların hepsini Gülen cemaati mi yaptı?” sorusu üzerine şunları söyledi...

AKP CEMAATLE BİRLİKTE İKTİDARA YÜRÜDÜ

EVET, son 11 yıllık süreç içerisinde Ak Parti, cemaatle iç içe Türkiye’de iktidara yürüdü. Sayın Başbakan 17 Aralık’taki beyanında “Paralel devlet var ve cemaat bu paralel devleti yürütüyor” dedi.

Bu savcıları, hakimleri, polisleri, hepsini görevden aldılar, “Bunlar cemaatçi” diye...

O zaman bütün bu operasyonları, bizim operasyon dahil olmak üzere cemaat yapmıştır. Önemli olan benim vicdanlarda aklanmamdır.

Kurulmuş İstiklal mahkemelerine benzeyen bu yargının kararlarına saygı duymuyorum. Onun için de vicdanen rahatım ve ülkeme hapis yatmaya gidiyorum. “Kaçtı” diyenler özür dilemeliler.

Zaman içinde Fenerbahçe’nin haklılığı ortaya çıkacak.

Şike Davası iktidarı ele geçirme amaçlı bir yargının eseridir. Beni Ergenekon’dan içeri alamadılar, Şike Davasını uydurdular. Şike Davası delilleri sahte, tutarsız.

YENiDEN BiR ADiL YARGILAMA YAPILIRSA MEMNUN OLURUZ

F.BAHÇE Atatürkçü bir takım, taraftara müdahale olmaz. Sandıkla geldim, sandıkla gitmiyorum, bu demokrasi ayıbıdır. Yeniden adil yargılama olursa memnuniyetle karşılaşırız.

Bu politik, siyasi kararın alınmasının neticesi, 2011 yılında bazı dış güçlerin Türkiye’de yapmış oldukları operasyonların devamıdır.

Bu operasyon Türkiye’de Ergenekon, Balyoz, Oda TV, Cübbeli Ahmet, casusluk dosyalarını yöneten bu özel yetkili mahkemeler Türkiye’de bütün yüksek tepeleri düz hale getirmek, ve Türkiye’de bütün her şeyi kendi ellerine alabilen bir iktidarı yaratmak için yapılmış bir muhakeme sistemidir.

YILDIRIM’DAN KARARA İTİRAZ

F.BAHÇE Başkanı Aziz Yıldırım Yargıtay’ın şike kararına itiraz etti. Aziz Yıldırım’ın avukatı Köksal Bayraktar dün Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurarak “karar düzeltme” talebiyle itirazda bulundu.

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Aziz Yıldırım'dan flaş düzeltme

 

İSTANBUL (CİHAN)

21 Ocak 2014

 

 

Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım, The Wall Street Journal gazetesinde çıkan röportajına ilişkin, "Sözlerim bir camianın hedef alınması gibi gösterilmeye çalışıldı." dedi.

 

Aziz Yıldırım, kulübün resmi internet sitesinde yayınlanan yazılı açıklamasında şu ifadelere yer verdi: "The Wall Street Journal muhabiri ile bugün (20 Ocak 2014) yapmış olduğum röportajda yer alan açıklamalarımın, bir takım yazılı ve görsel medya kuruluşları tarafından içlerinden bazı bölümleri seçilmek suretiyle kamuoyuna servis edilerek, sadece belirli bir camianın hedef alınması gibi gösterilmeye çalışıldığını tespit etmiş bulunmaktayım. Bu nedenle, röportajımın anlam bütünlüğünü yitirmemesi ve suistimallere yer verilmemesi açısından bir bütün olarak okunup değerlendirilmesi gereğini kamuoyundan rica ederim."

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=3]“Değerlerimiz ve duruşumuz değişmedi..”[/h][h=1]Hocaefendi, The Wall Street Journal'a konuştu[/h]

21 Ocak 2014

The Wall Street Journal'a özel açıklamalarda bulunan Fethullah Gülen Hocaefendi, değer ve duruşlarının değişmediğini belirterek eğer bir ittifaktan söz edilecekse bunun ‘demokrasi, insan hakları ve özgürlükler’ etrafında olabileceğini söyledi.

 

Hocaefendi, “Değerlerimiz veya duruşumuz değişmedi. Siyasi aktörlerin duruşunun veya hareketlerinin eski hareketlerine uyup uymadığına Türk insanı karar vermeli” ifadesini kullandı. "Türk halkının, son iki yıldır demokratik sürecin tersine dönmüş olmasından dolayı üzüntülü" olduğunu vurgulayan Gülen, koplo ve paralel devlet iddialarını ise reddetti. Hocaefendi, ideoloji, sempati, dünya görüşüne göre yapılan tasfiyelerin, şimdiki hükümetin sonlandırmaya söz verdiği geçmişin uygulamaları olduğuna dikkat çekti.

İşte WSJ'de yayımlanan röportaj:

1. Başbakan son zamanlarda size ve Hizmet oluşumuna sık sık saldırdı. Artık AKP ile ittifakınızın tamamen bittiğine inanıyor musunuz?

Eğer bir ittifaktan bahsedilecekse bu demokrasi, insan hakları ve özgürlükler etrafında olur -siyasi partiler ya da adaylar için olmaz. 2010 yılındaki Anayasa referandumunda Avrupa Birliği'ne üyelik şartlarına paralel yapılan demokratik reformları daha önce CHP yapmış olsaydı, onları destekleyeceğimi söylemiştim.

Hizmet üyeleri de dahil Türk halkının büyük kesimi demokratikleştirme reformları yaptığı, ordunun siyasiler üzerindeki vesayetine son verdiği ve Türkiye'yi AB'ye giriş sürecinde ileriye götürdüğü için AKP'yi destekledi. Doğru olduğuna inandığımız ve demokratik ilkeler ile aynı paralelde olan şeyleri her zaman destekledik. Ancak aynı zamanda yanlış olarak gördüğümüz ve bu ilkelere ters olan şeyleri de eleştirdik.

Değerlerimiz ve duruşumuz değişmedi. Demokrasinin savunucuları olmaya devam edeceğiz. Siyasi aktörlerin önceki sicillerine uyumlu duruşu ve icraatları ile ilgili karar Türk halkı ve tarafsız gözlemciler tarafından verilmeli.

2. Erdoğan ile bir on yıllık bir ittifak kurdunuz – liderliği döneminde sizi en çok üzen şey ne oldu?

Tekrar netleştirelim, ittifaktan bahsedilecekse bu değerler ve ilkeler etrafında olur. AKP dönemi boyunca demokratikleşme reformlarını destekledik ve anti-demokratik hareketleri eleştirdik ve bunlara karşı çıktık. Örneğin 2005 yılında terör suçlarını oldukça geniş tanımladığı ve özgürlükleri riske sokacağı için anti-terör taslağını eleştirdik.

2003 ve 2010 döneminde genel trend demokratik reformlara yönelik oldu ve Türk halkının büyük kesimi bu reformları destekledi. 2010 yılındaki Anayasa referandumunun yüzde 58 oranında kabul oyu alması bunun bir kanıtıdır. Ayrıca Türkiye geçen 15 yılda ekonomik ve demokratik ilerleme de kaydetti.

Bu demokratikleşme reformlarının devam etmesini isterdik. 2010 yılındaki anayasa değişikliklerini "iyi ancak yeterli değil" sloganı ile destekleyen Türk halkı geçen son iki yıl içerisinde demokratik ilerlemenin tersine dönmüş olmasından üzüntü duyuyor. Yeni, sivil ve demokratik bir anayasa demokratik kazanımları sağlamlaştıracak ve Türkiye'yi AB'nin demokratik değerlerine bağlayacaktır. Maalesef bu çaba şu an terk edilmiş durumda.

3. Başbakan'ın polis gücünün lider kadrosunda yaptığı değişiklikleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Polis gücünün üyeleri veya hükümetin diğer üyeleri ülkenin kanunlarını ya da kurumların kurallarını ihlal ederse kimse bu tarz hareketleri savunmaz ve bu hareketler yasal ve kurumsal soruşturmaya tabi tutulmalı. Ancak bu kişiler yasadışı bir şey yapmamışsa ve kurumların kurallarını ihlal etmemişse ve sadece sahip oldukları dünya görüşleri veya eğilimleri nedeniyle fişlenmiş ve ayrımcılığa tabi tutulmuşlarsa bu tarz muameleler demokrasi, yasal kurallar ve insan hakları ile örtüşmez.

Sahip oldukları ideoloji ve dünya görüşleri, duydukları sempati nedeniyle kişilerin yerlerini değiştirmek ve tasfiyeler yapmak şu anki iktidar partisinin geçmişte seçimler öncesinde bitirmeyi vaat ettiği bir şeydi. Daha birkaç ay öncesine kadar kahraman olarak alkışlanan yargı ve polis gücü üyelerinin soruşturma yapılmaksızın kışın ortasında görev yerlerinin değiştirilmesi de ironik bir durum.

4. Hizmet oluşumunun öğrencilerini polis ve yargıda kariyer yapmaları için cesaretlendirmesinin sebebi nedir?

Öncelikle soruda bir düzeltme yapalım. Yalnızca kişisel savunmam ile ilgili konuşma yapabilirim ve bu savunmam genel olarak tüm Türk halkını kapsıyor. Toplum için sağlam temeller oluşturmak ve bireyleri yetiştirmek için en iyi yolun her zaman eğitim olduğuna inandım. Her sosyal sorun bireyden başlar ve uzun vadede birey seviyesinde çözülebilir. Birey ihmal edildiğinde sistemik, kurumsal veya siyasi çözümler başarısız olmaya mahkumdur. Bu nedenle benim ilk ve en öncelikli taraftarlığım eğitim içindir.

Bu nedenledir ki benimle aynı düşünceleri paylaşanlar yurtlar, sınava hazırlık merkezleri, özel okullar ve ücretsiz özel eğitim merkezleri kuruyor. Bu kurumlar toplumun geniş kesiminin kaliteli eğitime ulaşmasını sağlıyor ki şimdiye dek kaliteli eğitim seçkin birkaç kişi için mümkündü.

Türk halkının, toplumunun tüm kesimleri ve ülkelenin tüm kurumları içerisinde temsil edilmesini teşvik ettim. Çünkü bu kurumların toplumdaki çeşitliliği yansıtması önemli. Ancak öğrenciler ve aileleri tarafından yapılan seçimler birçok faktörce şekilleniyor. Bu faktörler içerisinde istihdam fırsatları ve yukarı yönlü hareketlilik ihtimali bulunuyor. Benim savunmamın bu ailelerin değerlendirdiği bir faktör olarak ne kadar etkili olduğundan ise emin değilim.

Hizmet üyeleri tarafından açılan kurumlara gelirsek, mezunlarının kariyer seçimleri ile ilgili tam bir tahakkuka sahip değilim. Ancak düşündüğünüzün aksine bahsettiğiniz alanlarda (polis ya da yargı) kariyer yapmayı düşünen öğrenciler için potansiyel sebep, bu kurumlardan mezun oldukları için tarih boyunca ayrımcılığa maruz kalmış olmaları olabilir.

5. Hükümet, darbe planlamakla suçlanan askerler için verilen mahkeme kararlarının gözden geçirilebileceği yönünde sinyal verdi. Taraftarlarınıza karşı yeni bir ittifak kurmakta olduklarından endişe duyuyor musunuz? Buna karşı stratejiniz ne?

Yasal süreç içerisinde, yeni deliller ışığında veya yanlış yapıldığı yönündeki kanıtların ortaya çıkması durumunda yeniden yargılanmak evrensel insan hakkıdır. Yeni deliller ortaya çıkarsa veya yasal sürecin kusurlu olduğu anlaşılırsa yeniden yargılanma yasal bir hak olur. Hiç kimse masum bir insanın haksız yere cezalandırılmasını istemez.

Ancak niyet binlerce duruşmanın hükümlerini tamamen feshetmekse bu tarz bir hareket yargı sisteminin güvenilirliğine zarar vereceği gibi son on yılda elde edilmiş demokratik kazanımları da tersine çevirir. Böylesi bir hareketi, Türk tarihinde ilk kez darbe faillerinin sivil mahkemelerde yargılanmasının önünü açan 2010 yılındaki anayasal değişikliklere evet demiş Türk nüfusunun yüzde 58'lik kesimine açıklamak da çok zor olur. Ayrıca yıllarca bu duruşmaları demokrasinin bir zaferi olarak sunan ve bu yargılamalarda yer alan savcı ve hakimleri alkışlayan şu anki hükümetin liderleri için de bir ironi yaratır. Ordu yönetimini sivil otoriteye boyun eğdirdikleri için siyasi liderlerin övündüğüne yer veren haberler de yapıldı.

Bu duruşmaları güvenilmez olarak lanse eden ve yargı içerisinde belli bir gruba bağlayan söylem siyasi liderlerin on yıllık yönetimleri boyunca ortaya koydukları söylemle de tam bir tezat oluşturur. Burada bir samimiyetsizlik de var. KCK/PKK örgütlerinin terörist eylemlerinde istihbarat üyelerinin katılımı ile ilgili bir savcının Milli İstihbarat Teşkilatı müsteşarını sorgulamak istemesinin hemen ardından çıkartılan bir kanunla müsteşarla ilgili soruşturmalar için başbakanın onayının alınması zorunluluğu getirildi. Her ne kadar iktidar partisinin bunu yapma gücü olsa da suçlanan genelkurmay başkanı ya da ordu komutanlarına aynı korumayı getirecek benzer bir yasa geçirmediler. Bu tutarsızlık yeniden yargılanma ile ilgili son zamanlarda ortaya çıkan söylemlerin askerler için adaleti uygulama isteğinden çok siyasi motivasyon olduğunu gösteriyor.

Eğer uygulanırsa bu hareket son on yıldaki demokratik reformlara darbe indirmek olur. Demokratik kurumlar üzerinde ordu vesayetini kaldırmak için atılan adımlarda dramatik bir dönüş olur. Türk tarihinde yarım yüzyıl içerisinde dört seçilmiş hükümetin görevine askeri darbe ile son verildi.

6. Hükümet, siyasi duruşları Erdoğan'ınkinden farklı olduğu için Koç'tan Doğan'a bir kısım iş dünyasını hedef aldı, vergi cezaları ile vurdu. Son gelişmelerin ışığında Hizmet taraftarlarının başında bulunduğu firmalara yönelik bir tehdit görüyor musunuz?

Yapılan haberlere baktığımda bahsettiğiniz hususun bir tehlike olmaktan çıkıp bir gerçeğe dönüştüğünü öğreniyorum. Koza grup, İstikbal grup ve Banka Asya; çeşitli sıradışı denetlemelerle, cezalarla, izin iptalleriyle ve beklenmedik devasa fon çıkışlarıyla hedef alındı. Bank Asya'da yaşanan devasa fon çıkışları, İktidar partisine yakın haber kanallarının olumsuz haber kampanyaları ardından gerçekleşti.

7. Cumhurbaşkanı Gül, muhafazakarlardan liberaller ve Hizmet oluşumuna kadar farklı kesimleri bir araya getirebilecek ılımlı bir lider görünüyor. Gül liderliğindeki bir AKP'yi mi desteklerdiniz yoksa cumhurbaşkanı olarak ülkeye daha fazla yardımcı olabileceğini mi düşünüyorsunuz? Erdoğan ile kıyaslandığında Gül'de daha olumlu bir duruş buluyor musunuz?

Her zaman tüm siyasi partilere aynı yakınlığı göstermeye çalıştık. Bir sivil toplum hareketi olarak hiçbir zaman tek bir partiyi ya da adayı desteklemedik. Ancak Hizmet içerisinde bireyler bazı partileri kendi inançlarına ve değerlerine daha yakın görerek kendi özgür iradeleri ile onları destekledi.

Gül şu an bizim cumhurbaşkanımızdır. Adının yer aldığı gelecekteki senaryolar ile ilgili spekülasyonlarda bulunmak uygun olmaz.

8. Medya içerisinde bir çok destekçiniz son haftalarda CHP ile ilgili daha pozitif bir tutum sergiliyor – gelecek seçim sürecinde CHP ve Hizmet arasında bir ittifak olabileceğine inanıyor musunuz?

Tekrarlamak gerekirse, bir siyasi parti ya da aday ile hiçbir zaman ittifak kurmadık. Desteğimiz ya da eleştirilerimiz her zaman değerler etrafında olur. Bu tarz bir ittifak gelecekte de yapılmayacak. Bir sivil toplum aktörü olarak toplumdaki herkese açık olmamız bir zorunluluk. Ancak değerlerimiz net. Demokrasi, evrensel insan hakları ve özgürlükler, şeffaf ve hesap sorulabilir hükümetler bu değerlerimizin arasında.

Fırsatlar sunulduğunda Hizmet üyeleri diğer vatandaşlar gibi kendi değerleri çerçevesinde kararlarını verecektir. Temel değerleri paylaşan insanların yapacağı seçimler aynı çizgide olabilir.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

Asil darbeciden mektup var

 

 

Büyük tiyatro”ya artık bir son vermenin vakti geldi. Cesur ve mert kalem olmanın avantajı, vicdanını ve insanlığını kaybetmemiş olanların size ulaştırdığı hayati bilgilerdir. Satın alınmış kalemlerin yazamayacağını sizin yazabildiğinizi bildikleri için tarihin akışını değiştirebilecek istihbaratlar size ulaşır. AK Parti ve camia arasındaki gerginliğin asıl sebebinin bir "postu kurtarma” mücadelesi olduğunu biliyordum. Ancak kesin kanıta sahip değildim. Gerçekleşen darbenin asıl merkezinde görev yapmış bir subay bugün bir mektup gönderdi ve işin arkasında kimin olduğunu açıkladı. Kripto merkezlere giren ve darbe toplantısına katılan subay, bu mektubu bana göndererek darbeyi tutan elleri gösterdi.

 

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti Hükümeti, cemaat veya uluslararası ortak bir komplo ile değil, 3. Ordu’da hazırlanan bir darbe planı ile devrilmeye çalışılıyor. Askerlerin hiç konuşmamasından ve sanki son krizle hiç ilgilenmiyormuş gibi yapmasından kuşkulanıyordum. Gerçi Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın ahmak "kumpas” tweet’inin abartılarak Genelkurmay Başsavcılığı’nın Ergenekon ve Balyoz sanıklarını kurtarmak için suç duyurusunda bulunması, görenler için müthiş paslaşmaya delildi.

 

 

Genelkurmay başkanı Orgeneral Necdet Özel’in Türkiye gazetesine verdiği röportaj ile darbe başladı. 17 Aralık ve 25 Aralık 2013 "Büyük Rüşvet ve Yolsuzluk” operasyonları, darbeyi engelleyemedi. *Cuntacı yapı, Özel Harb’in uyuyan hücrelerini son iki yıldır uyandırmış ve kendi ifadeleri ile "kurtuluş veya istiklal savaşı” veriyor. Kurmay paşalara düzenli olarak brifing ve görevler verilmiş durumda ve 3. Ordu’da yapılan bir toplantıda, "bu iş bitti, biz tüm planlarımızı ve çalışmalarımızı yaptık , hiç endişeniz olmasın ülkeyi AK Parti ve cemaatın elinden kurtaracağız” denilmiş. Teyakkuza geçirilen tüm sivil birimlerle özel harp inanılmaz ve ustaca bir siyasi infaz yapıyor. Başbakan Erdoğan, tıpkı Süleyman Demirel’in 28 Şubat "Postmodern” darbesinin başına geçmesi gibi "Yeşil 28 Şubat Postu Kurtarma” darbesinin başına geçti.

 

 

Tam bir paralel devlet olan ve 12 yaşlı emekli paşadan oluşan Milli Birlik Komitesi başkanı, eski Özel Hareketler Komutanı Sabri Yirmibeşoğlu’nun onayladığı cunta ekibi başında tanıdık bir isim var. Darbeyi, kamuoyunda Erzincan komplosu diye bilinen, bu nedenle hakkında Ergenekon’da dava açılan, ancak ifadesi 2 yıl alınamayan Orgeneral Saldıray Berk yönetiyor. Şahsen Bakü’de askeri ataşe iken 1998’de tanıştığım Berk’i cemaatın Türkiye düşmanı olmadığı konusunda ikna ettiğimi düşünüyordum, yanılmışım. Berk, Erzincan’da oynadığı "Alevi oyunu” ve cemaat evlerine silah koyup "terörist örgüt gösterme planı” ile deşifre olmasına rağmen, Genelkurmay’da planlama yapmaya devam etmiş. Fişlemeyi asla bırakmayan, MİT’deki özel harp ekiplerini kullanan şebeke zaten fişleme anayasaya aykırı laflarını bugüne kadar hiç iplemedi, bugün hiç takmıyor. Fişleme için hiç bir devlet kurumu ve yetkilisinden özel izne ihtiyaç duymayan cunta ekibi, medya, siyaset, akademisyen kanadında tüm gücünü kullanıyor.

 

 

Erzincan – Ergenekon davasının bir numaralı sanığı 2010 yılında Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk’in kısa adı EDOK olan Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanlığı’na atandığını herkes biliyor. Peki bilinmeyen, daha doğrusu pek hatırlanmayan önemli bir bilgi vardı. Hürriyet, 21 Haziran 2004 tarihli nüshasında rahmetli Yener Süsoy’untarihi söyleşini yayınladı. Söyleşiyi veren kişi emekli korgeneral İzzettin İyigün’ündü. Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki takma adı "çift beyinli” olan emekli Korgeneral İyigün bakın o gün neler anlatmıştı:

 

 

" 28 Şubat’ta Sincan’da tankları yürüten, balans ayarını yapan benim. Öncesinden ne Karadayı’nın haberi vardı, ne de Çevik Bir’in. Sadece 3 kişi biliyorduk: Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Doğu Aktulga, Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal ve ben. O tarihte EDOK Komutanı’ydım, zırhlı tümen bana bağlıydı.”

 

 

O zırhlı tümen halen EDOK Komutanlığına bağlıdır. Sadece o tümen değil, Türkiye’deki tüm zırhlı birlikler, kara havacılık komutanlığı, komando birlikleri, askeri okullar vb. tüm unsurlar EDOK Komutanı’na bağlıdır. EDOK Komutanı bir anlamda ikinci kara kuvvetleri komutanı gibidir.

 

 

Bu koltuğa Orgeneral Saldıray Berk 2010’da oturdu ve ilk işi cemaatı MİT’de terör örgütü listesine aldırıp, 4800 cemaat üyesini takip ettirmek oldu. Zira asıl meselenin Erzincan’daki tarikat soruşturması değildi, artık sağır sultanda biliyordu. Bu sebeple suçlamaların merkezinde "İrtica İle Mücadele Eylem Planı” bulunuyordu. Berk’in, Hükümetin sivil toplum kuruluşu kabul ettiği tarikatlara dokunması ile AK Parti arasında anlaşma zemini arandı. MİT üzerinden "Sarı Öküz” formulü bulundu. Berk, "sen bana cemaatı ver, diğer cemaatler senin olsun” pazarlığı yaptı ve istediğini aldı. MİT’in kullanıldığı bu planda KCK’da "7 Şubat krizi” bizzat emekli Berk tarafından planlandı ve AKP ile cemaat arasında kırılma tezgahlandı. Berk, başbakana olan hıncını ve cemaat nefretini sivil hayata taşıdı. Neden mi?

 

 

Berk, 20 Mayıs 2008 günü PKK’lı teröristler tarafından 1993’te 33 kişinin öldürüldüğü Kemaliye’nin Başbağlar Köyü’nde düzenlenen törene katıldı. O dönem Üçüncü Ordu Komutanı olan Berk, helikopterin gelmesini beklerken iddiaya göre vatandaşlara "Başbakanın memleketi sattığını da biliyor musunuz?” dedi. İddianın internet sitelerinde yayınlanması üzerine 20 Temmuz 2010 günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatı Fatih Şahin, Orgeneral Saldıray Berk hakkında ’Kamu görevlisine hakaret’ ettiği gerekçesiyle Ankara Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulundu. Berk, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret ettiği iddiası ile 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı. *2011’de emekli edilen Berk, Emekli Orgeneral Saldıray Berk, "terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla ilk kez Yargıtay’da hakim karşısına 14 Haziran 2012’de çıktı. Berk soruşturma açılması kararında Ergenekon terör örgütünün Erzincan lideri olmakla suçlandı ve 7.5 ila 15 yıl arasında hapis cezası istendi. Halen dava devam ediyor.

 

 

Berk’in geride bıraktığı planı devralan, hükümeti düğmeye basıldıktan sonra 6 ay içinde düşürme planı yapan cunta ekibinin ilk hedefi *Fethullah Gülen ve cemaatını AK Parti’den tamamen ayrıştırmak. Bu amaçla Hizmet Hareketi’nin güvenirliği, halk nezdindeki kredisi ve olumlu imajı hedef alındı. Gülen’in ahitleşme restinden sonra toplum büyük bir şaşkınlık yaşadı ama sis perdesi tam aralanmadı. Başbakan bu darbe girişiminin farkına varmış olmalı ki, cemaatı cuntacı askerler önüne yem olarak atıyor ve kamuoyu önünde şeytanlaştırıyor. Başbakanın "Haşhaşin iftirası” ile cemaatı satması, her şeyde günah keçisi yapması ve cuntacılara yedirmesi hükümeti kurtarmaya yetmeyebilir. Emniyet’de 3000 kişiye yapılan operasyon resmen cunta ekibin emri. HSYK üzerinden yargı müdahalesini AK Parti ve Erdoğan bir robot gibi yapıyor. Cemaate yapılan operasyonu başından beri bilen Erdoğan, iki yüzlü tavır sergiliyor, pabuç bağlı olduğu için bu sefer dik duramıyor ve 12 yıldır beraber yürüdüğü cemaatı arkadan hançerliyor.

 

 

Erdoğan, önüne konan darbe krokisine aynen uysa bile haziran ayına kadar istifa etme noktasına gelebilir. 30 Mart 2014 seçiminde yüzde 35 eşiğine gerilemeyi göze alan Erdoğan’ın tek hedefi cumhurbaşkanlığına çıkıp başkanlık yetkisi kullanarak askeri vesayeti durdurmak. Ancak kurmay heyetin buna izin vermeyeceği ve Erdoğan’ın hem cumhurbaşkanı olup hemde AK Parti’yi idare etmesine göz yummayacağı biliniyor. Zaten cuntanın amacı, yaza kadar AK Parti’yi kesin ikiye bölmek ve temmuz ayında AK Parti içinden doğacak ikinci parti ile cumhurbaşkanlığı seçimi atmosferine ülkeyi sokmak. Cemaatın parti kurmaya niyeti olmadığına göre suçlu aramayalım.

 

 

Özetle Türkiye’ye büyük bir tır tosladı, herkes bugün cemaatı suçluyor, ancak kara bulutlar dağılıp ak ile kara ortaya çıkınca bugün kendini kullandıran, cemaata söven, öz kardeşine ihanet eden isimler çok utanacaklar. Medya’da bu darbe sonrası büyük bir deprem yaşanır ve bugün kalemlerini bilerek veya bilmeyerek cuntaya kiralayan veya satanların toplum huzuruna çıkmaya yüzleri olmayacak. Medya sisteminin aşırı devletleşmesi, sivil toplumun öldürülmesi ve demokrasinin katledilmesi, Türk toplumunda büyük bir travmaya yol açacaktır.

 

 

Erdoğan, yıllar sonra, eğer tabi halen yaşıyor olursa, bir özeleştiri yaparsa, eminim askeriyede kurmay eğitim sistemini değiştiremediği veya özel harp dairesini küçümsediği için hata ettiğini söyleyecektir. Ordumuzdaki kurmaylık eğitim sistemi, kendi halkını ayrımcılık yapmadan sevecek bireyler yetiştirdiği zaman askeri vesayet düzeni tamamen kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

 

Faruk Arslan, mavi marmara times

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

21 Ocak 2014 Salı 18:12

[h=1]Said Nursi, çevresini her zaman Allah'a yöneltti[/h]

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş

Risale Haber-Haber Merkezi

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, Said Nursi Hazretlerinin çevresindekilere her zaman dünyanın dağdağasından uzaklaşıp Allah'a yönelmelerini tavsiye ettiğini söyledi.

Katıldığı bir televizyonun programında gündeme dair açıklamalarda bulunan Kurtulmuş, halkın büyük çoğunluğunun her şeyin farkında olduğunu ifade etti. AK Parti ve hizmet hareketi arasında yaşanan gerginlikle ilgili soruya "bir kere prensip olarak, bir cemaatin bütün bireylerinin bu konunun içindeymiş gibi algılanmasını doğru bulmuyorum" diyen Kurtulmuş, "Bu olaylardan son derece rahatsızlık duyan, 'gerçekten yanlış oluyor, ayıp oluyor, böyle olmamalıydı' diye düşünen çok geniş bir kitlenin olduğunu biliyorum. Dolayısıyla bir 'Cemaat' diye herkesin topyekün aynı kefeye konulmasının doğru olmadığı kanaatindeyim" şeklinde konuştu.

Bediüzzaman Hazretlerinde örnek veren Kurtulmuş, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Geçmişte başta merhum Said Nursi hazretleri olmak üzere, her birisinin hayatına baktığınız zaman bunu görüyorsunuz. Yokluklar, kıtlıklar... Ama çevresindekilere hep söylediği şey, bu dünyanın pisliklerinden, dağdağasından, karmaşasından uzaklaşıp onları hep Allah'a yöneltmek, olgun insan olmaya yöneltmek üzerine telkinlerde bulunuyor, tavsiyelerde bulunuyor. Kendi hayatının özeti de bu zaten. Çektiği sıkıntıların özeti de bu.

"Nakşibendilik, Kadirilik, Mevlevilik, Uşşakilik... Bunların hepsi de gönül olgunlukları, kalp olgunlukları, dünyadan el etek çekmek manasında söylemiyorum. Ama dünyanın pislikleri içerisinde aktör olmamak, onlara bulaşmamak, Allah'a yöneltmek şeklinde bir görevi olduğunu düşünüyorum.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=3]Haşhaşiler ile muhabbet fadaileri[/h]

Mustafa Özcan, Risale Haber, 22 Ocak 2014 Çarşamba 07:11

.

Başbakan Erdoğan’ın olayların odağındaki camia ile ilgili Haşhaşiler benzetmesinin yankıları devam ediyor. Camia da kendisini, Bediüzzaman’ın da, kendisini yargılayan hakimler veya yargıçlar tarafından aynı isnatla karşılaştığını söyleyerek savunuyor. Bediüzzaman, ‘Şualar’ isimli eserinde kendisinin de Haşhaşilere benzetildiğini anlatıyor. Afyonkarahisar savcısının Üstad hakkındaki iddiasında, “Hasan Sabbah Ehl-i Sünnete karşı giriştiği siyasi faaliyetiyle nasıl sarsıntıya yol açmışsa Bediüzzaman da benzer bir siyasi sarsıntı meydana getirmek istemektedir.” ifadeleri yer alıyor. Savcının bu asılsız iddialarına karşılık Bediüzzaman Hazretleri mahkemeye verdiği savunmasında 81 maddede savcının yanlışlarını ortaya koyuyor.

Gerçek bu benzetmelerin neresinde? Bu benzetme her iki taraf için de aynı oranda geçersiz mi yoksa taraflardan biri için geçersiz diğeri için külli veya kısmi olarak geçerli midir? Afyonkarahisar savcısının yargısının hilafına Kanadalı gazeteci ve yazar Fred A. Reed de konuyu irdeler ve kendisine göre bir sonuca varır. Anadolu Kavşağı’nda bu meseleyi ele alır. Fred A. Reed adeta çağdaş bir Selman Farisi’dir. Hakikat yolcusudur. Anadolu’nun derinliklerinde ruhunun ateşini dindirecek hakikati aramış ve Bediüzzaman ve derin Türkiye’yi tanımak için yollara düşmüştür. İran’da Alamut Kalesinde Hasan Sabbah’ın geride kalan izlerini takip etmiş ve Suriye’de yine kadim Hıristiyanlığın ve Batinilerin (Nizariler) izlerini sürmüş ve kimi mukayeselerini de Anadolu Kavşağı üzerinden yapmıştır.

*

Fred A. Reed, Barla ile Alamut arasında bir mukayese yapmakta ve benzerlikleri ve farkları ortaya koymaktadır. Barla’nın engebeli yollarını aşındırırken buraların kendisine Alamut Kalesine hatırlattığını söylüyor ve şu gözlemini aktarıyor: ”Hasan Sabbah’ın talebeleri Nurcular gibi halis niyetliydi. Kaderin ilginç cilvesi ki, hepsi de benzer akıbeti paylaşmışlardı. Aralarında bir fark vardı ki Hasan Sabbah manevi arınma namına, siyasi cinayet sanatını yüceltmişti. Said Nursi ise (tam aksine), siyasi hayattan çekilip mesaisini tek kurtuluş yolu olarak iman hizmetine adamıştı. Maksatları için şiddeti meşru gören bozulmuş devlet yöneticileri ile kavga etmekten kaçınmıştı. Modern Türk İslam toplumunun mozaiğinde Sabbah’ın fikrinin takipçileri bulunabilir. Ancak yalnızca iyiliği tebliğ etmeyi kendisine şiar edinen Bediüzzaman’ın takipçileri arasında bu tarz kişilere rastlamak mümkün değildir. Bu metodun, pratik olmakla birlikte uzun dönemde daha etkili olduğu kuşkusuzdur… (Anadolu Kavşagı, Karakalem, s:306-307)”

Hasan Sabbah’ın daileri veya suikastçı timleri, fedaileri yani Haşhaşiler ile Bediüzzaman arasındaki mekan benzerliği dışındaki farkı bir iki satırla özetlemek mümkündür. Bediüzzanman’ın amacı iman hizmetidir ve müspet harekete dayanmaktadır. Hasan el Benna gibi kendilerinin muhabbet fedaileri olduğunu ifade etmiştir. (Hasan el Benna nükatilu bilhub ifadesini kullanmıştır.) Hasan Sabbah ise aksine batini bir harekettir ve yöntemi yıkıcılık üzerine müessestir. Merkezinde iman ve Kur’an değil, kayıp ve gizli imam vardır.

*

Fred A. Reed bir savcı tarafından kurulan benzerliği kitabında reddetmiş ve nakzetmiş oluyor. Peki! Hizmet ekolüyle alakalı olarak da aynı netlikte benzerliği reddedebilir miyiz? Bunu aslında Fred A. Reed’in kendisine sormalıyız. Lakin Anadolu Kavşağında belki biraz da sansüre uğrayan bir konuşma var. Fethullah Gülen ile bir konuşması var. Biz de Reed gibi tekellüflü san ve sıfatları bir tarafa bırakarak ‘hocaefendi’ yerine Fethullah Gülen diyoruz. Zira Ferid A. Reed konuşma sırasında ‘Fethullah Gülen Hocaefendi’ şeklinde hitap edecek oluyor Gülen sözünü kesiyor ve kendisine Mr. Gülen şeklinde hitap edilmesini istiyor (S:103). Zaten sorun burada başlıyor. Kendisi ‘hocaefendi’ lakabına karşı çıkıyor lakin çevresi bu ifadeyi dilinden düşürmüyor. Gülen hareketinde belirlenmiş kurallar yerine mecraya ve akışa göre hareket var. 1994 yılı sonlarında aynı gün Sabah ve Hürriyet gazetesine verdiği mülakatta kendisini dışarıya açmasının temel nedenlerinden birisi olarak, talebeleri üzerinden birçok farklı algının oluşmasını, yayılmasını gösteriyor. Bu algıları teke indirmek ve düzenlemek için basına kendisini açıyor. Algı kurbanı olmamak için kendisini doğrudan ifade etme yolunu seçiyor. Bununla birlikte umulan amaç sağlanmış mıdır? Algı farklılıkları veya çelişikler izale edilebilmiş midir? Sözgelimi etrafında toplanan kalabalıklar nasıl tanımlanıyor? Cemaat mı, cemiyet mi, camia mı yoksa hareket mi? Kendisi de bazen hareket deyimini kabul ediyor lakin bazı çekince ve kayd-i ihtirazilerle birlikte. Sürekli güvenli liman arayışı aslında kavram kargaşasını da beraberinde getiriyor.

Fred A. Reed, ABD’ye gitmesinden 1 yıl kadar evvel gerçekleştirilen mülakatta (1998) kendisinden Bediüzzaman’la ilişkisini tanımlamasını istiyor. Muğlak ve kapalı cevaplar alıyor. Kendisinin önemsiz biri olduğunu ve ona talebelik iddiasının boyunu aşan bir iddia olacağını söylüyor. İçtihat meselesinde de Fethullah Gülen müçtehit olduğunu kabullenmiyor ama çevresi daima böyle bir hava veriyor ve kendisi de çevresinin algısını kıracak bir hamlede bulunmuyor. Sözgelimi Faruk Beşer hocanın ‘Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Fıkhını Anlamak’ kitabında böyle zımni bir yükleme var. Gülen ve çevresinin buna itiraz ettiği görülmemiştir. Burada şunu da söylemek gerekir ki, Bediüzzaman’ın hizmet tarzı tamamen azami ihlas ve uhuvvet üzerine kuruludur. Gülen hareketinde ise bunun yerine kullanma ve hiyerarşiyi görmekteyiz. Risale-i Nur’da şeyh-mürit ilişkisine mukabil uhuvvet düsturları vardır. Gülen hareketinde ise bunun yerine kullanma ve hiyerarşinin aldığını görebiliyoruz. Sözgelimi Faruk Beşer ve Hayrettin Karaman ve Ali Bulaç gibi isimlerle cemaatin veya hareketin ilişkisi inişli çıkışlı olmuştur. Bunun nedeni ilişkilerin bir şekilde geçici ve kullanma amaçlı olmasıyla izah edilebilir. Bu kişilerle ilgili hususiyle böyle bir amacın gözetilmediği söylenebilir, lakin yöntemin esası buna dayanıyor. Yani otomatik olarak ilişikler bu mecrada seyrediyor. Fazladan zorlamaya gerek yok. Profesyonelleşme olduğu için körleşme oluyor.

Fethullah Gülen, Fred A. Reed’e hareket ve organize bir hareket olmadığını ve bunun bidatı çağrıştıran bir yöntemi akla getireceğini söylüyor. Reed bu cevap karşısında tebessüm ettiğini yazıyor. (Anadolu Kavşağı, s: 104)! Demekki hareket ve önderi hep bir inandırıcılık sorunuyla malul. Bediüzzaman’ın talebesi olamayacak kadar mütevazi olmasına rağmen dünyayı kucaklama hedeflerinden bahsetmektedir. İslami iktidar talebinin doğru olmadığını ve bu açıdan Erbakan gibi İslam’ı politize edenlerle mücadele edilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Burada durumdan vazife çıkartılıyor. Elbette burada Hocanın konuşması Bediüzzaman’ın ‘bu memlekette dört parti vardır’ şeklindeki yaklaşımıyla paralel de okunabilir. Lakin Gülen bu hususlarda fikri zeminde kalmıyor. Daima zikzak ilişkiler içinde olmuştur. Demirel ve Erbakan’la yolları kesiştiği gibi Özal’la da kesişmiştir. Başbakan Erdoğan ile ilişkileri de böyle olmuştur. Yeni Asya’ya karşı çıkarken Erbakan’ın lehindedir. Erbakan’a karşı çıktığında ise Özal’ın yanındadır. Erdoğan’a karşı çıktığında ise kimilerine göre Mustafa Sarıgül ve yeni adresiyle birliktedir. Burada haddi aşan unsurlar var. Doğrunun bir parçasıyla doğrunun tamamına hakim olma dürtüsü var. İmam Şatibi bunu şöyle ifade eder: Kimileri İslam’ın kumaşını sırtlarına veya ... yama yapmışlar ve bunlar bu yama ve parça üzerinden İslam’ın kendisinde olduğunu söylemektedir.

Bitirirken, Fred A. Reed’den bir iki satır ve tespit aktarmak istiyorum:

* Diğer taraftan, onun dünyevi işleriyle ilgili bazı şüphelerim vardı. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı gibi organizasyonlar güçlünün yanında olmaya çalışıyor ve harekete veya cemaate kamusal meşruiyet sağlamaya yönelik yüksek bir profil çizmeye gayret ediyorlar.

* Said Nursi’nin takipçileri lider kavramının yerine metnin öncülüğünü koydukları halde, Mr. Gülen’in takipçileri yalnızca manevi işlerinde değil, dünyevi işlerinde bile onu rehber olarak görüyorlardı…

Herkesin de hemfikir olduğu gibi, Gülen hareketi kural merkezli değil şahıs merkezlidir.

Anadolu Kavşağında 28 Şubat sürecinde Erbakan’ın indirildiği günlerde Amerikalı Yahudi yazar Daniel Pipes’a da atıf var. Erbakan’ı İsrail karşıtı olarak gören ve devrilmesi için çalışan Daniel Pipes aynı dönemde Türkiye’de iki grubu ılımlı İslam olarak göklere çıkarmıştır. Bu gruplardan ikisi de nurcu olarak anılmakta ve reformcu olarak bilinmektedir.

Kısaca Nur fedailerinin nar fedaileriyle bir ilişkisi olamaz. Nurcular suikast değil, hakikat ve muhabbet fedaileridir. Husumete vakitleri yoktur.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

23 Ocak 2014 Perşembe 11:01

[h=1]Said Nursi ve Risale-i Nur yeniden keşfedildi[/h]

Başbakan Başdanışmanı Akdoğan, son günlerdeki tartışmaların bazı hayırlı sonuçları olduğunu da söyledi

 

Risale Haber-Haber Merkezi

Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, son günlerdeki tartışmalarda isim vermediği bazı kesimlerin "üstad ve Risale-i Nur'u yeniden keşfettiğini" söyledi.

Yeni Şafak'taki Yasin Doğan imzalı yazısında son gelişmelerin sıkıntıların yanında bazı hayırlara da sebep olduğunu belirten Akdoğan, dünyevileşmekle eleştirilen bazı yazarların dini-diyaneti hatırladığını, uzun zamandan sonra tekrar İslamcı gibi konuşma yaptıklarını açıkladı.

İsim vermediği kesimlerin Said Nursi ve Risale-i Nurları yenden keşfettiğini ifade eden Akdoğan, yazısını şöyle sürdürdü:

"Mesela üstad ve Risale-i Nur yeniden keşfedildi. Uzun zamandır bazı gazetelerin birinci sayfalarında yer almayan Bediüzzaman Hazretleri çok şükür ki, yeniden hatırlandı.

Mesela yalan ve iftiranın, kişileri itibarsızlaştırıcı yayınların kötü bir şey olduğu dile getirilmeye başlandı.

Mesela dini cemaatler yeniden keşfedildi, onların da bu ülkenin bir zenginliği olduğu yeniden hatırlandı. Düne kadar cemaatleri adam yerine koymayan, onlara karşı her alanda tahammülsüzlük yapan, hatta bir çoğunu terör örgütleriyle veya bir kısım operasyonlarla ilişkilendirmeye çalışanlar bir anda cemaatleri kazanma yarışına girdiler.

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=2]Yavuz Bahadıroğlu - “Ambargo” yedik ey halkım![/h]“Ambargo” kelimesinden hayatım boyunca nefret ettim: Çünkü bir şekilde gücü eline geçirenin, daha güçsüzleri ezmesi olarak algıladım.

İslam tarihinde, bilinen ilk “ambargo”,Peygamber Efendimiz’e ve çevresindeki Müslümanlara konulan “ambargo”dur..

Hikâyesi kısaca şöyle:

Hâşim ve Muttalib oğullarının tümü (Müslim ve gayr-i Müslim) toplanıpPeygamberimiz’i korumaya ant içtiler…

Bunu duyan Kureyş müşrikleriyleKinane’ler bir araya geldiler ve Müslümanları dize getirmek için“ambargo” kararı aldılar. Buna göre:

1. Haşim oğullarından gelecek hiçbir barış teklifi kesinlikle kabul edilmeyecek;

2. Onlara asla acınmayacak;

3. Kız verilmeyecek, kız alınmayacak;

4. Onlara hiçbir şey satılmayacak ve onlardan hiçbir şey satın alınmayacak;

5. Onlarla oturulmayacak, görüşülmeyecek, konuşulmayacak;

6. Evlerine gidilmeyecek, evlere alınmayacak…

Kararlarını, üç mühürle tasdik edilmiş bir sayfaya geçirdiler.

Götürüp Kâbe’nin içine astılar.

Âlişan Efendimiz bu “ambargo”dan haberdar olur olmaz, canı o kadar yandı, yüreği öylesine acıdı ve sığınılacak yegâne dergâha öyle bir sığındı ki, metni yazanMansur bin İkrime’nin kalem tutan eli ömür boyu çolak kaldı.

İşte “ambargo” denilince ilk bunu hatırlıyorum. Ardından İsrail’in yıllardan beri devam eden “Gazze Ambargosu”nu…

Bunlar da kelimeye karşı duyduğum antipatiyi arttıran unsurlar…

Bir gün benim kitaplarımın da“ambargo”ya uğrayacağını söyleseler inanmazdım.

Ama bu da oldu: NT Mağazaları, Yavuz Bahadıroğlu kitaplarına, gerekçe göstermeden “ambargo” koydu.

Kara listeye girdik!..

Hiç önemli değil elbette, zira daha önce de“Balyoz Darbesi”ni plânlayan güruhun“kara liste”sine girmiştim…

Darbe başarıya ulaşsaydı, âcilen içeri atılacak yazarlar arasındaydım…

Hesapları ters tepti: Kendileri içeri girdi.

Herkesin bir hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı vardır ve şaşmaz tek hesap O’nun hesabıdır!

Gerisi boş!

Bendeniz kırk yıldır yazıyorum. Zaman zaman Aydın Doğan’ın da aleyhine yazdım, ama ona bağlı kitapçılardan“ambargo” yemedim.

“Ticarî ambargo”larla görüş değiştirmeyeceğimi beni tanıyanlar ve kitaplarımı okuyanlar iyi bilirler.

Önemli değil, ama bu tür bir“ambargo”nun, Müslüman olarak beni kırıp inciten pek çok yönü var:

Ben yanlış yapsam bile, bunda kitaplarımın ne “suç”u var?..

Kitaplarımın bir “suç”u varsa, şimdiye kadar neden sattınız, öğrencilerinize neden tavsiye edip okuttunuz?..

Kendilerine (ve kurumlarına) hükümetin“ambargo” koyduğunu iddia edenler, neden bazı yazarlara “ambargo” koyar?..

Yüzlerce müşterek noktayı görmezden gelip tek ihtilaflı nokta üzerinden“ambargo” koymak “hizmet esasları”yla bağdaşıyor mu?..

Farklı hiçbir düşünceye tahammül edememek, “hoşgörü” söylemini“takıyye” tereddüdüne bulaştırmaz ve sorgulamaya açmaz mı?..

Bu tartışmalar başladı başlayalı “üçüncü yol”u tavsiye ettiğime yazdıklarım şahitken, ille de “taraf” olmaya zorlamak ve bu olmayınca “ambargo” koymak İslâmî açıdan şık duruyor mu?..

Eskiden demediklerini bırakmayan yazarlara bile müsamaha ile bakan ve gazetelerinde, televizyonlarında yer veren camia(yı yönetenler), öz kardeşlerini neden vurmaya çalışıyor?..

“Ambargo” dünyevî bir terim iken, uhrevi amaca yönelik insanları bununla vurmaya kalkışmak, “varlık sebebi”ne aykırı değil mi?..

Bu yaklaşım, “Bana biat etmezsen seni yok ederim” (hoş Allah’ın yok etmediğini kimse yok edemez ya) tehdidi içermiyor mu?..

Söylenecek çok şey var, ama masum, mazlum, fedakâr, cefakâr insanların hatırına susacağım.

Camiayı yönetenleri camiaya havale ediyorum!

 

 

 

Yeni Akit, 24.01.2014

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]N-T ambargosu üzerine zorunlu bir açıklama![/h]

 

[TABLE=width: 75%]

[TR]

[TD=bgcolor: #FFFFE8]

Bugün “N-T kitaplarımıza niye sansür uyguluyor?” sorusunu doğru bulmuyorum. Bu, ‘düne kadar’ doğru bir soruydu belki; ama bugünün doğru sorusu değil.

[/TD]

[/TR]

[TR]

[TD=bgcolor: #FCE66E, align: right][/TD]

[/TR]

[/TABLE]

 

 

HAYAT TECRÜBEM, bir insana veya bir insanlar topluluğuna dair isabetli bir kanaate ulaşmak için, söylem ile eylem arasındaki tutarlılık mı, tutarsızlık mı olduğuna dikkat etmem gerektiğini söyler bana.

Yine hayat tecrübem der ki, bunu anlamanın iki yolu vardır: (1) İlgili kişi veya kişiler topluluğu, zayıf olduğu yerde dile getirdiği söylemi, muktedir olduğu yerde de dile getiriyor ve dahası uyguluyor mu? (2) Bir gerilimin olmadığı zamanda dile getirdiği söylemi, bir gerilim vasatında da sürdürüyor ve dahası uyguluyor mu?

Bu iki sorunun cevabı evetse, bu durum söylem ile eylem arasında bir tutarlılık olduğunun nişanesidir. Her iki sorunun cevabı hayırsa, ortada açık ve müzmin bir ‘söylem-eylem tutarsızlığı’ durumu vardır. Sadece birinin cevabı ‘hayır’ ise dahi, teşhisimiz ‘söylem-eylem tutarsızlığı’ olacaktır.

Kişilerin veya toplulukların ahlâkının sınandığı en manidar geçitlerden biridir sözkonusu olan. Öyle bir geçittir ki, meselâ henüz bir müşrik iken dahi söylemi ile eylemi tutarlı olan Hz. Ömer, kişiliğine yerleşmiş bu mertlik ve tutarlılık sayesinde o kadar kısa zamanda o büyük dönüşümü gerçekleştirebilmiş; buna karşılık meselâ Abdullah b. Übey b. Selûl bu hasletten nasipsiz olduğu için o kadar sene Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın yakınında olmasına rağmen nifaktan imana bir türlü geçememiştir. Söylem-eylem tutarlılığına sahip bir kişinin, kâfir ise dahi, imana geçme gibi bir imkânı; söylem-eylem tutarsızlığıyla mâlûl bir kişinin ise, ‘iman edenlerden’ olduğu halde nifakın eşiğine düşebilme gibi bir imtihanı vardır.

Âlemlerin Rabbi, işte bu yüzden uyarır Saff sûresinde iman edenleri: “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylersiniz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah indinde çok büyük bir kabahattir. Haberiniz olsun ki, Allah kendi yolunda kurşunlu bir bina gibi kaynamışçasına saf bağlayarak çarpışanları sever.”

Bu âyetlerden ve bir bütün olarak Kur’ân’dan anlarız ki, Allah ‘kusursuz kullar’ olmamızı beklemez bizden; ama söylemi ile eylemi tutarlı, yapmayacağı şeyleri söylemeyen, yapmak istediği halde yapamadığı şeylerden dolayı da istiğfar edebilen kullar olmamızı ister. Yapmayacağı şeyi söylemek ise, Saff sûresinin bir sonraki âyetinden anladığımız üzere, Benî İsrail’in Hz. Musa’ya verdiği eziyet kadar büyük bir ezâdır. Söz, senettir; vefa, imandandır; o halde mü’mine yakışan, sözüne uygun bir eylemliliktir.

Son ayların bir numaralı gündem konusuna bu açıdan bakıldığında, hayretlere düşen nice insana karşılık, ekseriya bir ‘hayrete hayret’ durumu yaşıyorum açıkçası...

Çünkü bugüne kadar yaşadığım tecrübeler, hiyerarşinin en üstündeki isimden başlayarak bütün bir yapıya sirayet eden bir söylem-eylem tutarsızlığını nicedir belgeliyor.

Bu tutarsızlığın en açık örneklerini ise, otuz küsur senedir yayın hayatının içinde olan biri olarak neşir hayatında gördüğüm tutarsızlıklar teşkil ediyor.

Bizatihî yaşadıklarım, güçlü hissettiği yerde farklı, zayıf hissettiği yerde farklı; gerilim yokken farklı, gerilim varsa farklı, yani söylemi ile eylemi tutarsız bir kimliği içeriyor.

Sözü biraz daha açalım. Bir yazar, editör ve yayıncı olarak benim açımdan Fethullah Gülen hareketini tanımada en önemli ayna, N-T adıyla bilinen yayın-dağıtım ağı olmuştur. Ve bu aynadan düne kadar benim dünyama yansıyan gerçek, karşımızdaki yapının müthiş bir söylem-eylem tutarsızlığıyla mâlûl olduğudur.

Niye bugüne değil de ‘düne kadar,’ onu da izah edeceğim, ama öncelikle şu kaydı düşmem gerekiyor: Bir dağıtımcı ve kitapçının her kitabı dağıtma ve satması fiilen mümkün olamayabileceği gibi, fiilen mümkün olsa dahi böyle bir mecburiyeti yoktur. Bir dağıtımcı ticarî sebeplerle veya başka saiklerle bazı yayınevleriyle çalışabilir, bazılarıyla çalışmayabilir; bazı yazarlara açık olduğu gibi bazı yazarlara kapanabilir; bazı kitapları buyur ettiği gibi, bazı kitaplara hayır diyebilir. N-T dahil hiçbir dağıtım ağının veya hiçbir kitabevi zincirinin her kitabı alma ve her kitaptan bir nüsha bulundurma gibi bir mecburiyeti yoktur. Dün böyle düşünüyordum, bugün de düşüncem budur, yarın da böyle düşüneceğim.

Ama bir yayınevi, ‘muhabbet fedaisiyiz’ söylemi içerisinde husumet icra ediyor; ‘hoşgörü’ söylemi içerisinde hor görüyor ise; işte buna itiraz etmek hakkımızdır ve gereklidir.

Bir kurumun dilediği tercihte bulunmaya ne kadar hakkı varsa; muhatapların da, kendisine bir söylemin taşıyıcısı ve mümessili misyonu yüklemiş yapılardan o söyleme uygun bir eylem bekleme hakkı, söylem-eylem tutarsızlığına ise tavır koyma hakkı vardır.

Bu bakımdan, ‘düne kadar,’ kendisini Fethullah Gülen’in temsil ettiği misyon ve söylemle tanımlayan N-T isimli dağıtım-kitabevi zincirinin bazı kitaplarıma uygulamış olduğu sansürü, boykotajı, dahası Gülen hareketi içindeki bazı isimlerin bazı kitaplarım veya bütün kitaplarımla ilgili olarak geliştirmeye teşebbüs ettikleri ‘okunmasını engelleme’ gayretini eleştirdim. Çünkü bunların her biri, ortadaki söylem ile asla tutarlı olmayan eylemlerdi. Dolayısıyla, dile getirdiğimiz eleştiri, söylemde bir samimiyet olduğu hüsnüzannına dayanan bir söylem-eylem tutarlılığı daveti niteliğindeydi. (Bu konuda, meselâ 2007 tarihli bir yazım için bakınız: http://www.karakalem.net/?article=2716)

Ki bu meyanda yaşadıklarım, hazin, hatta trajikomik örnekler dahi barındırıyor.

Misal?

Meselâ, İletişim Yayınları bünyesinde yayınlanan “Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce” isimli ansiklopedide yer alan “Fethullah Gülen ve Mehmet Kırkıncı, askerî darbeye olan desteklerini açıkça ifade ederek 1982 Anayasasını desteklediler” cümlesi dolayısıyla, sadece benim kitaplarımı değil, Karakalem’in bütün kitaplarını artık dağıtmamakla bizi tehdit etmeleri... Üstelik bunu, “Evet, bu söylenen doğrudur; ama sizin bunu bu vasatta söylemenizi kabullenemeyiz” diye ifade etmeleri... ‘Zayıf’ gördükleri mü’min kardeşlerinin yayınevi Karakalem’e böyle derken, dayandığı zemin itibarıyla ‘güçlü’ gördükleri İletişim’e karşı sansür uyguluyor görüntüsü vermemek için ansiklopediden bir miktar alacaklarını ama dağıtımını yapmayacaklarını bizzat söylemeleri...

Halbuki, ilgili ansiklopedideki ilgili cümle benim yazmış olduğum makaleye değil; uzunca yıllar ilgili câmianın Aksiyon dergisine ciddi ücretlerle yazı yazdırdığı bir isme aitti. Nitekim daha sonra bu hatalarını görüp bu ‘husumet fedaisi’ ve ‘horgörü’ yüklü ‘ambargo’larından vazgeçmiş; ama bu süreçte hem ‘refleks’lerini, hem söylem-eylem tutarsızlığının görkemli bir örneğini peşinen sergilemişlerdi.

Yine, misal mi?

Said’leri Ararken isimli kitabımda yer alan ve mü’minâne bir nezaket içerisinde Fethullah Gülen hareketi eleştirisi içeren bir paragraf için, hem de ‘Bu yazılanlar doğru’ denildiği halde şahsiyetime karşı alenen saldırı teşebbüsü ve yine tehdit! Ama Karakalem’e ve şahsıma karşı böyle bir saldırıya sebebiyet veren aynı paragrafa, başka bir kitapta ‘olur’ vermişlerdi. Açıklayalım: Said’leri Ararken isimli kitabımın bir özeti SUNY Press’te yayınlanan bir makalede yer aldığı için, o makalenin önce Gelenek Yayınları, sonra Etkileşim Yayınları tarafından yapılan ve N-T’nin dağıtımına onay verdiği çevirisinde de vardı! Ama ilgili yayınevleri ‘mimli’ olmadığı için, o paragraf o kitaplarla ‘görülememişti.’

Başka?

Yine Bediüzzaman üzerine bir diğer kitabımın, Tehlikeli Denemeler’e yönelik tehdidin gerekçesi olarak, ilgili arkadaşımıza “Mustafa Kemal’e yönelik eleştirilerim’ gösterilmişti. Gariptir, çevirisini yayınladığımız, Avustralyalı mü’mine ablamız Katherine Bullock’un Tesettürü Yeniden Düşünmek isimli kitap da aynı gerekçeden nasiplendi!

Başka?

Yine Bediüzzaman ve Risale-i Nur üzerine söyleşiler içeren Gelenek ile Gelecek Arasında Bediüzzaman isimli kitabımız, bir zamanlar Fethullah Gülen’e en yakın isim olarak anılan ama nedense ve nasılsa sonradan câmiadan nice nice ismin bir türlü anlam veremediği şekilde üstü çizilen Latif Erdoğan ağabeyle de bir söyleşiye de yer verdiği için dağıtımı yasaklanmış ve sansürlenmişti.

Daha nice örnek sıralamak mümkün, ama son bir örnek: ‘Muhabbet fedaileri’ ve ‘hoşgörü’ ve ‘diyalog’ söylemi devam ederken sansürlenen, basımı ve okunması yasaklanan son kitabım, Risale Okumaları’nın beşincisi olan “Geleceğe Dönüş” isimli kitap. Ki bu kitap, “Faşizm Nerede, Demokrasi Nereye?” başlıklı bir yazıyı da içeriyor ve bu yazı “Cemaatler de demokratikleşmeli” cümlesiyle bitiyor!

Bütün bu örneklerin sergilediği söylem-eylem tutarsızlığına karşı eleştirimi mü’minâne bir duyarlılık içinde bugüne kadar ifade etmeme karşılık, yakın dönemde bütün kitaplarıma yönelik bir ambargonun yaklaşık 40-50 gün önce başladığını hissetmeme karşılık, bu konuda konuşmayı tercih etmedim.

Hatta, bir hafta kadar önce, bir arkadaşımın, sevgili Senai Demirci’nin kitaplarına da ambargo uygulaması başlatıldığını bizatihî Senai’nin sosyal medya üzerinden öğrendiğimde, kendisine bir DM göndererek, bu konunun dile getirilmesini uygun görmediğimi belirttim. Çünkü, dün ‘muhabbet fedaisi’ iken, ‘hoşgörü’den ve ‘diyalog’dan söz edilirken uygulanan sansür, ambargo ve okuma yasağı açık ve bariz bir ‘söylem-eylem tutarsızlığı’na işaret ettiği için eleştirilebilirdi. Ama şimdi ortada olan, yine eleştirilebilir olsa da, en azından ‘söylem-eylem tutarsızlığı’ boyutuyla eleştirilemez durumdaydı. Çünkü ‘ya bizdensin ya kara topraktan’ mantığıyla, bütün ümmete sırtını dönmüş, hep ümmetin aleyhine işlerin içinde olmuş koç görünümlü kurtların ‘gönüllerine girme’yi ise gönlüne ve kafasına koymuş; alnı her gün secdeye değen insanları ‘terörist’ ve ‘örgüt reisi’ olarak tanımlamaya kendisini şartlandırmış ‘husumet fedaileri’ne yakışanı yapıyorlardı. Bu kadar sene devam eden söylem-eylem tutarsızlığından sonra, bu kez yeni söyleme yakışan bir eylemdi yapılan.

Dolayısıyla, her geçen gün başkaca yazarların da ‘ambargo’ listesine eklendiklerini duyduğum şu zamanda “N-T kitaplarımıza niye sansür uyguluyor?” sorusunu doğru bulmuyorum. Bu, ‘düne kadar’ doğru bir soruydu belki; ama bugünün doğru sorusu değil.

N-T, gönlünü ve aklını bu yapılanlardan soyutlayabilmiş ve en azından kalben bu yapılanlara buğz edebilen iman kardeşlerimizi istisna tutarak konuşursam, ilgili yapının ve bu yapının en üstündeki kişinin sergilediği hal ile uyumlu bir şekilde, bu şartlarda, bu ruh hali, bu kalp ve bu akılla kendisine yakışanı yapıyor! Dileriz utanır ve tevbekâr olurlar, ama bugünkü eylem, bugünkü söylemle birebir örtüşüyor!

Bu şartlarda ona söylenecek olan, bu kadar yakîn hâsıl olduktan sonra, hâlâ daha dünkü ‘söylem’ üzerinden geliştirilen bir hüsnüzanla yapılana kibarca itiraz geliştirmek değil; elinden geleni ardına koyma rahatlığında, ‘seninle doğmadım ki seninle öleyim’ izzetiyle hareket edebilmektir. Böyle bir ambargoyu, dertlenmeden, sızlanmadan ve şikâyet etmeden, bir şeref olarak üzerinde taşıyabilmektir.

Öte taraftan, bir bütün olarak dindar câmianın yayıncıları için ellerini başlarına koyup düşünme zamanıdır.

Hem de ‘Mâmehurân hırsızlarını tevbekâr ve sofi eden’ bir sır olarak, ne diyordu Bediüzzaman?

“Başkasına itimad etmeyen nefsiyle teşebbüs eder.”

 

 

 

Metin Karabasoglu, Karakalem, 24.01.2014

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

26 Ocak 2014 Pazar 10:31

 

Bediüzzaman der ki; Hakimiyet müdahaleyi reddeder

 

Eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı cezaevinde konuştu, Said Nursi'nin sözünü hatırlattı

 

Risale Haber-Haber Merkezi

 

Cezaevinde olan eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, 17 Aralık operasyonunu eleştirirken Bediüzzaman Hazretlerinin sözlerini aktardı:

 

Sabah'a konuşan Avcı'nın ilgili sözleri şöyle:

 

"Ben de görevdeyken bazı yolsuzluk operasyonları yaptım. Ama yaparken üstlerimi bilgilendirdim. Mesela Enerji Bakanlığı'nda ihalelere fesat karıştırma soruşturması vardı. Bizzat gidip hem Enerji Bakanı'na hem de İçişleri Bakanı'na bilgi verdim. Kim olduklarını, kimlerin adının geçtiğini olayın ne olduğunu anlatmadım ama o bakanlıkta tahkikatlar yaptığımızdan haberdar ettim. Ha yolsuzluk yapan bakanın oğludur, kardeşidir ayrı. Oğlun kardeşin yolsuzluk yapmış demezsin ama bakanlığıyla ilgili bir soruşturma yaptığının bilgisini hem bakanlığına hem de amirlerine haber vermek zorundasın. Validen, Başsavcıdan ya da Adalet Bakanı'ndan niye saklıyorsun? Burada bakıyorsunuz vali şehri yönettiğini sanıyor ama yönetmiyor. Emniyet Müdürü emniyeti yönettiğini sanıyor ama yönetemiyor. İçişleri Bakanı bakanlık yaptığını sanıyor ama gereken bilgiyi alamıyor. Başsavcı da habersiz. Hiçbir amirin haberi olmadan yapılan bir soruşturma var. Böyle bir devlet anlayışı olabilir mi?*Bediüzzaman der ki; Hakimiyetin şenni müdahaleyi reddeder. Yani bir yerde bir tek iktidar olur. Çift başlı iktidar olmaz!"

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Fethullah Gülen'in BBC'ye verdiği röportaj[/h][h=2]Fethullah Gülen, 16 yıl aradan sonra ilk televizyon mülakatını BBC'ye verdi.[/h][h=1]http://image.haber7.com/haber/haber7/photos/fethullah_gulenin_bbcye_verdigi_rooprtaj13908034140_h1120853.jpgEklenme: 27 Ocak 2014 08:15 / Güncelleme: 27 Ocak 2014 11:14 / 39,821 Okunma / 6 Yorum

Facebook'ta Paylaş

http://image.haber7.com/haber7/assets/img/print_icon.png

 

Gülen Pensilvanya'daki inziva merkezinde, 17 Aralık operasyonu, Hizmet hareketi, Kürt meselesi, Alevilerle ilişkiler, Mavi Marmara ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e gönderdiği mektup konularındaBBC'nin sorularını yanıtladı...

Fethullah Gülen, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için, "Bir mabeyni hümayun var herhalde zannediyorum çevresinde. Mabeyn, padişahların etrafındaki insanlara deniyordu. Çevresinde zannediyorum meseleleri farklı intikal ettiriyorlar… Bir yönüyle, böyle rahatsız edici şeylere sevk ediyorlar sanıyorum arkadaşı" dedi. Ancak Gülen "İcabında sükût dururuz." diyerek uzlaşmaya açık olduğu mesajını da verdi.

Gülen, Kürt sorununun çözümü için Abdullah Öcalan'la ya da "dağdakilerle" müzakereye karşı olmadığını belirtti.

Cami-Cemevi projesi konusunda "Bunun Türkiye'deki Alevi kardeşlerimizle esasen birlik ve beraberlik adına önemli bir şey olduğuna inandık.

Yanılmış olabiliriz burada, insan her şeyinde yanılabilir." diye konuşan Gülen, Alevilere Diyanet'e tanınan imkânların tanınması gerektiğini vurguladı.

28 Şubat döneminde Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'e Hizmet okullarının gerekirse devredilebileceğini söylediğini belirten Gülen, aynı teklifi Erdoğan hükümetine de yaptığı söyledi ve "Askerler, Çevik Bir, buna cevabı sevap vermediği gibi. 16-17 sene evvel. Bunlar da cevabı sevap vermediler." dedi.

Gülen, röportajda, 2014 seçimlerindeki olası tutumlarıyla ilgili olarak ise, "Kim hak hukukkarsısında dik duruyorsa, sağlam duruyor ise, kim demokrasiye saygılı ise, çevresi ile iyi geçiniyor ise"- eğer bir şey diyeceksem böyle derim. Onu da diyeyim mi, demeyeyim mi düşüneceğim. Ona oyunuzu verin diyebilirim yani." şeklinde konuştu.

Güney Yıldız: AK Parti hükümeti Hizmet hareketiyle bağlantılı polislere ve savcılara yönelik bir tasfiye hareketi yürüttüğünü ifade ediyor. Bu sizi endişelendiriyor mu? Devlet içindeki bu tasfiyeler hareketinize ne kadar zarar veriyor?

Her yanlışlık bizi rahatsız edebilir. Ama tasfiyeye tabi tuttukları, tayin ettikleri her kişi cemaatten demek doğru değil.

O insanların içinde zannediyorum sosyal demokratlar var, milliyetçiler var, ulusalcılar var. Ve bir de elimizde değil, "sakın, zinhar, bize karşı sempati duymayın, bizim hizmetimizin içinde, hareketimizin içinde görünmeyin diye ilan vermek gibi bir sorumluluğumuz yok.

Sempati duyabilirler. Başka zaman da ifade ettiğim gibi, şimdi bunların sağa sola savurdukları insanların binde birini tanımam. Mübalağa yapmıyorum burada, çünkü Allah bunun hesabını sorar benden.

Sonradan bu ortaya da çıkabilir, bu insanlar, savcısı, hâkimi, emniyetçisi, yerlerine dönmek istedikleri zaman herhalde orijinlerini ortaya koyacaklardır.

"Ben şu çizgide bir insanım, şöyle düşünüyorum" diyeceklerdir. O zaman biz utanmayacağız, belki başkaları utanacak. Burada kurunun yanında yaşın yanması gibi, Türk atasözüdür bu. Zannediyorum onlar da vicdanlarıyla böyle yüz yüze gelince, kendilerini hesaba çekeceklerdir.

'Onların hissiyatına göre, düşüncelerine göre hareket etmemek bir cinayet sayılıyor'

BBC: Hizmet hareketinin yaklaşık 50 yıllık tarihinde yaşadığı en zor dönemin bu dönem olduğu fikrine katılıyor musunuz? Geçmişte Said-i Nursi'nin tek parti döneminde yaşadıklarıyla paralellik görüyor musunuz?

Onların hissiyatına göre, düşüncelerine göre hareket etmemek bir cinayet sayılıyor. Bu bizim kabahatimiz olabilir. Bir de inancım o benim; bu yaşadıklarımızı Cenab-ı Allah'ın bizi cezalandırması şeklinde değerlendiriyorum. Siz Bediuzzaman'dan bahsettiniz; o bir yerde diyor ki 'Ben bunca zaman bana çektirenlerin hikmetini şimdi anlıyorum. Benim suçum Hizmeti Kur'aniyyeyi maddi manevi terakkiyatima alet etmekliğimmiş" der. Oysaki yapılan şeyler sadece Allah rızası için ihlasla yapılmalı. Ve yapılan şeyler insanlığa bir şeyler kazandırmalı. İnsanlık ondan bir şey kazanmalı.

Havada uçmak, suda batmadan gitmek için insan kendisini dine diyanete verirse şayet o da yine ihlasa muhalif bir tavır ve davranış olduğundan dolayı Allah cezalandırır.

Bir ayette denir ki "Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir." Dosdoğru bir yolda olduğumuzu söylediğimiz halde, adanmışların yolunda yürüdüğümüzü söylediğimiz halde tam öyle adanmışlara yakışır, yaraşır hareket etmediğimiz için Allah tokatlıyor olabilir bizi. Ama bu onların doğru yaptığı anlamına gelmez. Allah onlara da hesabını sorar bu yaptıklarının.

"Yolsuzluk olduğu muhakkak… kimsenin değiştirmeye gücü yetmez"

BBC: Türkiye'deki yolsuzluk operasyonu ve bunun etrafında yaşanan gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Neresinden başlayayım bilemiyorum da… Bir yolsuzluk olduğu muhakkak. Bunu herkes kabul ediyor. Eskiden avam-havas derlerdi. Halktan, okumuş insanlara, elite kadar herkes hemen meselenin mahiyetini görüyor, biliyor. Değiştirmeye de kimsenin gücü yetmez.

Fakat bir rahatsızlık vardı herhalde, cemaate karşı bir rahatsızlık vardı. Bu vesile ittihaz edildi. Esas o işi yapan hâkimler ve savcılar sağa sola savruldular.

'Paralel devlet söylemi, yolsuzluğu unutturdu'

O insanlar geriye dönerken herhalde orijinlerini ortaya koyarak döneceklerdir.

Bunların içinde milliyetçilerden insanlar olacaktır, mesela MHP'den insanlar olduğu ortaya çıkacaktır, hâkimden, savcıdan, polisten. Ulusalcılardan insanlar olduğu ortaya çıkacaktır.

Ama meseleyi biraz büyük göstermek, böyle yer yere nüfuz etmiş, her yere sirayet etmiş, tamamen bunların dedikleri gibi, alternatif bir devlet gibi, paralel bir devlet gibi falan, meseleyi gösterme adına, böyle bu savurdukları insanların hepsinin aynı düşünceyi aynı duyguyu paylaştığını iddia ettiler.

'Hareketi olduğundan büyük gösteriyorlar'

Biraz büyük gösterme, biraz kendi tabanlarını koparma, koparmaya çalışma, harekete karşı rahatsızlıklarını, böyle bir fırsat zuhur edince, ortaya çıkınca, değerlendirme gibi bir şey oldu zannediyorum.

Belki onlar da bir gün nadim olup ağlayacaklar buna, pişmanlıklarını ifade edecekler.

Daha önce de başımıza gelen şeylerden dolayı belki yüz tane insan emaille, "Ne olur hakkınızı helal edin, size karşı haksızlık yaptık" dediler.

Askeri dönemlerde de oldu bu, başka yine böyle herkesi vesayetleri altına almak isteyen insanlar tarafından da oldu.

Tarihi tekerrürler devr-ü daimi içinde hep olageldi bunlar, hususiyle yakın zamanda.

Pişman olanlar olacak, sözlerini tashih etmeye çalışacaklar, fakat şu anda mesele bu istikamette gelişiyor. Bir de medyada da yandaş olanlar var, taraftar olanlar var, onlar da bazı meseleleri çarpıtıyorlar.

'Türkiye'ye de kaybettiriyor'

Yine ben buradaydım, Haziran fırtınası diyoruz, 1999 yılıydı, medya aynı şeyi yaptı, 7-8 sene o mahkeme devam etti, ondan sonra beraat alındı. Temyiz de tasdik etti onu.

Bu konuyla alakalı burada bir akademisyen esasen bir kitap hazırladı, yazdı. Hatta benim unuttuğum yerleri bile o çok canlı olarak o kitapta ifade etti. Yani o türlü hadiseler hep olageldi. Bu da onlardan bir tanesi.

Bundan sonra da yine olacağa benzer. Ama bu olan şeyler bir yönüyle Türkiye'ye de kaybettiriyor zannediyorum. Amerika Birleşik Devletleri'nin bakışına, Avrupa Parlamentosu'nun bakışına olumsuz şekilde aksedecektir bunlar.

Çünkü anti-demokratik şeyler yapılıyor. Hukuka aykırı şeyler yapılıyor. Bunu hemen herkes söylüyor şimdilerde.

Ama bu mesele hemen böyle çabuk düzelebilir mi? Yeniden iş rayına oturtulabilir mi?

İnsaflı olmaya bağlı, fakir, ben, birazda rahatsızlığım sebebiyle bu mevzuda, müdafaa sadedinde hiçbir şey söylemedim. Hiç bir şey söylememeye de kararlıyım bu mevzuda.

Belki bazı arkadaşlar sadece hukuki ifade ile tavzihler, tashihler, belki tekzipler yapıyorlar. Kendileri de işin içinde mütalaa edilenler bunu yapıyorlar ama ben o mevzuda bir fikirde bulunmadım, bir mütalaada bulunmadım.

Böyle davranmaya da devam edeceğim. Evet, bir şey konuşmayacağım.

BBC: Hareketinizi "paralel bir devlet" oluşturmakla suçlayan yalnızca Başbakan Erdoğan değil, başka kesimler de bu iddiaları dile getiriyor ve sizin bir çeşit talimatınız olmadıkça yolsuzluk operasyonu gibi bir operasyonun başlamayacağını söylüyorlar.

Bu medyaya da düştü, kendileri de biliyorlar. 8-10 ay evvel Milli İstihbarat haber vermiş. Milli istihbarat, Sayın Başbakan'ın emrinde çalışan bir müsteşarlık, haber vermiş. Bu araştırmalar yapılıyormuş, tespitler yapılmış, şimdiye kadar yapılageldiği şekilde onlar böyle bir operasyonda bulunmuşlar.

Burada bir hususu izah edeyim ben, müsaadenizle.

Bir arkadaşımız geçen gün bir şey anlattı: "Ben bir caddede gidiyordum arabayla, kırmızı ışıkta durdum sonra arkadan gelen, hızlı gelen bir polis arabası benim arabama çarptı, arkadan. Sonra geldi üzerime yürüdü benim. Ne diye durdun ben de geldim çarptım. Ben de ona dedim ki, kırmızı ışıkta durmanın kaldırıldığına dair bir kanun bilmiyordum, ben onun için durdum. Kusura bakmayın yanlış yaptık."

'Paralel devlet söylemi, yolsuzluğu unutturuyor'

Böyle rüşvetler, irtikâplar, ihtilaslar, bu mevzuda adam kayırmalar, ihalelere fesat karıştırmalar bunlar şimdiye kadar hep suç sayılıyormuş.

Dolayısıyla, yani kendilerine böyle bir şey verilmiş, siz başkalarının üzerine gidin bu mevzuda, bilmeyerek onlar da, biraz evvel bahsettiğim gibi, gayri mütecanis o yapı, adli yapı, emniyet yapısı, bunların üzerine gitmişler.

Bilememişler yani o mevzuda bunların suç olmaktan çıkarıldığını bilememişler ve yapmışlar bu meseleyi.

Bu onları rahatsız ettiğinden dolayı. Dolayısıyla sadece paralel devlet üzerinde duruldu. Yapılan esasen o mesavi diyebileceğimiz, o kötülükler diyebileceğimiz, rüşvetler, ihaleye fesat karıştırmalar, onlardan hiç bahsedilmiyor yani. Onlar, olağan bir şey gibi gösterilmeye çalışılıyor.

'Getirdikleri insanları gönderdiler, bunları da gönderirler'

Benden emir almaları mümkün değil yani, Türkiye'de her yerde, her şehirde, nerede böyle bir hadise çıktıysa hemen polisin üzerine, orada savcının üzerine, hâkimin üzerine yürüdüler.

Onları kaldırıp attılar, daha evvel de öyle bir şey yapmışlardı. Bunlar getirdikleri insanlar.

Zannediyorum, bunlar da bir şey yapsalar, bunlar da gider, yine başkalarını getirirler. Bu açıdan, öyle bir karmaşa söz konusu zannediyorum.

Benimle alakası yok bu meselenin. Başka vesilelerle de arz ettiğim gibi, ben o işi yapan insanların, operasyonlara giren insanların binde birini bile tanımıyorum. Bunu çok rahatlıkla söyleyebilirim.

'Pişmanlık duymam. Kaderi de tenkit etmem'

BBC: Sıklıkla hareketinizi siyasetten uzak tutma isteğinizden söz ediyorsunuz. Son dönemde giderek siyasi tartışmaların odağı haline gelmesi sürecinde pişmanlık duyduğunuz bir durum ya da hareket oldu mu?

Pişmanlık duymam. Kaderi de tenkit etmem. Onu tenkit sayılacak şeyler aklıma geldiğinde istiğfar eder.

Biraz önce söylediğim mülahazalara bağlayarak Rabbimizle münasebetimizi tam tutamadığımızdan dolayı, Allah başkalarının eliyle cezalandırıyor bizi.

Hadis diye rivayet edilen bir söz var; "Zalim Allah'ın kılıcıdır. Allah onunla intikam alır sonra döner ondan da intikam alır."

Pişmanlık değil ama bu vesile ile kendimizle yüzleşebiliyorsak.. Hazret-i Ömer'e nispet edilen bir söz var: "Hesap faslı gelmeden kendinizle yüzleşin, hesaplaşın." Meseleye biraz böyle bakıyorum. Bu, arkadaşlarımızın yaptıkları her şey milimi milimine doğruydu demek değil yani.

BBC: AK Parti iktidarının önemli bir dönemi boyunca, bu parti ile ortak bir zemin bulup, belirli düzeylerde desteklediniz. Daha sonraki dönemde ise Kürt meselesinin çözüm süreci ve Mavi Marmara olayı dolayısıyla İsrail ile ilişkiler üzerinden ayrıştığınız ayrımlara gidildiği değerlendirmeleri yapılıyor.

Hiçbir siyasi partiyle hiçbir zaman bütün bütün aynı çizgide olmadık. Hangi parti olursa olsun, yani bu MHP de olabilir, CHP de olabilir, AK Parti de olabilir, DYP de olabilir, ANAP da olabilir; bu iki parti bugün yok gibi.

Bunların isabetli işlerini, yerinde işlerini desteklemek insani bir vazife gibi geldi bize hep. Nitekim referandumda ben şimdiye kadar hiçbir zaman demediğim bir şeyi dedim. Bu demokratik bir açılımdır. Demokratik bir referandumdur. Bu mevzuda herkes 'Evet' demeli.

'Demokrasi desteğime karşı kıyamet kopardılar'

O hâkimler kurulu, HSYK falan, demokratik bir çerçevede bir şekil almalı.

Evet, bunu burada sadece söylemedim; 20 sene evvel demokrasi geriye dönüşü olmayan bir vetiredir, süreçtir dediğimde, bugün aleyhte yazıp çizen insanlar o zaman da yine kıyamet kopardılar: "Ne demek yani, Müslümanlıkla demokrasinin ne alakası var?" diye. Sonra daha ötesini de dediler onlar. Kendileri daha ötesini dediler, her şey de olabilir dediler.

Bu açıdan böyle aynı çizgiyi paylaşma demek değil. Ama onların makul bir yanları varsa, hukuk adına makul bir yanları varsa, demokratik açıdan makul yanları varsa, millet hizmet etme gibi bir yanları varsa, çevreleriyle iyi münasebet kurma adına pozitif saydığımız bir yanları varsa, bu hususlarda müşterek gibi görünebiliriz, aynı karede görünebiliriz.

Oy vermenin dışında da bizim hiçbir siyasi partiyle alakamız olmadı. Böyle derken belki sempati duyan iki tane insan, kendileri istemişlerdir de iki tane insan girmiştir o partinin içine. Yoksa başka kişiler de yönlendirilebilir.

O partinin omurgasını teşkil ederdi bugün. Çok farklı sesler olabilirdi orada. Ama öyle bir arzumuz olmadı.

'Kürt meselesinde sürece biz onlardan evvel destek verdik'

İkincisi bu Kürt meselesinde, o sürece biz onlardan evvel destek verdik. Yani, Fakir'in yaptığı şey sadece bir teşviktir, teşvikten ibarettir.

Kendilerine bu mevzuda yazılı bir kısım dokümanlar da arz etmiştim. Yani, oraya, o bölgeye sahip çıkılması lazım. Eğitim adına sahip çıkılması lazım, sağlık adına sahip çıkılması lazım, ilahiyat adına, camilerin imamları müezzinleri adına sahip çıkılması lazım, emniyet teşkilatı adına sahip çıkılması lazım.

Siz sahip çıkmazsanız, şimdiye kadar bir kısım gadre uğradı o insanlar, bu meseleyi büyüterek gelecek nesillere intikal ettirirler. Fakat iltifat edilmedi bu meselelere.

Belki on küsur sene oldu, bu mevzuda biz tekliflerimizi onlardan evvel sunduk. Onlar bu mevzuda bir şey yapmayınca; fakir, bilmiyorum arkadaşların, dostların, muhiblerin, sempatizanların neler yaptığını bilmiyorum.

Ama o bölgede okullar açıldı. Okuma salonları açıldı. Bir yönüyle dağa gitmenin yolu eğitimle kesilmeye çalışıldı. Bunlar yapıldı.

Fakat her nedense karalama adına yine surecin aleyhinde gibi gösterdiler. Katiyyen ve katibeten. Ama, meseleye yaklaşımı keyfiyeti farklıydı. Biz eğitimle çözelim, vifak ve ittifakı temin etmek suretiyle çözelim. Aynı zamanda fakirliği gidermekle oralarda yatırım yapmakla o meseleyi çözelim ve büyük ölçüde de oldu bu.

Sadece Türkiye'nin içinde değil Kuzey Irak'ta da oldu. Bunu yaptılar. Ben gitmedim görmedim ama yapılan şeyler dillere destan denebilecek mahiyette.

Onun orada hareket dedikleri camiaya karşı esasen bir iftira var. Haksız bir tecavüz var, bir saldırı var. O mevzuda da öyle düşündük, öyle olmasını isabetli gördük.

Bütün dünyaya karşı Hz. Mevlana gibi, yani bir ayağımız işin merkezinde, kendi düşünce dünyamızda, mefkuremizde, gayeyi hayalimizde. Bir değer taraftan da bütün insanlığa sevgiyle açılma. Genel felsefemiz bu.

Yakından fakiri tanıyanlar bilirler. Daha sonra devlet o işe sahip çıktı belki ama. Fakat Türkiye'de sağa - sola savrulmuş, atılmış, Ortodokslarla, Ermenilerle defaatle bir araya geldik. Aynı sofrada aynı çanağa kaşık çaldık, onlarla. İlk defa Cenab-ı Hakk'ın lütuf etmesiyle o kapı, arkadaşlarımız, dostlarımız taraftarlarımız tarafından açıldı.

'İsrail'i milletimize tercih etmiyoruz'

Bazı meselelerde İsrail'le müşterek Orta Doğu projesi falan falan diyorlar. Belki oradaki Haham'la görüşmüşüzdür, 500. Yüzyıl Vakfı'nın Başkanı bir zamanlar Pinto idi, onunla görüşmüşüzdür. İshak Alaton var, samimi.

Hareketin yurt dışında yaptığı şeyleri takdirle karşılayan, hatta burada da bazı problemlerin üzerine giden insanlar. Onlar da yaptıkları bu şeyleri biraz insanî değerlere bağlı olarak yaptılar.

Bu kadar münasebet, buna kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur zannediyorum.

İsrail yanlısı gibi gösterme, tamamen onları kendi milletimize tercih ediyor gibi gösterme, buna dair bir şey yok. Bir insan olarak onları da kabul etme, insanlığın iftihar tablosunun yaptığı gibi kabul etme ayrı mesele.

Mavi Marmara açıklaması

Ama meseleyi Mavi Marmara'ya dayandırıyorlar. Röportajdan son bir iki soru sordular bana, 'bunu nasıl görüyorsunuz?'. Ben dedim ki: "Keşke diplomasi sonuna kadar kullanılsaydı, kaba kuvvetle işin üzerine gidilmeseydi. Bunlar değişik problemlere, sosyal problemlere sebebiyet verir, komplikasyonlara sebebiyet verir."

Burada mesele gazeteye nasıl manşet yaptı bilemiyorum. O Türkiye'de farklı şekilde değerlendirildi. Yani, kendi insanımızın aleyhine başkalarının yanında yerini alma gibi bir şey.

Fakat bir probleme meydan vermemek için esasen öyle bir mülahaza arz ettim.

Bugün de olsa yine aynı şeyi arz ederim. Diplomasi sonuna kadar kullanılmalı bence. Kan dökmeye, insanlara kıymaya, insanları cepheye sürmeye gitmemek lazım. Mülahazamdı. Herhalde o irtibatı da, o iltisaki da biraz o mülahazaya bağlıyorlar.

BBC: Kürt sorunuyla ilgili belki fikirlerinizi daha netleştirmeniz açısından bir soru daha sormak istiyorum. Kürt meselesinin çözümüyle ilgili biz daha önce harekete geçtik, okullar açtık dediniz. Fakat daha sonrasında, o günlerde buna iltifat edilmediğini söylediniz. Fakat daha sonrasında, özellikle son dört beş yılda, birincisi KCK soruşturmaları, ikincisi Oslo görüşmelerinin sızdırılması konusu, daha sonra da bu 7 Şubat'ta MİT'e yönelik yapılan operasyon, bunlar hep size mal edildi. Siz bir mülakatınızda, Kürtçe anadilin tartışılmaması gerektiğini söylediniz. Sizin özellikle karşı olduğunuz şey örgütle yapılan müzakereler konusu mu?

Örgütle müzakere yapılabilir, bir beis görmüyoruz onda. Fakat devletin, itibarı onuru korunarak yapılmalı. Öyle yaparsanız yarın tarih ona, "paralel yapı budur" der.

Yani onlarla görüşürseniz "paralel yapı budur" der. Bir şey diyemem ben ona, yani işte çocuk katili falan dediler, terörist dediler. Devlet de yakalarken zaten bir terörist olarak yakaladı Türkiye'ye getirttirdi. O günkü mahkemeler onu içeriye attı, bu iktidar yoktu o zaman daha evvelkiler içeriye attılar.

Aleyhinde bir şeyimiz olmadı da fakat onları şu anda da aleyhte belli tavırları var.

Ve Türkiye'de ki mevcut idare de zannediyorum gelecekleri adına o bölge insani ile iyi geçinme, şirin geçinme, onların gücünü de arkalarına alma adına o meseleyi de yine cemaat, camia, hareket dedikleri kesime fatura etmek için öyle bir gayret içine girdiler.

'Öcalan'la ve dağdakilerle görüşmenin karşısında değiliz'

Açıktan açığa ben hiç bir şey söylemedim, fakat bir dönemde terörist ilan ettikleri, müebbet hapse mahkûm ettikleri hatta idamı söz konusu olduğu zannediyorum.

Avrupa Birliği'nin o mevzuda kati bir tavrı olduğundan dolayı böyle bir şeye gidilmedi. Hatta MHP'nin tavrı da oydu, AKP'nin tavrı da belki de oydu geldikten sonra.

Fakat sonra hangi mülahazaya binaen bilemiyorum onlara şirin görünmek suretiyle bölgede, öylede de dersem suizan olabilir seçime matuf bir tavır olabilir yani.

Aslında Türkiye Cumhuriyeti Kürdüyle, Türküyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Abhazasıyla bir millet yani, Anadolu insanı diyoruz, hatta çok defa o tabiri kullanıyoruz.

Birlik ve beraberlik adına, terminolojide bu da çok önemli bir şey ifade ediyor. Ne Oslo görüşmesi, ne PKK'nın adadaki insanıyla görüşme mevzuu, ne dağdakilerle görüşme mevzuu, onun karşısında olmadık.

Fakir'in yine yakın zamanda bir mülakat münasebetiyle, söylediğim dediğim bir şey oldu, "Sulh esastır, anlaşma esastır" dedik. Bunlara saygı duyan insanlar da belki o toplum içinde yüzde 80'dir.

Bunları istemeyen sadece dağdaki insanlardır. İran'ın tesirinde olan insanlar, Suriye'nin tesirinde olan insanlardır. Bunlar rahatsızlık duyuyor, yani Cemil Bayık rahatsızlık duyuyor, Fehman Hüseyin rahatsızlık duyuyordur. İran'daki PJAK'ın içindeki insanlar bunlardan rahatsızlık duyuyorlardır.

Yani ne diye, işte onlar da aynı şeyi söylüyordur: "Asimile etmek istiyorsunuz Kürtleri." Oysaki fakir, hem dedim, hem de tavsiye ettim, fakirle görüşen insanlara hep, televizyonda Kürtçe dersi verilmesi, onlara bakan öyle bir televizyon kanalının açılması.

Aynı zamanda Kürtçe'nin seçmeli bir ders olarak okullarda okutulması, üniversitelerde okutulması. Yani yapılması gerekli olan bu makul şeylerin hepsi söylendi tarafımızdan. Bunları toplasak belki bir mücellit olur.

Fakat nedense, onlara karşı da, hareketi ve hizmeti böyle kötü göstermek adına, sürecin karşısında gibi hep belli bir kesimde, bir medyada öyle işlendi mesela.

Bizim orada Kürt vatandaşlara karsı yaptığımız şeylerden dolayı Öcalan'ın rahatsızlığı vardı yani okuma salonlarından kültür lokallerinden dağa gitmenin önünü kesme adına, orada ki o fakir insanlara çıkma adına rahatsızlıkları vardı.

Dağın da rahatsızlığı vardı, Suriye'dekilerin, PYD'nin de rahatsızlığı vardı. İran'daki PJAK'ın da rahatsızlığı vardı bu mevzuda.

Dağın yolu kesilmesin istiyorlardı ve milletin, Kürt-Türk birliği ve bütünlüğü adına ve ittifakı adına yapılan şeylerden rahatsızlık duyuyorlardı.

Türk milletine karşı hep böyle kin ve nefret olsun, katiyen uzlaştırıcı barıştırıcı bir şey olmasın rahatsızlığı vardı.

http://image.haber7.com/haber/haber7/bigmanset/gulene_oyunuzu_erdogan_verir_misiniz_sorusu13908051200_h1120856.jpg

BBC: Uluslararası düzeyde inançlar arası diyalogdan söz ediyorsunuz ancak Türkiye'de Sünnilerle Aleviler arasında da büyük uçurumlar var. Sizin Cemevi-Cami birlikteliği projesinden ilk söz edişiniz sanırım 1995'li yıllara rastlıyor. Ancak projenin uygulamaya geçirildiği dönemde Alevilerin bazı kesimlerinde güçlü bir asimilasyon kaygısı dile getirildi. Alevilerin bu kaygılarına nasıl cevap verebilirsiniz?

Herkes öyle düşünmüyor zannediyorum. O meseleyi takdirle karşılayan insanlar da var.

Hususiyle Türkiye'deki önemli böyle bilinen Aleviler, Profesör İzzettin Doğan Bey gibi. Onunla eski yıllarda tanıştık görüştük. Ben kendilerini ziyarete gittim evlerine, o bize geldi. Öyle bir meselenin problem olabileceğini bir gün, ta o zamanlar düşündük.

Bunun Türkiye'deki Alevi kardeşlerimizle esasen birlik ve beraberlik adına önemli bir şey olduğuna inandık. Yanılmış olabiliriz burada, insan her şeyinde yanılabilir. Fakat çokları tasvip ettiler bu meseleyi.

Asimilasyon mevzuunu bazıları dillendirdiler. Bu dillendirenler arasında bazen Hazreti Ali'yi tanımayanlar var ki bunlara Ali'siz Aleviler deniyor genelde. Yani "Ali sembolik bir kahraman, bazı şeylere başkaldırmış, bundan dolayı da takdir edilecek bir insan.

Ama Ali Müslümandı, Ali'nin dini düşüncesi şuydu buydu gibi meseleler bunlar bizi çok alakadar etmez" diyenler büyük ölçüde karşı çıktılar.

Zannediyorum bir gün onlar da pişman olacaklar. Cami-Cemevi meselesi katiyen kimsenin kimseyi asimile etmesi gibi bir meseleye binaen yapılmadı.

Ancak, senelerden beri, yani Sünnilere bazı şeyler telkin edildi. Aleviler, hâşâ yamyamlar gibi sizi yiyecekler, Alevilere de öyle telkin edildi, Sünniler sizi yamyam gibi yiyecekler dediler.

Türkiye'de 38'li, 39'lu yıllarda, onlara karşı, Dersim hadisesi münasebetiyle devletin de öyle bir tavrı olduğundan dolayı, o travmayla, bu ortada gezen nesepsiz sözler düşünceler kabul edildi, kabul gördü.

İnsanlar böyle, Cami'de isteyen gider namaz kılar, Cemevi'ne de giderler onlar semah yaparlar. Çıktıkları yerde ortak bir mekânda bazen yemek yerler, çay içerler, bahçede otururlar ve herkes birbirini yemediğini görür orada.

O yeme meselesi şuur altı müktesebat meselesi haline gelmiş yani. Onun rüyaları görülerek oturuluyor kalkılıyor gibi, onu biraz zaman gösterecek.

'Alevilere Diyanet'e tanınan imkânlar tanınmalı'

Kaldı ki, 15- 20 yıl evvel, o Cami ve Cemevi meselesi zaten olmuş. Türkiye'de bunu medya da verdi. Yani yeni bir şey değil. Ama bu medyatik bir konu oldu, belki onun da faydası vardı.

Eşi yapılabilirdi bunun yani, Ankara'da olduysa bu, İzmir'de de olacaktır, İstanbul'da da olacaktır. Yoğunlukla Alevi vatandaşlarımızın bulunduğu yerlerde olacaktır.

Bunlara Diyanet camiasına tanınan imkânlar da tanınacaktır, yani o mülahazalarla oldu. Dedeler gelsin o işin başına onlara maaş bağlansın.

Onlar kendi değerlerini, orada yaşasın ve temsil etsinler. Sünniler de kendi değerlerini temsil etsinler. O kardeşliği böyle fiilen tesis etmeye matuf bir hamleydi. Kimsenin asimilasyon diye bir düşüncesi yok.

Fethullah Gülen'in 'haftalık sohbetlerini' yaptığı salonlardan biri.

Bir de Alevi, Alevi olunca yani, Hazret-i Ali'ye karşı sempati duyulunca. Bazen, İran esasen, Persler bu meseleye sahip çıktılar. Türkiye'den insanları Kum'a götürdüler.

Türkiye'ye bunlardan dönen insanlar, Türk milletine karşı esasen, içlerinde bazıları bir düşmanlık duymaya başladı. Anadolu'nun Alevi'si başkadır, onlar Şii. Ayrı, ama Türkiye'deki Aleviler, bizim geçmişten bin-iki bin yıllık geleneklerimize saygılı Aleviler bunlar.

Kendilerine göre, ibadet veya işte ayin, Mevlana'nın seması gibi onların da Semahı var. Bunları çok ayrılık sebebi saymamak lazım, bunları saygıyla karşılamak lazım.

Bu vehimlere, paranoyalara gelince, onu zaman gösterecek yani, kimsenin kimseyi asimile etme gibi bir amacının olmadığını zaman gösterecek.

BBC: Hizmet hareketinin amaçlarıyla ilgili, şeffaf olmamasına yönelik bazı iddialar var. Bunu açmak için, sizin nasıl bir Türkiye vizyonunuz var? Türkiye merkezli düşünürsek, sizce Türkiye'nin en acil sorunları neler ve nasıl çözümler öneriyorsunuz?

Belki en acil sorunlar, şu anda da yine gündemdeki yerini koruyan ihtilaflar, iftiraklardır. Bu ta Meşrutiyet yıllarında Büyük İnsan (Said-i Nursi) tarafından söylenmiş.

Yani bizim üç tane rahatsızlığımız var. Bir: manasız, mantıksız, mesnedi olmayan, sağlam blokaja oturmayan, farklı düşünceler, birbirini yemeye matuf düşünceler. Bu bir hastalık, bu hastalığın giderilmesi lazım.

Cami-Cemevi ile giderilecekse onu yapacaksınız, Türk-Kürt meselesinde şayet kendinizi anlatmak suretiyle eğitim faaliyetleriyle, onları başkalarının Türkiye'yi bölmek ve parçalamak isteyen insanların tesirinden kurtarmak suretiyle olacaksa şayet öyle yapacaksınız.

Fakirlik mevzuu, bu da yine, ta o yıllarda, meşrutiyet yıllarında söylenmiş, bunun giderilmesi lazım, bu da bir hastalıktır.

Bir de cehalet mevzuu, bu üç şeye karşı, o Büyük Zat ta o zaman, bir yönüyle bir savaş ilan edilmesini söylemiş.

Bu açıdan, günümüzde de yani o meselenin değişmediği kanaatindeyim, yine ihtilaflar var, yine cehalet var, problem bunlar. Yine fakirlik var. Bir kesim eziliyor ve bütün bunlar değerlendiriliyor, bir manada değerlendiriliyor.

Şimdi misyon olarak, belki şartların ve konjonktürün tesiriyle belki bazı yöntemlerde, bazı argümanları kullanmakta farklılık olabilir. O zamanlar, okuma salonu, kültür lokali, okul düşünülmemiş olabilir.

Ama şimdi günümüzün şartları neyi gerektiriyorsa şayet o istikamette bir şeyler yapma. Bize gelince fakirinki sadece teşvikten ibaret olmuştur.

Rusya çözüldüğü zaman, orada, bizim bir sürü Orta Asya'da soydaşlarımız var. Bizim kökümüz oraya dayanıyor.

Bazılarımız, Özbekistan'dan, bazılarımız Türkmenistan'dan kalkmış gelmişiz. Bu insanlara sahip çıkalım falan dedik. Belki o zaman beş on tane insan gitti. Bu bir süreç oldu artık, sonradan arttıkça arttı hemen sonra dünyanın dört bir yanına, aynı sevgi meşalesiyle, hep hicret etmeler oldu.

Allah'ın izni inayetiyle, bir yönüyle yine Mevlana'nın tuttuğu ışıkla, diyor ki bir mum başka bir diğer mumu tutuşturmakla ışığından hiçbir şey kaybetmez. Başkalarına böyle götürebileceğimiz değerlerimiz varsa götürürüz. Alacağımız şeyler varsa onları da alırız. Almaya, vermeye açık bulunuruz, mülahazasıyla.

Bunu çok farklı anlayışta olan insanlar makul buldular, mantıki buldular. Ve öyle kimseler, bu mevzuda, öyle cazip tekliflerde bulundular ki ihtimal vermezsiniz. Bir üniversite de ben yapayım dedi, bir okul da ben yapayım dedi. Böyle bir şey oldu yani.

 

 

 

[/h]

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Gülen'e 'Oyunuzu Erdoğan verir misiniz' sorusu[/h][h=2]16 yıl sonra ilk televizyon röportajını veren Fethullah Gülen, BBC muhabirinin seçimler konusundaki sorusuna da cevap verdi.[/h]

BBC muhabiri, konu yerel seçimlere geldiğindeErdoğan'la bağdaştırıp 'Seçim dönemi, Türkiye'de olsanız AK Parti için ya da Cumhurbaşkanlığına adaylığını koyması durumunda Erdoğan için oy kullanır mıydınız? diye sordu.

Bu soruya Gülen'in cevabı şöyle;

Hayatımda şimdiye kadar bir kere oy kullanmak nasip oldu. Ya içerdeydim, ya kaçıyordum veya o haklardan mahrum edildiğim dönemdeydim, bir kere oy kullandım. O da merhum Turgut Özal İzmir'den adaylığını koymuştu milletvekilliğine. O zaman Necmettin Erbakan'ın partisinden koymuşlardı.

Bir de benim Edirne'de imamlık yaptığım dönemde, oranın müftüsü olan Yaşar Tunagür önemli bir simaydı. İkisi de İzmir'den adaylıklarını koymuşlardı.

Ben sadece o zaman oy kullandım. Onlar için oyumu kullandım. Sonra nasip olmadı yani. Oy kullanma aleyhinde olmadım. Kullanmama gibi bir şey yapmadım. O demokratik bir haktır. Herkesin de kullanmasını arzu ederim.

Şimdi de ben o mevzuda referandum da olduğu gibi bir şey söyleme niyetinde değilim. O farklı bir şeydi.

Belki bir şey desem şöyle derim, "Kim hak hukuk karsısında dik duruyorsa, sağlam ise, sağlam duruyor ise, kim demokrasiye saygılı ise, çevresi ile iyi geçiniyor ise"- eğer bir şey diyeceksem böyle derim.

Hani onu da diyeyim mi, demeyeyim mi düşüneceğim. Efendim ona oyunuzu verin diyebilirim yani.

Ve bu parti seçme mevzu, insanların o mevzuda ferasetlerine, kiyasetlerine kendi akıllarına ve mantıklarına karşı hakaret sayarım onu. Herkes her şeyi ayan beyan görüyor yani. Tercihte onları birine yönlendirmeye zorlama gibi bir tavrım olmaz.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

http://www.risalehaber.com/d/news/146295.jpg

28 Ocak 2014 Salı 09:31

[h=1]CHP'liden tavsiye: Bediüzzaman'ın çizgisine çekilin[/h]

CHP eski MYK Üyesi Savcı Sayan, hükümet-cemaat kavgasını böyle yorumladı

 

Risale Haber-Haber Merkezi

CHP eski MYK Üyesi Savcı Sayan, hükümet-cemaat kavgası için "cemaat Bediüzzaman çizgisine çekilmeli" dedi.

Cemaatin tabanının bu işleri yapacağına ihtimal vermediğini belirten Sayan, Akit'teki röportajında "Cemaatin içindeki bazı kişilerin bilmeyerek bu işlerde kullanıldığına kanaat getiriyorum. Burada Cemaat, Bediüzzaman çizgisine çekilip manevi işlerle uğraşmalı, hükümet de tamamen siyaset yapmalıdır" dedi.

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

F. Gülen Hareketi, neyi hak ediyor?

 

 

Şu an bütün İslam ümmetinin rağmına, İTTİHAD-I İSLAM'ı tahribe yol açan, uhuvvet-i islamiyeyi hiçe sayan ve umursamayan, muhabbet-i islamiyeyi dinamitleyen ve bile bile, göz görü göre İslam’ın bayraktarı olan Türk milletini, ülkemizi, devletimizi, halkımızı çok büyük maddi ve manevi zarara uğratan, itibar ve şerefini zedeleyen ve bu yaptıklarından hiç pişmanlık duymayan;

[h=3]Asrın müceddidi Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin telif ettiği İlhami eserler olan, muhteşem RİSALE-İ NUR Külliyatını sadeleştirerek tahrif etme cinayetini işleyen;

 

Yahudi, mason, Siyonist, zındıka komiteleriyle, İslam düşmanı neocon ve evengalist hıristiyan grupları ile dostluk ve işbirliği yaparak; ehl-i iman, müteddeyyin müslüman ve mü'min insanların çoğunluğunu oluşturduğu, mevcut Türkiye hükümetini ve iktidar partisi AKP'yi İktidardan uzaklaştırarak, tescilli Din düşmanı, Kemalizm’in ve Jakoben Laikliğin kalesi, Atatürk devrim ilke ve inkılaplarının yılmaz bekçisi, Türkiye Cumhuriyetin de yapılan ihtilal ve darbelerin teşvikçisi, müsebbibi ve hamisi CHP'yi (tek parti döneminde Arapça ezanı ve Kur’an öğrenmeyi yasaklamış, camileri kapatmıştı.) iktidara getirmeye çalışan, ihlasla yaptıkları "ALLAH RIZASI" için iman hizmetini terk edip, bütün zerratı ile siyasete bulaşan ve iktidara ortak olmayı veya ele geçirmeyi gaye ve amaç edinen, F. Gülen Hareketi hakkında kim ne söylüyorsa, menfi konuşuyorsa, su-i zan ediyorsa bilesiniz ki bu durumu kendileri istedi ve maalesef hak etti.

 

Ben ve benim gibi bazı Gülen cemaati dostları, 2 seneden beri bu hareketin kurmay ve yöneticilerinin önde gidenlerini, ‘Cemali babalarını’ defalarca ikaz ettik. ‘Siyasetten ve dünyevi makamlardan uzak durun, tarafgirlik yapmayın, Yahudi, Siyonist ve masonlarla, onların uşakları ve maşaları ile dostluk kurmayın, yakın zamana kadar asli hizmet olarak benimsediğiniz İman kurtarma hizmetine devam edin yoksa dünyevi saltanat ve siyaset pisliğine bulaşır, ihlasınızı kaybeder, salabet-i diniyenizi zayıflatır, istikametinizi şaşırırsınız’ diye ama dinlemediler. "ZARARA RIZASI İLE GİRENE MERHAMET EDİLMEZ" kaidesince bu nadanlarda şimdi hiçbir merhameti, şefkati hak etmiyorlar.

 

Aksine, Cenab-ı Allah'ın son 11 senede Müslüman halkımıza, ülkemize, milletimize, alem-i islama, maddi ve manevi alanlarda İhsan ettiği, nasip ettiği güzel gelişmeleri ve İslami inkişafı görmeyip, nankörlük ederek Allah'ın (CC) hiddet tokadına istihkak kesb etmiş oldular. Hazret-i Üstad’ın ‘Euzübillahi mine'ş-şeytani ve's-siyaseti’ düsturunu çiğneyerek, Tayyip Erdoğan'ı Liderlikten indirelim, AKP' yi yıkalım derken mateessüf kendileri yıkıldı, gümledi gitti, paramparça oldular. [/h][h=3]İslam Dünyası ve Türkiye halkı nezdinde ki itibar, muhabbet, hüsn-ü zan, ilgi ve teveccühlerini kaybettiler. Camia, 17 Aralık başkaldırı harekatıyla, toplum nezdinde; amaç ve gayelerinin ‘Allah rızası için İman hizmeti yapmak’ olmadığı, gizli hedeflerinin devlette kadrolaşmak ve İktidarı ele geçirmek olduğu, yıllardır takiyye yaptıkları şeklinde bir kanaat oluşmasına neden oldu. [/h][h=3]Tayyip Erdoğan ve AKP’yi yıkmak, kendi iddialarını haklı ve doğru çıkartmak, galip gelmek uğruna, her şeyi (gayr-i meşru işler dahil) mübah gördükleri, yahudi, mason, neocon, zındık, müfsid, münafık ve Deccal çarpıkları dahil her türlü şer cephesi ile işbirliği yapabildikleri şeklinde bir düşünce ve fikre, ümmet ve milletimizi inanır hale getirdiler. Hem kendilerine yazık ettiler, hem ehl-i imana ve Müslümanlara zarar verdiler.[/h][h=3]Cenab-ı Hak, İNŞALLAH başımıza açılan bu şer, müsibet ve beladan alem-i İslamı ve halkımızı en kısa zamanda ve en az zararla kurtarır, biz Müslümanları sahil-i selamete çıkarır. F. Gülen hareketi mensuplarına da, İhlas, basiret, feraset, akl-ı selim ve istikamet nasip eder. AMİN.!!![/h][h=3]Erdoğan Esenkal[/h][h=3][/h][h=3]******[/h][h=3]Konuyla ilgili Risale-i Nur’dan bazı bölümler:[/h][h=3]"Meselâ, muhteris bir intikam veya müntakim bir hilâfla bir kere demiş: 'İslâm mağlûp olacak, kalbi parçalanacak.' Sırf o mürâi ruhtan gelen, yalancı fikirden çıkan meş'um sözünü doğru göstermek için, İslâm mağlûbiyetini, İslâm perişaniyetini arzu eder, alkışlar, hasmın darbesinden mütelezziz olur. İşte şu alkışı ve gaddar telezzüzüdür ki, mecruh İslâmı müşkül mevkide bırakmış. Zira hançerini İslâmın ciğerine saplamış olan hasım, 'Sükût et' demiyor. 'Alkışla, mütelezziz ol, beni sev' diyor, onları misal gösteriyor." (Sünuhat, s. 69-70)[/h][h=3]*******[/h]Sayın Adnan Menderes!

Otuz beş seneden beri siyaseti terk eden Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, şimdi Kur'an ve İslâmiyet ve vatan hesabına bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle, dersleriyle Demokrat Parti'nin iktidarda kalmasını muhafazaya çalıştığına, biz Demokrat Parti mensubları ve Nur Talebeleri kat'î kanaatimiz gelmiştir.

 

Üstadımızdan, ne için Demokrat Parti'yi muhafazaya çalıştığını sorduk, cevaben:

“Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki, Halk Partisi, İttihadçıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icbarıyla, onbeş senede yaptığı icraatının kısm-ı a'zamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat'iyyen iktidara getirmeyecek.

 

Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat'iyyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti'yi, Kur'an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum" dedi. (Emirdağ Lahikası-ll )

*******

“Şimdilik bu vatanda dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet diğeri de İttihadı İslam’dır.

Halk Partisi ise: Hakikaten acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların ve mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler. Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde, bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki, bir cihette mânen Demokratlara galip geliyorlar. Halbuki, İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan, hadis-i şerifte سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ yani, ‘Memuriyet, emirlik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.’ Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad, mutlak keyfî olur.” (Emirdağ Lahikası - II)

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Avcı, paralel yapının 9 imamını açıkladı[/h][h=2]Hanefi Avcı, paralel yapının Emniyet ve yargıdan sonra MİT ve TSK'ya da sızdığını iddia etti. Tutuklanmadan önce savcılığa verdiği ifadede bir çok kurumdaki "imamın" ismini verdiğini iddia eden Avcı, 9 kişinin ismini verdi.[/h]

Gazeteci Sevilay Yükselir'in Silivri Cezaevi'nde görüştüğü Emniyet eski Genel Müdürü Hanefi Avcı, paralel yapının şifrelerini tek tek anlatırken çok önemli birkaç konuya da değinmişti.

Takvim Gazetesinde yer alan habere göre Hanefi Avcı, paralel yapının MİT ve TSK'ya da sızdığını belirtirken bu iki kurum içinde bulunan paralel istihbaratçı ve rütbeli askerlerin, emirlerini paralel yapı imamlarından aldığını söylemişti.

Özellikle TSK'daki paralel yapı ve ordu imamı ifadesi dikkatleri çekerken, istihbaratçılar ve askeri yetkililer paralel yapının uzantılarını araştırmaya başladı. İki kurumda da paralel yapının elemanları yakın takibe alındı. Bu kişilerin dışarıdaki bağlantısı olan imamların da kıskaca alındığı belirtildi.

9 isim verdi

Hanefi Avcı'nın tutuklanmadan bir süre önce Ankara Cumhuriyet Savcılığı'na verdiği ifadede birçok kurumdaki "imamın" ismini söylediği iddia edildi. Avcı'nın ifadesinde tam 9 isim vardı. Avcı bu isimlerden bazılarını T.C. numarasına, mesleğine kadar anlatırken, kimini de tarif etti.

İşte Avcı'nın o listesi:

O.H.Ö.: Emniyet Genel Müdürlüğü'nden sorumlu.

M.K.: MİT'ten sorumlu.

H.Ö.: TSK'dan sorumlu.

D.K.: Adliye ve hukuk camiasından sorumlu.

İ.İ.: Milletvekilleri ve parlamentodan sorumlu.

M.K.: İstanbul polisinden sorumlu.

S.U.: İstanbul'daki tüm memurlardan sorumlu.

A.Ç.: İstanbul'daki tüm memurlardan sorumlu S.U.'nun verdiği direktifleri savcı ve emniyete, bunların taleplerini de S.U.'ya ulaştırmakla görevli.

C.İ.: Ankara polisinden sorumlu.

 

Haber7, 28.01.2014

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]İçişleri Bakanı Efkan Ala: 'Sen Kimsin?'[/h]AK Parti Erzurum Belediye Başkanları aday tanıtım toplantısında konuşan İçişleri Bakanı Efkan Ala adeta öfke seline kapıldı. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'yi kast ettiği anlaşılan Ala, birbirinden tuha

f açıklamalar yaptı. http://www.samanyoluhaber.com/web-tv/icisleri-bakani-efkan-ala-sen-kimsin-7411-video-haberi/

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

[h=1]Erzurum AK Parti il yönetiminden Ala'ya tepki istifaları[/h]

28 Oca 2014 16:06 Samanyolu Haber[h=2]İçişleri Bakanı Efkan Ala'nın Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet Hareketi'ne yönelik hakaretamiz konuşmasına tepki gösteren AK Parti Erzurum İl Başkan Yardımcısı ve 2 yönetim kurulu üyesi partisinden istifa etti.[/h]

İçişleri Bakanı Efkan Ala 'nın hafta sonu Erzurum'da partisinin belediye başkan aday tanıtım toplantısında Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet Camiasına yönelik mesnetsiz iddialarına tepki gösteren AK Partililer, il yönetimdeki görevlerinden istifa etti.AK Parti İl Başkan Yardımcısı Mehmet Akif Kara ile yönetim kurulu üyeleri Nihat Arslan ve Fevzi Şanal, bugün istifa dilekçelerini sundu. Kara, istifa kararını almalarında İçişleri Bakanı Ala'nın Hocaefendi aleyhindeki mesnetsiz iddialarının etkili olduğunu ifade etti.

Erzurum'un medar-ı iftiharı Hocaefendi'ye yönelik çirkin iddia ve karalamaların vicdanlarında yara oluşturduğuna işaret eden İl Başkan Yardımcısı Kara, "AK Parti'den bugün itibarıyla 3 kişi istifa ettik. İl Başkan Yardımcısı olarak ben ve il yönetim kurulu üyeleri Nihat Arslan ile Fevzi Şanal, üç arkadaş istifa ettik. İstifalarımızın sebebi bir süredir kamuoyu gündemini meşgul eden '17 Aralık Operasyonu' olarak adlandıran süreçte gerek Camia ve gerek Erzurum'un manevi dinamiği Fethullah Gülen Hocaeafendi'ye karşı iftira kampanyası başlatılmıştı. Böyle bir söylemin oluştuğu ortamda bulunmak istemiyorum. Yapım itibarıyla samimi AK Partili olarak bu söylem içinde görev almamak için şahsi olarak istifa ettim." dedi.

 

İl Yönetim Kurulu üyeliğinden istifa eden Nihat Arslan ise 17 Aralık sürecinde başlayan parti üst düzey yetkililerinin açıklamaları, son olarak da Erzurumlu Ala'nın konuşmalarının bardağı taşıran son damla olduğunu ifade etti. Arslan, "Sayın Ala'nın Erzurum'da katıldığı aday tanıtım toplantısında karar verdim. Ala'nın söylemleri Muhterem Hocaefendi, Erzurumuzun manevi dinamiği, değeri, dünyaya mal olmuş bir şahsiyete ağır hakaretler, ağıza alınmayacak söylemlerden dolayı başta kınıyorum, onu da yakıştıramıyorum. Bende bu olaylardan dolayı il yönetim kurulu üyeliğinden istifa kararı aldım ve gerekçem budur. Bunun bu şekilde bilinmesini istiyorum." açıklamasında bulundu.

 

 

 

 

Link zu diesem Kommentar
Auf anderen Seiten teilen

  • Webmaster änderte den Titel in Fetö ve Ak Parti (Fethullah Gülen, Tayyip Erdogan)

Dein Kommentar

Du kannst jetzt schreiben und Dich später registrieren. Wenn Du ein Konto hast, melde Dich jetzt an, um unter Deinem Benutzernamen zu schreiben.

Gast
Auf dieses Thema antworten...

×   Du hast formatierten Text eingefügt.   Formatierung jetzt entfernen

  Nur 75 Emojis sind erlaubt.

×   Dein Link wurde automatisch eingebettet.   Einbetten rückgängig machen und als Link darstellen

×   Dein vorheriger Inhalt wurde wiederhergestellt.   Editor leeren

×   Du kannst Bilder nicht direkt einfügen. Lade Bilder hoch oder lade sie von einer URL.


×
×
  • Neu erstellen...